EVRENİN KÖKENİ - 1
Evrenin kökeni sorunu “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar?” sorununa
benzer. Her şey nereden geldi? Evren hep var mıydı yani başlangıçsız mıydı,
yoksa kutsal kitapların söylediği gibi kutsal bir güç mü yaratmıştı,
yaratıldıysa o gücü kim yaratmıştı? Sınırları olmayan uçsuz bucaksız bir evrende
mi yaşıyoruz yoksa sınırları var mı? Sınırları yoksa eğer tanrı nerede olacaktı,
sınırları varsa yeri belliydi, sınırların dışı. Burası bir süre için Tanrıya en
uygun yer olarak kaldı. Bunun etkisiyle düşünürler binlerce yıldır evren
modellerini sınırlı olarak düşündüler. Kimileri bu konuların tartışılmasının
gereksiz olduğunu, kimileri günah olduğunu söyledi, kimileriyse bunların
metafizikçilerin ve din adamlarının konusu olduğunu düşündü. Ancak fizik
yasalarının evrenselliğinin anlaşılması, evrenin başlangıcının nasıl
gerçekleştiğinin bilimin konusu olması gerektiğini göstermiştir.
Önceleri Musevi, Hıristiyan ve Müslüman’lar evrenin başlangıcını tanrının
iradesiyle ol demesiyle olduğunu söylerlerdi. Hatta 17 yy. Rahibi Ussher Kutsal
kitaplardaki soyağacını inceleyerek evrenin MÖ 4004 yılında yaratılmış olduğu
sonucuna vardı. Bu kısa bir süredir, sürenin kısa olduğunun kanıtı olarak ta
şunu söylemişlerdir. “Görüldüğü gibi sürekli olarak bir kültürel ve teknolojik
evrim geçiriyoruz ve biz evrime neden olan insanların büyük bir kısmını
biliyoruz yani bu süre çok daha uzun olsaydı çok daha fazla insan gelip
geçmeliydi sonucunda da daha ileri bir toplumda yaşıyor olmalıydık.” Kayaların
yaşının milyonlarca yıl olduğunu, astronomların da evrenin sürekli değiştiğini
bulmaları, yaratılışçılığa inanan bir çok insanın düşüncesini değiştirmesine
neden olmuş; evren ile ilgili yapıyı açıklamayı bilim insanlarının ellerine
bırakmalarına neden olmuştur. Biz de burada tarih boyunca insanlığın inandığı ve
bilimin ortaya attığı evren modellerini tarihsel sıra içinde kısaca anlatmaya
çalışacağız.
Tarih boyunca doğa hakkındaki bilgimiz arttıkça ilk başta evrenimiz olan kıtadan
dünyaya, dünyadan güneş sistemine, oradan da gökadamız Samanyolu’na ve daha
ötesine olmak üzere evrenimizin sınırlarını hep genişlettik. Tepsi şeklinde bir
dünyanın evrenimiz olduğu inancından salınım yapan evren modeline kadar ki
gelişimi kısaca incelemeye başlayalım.
Modellerin geçirdiği evrim astronomi biliminin geçirdiği evrimle genel olarak
paralel gitmiştir. Önce, “Modeller oluşturmamız için gerekli hammaddeyi sağlayan
astronomi nasıl ortaya çıktı?” sorusunun cevabına kısaca değinelim.
Astronominin gelişmesini sağlayan nedenler nelerdi? Eski doğuda (Babil,
Sümerler, Elamlılar) mitoloji, doğal olayların örneğin, takım yıldızların
gökyüzündeki yerlerinin değişiminin, Ay’ın evrelerinin, Güneş’in doğuşu ve
batışının olacak şeylere işaret olduğuna inanmalarıyla başlamıştır. Belli
şekillerdeki yıldız grupları görünmeye başlayınca havalar soğumaya başladığından
ve aynı takımyıldız tekrar göründüğünde yine havalar soğuduğundan dolayı, o
yıldızların oluşturduğu şekil bir tanrı ilan ediliyordu. Onlara göre o şekil
tanrı idi ve havayı soğutan oydu. Tanrının tekrar ne zaman geleceğini önceden
bilebilmek için kayıtlar tutmaya başladılar ve astroloji gelişti. Bunun ardından
insanlar ve bu işle özel olarak ilgilenen astrologlar yaklaşık 360 günde bir
değişen gökyüzünde, bu kurala pek uymayan gezegenlerin (Onlar gezegenlerin ne
olduğunu bilmediklerinden dolayı tanrı diye nitelendiriyorlardı.) hareketlerinin
önceden tahmin edilmesiyle, evrenin nasıl işlediğini anlayacaklarını
düşünüyorlardı. Bunun için haklı gerekçeleri yok değildi, mesela Sirius yıldızı
görüldüğünde Nil Nehri taşıyordu. Bir süre sonrada etraf yeşermeye, havalar
ısınmaya başlıyordu, bundan dolayı ne zaman Sirius görünse Nil’in taşacağını
önceden bilebiliyorlardı. Aynı düşünceyle gezegenlerinde bir şeylere neden
olduğunu düşündüler. Onlara göre yıldızlar mevsimleri kontrol ediyordu. Tarım ve
hayvancılık (Direk olarak mevsimlerle ilgili işlerdir.) yaşamlarını
oluşturduğundan dolayı doğayı kısmen keşfettiklerini sandılar, önceden
bilemedikleri sorun günlük hayattaki olan biten olaylardı, onları da yöneten
olsa olsa gezegenlerdir diye düşündüler. Bu merak ve düşünce güdümünde
gezegenlerin konumlarıyla ilgili çalışmalar başladı ve ciddi çalışmaların
yapılmasına neden oldu. Evrenle ilgili sorulara verilen ilk cevaplarla
başlayalım, en ilkel olan "düzlemsel dünya" evren modeli ilk adım olacak.
Düzlemsel dünya modeli, en ilkel ve basit evren modelidir. O dönemlerde
evrenin Dünyadan ibaret olduğu ve bir tepsi gibi düzlemsel olduğu inancı
hakimdi. Günlük yaşantıları içerisinde böyle bir inancın ortaya çıkması
doğaldı.Etrafı ağaçlar, tepeler, dağlarla kaplı olan bir insanın dünyanın
küreselliğini fark etmesini bekleyemeyiz. Bir kere, öncelikle insanların çok
sınırlı olan yaşama alanlarını genişletmesi lazımdı ki dünyanın küreselliğini
fark edebilecek kadar uzakları önlerine bir engel çıkmadan görebilsin. Bir şeyin
gözlemcilerin yakınlarından çok uzaklara gitmesi ve yavaş yavaş kaybolmaya
başlaması lazımdı ki küreselliği fark edebilsinler. İnsanlar bu imkanı kıyıdan
açık denizlere gidebilen gemilerin hayatlarına girmesiyle elde ettiler. Gemi
yapımıyla ilgili ilk belgelere İ.Ö. 2000 yıllarına ait Mısır Mezarlarında
rastlanmıştır. Bu yıllardan sonra, özellikle deniz ticaretinin gelişmesiyle
beraber, bu alanda çalışan insan sayısının artması ve gemiciliğin günlük hayat
içinde yer alması, düzlemsel Dünya görüşüne karşısav oluşmasına ön ayak
olmuştur.
Dünya düzlemsel olsaydı, limana yaklaşan gemi görülecek kadar yaklaştığında,
birden bire geminin her yerinin görünmesi gerekirdi. Oysa limana doğru gelen bir
geminin ilk olarak direği, daha sonra yavaş yavaş alt kısımları görünmeye
başlar.
Yunan filozofu Aristoteles, Dünyanın neden eğri olduğunu gösterecek iki sebep
daha öne sürmüştür. Birincisi, Ay Tutulması sırasında Ay’ın üstüne düşen,
Dünyanın gölgesinin düzgün dairesel yapıda göründüğünü gözlemiştir. Dünya disk
şeklinde olsaydı eğer, gölgesinin hareket ettikçe uzayan bir elips olması
gerektiğini söylemiştir. Sürekli dairesel gölgeyi ancak bir küre
verebileceğinden dolayı, Dünyanın küresel olduğu sonucuna varmıştır. İkincisi,
Aristoteles, kuzeye giden denizcilerin kutup yıldızını daha yukarıda gördüğünü,
güneye gidildiğinde ise kutup yıldızının alçalarak kaybolduğunu biliyordu.
Düzlemsel bir Dünya olsaydı eğer kutup yıldızının yüksekliğinin gözlemcinin
bulunduğu yere göre değişmemesi gerektiğini belirtmiştir. Çoğu aydın kesim
bunları bilmesine rağmen küresel bir Dünyaya inanmamışlardır. 16. yy. baharat
yolu bulma ümidiyle yola çıkan Macellan’ın yarım kalan Dünya turunu El Cano
tamamlamıştır. El Cano sürekli doğuya giderek, seyahate başladığı yere tekrar
dönmesine rağmen Dünyanın küresel olduğuna Apollo Ay projesinde Dünyanın Ay’dan
çekilen resimlerini görünceye kadar hala inanmayan çevreler vardı. Hatta bu
fotoğrafların uydurma olduğunu söyleyebilecek kadar ileri gidenlerin, yani ileri
giden gericilerin nesli hala tam olarak tükenmemiştir.
ARİSTOTELES EVREN MODELİ
M.Ö. 4. yy.’da Platon’un iki küreli evren modeli geçerli olan modeldi. Bu modele
göre evren iki küreden ibaretti. Birinci küre, merkezde bulunan Dünyamız, diğeri
ise yıldızların oluşturduğu dış küredir ve bir günde bir tam tur dönmekteydi.
Gezegenlerde bu iki küre arasında hareket ediyordu. Peki, “Gezegenlerin tek düze
ve ard arda hareketinin nedeni nedir?” Soruya ilk cevap yine Platon’un
öğrencilerinden Eudoxus’dan gelmiştir. Euodxus’a göre evren ortak bir merkez
üzerinde iç içe geçmiş farklı eğimlerde dönme eksenleri olan kürelerden
oluşuyordu. En içte hareketsiz duran küre Dünyamız. İçten dışa doğru Ay, Merkür,
Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn’e ait küreler dizilmektedir. En dışta bir
tam turunu bir günde tamamlayan yıldızları içeren küre vardı. Ancak bu kürelerin
sayısı, 56’ya kadar çıkmalıydı ki gezegenlerin hareketine uygun bir model olsun,
böylece bunu fark eden Aristoteles ile birlikte 56 küreden oluşmuş bir evren
modeli elde edilmiş oldu.
Aristoteles sınıflandırmalar yaparken fizik ve metafizik konular diye ayrım
yapmıştır. Fizik konular somut nesnel olanın konusu, metafizik ise “fizik ötesi”
konular anlamına gelmektedir. Evren ile ilgili modeli de metafizik konularla
ilgili kitabında yer almaktadır. Bu kitapta, Aristoteles Eudoxus’un fikrini
değerlendirmeye alıp kendisine göre uyarlamalar yapmıştır. Aristoteles’e göre
her bir kürenin hareketi bir dıştaki küre tarafından yönetilmektedir. En dıştaki
küre, yani yıldızları içeren küre ise kusursuz hareket ettirici idi ve ilk
hareket ettirici tanrı tarafından harekete geçirilmişti. Çünkü O’na göre her
hareket eden şeyin bir hareket ettiricisi olmalıydı. Aristoteles evreni ikiye
bölmüştü; Ay’ın üzerinde bulunduğu, Dünyadan sonraki ilk küreye kadar ki yerler
su, hava, ateşi içeren fiziksel dünya, ondan sonrası ise ruhsal alemlerdi.
Aristoteles’in evreni sınırlı bir evrendi, çünkü en dıştaki sabit yıldızlar
küresi sınırsız büyüklükte olsaydı eğer sınırlı sürede sınırsız yol kat etmek
zorunda kalacaklardı, ayrıca sınırsız büyüklükte bir küre olsaydı yıldızlar
gökte bir doğru boyunca hareket ediyormuş gibi görünmeliydi; oysa Aristoteles’e
göre yıldızlar doğudan batıya doğru çember çiziyordu. Bundan dolayı da doğrusal
olan her hareketin bir sonu olacağını, ama çembersel hareketin bir sonu
olmasının şart olmadığını, bu yüzden dairesel hareketin kusursuz hareket
olduğunu düşünmüştür. Skolastik dönemde kiliselerden aşırı bir destek gören
Aristoteles ile Hıristiyan kiliselerinin zamanımız tapınmalarında hala
kullanılan “ruhsal alemlerdeki babamız, ruhsal alemler” sözleri ve
Aristoteles’in -ayın çakılı olduğu kürenin dışındaki ruhsal alemleri- arasındaki
söylem benzerlikler dikkat çekici ölçüdedir.
BATLAMYUS EVREN MODELİ
Batlamyus’un çalışmalarının temelleri Hipparchus’a dayanır, Batlamyus’un 1400
yıl hükümdarlık süren dünya merkezli evren modeli oluşturmasında çok büyük
etkisi olmuştur. Batlamyus, Hipparchus’un 850 yıldız içeren yıldız kataloğunu
1022 yıldıza çıkarmıştır. Bu arada gezegenlerle de ilgilenen Batlamyus,
Aristoteles’in dönen kürelerinin, gezegenlerin hareketini ve parlaklıklarının
değişiminin nedenini açıklamakta yeterli olmadığını fark etmiştir. Bu durumu
düzeltmek için gezegenlerin Dünya etrafında dolanırken aynı zamanda da Dünya
merkezli çember üzerinde dairesel bir hareket (epicycle) yapmaları gerektiğini
düşünmüştür.
Böylece gezegenler Dünyadan farklı uzaklıklarda bulunabilecekti ve buna bağlı
olarak parlaklık değişimlerinin nedeni de anlaşılmış olacaktı, çünkü gezegen
uzaklaştıkça parlaklık azalacak yaklaştıkça ise artacaktı. Aynı zamanda
gezegenlerin farklı hızlarda hareket etmesi de açıklanmış oluyordu. İyi bir
matematikçi olan Batlamyus, ortaya koyduğu modelin gözlemlerle
karşılaştırıldığında tam bir doğruluktan uzak olduğunu fark edip bu durumu
düzeltmek için Dünyayı merkezden biraz dışarı yerleştirmiştir. Günümüzde
gezegenlerin yörünge düzlemlerinin elips olduğu, şu anda bu kitabı okuyan siz
kadar gerçek olduğu bilinmektedir. Batlamyus Dünyayı merkezinin dışına taşıyarak
bir bakıma elipse yakın bir yörünge önermiş oluyordu. Batlamyus yörüngelerin
elips olduğunu kabul etseydi, modelinin daha basit ve gözlemlere daha uyumlu
olacağını biliyordu ama inançları doğrultusunda hareket ettiğinden dolayı
dairesel yörüngelerde ısrarcı davrandı. Aristoteles dairesel hareketin en
kusursuz hareket olduğunu savunmuştur ve Batlamyus’ta bu geleneğin izinden
gitmiştir. Rönesans’a kadar geçerliliğini korumuş kilisenin desteğini almış olan
bu model Kopernik Devrimi ile son bulmuştur.
KOPERNİK DEVRİMİ VE EVREN MODELİ
Kopernik devrimi bilim ile felsefenin henüz birbirinden kesin çizgilerle
ayrılmadığı bir dönemde gerçekleşmiştir. Buna rağmen çoğu çalışmada Descartes,
Francis Bacon’a yer vermemekle büyük bir haksızlık veyahut hata yapılmakta
olduğu kanısındayım. Hatta her dönemde bile, bilimi felsefeden ayırmak,
özellikle bilimin baş kaldırış dönemlerinde bilimsel düşüncenin ve metodun
kurucularını bilimden ayırmak ciddi bir yanılsamadır. Kopernik Devrimi başlığı
altında genel olarak yer alan isimler Kopernik-Tycho-Kepler-Galileo-Newton’dur
ve bence eksik bir saptamadır. Özellikle Francis Bacon ve Descartes’in
kesinlikle bu listeye dahil edilmesi ve ilerleyen kısımlarda söz edeceğimiz bir
çok kişinin de hakkının verilmesi gerekir.
Ortaçağ karanlığından uyanışa başlandığı dönemlerde, Avrupa Aristoteles
fiziğinin ve Batlamyus evren modelinin yeterli olamadığının farkındaydı. Sorunun
bilincinde olan Roger Bacon’un, iyi bir matematikçi olduğu bilinir bunun yanı
sıra optik üzerine çalışmalarından dolayı da gözlük ve teleskopun temellerini
Bacon’un atmış olduğu düşünülür. Bilimsel çalışmalarda izlenen yöntemin yanlış
olduğunu ilk olarak dile getiren kendisidir. O’na göre bilimsel yöntem deney ve
gözlemlere dayalı olmalıydı. Matematiğin görevi deney ve gözlemlerle elde edilen
verilerin arasındaki bağıntıları kurmaktı. O güne kadar izlenen yöntem inançlara
ve gerçeğe uydurulmaya çalışılan modellerdi ancak Bacon’a göre bu yanlıştı,
doğrusu gözlem ve deneylerle elde edilen verilere göre modeller düşünmek,
düşünce aracı olarak inanç değil matematik kullanmak ve matematikle ulaşılan
sonucu tekrar gerçekle karşılaştırıp sınamaktı. 1340 yılında William Occam,
“Occam’ın usturası” olarak bilinen ünlü prensibi ortaya attı. Burada ustura bir
kuramda karmaşa varsa onun kesilip atılması anlamına gelmektedir. “Birbirleriyle
yarışan teoriler arasında en iyisi, birkaç varsayım içeren en basitidir.”
sözleriyle de bunu anlatmak istemiştir. Batlamyus evren modeli bu prensibe pek
uymuyordu çünkü bir gezegenin hareketini açıklayabilmek için bir sürü daire
kullanılması gerekiyordu. Bu ilke doğrultusunda hareket eden bir çok düşünür
daha iyi sonuçlar veren daha basit teoriler aramaya başlamışlardı. Bacon ve
Occam’ın düşüncelerini çok iyi kavramış olan ve kullanan Kopernik 2000 yıllık
Yer merkezli evren modelini yıkacak ve yerine Güneş’i koyacaktı. Bu olayla
düşünce tarihinde etkisi yönünden boy ölçüşebilecek çok az dönüşüm vardır. Son
dört yüz yılda artan bir hızla gelişen bilimin, başkaldırışının astronomi
alanındaki Kopernik Devrimi ile başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz çünkü
astronominin gelişmesi için gerekli etkenler diğer bilimlerin gelişmesi için
gerekenden çok daha baskındı. Gelişen burjuvanın varlığının kaynağı
denizciliğin, geliştiği dönemlerde yön belirlemesi çok önem kazanmıştı çünkü
hiçbir tüccar doğal olarak gönderdiği veya aldığı malın –bu mal ucuz işçi de
olabiliyordu tabii- başka bir limana gitmesini istemiyordu. Ayrıca o günlerde
yürürlükte olan takvim MÖ 48 yılında düzenlenmişti, ve bir yılı 365 gün
gösteriyordu, ancak bu gün biliyoruz ki bir yıl 365 gün 6 saattir.
Bu durumlardan ve daha önce söz ettiğimiz mistik nedenlerden ötürü astronomide
hiçbir branşta olmadığı kadar fazla bilgi birikimi vardı. Batlamyus evren
modeline sürekli yeni eklemeler yapılarak gerçek doğaya uydurulmaya
çalışılıyordu, öyle ki bu durum bağnazlığa dönüşmüş, kökten bir değişimi
düşünmek çok zor olmuştu. Batlamyus modeline Cemal Yıldırımın TÜBİTAK
yayınlarında çıkan Bilimin Öncüleri adlı kitabındaki benzetmeyi burada yazmak
çok doğru olacaktır: “Benzetme yerinde ise baş, gövde, el ve ayak gibi her
parçası başka bir yerden derlenmiş bir heykelin acayip görüntüsünü
sergiliyordu.” Kopernik Devrimi Rönesans öncesinden, son dönemlerine kadar bir
aralığa yayılmaktadır. Bu devrimin etkisini anlayabilmek için entelektüel
çevrelerin en genel anlamda evren ile ilgili araştırmalara bakışının evrimini
gösteren şu sözleri tarihsel sıra içersinde yazarsak sanırım daha açıkça
anlayabiliriz: 1. “Bu konuda daha fazla şey bilinemez, çünkü tanrıbilim,
bilinmesi olanaklı her şeyi bilir.” Bundan sonra sırayla yazacaklarımın hepsi
önce mahkum edilmiş, kabulü için çok çabalar harcanmış düşüncelerdir. Her bir
düşünce kendini kabul ettirmek için bir öncesiyle savaşmak zorunda kalmıştır. 2.
“Hıristiyan dini bu konuda daha çok şey öğrenilmesine manidir.” İlk düşüncede
her şeyin zaten tanrı bilim tarafından bilindiği söylenirken şimdi ise
bilinmeyen ve açıklanmayı bekleyen çok şeylerin olduğu ancak Hıristiyan dinin
buna engel olduğu ilan edilmiştir. 3. “Bu dünyanın gerçek bilginleri, yalnız
filozoflardır.” Yeni bilgileri araştırma tekeli tanrıbilimin elinden alınıp
filozoflara devredilmek üzere. 4. “Tanrıbilimin bilginlerinin sözleri uydurma
masallara dayanır.” Burada da bilim tanrıbilimin elinde tamamen alınması
gerektiği duyurulmuş olunuyor. Bu saydığımız dört savla ilgili olarak bakınız F.
Albert Lange ne diyor, “Bu savların sahiplerini bilmediğimiz doğrudur. Belki de
bu savların çoğu hiçbir zaman, hiç olmazsa genel toplantılarda, savunulmamış,
sadece okullarda verilen derslerde veya yapılan tartışmalarda ileri sürülmüştür.
Ancak piskoposların bu hastalığa karşı o kadar şiddetli bir tarzda yürütmüş
oldukları savaş, bu tür iddialara yol açan entelektüel eğilimin oldukça yaygın
olduğunu ve büyük bir gözü peklikle kendisini gösterdiğini yeterli bir ölçüde
kanıtlamaktadır.” Yazdığımız bu savların ilki yaklaşık XV. yy başlarında
sonuncusuysa ilk kez XVII. yy. ortalarında dile getirilmiştir. Hemen şimdi
Kopernik devriminin başladığı ve çözümlendiği tarihe bakıyoruz, aynen uyuşmakta.
Başlangıçta, Kopernik “Güneş, Güneş Sisteminin merkezindedir ...” düşüncesini
açıklıyor yıl 1512, çözümlenmede de Newton genel çekim yasasını açıklıyor yıl
1687. Kısaca söylemek gerekirse bilimsel gelişmelerle, evren ve bilgimizin
sınırları, dinin alanı hakkındaki genel yargı paralellik göstermiştir
KOPERNİK
Katedral rahibi olan Kopernik, İtalya’daki üniversite öğrenimi boyunca ülkenin
bilimsel yükselişinden etkilenmiş, bağımsız düşünceli bir karakter edinmişti.
Çeşitli astronom ve matematikçilerle ilişkiye geçip, ilk astronomik gözlemlerini
24 yaşında yapmıştır. İlk baştaorta çağ dünya görüşüne karşı çıkma amacında
olmayan Kopernik, henüz 31 yaşındayken çok ender gerçekleşen gezegenlerin bir
sıraya dizilmesi olayını gözlemiştir. Gezegenlerin konumunun Batlamyus modeline
göre birkaç derece farklı olduğunu bulmuştur. Kendisi, MÖ 250 yılı civarlarında
yaşamış Aristarcus adlı bir düşünürün evrenin merkezinde güneşin olması
gerektiğini söylediğini biliyordu. Bunun üzerine Kopernik, Güneş’i merkeze
koyarak Dünya da dahil olmak üzere diğer bütün gezegenlerin Güneş etrafında
dolandığı düşünülürse eğer, Güneş Sistemi’nin daha basitleştirilebileceğini ve
gezegen konumlarının daha büyük bir doğrulukla bulunabileceğini gösterdi.
1512 yılında bu tezini duyurduğu kısa bir açıklama olan Commentariolus’u
yayınladı: Güneş, Güneş Sistemi’nin merkezindedir, gezegenler onun etrafında
dolanır ve yıldızlar çok uzaktadır.
Kopernik’in bu açıklaması bazı kesimlerde şok yarattı, çünkü kutsal kitaplarda
İsa’nın evrenin merkezine geldiği yazıyordu. Merkez tanım gereği “Etrafında
dönülendir.” Dünyanın Güneş etrafında dönmesi şu anlama gelir; “Dünya merkez
değil Güneş merkezdir.” Skolastikçilerin mantığına göre de, “Dünya evrenin
merkezi değilse ve İsa evrenin merkezine geldiyse, İsa Dünyaya gelmemiştir!”
Karşılaştığı tepki Kopernik’in uzun yıllar çalışmalarını yayınlamayı
ertelemesine neden olmuştur. İlerleyen yıllarda arkadaşlarının
cesaretlendirmesiyle Commentariolus’un kapsamını genişleterek yayınladı ve hızla
yayıldı. Yaşamının son yıllarında bütün çalışmalarını “On Revolutions” isimli
eserinde topladı (1543). Bu kitapta Güneş Sistemi ile ilgili her türlü fikrini
dile getirdi, çünkü yaşlanmıştı ve kaybedeceği çok şey olmadığını düşünüyordu,
kitabında geçen kendi sözlerine bir bakalım: “Bütün yörüngeler Güneş’i merkez
almışlardır, bu yüzden evrenin merkezinde Güneş vardır.”, “Neden kendimizi,
Dünya’nın hareket ettiğini düşünmekten alıkoyuyoruz da sınırlı veya sınırsız tüm
evrenin döndüğünü düşünüyoruz?”, yine aynı eserin başka bir kısmında “ ... Bu
nedenle Dünyanın merkezi Ay’ın yörünge merkezidir. Diğer gezegenler evrenin
merkezi olan Güneşin etrafında büyük daireler çizerek dolanmaktadır. Böylece
Güneş’in görünür hareketi Dünyanın dolanımı ile daha iyi açıklanabilmektedir.”
Bunlar skolastikçileri çılgına çeviren sözlerin sadece bir kaçını
oluşturmaktadır. Gezegenlerle ilgili olarak ta şunları yazmıştır: “ Venüs ve
Merkür, Güneş etrafında dolanırlar ve yörüngeleri Güneş’ten çok uzakta
değildir... Bu kurama göre Merkür’ün yörüngesi Venüs’ünkinden içeride olmalıdır.
Eğer bu varsayımdan yola çıkarsak, aynı merkezli dışa doğru büyüyen yörüngeler
üzerinde Mars,Jüpiter ve Satürn’le karşılaşırız... onların düzenli hareketlerini
görmemiz olanaksızdır. Bu durum onların merkezinde Güneş olmasını yeter derecede
sağlar.” Kopernik’e göre en dışta da yıldız küre vardı ve sabit durmaktaydı.
Dünyanın kendisinin dönmesi sonucunda da yıldızları hareket ediyormuş gibi
gördüğümüzü yazmıştır. Aritoteles’in ve Batlamyus’un dönen küreleri yerine dönen
bir Dünya önermesi, gerçekten de sonuçları açısından büyük önem taşıyan köklü
değişimlerin öncüsü niteliğindedir. Kopernik evren modeli Merkür’le Venüs’ün
Güneşten neden çok fazla uzaklaşamadığını ve gezegenlerin gökyüzünde ileri gidip
sonra durup aksi yöne gitmesini açıklamakta çok başarılı olmuştur; ancak modelin
hala bir kusuru vardı, o da, daha önceki modellerin etkisinde kalıp yörüngeleri
kusursuz daireler olarak kabul etmesidir. Bu sorun Tycho ve ardından Kepler’in
çalışmalarıyla ortadan kaldırıldı.
Kopernik’in çalışmaları bir devrimin başlangıcıydı ancak iddialarını ispatlamış
değildi. Bir katedralde papaz olduğundan gözlemlere çok fazla zaman ayıramıyordu.
Bundan dolayı elinde çok fazla gözlemsel veri yoktu, ve elindeki verileri çok
olsaydı bile, değerlendirme yapması için gerekli olan matematiksel yöntem Newton
döneminde bulunmuştu. Mercek Kopernik’ten yaklaşık yüzyıl sonra kullanılmaya
başlandığından gözlemlerini çıplak gözle yapmıştı. Tüm bu şartlar içerisinde
Kopernik’in bir de din adamı olduğu düşünülürse çalışmalarıyla hem kendisiyle
hem de meslektaşlarıyla yüz yüze gelme pahasına Orta Çağ Avrupa’sının uykudan
kalkması için çanların çalmaya başlamasına neden olmuştur. Kopernik’in
Commentariolus’un basılmış halini gördükten birkaç saat sonra öldüğü, hatta
basılmış halini hiçbir zaman göremediği söylenir. Ölümünden sonra, “O n
Revolutions”un matbaacısı kitabın başlığını genişleterek “On the Revolutions of
Celestial Orbs” olarak değiştirince ortalık iyice alevlendi. İçine yazdığı
önsözde de Kopernik’in modelinin gezegen hareketlerini açıklamada en iyi model
olduğunu ve fiziksel gerçeklerin yadsınamayacağını, inançların gözden
geçirilmesi gerektiğini yazmıştır. Bunun üzerine aldığı tepkiyi tahmin etmek pek
zor olmasa gerek. Protestan kilisesinin kurucusu Martin Luther Kopernik’in
çalışmalarının sert bir dille eleştirmiştir: “Bu budala, astronomi bilimini alt
üst etme sevdasındadır oysa kutsal kitap arzın değil güneşin döndüğünü bize
bildirmiştir... Bir yeni yetme astroloğa halk kulak versin olacak iş mi?” Ancak
Katolik kilisesi belki Kopernik de Katolik bir din adamı olduğundan çok sert
çıkışlarını Galileo’ya kadar saklamıştır.
Digges, Bruno ve Tycho Brahe
Kopernik’in çalışmalarıyla ilgili olarak su saptamasını yapıyor saygın bir bilim
tarihçisi: “-Dünya hareket ediyor.- Kısa bir sürede inançla aklin, aklin
yanılmazlığıyla geleneğe körü körüne bağımlılık arasında aşılmaz bir engel
meydana getiren tez oldu ve birkaç yüzyıllık kavga sonunda, bu konuda kesin
olarak bilimin zaferinin kabul edilmesi gerektiği anlaşılınca, bu zaferin sonucu
çok büyük oldu. Bilimin, adeta bir mucizeyle, o zamana kadar hareketsiz bir
durumda bulunan dünyayı gerçekten harekete geçirmiş olduğu söylenebilir.” Bu
saptamasını burada almak çok yerindedir ve ekleyecek bir şey olduğunu
sanmıyorum.
Kopernik’in öldüğü yıl adeta devrimi kaldığı yerden alıp devam ettirmek için
dünyaya geldi, Thomas Digges. Popüler eseri olan “A Perfit Description of the
Caelestiall Orbes” 1576 yılında yayınlandı. Bu eserinde Kopernik evren modeline
en dış küreyi kaldırarak ve yıldızları sınırsız bir ortama dağıtarak katkıda
bulundu. Kopernik’ten 30 yıl, sanayi devriminden 200 yıl kadar önce güneş
merkezli evren modeli en dış kabuğunu atmıştı. Bu yeni görüşlerin ilk ve en
kararlı yandaşlarından biri olan Londralı Giordano Bruno (1548-1600) sinirsiz
bir evren modelinin mantıksal sonucuna dikkat çekti: “Evrende bir küre ve merkez
yoktur, fakat merkez her yerdedir.” Bu söz atomcu filozof ve sair olan
Lukretius’un sözleriyle özdeşleşmekteydi. Atomcu düşünürlere göre, yaratılmamış,
yok olmayan, değişmeyen varlık özdeksel (maddesel) atomdur. Bu düşünce doğa
bilimlerinin doğuşunu sağlamıştır da denebilecek bir görüştür, Rönesans’ta da
etkileri görülen bu düşünce sistemi Aristocu skolâstiğe karşı, atomculuğun
getirdiği mekanik dünya görüsünü savunmuştur. Bu anlayışa göre evren yoktan var
edilmemişti, atomlarla ve hareketleriyle meydana gelmişti. Bir çok merkez varsa
ve evren atomların hareketiyle oluştuysa eğer bizim gibi canlıların olduğu
sayısız başka güneş sistemleri olabilirdi. Bunların etrafında da gezegenler, bu
gezegenlerde de bizim gibi canlılar olabilirdi.
Bu düşünceler üzerine, merkezde bulunduğundan dolayı bir özelliği olduğunu
düşünen ve bununla onur duyan skolastikçiler, yeterince yumuşak karar, ölümünü
çileden çıktılar. Neticesinde Bruno’nun yaşamı bir trajediye dönüştü.
Düşünceleri zamanına göre çok uçlarda geziyordu, Katolik inancını alaya alması
ve fikirlerinden ödün vermeden savunmasına devam etmesi hayatinin son yedi
yılını kilisenin cezaevinde geçirmesine, işkence edilmesine ve son olarak
“Olanaklı olduğu kadar yumuşak bir ceza verilmesi ve kan dökülmemesi...”
kararının verilmesine neden olmuştu. Hakkında isterken kan dökülmemesi, kazığa
bağlanarak yakılması anlamına geliyordu. Bu çok acı ölüm kararı açıklandığında
şu sözleri haykırmıştır: BU KARARI ALIRKEN SİZLER , BELKİ ONU BENİM ŞİMDİ
İŞİTTİĞİMDE DUYDUĞUM KORKUDAN ÇOK DAHA FAZLA BİR KORKU İÇİNDESİNİZ. Evet,
gerçekten de Skolastikçiler bilimin başkaldırısından korkmaya başlamıştı ve bir
şeyler yapılmalıydı. Bilimin kendilerine karşı açık bir tehdit oluşturduğu
ortadaydı ve bilimi üretenleri öldürerek kurtulacaklarını sandılar. Oysa bilim
insanları değişen koşulların ürünlerinden başka bir şey değildi ve bu koşulları
yok edemezlerdi zaten de yapamadılar.
Bruno, astronom değildi ancak sıkı bir Kopernik devrimcisiydi, mantıksal açıdan
evren modelinin gelişm"esine katkıda bulunmuştur, ancak astronomi ile ilgili
çalışmalarından dolayı değil dinle alay ettiğinden dolayı, katledilmiştir, tabii
alay ederken astronomi ile ilgili düşüncelerini kullanmış olduğunu unutmamak
lâzım. Bir Danimarka soylusu olan Tycho Brahe (1546-1601) kraliyetten de yardim
alarak Avrupa’da ilk gözlem evini kurmuş ve Uraniborg (Sky Castle- Gökyüzü
Kalesi) adini vermiştir. Daha 16 yaşındayken Kopernik’in kullandığı çizelgelerde
gezegen konumlarında hata olduğunu buldu. 25 yaşında gökyüzünde ani bir
parlamaya tanık oldu. Bu parlamanın gökyüzünde paralaktik bir kayma
göstermediğinden atmosfer içindeki bir olay olduğunu düşündü. 30 yaşında bir
kuyruklu yıldız gözleyerek bunun da Ay’dan uzak bir cisim olduğunu gösterdi.
İlerleyen yıllarında daha modern bir gözlem evinin daha kurulmasını sağlamıştır.
Zamanının büyük bir kısmını evi haline gelmiş gözlemevinde gözlem yaparak
geçiriyordu. Çıplak gözle yapılabilecek en iyi gezegen ve yıldız kataloglarını
oluşturdu. Bu çalışmaları sırasında Kopernik modelini ret edip, dünyayı evrenin
merkezine tekrar koymak için bir sebep bulmuştu.
Tycho‘ya göre eğer dünya günesin etrafında büyük bir dairesel yörüngede
dolanıyorsa, dünya farklı konumlardayken takım yıldızların şekillerinin paralaks
neticesinde değişmesi lazımdı. Paralaks ne diye soracak olursanız kısaca söyle
açıklanabilir:Tam önünüzde bir doğru boyunca dizilmiş üç ağaç olsun, eğer siz
olduğunuz konumu değiştirirseniz görüntü de değişecektir. Mesela biraz sağa
kayarsanız, en yakınızdaki ağaç sola ortadaki biraz sağda, en uzağınızdaki ise
ortadakine göre daha fazla sağda olacak şekilde görüntü değişir. Bu olay siz bu
üçlü ağaç sistemine ne kadar yakındaysanız o kadar net olacaktır, yani ağaçlara
yakınken bir adımınız görüntüde büyük bir değişime neden olurken, uzaktayken
çıplak gözle fark edilemeyecek kadar az olabilir. Tycho, yıldızların paralaktik
kayma göstermemesinin nedenin dünyanın merkezde olması olduğunu düşündü. Aslında
birazda tutucu ve Kopernik karşıtı olan Tycho’nun öyle düşünmek daha çok isine
geldi. O da dünyayı tekrar merkeze taşıdı. Ay, Güneş’i dünya merkezli
yörüngelere koydu. Diğer bütün gezegenleri de Güneş merkezli yörüngelere
yerleştirdi. Tycho yıldızların çok uzak olduğunu ve insan gözünün o
uzaklıklardaki bir paralaktik kaymayı algılayamayacağını düşünememişti. İnsan
gözü yıldızların şeklini ayırt edebilecek kadar gelişmemiştir, Tycho da çıplak
gözle yaptığı bu çalışmalar sonucunda yanılmakta haksiz değildir. Ayrıca
kürelerin olmasına gerek olmadığını, küreler olsaydı eğer kuyruklu yıldızlar
tarafından zaman içerisinde kırılmış olmaları gerektiğini söylemiştir.
İlk bakışta geri bir adım gibi görünse de Tcyho’nun çalışmaları Kopernik öncesi
modelleri alt üst ederek ileriye olan dev bir adimdi. Küreleri kaldırarak,
sürekli değişen bir gökyüzü olduğunu göstererek, o güne kadar gelmiş inançların
bir kez daha zorlanmasına neden olmuştur. 1601 yılında kaybettiğimiz Tycho,
gözlemevini ve bütün gözlem verilerini asistanı Kepler’e miras bırakır.
Gökyüzüne hitaben kullanılan “gök küre, gök kubbe” ifadelerinin yıkılmaya yüz
tuttuğu zaman Tycho ile başlamış yani günümüzden 450 yıl kadar önce, ancak bir
takım çevreler hala “gök yüzü” yerine “gök kubbe” ve ”gök küre” ifadesini
ısrarla kullanmaya devam ediyorlar. Bu çevreler Bruno’yu , Sivas’ta da ozanları
yakanların ta kendisidir. Görüldüğü gibi günümüz Türkiye’si ile ortaçağ
Avrupa’sı arasında zaman ve konum dışında pek fark yok sadece eylemi yapanların
adı ve maskeleri farklı.
Sizden Gelenler Sayfasına Dön!