A.Metin Bedri /YENİÜMİT DERGİSİ
İkinci Meşrutiyet'in ilânının ilk dönemlerinde Kur'ân'ın Türkçe tercüme ve tefsiriyle alâkalı olarak gazete ve dergilerde ciddi bir münakaşa başlayınca, Mustafa Sabri Efendi ile Ahmed Midhat Efendi arasında önemli bir kalem mücadelesi baş göstermişti. Daha sonra, bu konuda bir çok makale ve kitaplar yazıldı. Seyyid Süleyman Tevfik el-Hüseynî (v. 1939), II. Abdülhamit dönenimde Kur'ân'ı Türkçe'ye çevirmiş ve fakat yayımlayamamış, Cumhuriyet'in ilânından sonra yayımlamıştır. Ubeydullah Efendi: "Biz Türkler örgün eğitimi yaygınlaştırmak için, öğretim metotlarını kendimize mahsus yolda düzenlemeye muhtacız. Fakat dini öğretmek ve anlamak için her halde Kur'ân ve hadisleri tamamıyla Türkçe'ye tercüme etmek mecburiyetindeyiz. İçimizde, dini Arapça öğrenmek isteyenlere kimse mani olamaz. Fakat dinin Arapça'ya inhisarını kesinlikle kabul edemeyiz. Dinin yalnız Arapça'ya inhisar edilmesinden dolayı, Arapça bilmeyip dinin hakikatlerini öğrenmek isteyenler Kur'ân'ı Fransızca'dan, İngilizce'den okuyup anlamaya çalışıyorlar." diyerek, bu konudaki hedef ve arzularını dile getirmiştir.
2 Cemil Meriç'in, Volney ve Baron de Tott gibi "müseccel İslâm ve Türk düşmanlarının şâkirdi" olarak tanıttığı Münif Paşa, İmam-ı A'zam'a atıfla, Kur'ân'ın, her milletin kendi dilinde okunabileceğini savunur.
3 Kur'ân'ın Türkçe'ye çevirisi ile ulusalcılık düşüncesi arasında sıkı bir irtibat kurmak isteyen çok kimse olmuş ve bu konuda kitaplar yazmışlardır. "Türkçe Ezan, Türkçe Namaz Farzdır." iddiaları da yine bu tip kitapların iddiaları içerisindedir. Kur'ân'daki sûre isimlerini dahi Türkçe'ye çevirme çevirme garabetine girilmiştir. Cemil Meriç, yukarıda da geçtiği üzere, harflerimizin değiştirilmesi fikrinin batı kaynaklı olduğunu anlatır: "Harflerimizi değiştirmemizi ilk defa teklif eden İslâm düşmanı Volney'dir. Münif Paşa'nın hocasıdır. Dil davası yoktur; entelijansiyanın yabancılaşması, başkalaşması, düşmanlaşması vardır."
4 Cemil Meriç'e göre Türkiye'de halk kendi kitaplarını, aydın ise Batı'nın kitaplarını okur ve Batılı Kur'ân'daki kelimelere tahammül edememiştir
5 Ziya Gökalp (1876-1924), türkçülüğü savunurken, din kitaplarının, hutbelerin, vaazların Türkçe olmasını istiyordu. Bunu da şu gerekçeye dayandırıyordu: "Bir millet dinî kitaplarını okuyup anlamazsa, dinin hakikî mahiyetini öğrenemez. İbadetten alınacak vecd de, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır."
6 Ziya Gökalp bu isteğini şiirle de dile getirir:
Bir ülke ki, câmiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manâsını namazdaki duanın...
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur'ân okunur,
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın;
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!7
Buna rağmen Ziya Gökalp, namazda okunan sûreleri, "Türkçe Kur'ân" talebinin dışında tutuyor, onların aslından okunması gerektiğini söylüyordu.
8 Türkiye'de "Kur'ân'ın Türkçe tercümesi" ile ibadet meselesi tartışılırken, Muhammed Ferid Vecdi (ö. 1374/1954) ve Ahmed Mustafa el-Merâğî (ö. 1364/1945), Mısır'dan buna destek veriyorlardı. Merâğî, "harfî (motomot) terceme" ile ibadeti caiz görüyordu ki,9 böyle bir tercümenin değil Kur'ân için, herhangi bir kitap için bile mümkün olmadığı malûmdur.10 Cemil Meriç, "Bir düşünceyi ifade edecek çeşitli kelimeler arasında yalnız bir tanesi doğru, yalnız bir tanesi güzel, yalnız bir tanesi yerindedir. Üslûp demek, bu kelimeyi keşfetmek demektir." der.
11 Türkçe'den Türkçe'ye dahi dengi dengine bir tercüme yapılamayacağını kaydeden Meriç, verdiği şu örneklerle bu fikrini destekler. "Bugünkü dilde "efrad-ı nâs"ın karşılığı yoktur. Efrad-ı nâs, "halk" değildir. Halk, mütecanis bir bütündür. Hem "hâdisat"ı, hem "vukuat"ı, hem "vekayi"i, "olay"la karşılamak tercüme değil, ihanettir. "Hafâyâ"nın Türkçesi "gizli şeyler". "Serair"in Türkçesi de "gizli şeyler". Ama "hafâyâ" başka, "serair" başkadır."
12 Rafa kaldırılan deneme
Bir çok tartışmanın ardından Kur'ân, daha önce de bazı çevirileri yapılmış olmakla birlikte, 1931 nisanında yeniden Türkçe'ye çevrildi ve Türkçe açıklamalarıyla yayımlandı. 1932 yılı ocak ayında bu çeviriden alınma parça, ilk kez İstanbul'da bir camide açıkça okundu.13 Mustafa Kemal, Kur'ân'ın, özellikle namazda Türkçe okunmasını ısrarla istemiş ve fakat bunun nasıl komik bir durum ortaya çıkardığını görünce, meseleyi sonuna kadar takip etmemiştir. Onun maksadı, Kur'ân'a inanan ve O'nun arkasından giden Türklerin Kur'ân'ın muhtevasından haberdar olmalarıydı.14 1931 Ramazan'ının 15'inden itibaren, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Süleymaniye müezzini Hafız Kemal, Hafız Sadettin, Hafız Burhan, Hafız Fahri, Hafız Nuri, Hafız Yaşar, Hafız Zeki ve Sultan Selimli Hafız Rıza gibi hafızları saraya çağırmış ve onlara, "inkılâbımın son merhalesini siz yapacaksınız hafız beyler!" diye iltifat etmişti. Fakat buraya davet edilen hafızlar, Kur'ân ve ezanda ne türlü bir inkılâp olacağını henüz bilmiyorlardı. Bu durumu ayrıntılarıyla onlara Maarif Vekili Reşit Galip açıkladı: "Camilerde Türkçe Kur'ân okuyacaksınız. İşte size birer tane Kur'ân veriyoruz.
Evet bu tercüme, belki iyi değildir. Çünkü Arapça'dan Fransızca'ya ve ondan da Türkçe'ye yapılmıştır. Bununla beraber, Ankara'da daha iyi bir Kur'ân tercümesi yaptırılmaktadır."15 Hangi hafızın nerede ve hangi sûrenin neresinden okuyacağı da özenle seçiliyordu ve bu liste bir gün önce gazetelere verilmişti. Hafız Rıza'nın dediğine göre, bu taksimatta kendine ikindi namazından sonra Beyazıt Camii'nde Kur'ân okuması söylenmişti. Hafız Rıza, camiye vardığında çok kalabalık bir cemaatin kendini beklediğini görür. Türkçe mensur bir Kur'ân ibaresini okuyacağı için çok heyecanlı olan hafız, bu işin pek yürüyemeyeceğini de önceden sezmiş gibi idi. Halkın meraklı bakışları arasında Kur'ân'ın Türkçe tercümesini okudu ama, orada bulunanların naklettiğine göre bu iş pek beğenilmemişti.
Daha sonra Mustafa Kemal'ın bizzat kendisi, Fatiha Sûresi'nin Türkçe tercümesini hafızların karşısında okudu ve onlar da bunu çok beğenmiş göründüler. Cumhurreisi, okuduğu şekilde, hazır bulunan hafızlardan, Ayasofya'da okumalarını istedi. Ayasofya'da kalabalık bir cemaat teravih namazını kıldıktan sonra Kur'ân'ın Türkçe tercümesi okundu. Hafızlar içinde en iyi Hafız Sadettin okumuş ve Cumhurresi de onun okuyuşunu beğenmişti. Bu şekilde bir yıl Kur'ân'ın Türkçe tercümesini okuma egzersizi yapıldı ama halk, Kur'ân'ı aslî diliyle, anlamını da Türkçe olarak dinlemeyi daha münasip gördü. Hafız Sadettin, bu son durumu şöyle anlatıyor: "Bir gün Fatih Camii'nde Kur'ân'ı Arapça okuyup bitirdikten sonra cemaate hitaben: 'Dinlediğiniz sûrenin şimdi Türkçe anlamını okuyacağım!' dedim. Fâtır Sûresi'nin tercümesini okumağa başladım. Cemaat bu okuyuştan etkilenmiş ve memnun olmuştular. 'Hafız Efendi, biraz daha oku!' diyerek bu hitabet tarzında okuyuşun yerinde ve uygun olduğunu söylediler ve 'Allah razı olsun, dinimizi anladık, Allah ne buyurmuş öğrendik!' dediler." Hafız Sadettin'in ifadelerinden de anlaşılacağı üzere halk, Kur'ân'ın Arapça lâfızlarla okunmasını ve peşinden de Türkçe açıklamasının okunmasını beğenmiştir.
Kur'ân'ın Âl-i İmrân Sûresi 163. âyeti; Enfal Sûresi 47, 62 ve 67. âyetleri; Sâf Sûresi 4, 11, 12 ve 13. âyetleri; Âdiyât Sûresi'nin Türkçe mealleri, hitabet tarzında T.B.M.M'de de okunmuş ve takdir almıştır. Kur'ân'ın Türkçe anlamını okuma tecrübelerine bizzat Mustafa Kemal de katılmıştır. Bir gün böyle bir toplantıda, Hafız Sadettin'den Nisa Sûresi'nin "kendileriyle evlenilmesi yasak edilen kadınlar"ın zikredildiği âyetin ve en tecmaû beyne'l-uhteyni illâ mâ kad selef; innallâhe kâne ğafûran rahîmâ (4:23) kısmının tercümesini okumasını ister. Fakat âyet, "İki hemşireyi nikâh etmeyiniz. Bir emir vaki olmuş ise Allah gafur ve rahimdir." şeklindedir. Burada Atatürk yüksek sesle: "Konya'ya git, orada karının hemşiresini bilmeden al, sonra da bir emir vaki oldu, Allah gafurdur ve rahimdir de ha! Bu bir ...dır!" der. Bu sözler ve bu anlayış üzerine herkes derin bir sessizliğe ve acı bir korkuya düşer. Hemen Hafız Sadettin ayağa kalkar: "Atatürk'üm. Burası yanlış tercüme edilmiştir, âyetin asıl manâsı şöyledir." der ve âyetin doğru anlamını verir: "İki hemşireyi bir zamanda nikâhınızda bulundurmayınız. Ancak birini bıraktıktan, yahut öldükten sonra ötekini alınız. Bir emir vaki olmuşsa değil, illâ mâ kad selef: yani, Kur'ân'ın nazil olduğu tarihten, İslâmiyet'ten önce vaki olan evlenmeler müstesnadır.
Bunlardan dolayı Allah, sizleri muhatap tutmaz. Gafur ve Rahim olan Allah, bu müsaadesiyle bu özellikte bulunan birçok kadınların kocasız kalmasına yol açacak hareketi lütfen bağışlıyor, demektir." diye izahta bulunur. Atatürk bu açıklamayı sonuna kadar ciddî bir dikkatle dinler.16 Bu yanlış tercümeden dolayı, bu tür uygulamalara ara verilir. Buradaki yanlış tercüme gibi, onu tashih adına Hafız Sadettin'in yaptığı açıklama da doğru değildir. Elmalılı Hamdi Yazır, buradaki "önce geçenler müstesnâ" ifadesini, önceki peygamberlerin şeriatındaki kural olarak anlar ve öyle tefsir eder. Çoğu âlimler, Hafız Sadettin'in söylediği gibi anlamışsa da, bu âyet indikten sonra, Hafız Sadettin'in zannettiği gibi, iki kız kardeşin nikâh altında tutulmaya devam edilebileceği neticesini çıkarmamış, âyet inmeden önceki evliliklerin sorumluluk sebebi olmayacağını, buna mukabil, âyet indikten sonra iki kız kardeşten birinin boşanması gerektiği sonucuna varmışlardır. İşte, başka dilde tercümelerin motamot yapılması mümkün olmadığı gibi, açıklama gerektirdiği ortadadır. Bu açıklamalar da, öncelikle Sünnet'e, Peygamber Efendimiz'in âyetleri nasıl anlayıp, nasıl uyguladığına dayanmak zorundadır. Gereken bu açıklamaların da tercüme değil, tefsire gireceği açıktır.
Burada dikkat çekilmesi gereken ikinci bir husus, Mustafa Kemal'in bu işi, mutlaka başarmak istediği ama buna ömrünün yetmediği iddiasının doğru olmadığıdır. O, bu işe 1931'de teşebbüs etmiş, bir yıllık denemelerin sonunda imkânsızlığını görünce de rafa kaldırmıştır. Ki, rafa kaldırdıktan sonra 6 yıl daha yaşamıştır. Nitekim, Nihat Sami Banarlı, "Atatürk böyle istiyordu veya böyle istemiyordu" diye, onun hatırasına yaslanarak bu konunun tekrar ele alınmanın hata olacağını söyler ve Atatürk'ün bu konudaki tavrını dile getirir. Bu konuda, onun önemli bir fikir ve sanat adamına -Yahya Kemal- danıştığını, onun da şu cevabı verdiğini kaydeder: Paşam, Kur'ân bir ilim kitabı değil, bir iman kitabıdır. Müslüman Türk halkı O'nu söz olarak değil, ses olarak okur, anlayamadığı yerlerini de sesin tesiriyle hissetmeye alışmıştır. Kur'ân'ın tercüme ve tefsiri, din âlimlerine ait bir mevzudur. Bin üç yüz bu kadar sene geniş bir dünyada inanılmış ve inanılmakta olan Kur'ân'ı, O'nu anlayamayanların elinde ziyan etmek doğru olmaz. Kur'ân üzerinde çalışmayı, Avrupaî ilimle mücehhez olarak yetiştireceğimiz din âlimlerimize bırakmalıyız.
17 Yahya Kemal'in ezan ve Kur'ân hakkındaki mütalâası, onların aslıyla okunması yönündedir: "Ezan bir ses'tir. Minarelerden yükselerek, Müslümanların gönlüne dolan bir musikîdir. Ayasofya'da ilk defa hangi kelimelerle okunmuşsa, onu öyle muhafaza etmek lazımdır. Ezana bu sesi, bu musikîyi biz verdiğimiz için, bu ses millîdir."18 Kudret gazetesinin başyazarı ve Milli Eğitim eski bakanlarından Hikmet Bayur da Arapça ezan yasağının manâsızlığını savunanlardan biridir. Şevket Süreyya Aydemir de Atatürk'ün, bir çok mesele gibi, Kur'ân'ın Türkçe mealiyle namaz kılma projesinden vaz geçtiğini anlatır ve Afet İnan'dan Mustafa Kemal'in "Ben Luther olmayacağım," sözünü aktarır.19 Peyami Safa, Türk İnkılâbı'nda, gelenek arasında resmî kıymetlerin muhafaza edildiğini kaydediyor. Ona göre Türk İnkılâbı, dinî ananeler arasından, yalnız medenî inkişafa engel olan âdetleri tasfiye etmiş, ötekilere, gene lâiklik prensibinden dolayı, müdahaleyi düşünmemiştir. Bilâkis, bu ananeler arasında, Ramazan ve dinî bayramlar gibi resmî kıymetlerini muhafaza edenler bile vardır.20
O dönemde Arapça aleyhtarlığı had safhada idi. Besim Atalay, "Âlemde en büyük mucize (tansu) Arapça gibi ilkel bir dille, Kur'ân-ı Kerim gibi yüksek belağati bulunan bir kitabın gelmiş olmasıdır." diyordu.21 Aynı zamanda, "Garibü'l-Kur'ân" ilminin ve bu konuda yazılan kitapların da bu maksatla ortaya çıktığını ileri sürüyordu.22 Oysa gerçek hiç de böyle değildi. Arapça, o zaman da yüksek bir lisandı. Kur'ân-ı Kerim, ona çok büyük katkıda bulunmuş ise de, yapısı, grametik oluşu, kelime ve kelime türetme zenginliği, telâffuzundaki musikî, harekelerin ve çekerlerin varlığı gibi sebeplerle, bir başka lisan Kur'ân'a dil olamazdı ve bugün de olamaz. Bu, açık ve ilmî bir dil gerçeğidir. Garîbü'l-Kur'ân ilmi de, Arapça sebebiyle vücud bulmamıştır. Kur'ân, alabildiğine engin, manâ içinde manâ bulunan bir kitaptır; Allah Kelâmı'dır. Hakkında sayısız kitap telif edilmiş, ilimler vücut bulmuştur. Çok ifadeleri, O, her zaman, her çağda, her seviyede hitap ettiği için, sembolik olmakla ve teşbih, temsil, mecaz, istiare gibi sanatlar ihtiva etmekte, elbette açıklanması gerekir. Garîbü'l-Kur'ân, bu maksatla doğmuş ilimlerden biridir; Arapça'nın yetersizliğinden değil, Kur'ân'ın belâğatinden kaynaklanmıştır.
İsmet İnönü döneminde de "Türkçe İbadet" ve "Türkçe Kur'ân" meselesi gündeme getirilmiştir. Bu dönemde, aynı zamanda Kur'ân adına talihsiz bir sürecin yaşandığı da tarihî bir vakıadır. CHP'nin 1945 yılında yapmış olduğu kurultayda alınan kararlar arasında, Kur'ân-ı Kerim'in Türkçe okunması, ibadet usûl ve zamanının yeniden tanzim edilmesi gibi "yeni" ve "değişik" kararlar alınır.23 Hasan Ali Yücel, "Türkçe Kur'ân" ve "Türkçe Resmi İbadet Dili" projelerini İnönü'ye kabul ettirmek konusundaki ısrarlarına rağmen, İnönü, bu işe yanaşmamıştır.24
Şüphesiz bu konuda birçok eser ve makale yazılmıştır. Bunların içinde en çok ses getireni, İsmail Hakkı İzmirli ile Şerafettin Yaltkaya'nın birlikte yazmış oldukları makaledir. Bu ikilinin iddiasına göre, Hanefî imamlarına göre Kur'ân'ın nazmı/lâfzı aslî rükün olmayıp, manâya delâlet eden tercüme ile namazda kıraat caizdir. İmam A'zam'a göre Kur'ân-ı Kerim'i iyi okuyabilsin, iyi okuyamasın; kadir olsun, âciz olsun, her kim hakkında olursa olsun tercüme ile kıraat sahih ise de, İmameyn'e göre, ancak Kur'ân'ı okumaktan aciz olan kimse, tercümesiyle namaz kılabilir. İmam A'zam'ın diğer bir talebesi Nuh İbn Ebî Meryem'in (173/789) rivayetine göre İmam A'zam, daha sonra İmameyn'in görüşüne dönmüştür."25
Hemen hemen bütün köklü tartışmalara mesnet teşkil eden ana metin Serahsî'nin "el-Mebsût" adlı eserindedir. Burada kayıtlı bulunan metinde, İmam Azam'ın Kur'ân'ın bir başta dilde tercümesinin okunması yönündeki görüşüne baktığımızda, "yukrahu" kaydını görürüz ki, bu durumda İmam-ı A'zam, meselenin "mekruh" olduğunu ifade etmektedir. Fakat her nedense İsmail Hakkı İzmirli ile Şerafettin Yaltkaya, yazdıkları bu makalede konjonktürel davranmışlardır. İğrenmek, tiksinmek vs. manâsındaki "kerahet" mastarından gelen ism-i mef'ul kipindeki "Mekruh" teriminin anlamı, İmam-ı A'zam'a göre "haram yakın olan şeydir"26 ve tercih edilen de budur.
İsmail Hakkı İzmirli ve onun gibi Kur'ân'ın Türkçe mealiyle namaz kılmayı caiz görenlerin fetvaları, Osman Keskioğlu gibi kimseler tarafından hararetle savunulup alkışlanırken27, çoğunluk tarafından çok sert eleştiriler almıştır.28 O kadar ki, bu tutum içinde olanlar, "İslâm'ın protestanları" olarak nitelenmişlerdir.29 Hattâ bu dönemde, Türkçe harflerle Kur'ân'ın yazılmasına da karşı çıkılmış ve bu konuda "Türk harfleri ile Kur'ân yazılabilir. İşte ben yazıyorum." diyen Şemseddin Günaltay, kınanmıştır.30 Burada çok ilgi çekici bir nokta vardır ki, bu tür tartışmalar, nedense hep askerî ihtilâllerden sonra olmaktadır. Sözünü ettiğimiz tartışma, 27 Mayıs'ın hemen arkasından gelmişti; şimdi de 28 Şubat "postmodern" darbesi sürecinde bulunuyoruz. Burada akla, ister istemez, "acaba ihtilâllere dayanılarak İslâm'a karşı daha öte tuzaklar mı kurulmak isteniyor?" sorusu gelmektedir.
Bir dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'in yardımlığını yapan merhum Ahmed Hamdi Akseki bu konuda sıkıştırılmıştı. Kendisinden defalarca Türkçe ibadet için fetva istenmiş, fakat o vermemişti. Hikmet Bayur, kendisine, "Zat-ı âliniz Hanefî misiniz?" diye sorunca, o, "Müslümanım" cevabını vermişti. İsmail Hakkı İzmirli'nin fetvasını hatırlatılınca da, "Hocamdır ama, isteğe göre fetva verir." mukabelesinde bulunmuş,31 ardından da, Ebû Hanife'nin fetvasından döndüğünü söylemişti. Fıkıh Usûlü kitaplarında, Kur'ân-ı Kerim'e Kur'ân hükmü verilebilmesi için bize tevatür yolu ile nakledilmiş olması şart koşulur ve şart olan bu tevatürde yazı da dahildir. Çünkü, Kur'ân'ın tarifi şöyle yapılmıştır: "Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'e indirilip, O'ndan tevatür yoluyla bize nakledilen ve mushafların iki kapağı arasında yazılı bulunan Arapça İlâhî Kitap'tır. Kur'ân hem lâfzın, hem de manânın ismidir." 32 İbn Haldun da ayni tarifi yapar.
33 "Tevatür yolu ile nakledilen" ve "Arapça" tabirlerinden, tevatürle nakledilmeyen, yani Peygamber Efendimiz'den bu yana bütün Müslümanlarca kabul edilmiş Kur'ân olarak gelmeyen herhangi bir kitap "Kur'ân" sayılmayacağı gibi; Türkçe veya başka bir dille Kur'ân'ın olamayacağı anlamı çıkmaktadır. Hem, Kur'ân sözcüğü has bir lâfızdır ve az önce tarifi yapılan kitabı ifade etmektedir. Has bir lâfız ise, delâlet ettiği şeyi kesin bir tarzda ifade eder. Şu hâlde, Kur'ân lâfzının sair semavî kitaplara şümulü bulunmadığı gibi, Kur'ân tercümelerine de asla şümulü bulunmaz. Mütevatir kıraatların dışında, İbn Mesud ve Ubey İbn Kâ'b gibi büyük ve bu sahada otorite olan sahabinin şâz rivayetleri ile elde edilen kıraatlerle bile namaz sahih sayılmazken, senedi belli olmayan ve İmam-ı A'zam'a atfedilen tek bir görüşe dayanarak nasıl caiz olur? Kaldı ki, Hanefîler, namazda Kur'ân'ın ve teşehhüdde dualarda, Kur'ân'dan ve Efendimiz'den sahih olarak nakledilen duaların dışındaki bir okumanın namazı bozacağı konusunda müttefiktirler ve bu konuda, diğer mezheplerden çok daha titizdirler. Kaldı ki, bir başka dilde okumaya cevaz versinler?
İmam A'zam, sonradan dönmüş olmakla birlikte, baştan belli şartlara bağlı olarak şâz bir fetva vermiş bile olsa, bu fetvası münferit kalmış ve onunla amel edilmediği gibi, Hanefî Mezhebi'ne ait bir fetva ve kural olarak sayılmamış, sâir mezhepler, onların imamları ve bütün müçtehidler arasında benzer bir fetvaya, hattâ görüşe rastlanmamıştır.34 Ali Fuad Başgil, "İbadet dili" üzerinde durur. Ona göre, dinlerin kendilerine mahsus ve bünyelerinin mantığına uygun akideleri ve usûlleri olduğu gibi, birer de ibadet ve dua dili vardır. Bu dil, o dine mahsus olarak ve o dinin nasları ile asırlar içindeki teamülleriyle yerleşip kökleşir. Meselâ, Hıristiyanlık'ta Katolik kilisesinin ibadet dili Lâtince'dir.
Müslümanlığın ibadet dili de Arapça'dır. Çünkü, İslâm'ın mukaddes kitabı olan Kur'ân, Arapça'dır. Müslüman ferdin ibadet hakkı, ibadeti İslâm dinince yerleşmiş olan usûl, âdâp ve lisan ile, yani Kur'ân diliyle yapabilmesini icap eder. İslâm Dini'ne mahsus ibadetlerin usûl, âdâp ve lisanı üzerine herhangi bir düşünce ile oynamak ve bunları gelişi güzel değiştirmeye kalkışmak ve meselâ "ezan"ı asırlardan beri Dünya'nın dört köşesinde günde beş defa okunduğu dilden başka bir lisanda okutmağa zorlamak, yalnız diyanete değil, aynı zamanda Müslüman vatandaşın ibadet ve dua hakkına da zalimce tecavüzdür.35 Görüldüğü gibi, meseleye çok ciddî bakan Ali Fuad Başgil, neticenin çok vahim olacağı uyarısında bulunuyor ve devamla şunları kaydediyor: Tekrar edelim ki, İslâm'ın ibadet dili Kur'ân'dır. Kur'ân ise, kelimesi ve lâfzı ile, ruhu ve manâsı ile Kur'ân'dır. Tercüme Kur'ân, Kur'ân değildir ve tercüme Kur'ân ile yapılan ibadet, İslâmî ibadet değildir. Esasen Kur'ân'ı başka bir dile çevirmek hem imkânsızdır, hem de mânasız ve faydasızdır.
Çünkü bu İlâhî Kitap, en sembolik bir müzikten ve en lirik bir şiirden daha ince bir zevk, bir manâ ve işaret taşımakta ve hiçbir lisanın ifade edemeyeceği kadar geniş ve zengin bir muhtevayı kucaklamaktadır. Kur'ân, ne "nazım"dır; ne de "nesir"dir. Bu İlâhî Kitab'ın dili ve ifade şekli, insanlara mahsus olan dillerin ve ifade şekillerinin hiç biri gibi değildir. Bunun içindir ki, Kur'ân'ın en kısa bir sûresi bile en namlı şâirler tarafından da taklit edilememiş ve onun bir benzeri ortaya konulamamıştır. Yine bunun içindir ki, âhir zaman Peygamberi'nin en büyük mucizesi Kur'ân-ı Kerim olmuştur. Alelâde bir şiirin bile yazıldığı dilden başka bir dile çevrilemediği herkesçe bilinen bir hakikat iken, Kur'ân gibi bir eserin bütün incelikleri ve İlâhî işaret ve delâletleriyle bir dile tercümesi elbette imkânsızdır. Hattâ yalnız imkânsız değil, hem de manâsız ve faydasızdır. Çünkü Kur'ân ne bir mektep kitabı, ne de bir laboratuar rehberidir. O, cana hitap eden İlâhî bir eserdir. Böyle bir eserin faydasını lâfzında ve tercümesinde değil, beşer âleminin her asır ve devirdeki inkişafına göre yapılacak tefsirinde aramalıdır.
Hülâsa Kur'ân, Kur'ân olarak tercüme edilemez ve Kur'ân'ın tercümesi Kur'ân olmaz. Kabul etmelidir ki, din, insanları idare eden kuvvet ve müesseseler arasında, en çok köklü, maziye de dayanan ve esaslarında muhafazakâr olan bir kuvvet ve müessesedir. Fakat bu keyfiyet din için bir noksan değil, bilâkis bir meziyettir. Her an değişen insan arzu ve fantezileri yanında dinin manevî ve içtimaî kıymeti muhafazakârlığında ve bu sayede hayata huzur ve istikrar vermesindedir. İlim ve felsefe, değişir. Din ise, esaslarında sabittir, değişmez. Dinin ilim ve felsefeden farklı olduğu noktalardan biri de budur. Bununla birlikte, o hiçbir yeniliği kabul etmez demek istemiyorum. Müslümanlığın amel ahkâmında, içtihaden yenilik yapmak daima mümkündür. Ancak esaslı akidelere ve nassın sarahati karşısında içtihat cereyan etmez. İçtihadın mümkün olduğu yerlerde, bunun ilmî ehliyeti ve dinî salâbeti ammece sabit olmuş otoriteler tarafından ve dinde yerleşmiş içtihat kaidelerine uygun olarak yapılması şarttır. Bunun aksine, her rastgelenin, hususiyle politika adamlarının, din meselelerine karışmaları, bilmedikleri bu işlere el sürmeleri manâsızdır.36
Dipnotlar
1-M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bu hadis çerçevesinde, "Efendimiz'in Tarifleri İçinde Kur'ân" yazıları, 18 Eylül13 Kasım 2000 tarihleri arasında, pazartesi günleri 9 hafta boyunca Zaman Gazetesi Akademi Sayfasında yayınlandı: sayı: 540-548.
2-Dücane Cündioğlu, Türkçe Kur'ân ve Cumhuriyet İdeolojisi (İkinci Baskı. Kitabevi, İstanbul 1998), s. 23-28.
3-Bkz. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi (Üçüncü Baskı. Ülken Yayınları, İstanbul 1992), s. 84.
4-Ümit Meriç Yazan, Cemil Meriç (Kültür Bakanlığı, Ankara 1993), s. 133.
5-Ümit Meriç Yazan, a.g.e. s. 133.
6-A. Battal Taymas, "Ziya Gökalp'ta Milliyetçilik," Türk Kültürü Dergisi (Ekim 1965), s. 557-558.
7-Ziya Gökalp, Yeni Hayat (İkbal Kitabevi, İstanbul 1941), s. 9.
8-Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Kültür Bakanlığı, Ankara 1990), s. 170-171.
9-Bkz. M. Enes Ergene, Türkçe İbadet (Feza Gazetecelik A. Ş., İstanbul 2001), s. 38.
10-Bkz. Yusuf Alan, "Kur'ânı Kerîm'i Tercüme Etmek Mümkün müdür?," Yeni Ümit, 3, 17 (Temmuz-Ağustos-Eylül 1992), s. 34. Aynı yerde şu bilgiye de yer verilmiştir: İrlandalı bir yazar olan James Joyce'un "Finnegan's Wake" isimli romanı, çeviri teorisyenleri tarafından "çevrilemez" olarak kabul edilmektedir.
11-Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa (4. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1998), s. 319.
12-Bkz. Cemil Meriç, a.g.e. s. 322.
13-Bkz. Carl Borckelmann, İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi, Çev. Neşet Çağatay (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1992), s. 374.
14-Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi (Eser Matbaası, İstanbul 1977), 5/ 1950.
15-Osman Ergin, a.g.e. 5/1948.
16-Yukarıdan itibaren bilgiler için: Osman Ergin, a.g.e. 5/1953-1954.
17-Nihat Sami Banarlı, Nihat Sami Banarlı'nın Kaleminden Yahya Kemal Bir Dağdan Bir Dağa (Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1984), s. 2728; Nihat Sami Banarlı, Îman ve Yaşama Üslûbu (Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1986), s. 97-98.
18-Nihat Sâmi Banarlı, Nihat Sami Banarlı'nın Kaleminden Yahya Kemal Bir Dağdan Bir Dağa (Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1984), s. 27.
19-Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam: Mustafa Kemal (On Beşinci Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul 1999), 3/472.
20-Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar (Beşinci Baskı, Ötüken, İstanbul 1999), s. 108.
21-Besim Atalay, Arapça ve Türkçe'nin Karşılaştırılması (Marifet Matbaası, İstanbul 1954), s. 30.
22-Bkz. Besim Atalay, a.g.e. s. 30.
23-Burhan Bozgeyik, Meşhurların Son Anları (TÜRDAV, İstanbul 2000), s. 240.
24-Necip Fazıl Kısakürek, Konuşmalar (Üçüncü Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997), s. 148.
25-Bkz. Mustafa Çetin, "İzmirli İsmail Hakkı'nın Maâni'l-Kur'ân Adlı Eseri," İzmirli İsmail Hakkı (Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1996), s. 35-67.
26-Fetâvâyi Hindiyye, (çev. Mustafa Efe, 1-16, Birinci Baskı, Akçağ Basın Yayın Pazarlama A.Ş., Ankara 1986), 11/519.
27-Bkz. Osman Keskioğlu, "Kur'ân Tercemesi Hakkında İki Fakîhin Yazdıkları," Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 8 (1960 veya 1961), s. 89-93.
28-Bu eleştirilerden birini de merhum Necip Fazıl yapar. Müteazzım Patrik dediği dönemin Diyanet Reisi, Şerafettin Yaltkaya'ya "Türkçe Kur'ân" projesinin gerçek olup olmadığını sorar. Şerafettin Yaltkaya'nın, "İmam A'zam'ın" fetvasını hatırlatarak vermiş olduğu cevap karşısında şunları söyler: "Sadece küfürle kalmıyor, bir de küfrünüze en büyük din adamlarından bir ortak arıyorsunuz! İmam A'zam'ın bu mevzudaki içtihadı, el çabukluğuna getirmek istediğiniz gibi değildir. Kaldı ki, İmam A'zam, hiç de sizin istismarına niyetlendiğiniz manâda olmayan bu içtihadından, bir müddet sonra rücû etmiştir. Zaten bu mesele, üzerinde herhangi bir ilim dedikodusu yapmaya lüzum olmayacak derecede keskin bir bedahet ifade eder. Kur'ân'ın Allah Kelâmı olduğuna inanan her fert, Allah Kelâmı'nın nazil olduğu lisan kalıbından ayrılmayacağını, ayrılacak olursa, artık onun Allah Kelâmı olmayacağını bir hamlede kavrayacak bir irfana, tabiî ve esasî bir irfana maliktir. Bu irfan, sadece mü'min camianın irfanıdır; ve sizin gibi ilim taslayan hiçbir fertte böyle bir irfanı tekzip edebilmek had ve salâhiyeti yoktur. İşin içine gerçek irfan girince de, nasipsizliğiniz üzerine bir de irfansızlık dereceniz anlaşılıyor. Bir şey değil; fakat bütün bu incelikleri bilmeyen bir takım iyi niyet sahibi din isteklilerini böylece hüsranların en büyüğüne sürüklemeniz; ayrıca da, dinle hiçbir alâkaları olmadığı halde, bu yüzde yüz milliyet dışı hâdiseye bir milliyet gayreti süsünü vermek isteyecek ve bu vesile ile sanki Arapça'dan intikam almaya heveslenecek bazı ekabirin ayranını kabartmanız ihtimali vardır. Tabiî bütün bunlardan hiçbirinin günahı sizinki kadar olmayacaktır. Bakın Diyanet İşleri Reisi efendi, ben Necip Fazıl, sizin elinizdeki icra vasıtalarına karşı, bir kamyonu durdurtmak isteyen bir piliç kadar zayıf bir ferdim; fakat size açıkça haber veriyorum, eğer dalâletinizin büyüsü altında şuurunu körletip sizi destekleyecek bazı fertler bulacak ve bu niyetinizi tatbik mevkiine çıkaracak olursanız, bir piliçten hiç farkı olmayan bu zayıf cüssemi, kamyonun tekerlekleri altına atmakta tereddüt göstermeyeceğim!..
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın geçen yıllardaki bir iftarından sonra vakfın merkezinde sohbet ediyorduk, Mehmet Aydın Hoca anlatmıştı:
-Bir profesör arkadaşım, bir gün üniversite öğrencisi oğlunun elinde Akit gazetesini görmüş, şaşırmış:
-Ne o oğlum, sen Akit okumazdın? Çocuk;
-Hiç sorma baba, demiş. Artık başkası kesmiyor!
Hep gülüşmüştük. Evet, bir dönemin içinden geçiyorduk ve o dönem, ülke çapında siyasetten ekonomiye, insan haklarına uzanan alanda öylesine yoğun bir anafor yaşanıyordu ki, öyle beri-benzer bir muhalefet dozu insanların duygularını -yoksa öfkelerini mi demem lazım?- tatmin etmiyordu. "Kesmiyor" ifadesi onun tercümesi... Akit o duyguların ve öfkelerin tercümanı oldu.
Bir davamda DGM savcılığı, delil olarak benim Yeni Şafak'ta yayınlanan yazımın Akit'teki alıntısını dosyaya koymuştu. Akit'in Medyakritik sayfası, -biliyorum en çok okunan sayfası olmalıydı- benim yazımın ve benimki gibi pekçok yazının Akit'çe bir üslup kazanarak sunulduğu, dolayısıyla çok daha ses getirdiği bir alan durumundaydı.
Akit'in birinci sayfası, sanki o gün Türkiye'de bir toplum kesiminin, ve hiç şüphesiz ekonomik, sosyal, siyasi her bakımdan ezildiğini hisseden bir toplum kesiminin nabzını yansıtıyordu. Bir feryaddı ve Türkiye ile rezonans halinde bir feryaddı. Tamamen Türkiye'yi yansıtıyordu. Bir başkaldırı idi zaman zaman, bir öfke ifadesiydi, belki zaman zaman bir şamardı. Akit çizgisinin Türkiye'nin bu savruluş günleri için bir ihtiyaç olduğunu o üniversite öğrencisinin "Artık başkası kesmiyor" ifadesi en güzel özetliyor olmalı.
Böyle durumlarda ben gene kendi üslubumca şöyle düşünürüm: "Bir ülkede bir toplum kesimi, Akit'in çığlığını içindeki fırtınalı duyguları kesici bir ilaç gibi algılıyorsa, orada çok ciddi insani sorunlar - sancılar var demektir ve iyi niyetli sistemler, yönetimler öncelikle bu sancıları dindirmek için kolları sıvarlar. Çünkü özellikle muhalif medya, toplumun deşarj alanıdır ve yönetimler toplumun nabzını oradan ölçerler. Muhalif medyayı yok ettiğinizde toplumsal sorunlar birikir birikir ve patlar."
Muhalif medyayı yok etmek... İşte şimdi birileri, bu çılgınca projeyi hayata geçirmek üzere Akit'e karşı harekete geçmiş bulunuyor.
Birkaç gündür Akit'in sayfaları karşı karşıya kalınan bu imha hareketinin ilanı ile dolu. Öğreniyoruz ki gazete, açılan astronomik tazminat davaları, mahkumiyetler ve nihayet onların karşılanması için hem satış hem resmi ilan gelirlerine el konulması gibi bir kıskaç içine alınmış durumda. Yani tüm nefes boruları kesilmiş bir gazete... Personeline maaş ödeyemeyen, daha kötüsü kağıt alamayan, rotatifleri döndüremeyen bir gazete...
Ya da Türkiye'de demokrasi standardı...
Şunu hemen ifade etmek mümkündür ki, bu tür yöntemler ne ezilen insanların çığlığını boğmak için yeterlidir, ne de kirlenmiş bir yapının kirini örtmeye yarar.
Bir toplumda çığlık üreten bir ortam varsa, o çığlıklar her zaman patlayacak bir alan bulur. İşte Ankara sokaklarında onbinlerce insan "Açız" diye bağırıyor. Bunlar işleri olan insanlar. Ya hiç işi olmayanların çığlığı... Bir başka çığlık, belki sessiz ama en sağır kulakların bile duyacağı bir çığlık, yardım dağıtan derneklerin, vakıfların kapıları önündeki insanlardan yükseliyor. Bir çığlık Ramazan çadırlarında yükseliyor. Bir çığlık ucuz ekmek büfelerinin önünden yükseliyor. Bir çığlık inanç özgürlüğü arayan üniversite öğrencilerinden yükseliyor. Bir çığlık başbakanlığın önünde kendini asan simitçiden yükseliyor...
Akit'i susturunca bunlar da susmuş oluyorlar mı?
Hiç sanmıyorum. Ama sanki birileri yakalarındaki elin gevşediğini hissedecek Akit susunca...
Fakat bu aldatıcı bir durum...
Mayın üzerinde oturulamaz.
Adaletsiz bir ortam, toplumu bir mayın gibi ateş gücü ile yükler.
Ve toplum kendi sesini bulur.
Akit kadrosu, diri bir kadrodur. Akit okuyucusu, misyonunu bilen ve bedelini sırtlanan bir okuyucudur. Onun için dünkü Akit'in sür-manşetinde yer alan "Bir ölür, bin diriliriz" beyanı asla boş bir meydan okuma değildir. Dilerim Akit, ülkemizdeki özgürlük standardı adına utanç verici olan bu kıskacı kırmayı başarır. Ama bu kıskaç kırılamazsa bile Akit'i sevenlerin yüreğinin daralmasına gerek olmamalı. Çünkü Türkiye'de son birkaç yıl içinde o kadar çok bedel ödendi ki, Akit de o bedeller arasında yer almaktan üzülmeyecektir. Ben, davalarımız sebebiyle üzülen dostlarıma hep, bunu söyledim "O kadar çok ve ağır bedel ödeyen var ki Türkiye'de biz bedel ödemezsek, duruşumuzun sağlığından şüphe edilebilir." Aynen öyle. Başörtüsünü çıkarmadığı için görevden alınan ve evinde kazak örüp çocuklarını geçindirmeye çalışan öğretmenin ödediği bedel... Yağmur altında başörtüsü ile okuluna girme mücadelesi veren, çığlığı duyulmadığı için öğrenim hayatı sona erdirilen öğrencinin ödediği bedel... Yurt dışında öğrenim için çırpınanlar... Ne bedeller!
Bir gazetecinin payına da 312'ler, tazminat davaları, gelirlere el koymalar ve kapıya kilit düşüyor...
"Burası Türkiye" demek memleketime haksızlık. Ama acıların yumak yumak örüldüğü ortamı paylaşıyor bu ülkenin insanı...
Vakit, Akit'te yaşamıştı... Akit de bir başka isimle yeniden doğar, buna inanmak lazım. Ama ben hâlâ Akit'in yaşamasını diliyorum. Çünkü birkaç yıldır üzerine çok ağır yükler yüklenen Türkiye'nin Akit'in kapanmasının yükünü de taşımaması gerektiğine inanıyorum. AHMET TAŞGETİREN/YENİŞAFAK GAZETESİ/03.11.2001
Afganistan savaşında gazetecilik deyince El Cezire televizyonundan sonra hiç şüphesiz NTV muhabiri Nevin Sungur'un adından söz edilecek. Cenk Kalesi'nde olan bitenler onun haberi ve görüntüsü ile yansıdı dünyaya. Kamboçya'daki Kızıl Kmerler'in ölüm tarlalarını hatırlatan tam bir vahşet görüntüsü söz konusu...
Ne oldu Cenk Kalesi'nde?
Bunu henüz tam olarak bilmiyoruz. Bildiğimiz, 500 - 700 arasında insanın Amerikan helikopterleri ile havadan ve İttifak askerleri tarafından da yerden ateşlerle katledilmesi... Bunlar resmen esir. Esirlerin öldürülmesi savaş hukukuna aykırı ve bir savaş suçu söz konusu...
Rivayet o ki, yabancı savaşçıların Cenk Kalesi'ne götürülmesi bir tuzakmış. Komutanları "Kandahar'a güvenli geçiş imkanı" üzerinde Kuzey İttifakı ile anlaştığını belirterek toplamış savaşçıları ve böyle bir katliamın zeminini hazırlamış. Acaba ne kadar doğru?
Rivayet o ki, savaşçılar isyana kalkışmış ve Amerikan askerleri ile Kuzey İttifakı askerleri bunun üzerine ateşe başlamış. Yani bir isyanın bastırılması söz konusu.. Acaba ne kadar doğru?
Doğru olan bir şey varsa o da, bir kaleye sıkıştırılmış 600 - 700 insanın katledilmiş olması... Bunun adı resmen katliamdır.
Gelen haberler esirlerin silahlarının önceden toplandığını, dolayısıyla silahlı bir isyanın söz konusu olamayacağını bildiriyor. Kaldı ki, ellerinde silah bile bulunsa öldürmeksizin onlara hakim olmak her zaman mümkün. Artı, isyanı başlatan 30-40 kişilik bir gruptan söz ediliyor, sadece onların etkisiz hale getirilmesi mümkün. Oysa toptan imha söz konusu. Öylesine bir toptan imha ki, arada bulunan CİA ajanının bile kurtulamadığı bildiriliyor. Gözlerimin önünde, Afgan Savaşını anlatan Rambo III filminden, Sovyet helikopterlerinin sivilleri tarayışı geliyor. Cinayette Sovyet veya Amerikan helikopteri fark etmiyor.
"İsyan" iddiası, katliamın kamuoyunu tatmine yönelik bir savaş propagandası olarak gözüküyor. Bunlar böyle olaylarda tanıdık dezenformasyon yöntemleri... Cezaevlerinde genellikle kaçarken vurulur insanlar, savaş esirleri de isyan ettikleri için katledilir!!! Kaldı ki, Amerikan askerlerine "Esir almayın" emri önceden ve yukardan verilmişti. Esir alıp ne yapacaklardı, öldürmeyip de besleyecekler miydi?!!! Kaldı ki, bunlar Taliban değil, "özel esirler"di. "Özel", yani "Yabancı" mücahitlerdi. 1979'larda Afganistan'dan yola çıkmış, isimlerine Cezayir'de, Bosna'da, Çeçenistan'da rastlanmış, uluslar arası Müslüman savaşçılardı. "Afganiler" deniyordu ve Amerika - Rusya - İsrail ekseninde artık "uluslar arası bir sorun" haline geldikleri seslendiriliyordu. Onların Bosna'da Sırp çeteleri karşısında ilk direniş hattı oluşturmalarının ve Boşnaklara yönelik katliama kısmen mani olmalarının hiç mi hiç anlamı yoktu... Amerika onları İslam ülkelerine bile "düşman" olarak tanıtacak beceriye sahipti!
Cenk Kalesi katliamı, böyle bir "uluslar arası sorun"u toptan halletmiş olmaktadır. "Savaş suçu" da, global koalisyonun marifetiyle kolayca örtbas edilecektir. Ah keşke, bu görüntüler de olmasaydı da Afganistan Savaşı "Papatya biçen" bombaların "temiz operasyonu" olarak tarihe geçseydi! O zaman Radikal gazetesine "Kunduz'da Linç Furyası"diye geçen olaylar da bir günlük keyfe keder haberlerden olurdu. Kunduz'da neler oluyormuş bakın, Radikal'in NYT, The Times, The Guardian, The Independent gazetelerinden derleyerek sunduğu haberinden aktarıyorum: "Kunduz'daki 12 günlük Taliban direnişinin sona ermesi ve Kuzey İttifakı'nın kenti ele geçirmesi, yine vahşet ve katliam görüntülerini beraberinde getirdi. Kente girebilen gazetecilerin, etkilendiklerini gizleyemedikleri ifadelerle geçtikleri haberler, Taliban savaşçılarının sokak ortasında infaz edildiği, sağ kalanların, kent halkının da katıldığı linç törenleriyle öldürüldüğünü bildiriyor.
Kunduz'daki pek çok köşe başında, ayakları bağlanmış, kafalarına sıkılan tek kurşunla öldürülmüş savaşçıların cesetleri var. Kimse cesetleri kaldırmadığı için üzerleri sineklerle kaplanmış, bazıları kokmaya başlamış. Görgü tanıkları, yaralı olarak ele geçen Taliban savaşçılarının herkesin gözü önünde idam edildiğini, sağ ele geçirilen bazı savaşçıların ise, halkın da katılımıyla dövülerek öldürüldüğünü anlatıyor. "Ele geçirilen Taliban askerleri, sokak ortasında dipçiklerle dövülerek sorgulanıyor. İttifak Kunduz'da ev ev dolaşarak Taliban arıyor. Şüpheli kişiler askeri araçlara yüklenip götürülüyor. Kimse bu kişilerin akıbetini bilmiyor. İttifak yetkilileri, şu ana dek 5 bin Afgan kökenli, 750 yabancı savaşçının teslim olduğunu belirtiyor. Teslim olanların önemli kısmının Özbek General Raşit Dostum'un Mezar-ı Şerif'teki karargâhına götürüldüğü söyleniyor. Ama şimdiye dek ne gazeteciler, ne de yerel halktan büyük sayılarda esir gören yok. Bilinen en büyük esir grubu da Cenk Kalesi'ndeki isyanda ortadan kaldırıldı." (Radikal, 28 kasım 2001)
Temiz savaş bu. Amerikan ordusunun nezaretinde linçler ve kaybolan esirler!
Ben insanoğlunun vicdanından ümidimi kesmedim. Bütün siyonist propagandaya rağmen Sabra ve Şatilla'yı unutmayan insanoğlu, Afganistan'da işlenen savaş suçlarını da gündeme taşıyacak. Cenk Kalesi katliamı daha çok konuşulacak. /Ahmet TAŞGETİREN/YENİŞAFAK/29.11.2001
La İlahe'nin La'sı Bizi cehennem ateşinden kurtaracağına inandığımız söz "la" ile, bir olumsuzlamayla başlar.Bu demektir ki insanoğlunun dünyada geçen hayatı varlıkla yokluk arasındaki sınırın nereden geçtiğini bilmekle şartlandırılmıştır. La İlâhe'nin la'sı önce doğru ile yanlış arasına kesin bir çizgi çeker. Tanrılardan bahsetmenin yanlış, Tanrı'ya tapmanın doğru olduğunu gösterir. Câhiliyyet neyi neden ayırmak gerektiğini bilmeyenlerin içinde bulundukları durumdur. Biz Müslümanlar her şeyden önce "la" (hayır) demesini öğrenmek suretiyle neyin kabule şayan olduğunun ve neyin redde müstahak olduğunun farkına varırız. Hayır demesini bilmeyenin eline bilgi edinme fırsatı verilmeyecektir. Ama acaba hayır deme talihine kavuşmuş olan eline geçen fırsatı kullanma düzeyini tutturabilir mi? Türkiye, yani Türklerin şimdiki hali göz önüne alındığında tutturamaz demek gerekiyor.
Eğer Türklerin hayatında bir inanç derecelendirmesi yapıldığında Müslümanlığın tuttuğu yer tâlî kalıyor ve o yeri itikadî bir bütünlük anlamında Müslümanlıktan başka bir şeyin (meselâ medeniyetin, velev ki İslâm Medeniyeti'nin) doldurması mümkün sayılıyorsa o zaman birey ve toplum olarak Türklerin henüz "la" demedikleri ortaya çıkar. Hangi açıdan bakarsak bakalım biz Türkleri diğer insanlardan ayıran temel vasfın Müslümanlık olduğunu göreceğiz. Türk dili Müslüman dünya görüşü ve ona bağlı bir hayat tarzı sayesinde yüksek diller arasına girme üstünlüğüne ermiştir. Kur'ân-ı Kerîm Arapça nazil olduğu halde dünyanın bugün aldığı şekli hesaba katarsanız "Hıristiyan Arap" Araplığından fazla bir şey kaybetmiş gibi algılanmaz; ama dün olduğu kadar bugün de "Hıristiyan Türk" dediniz mi Türklerin tarafını değil, hem Türklere ve hem de Türklüğe husumet besleyen "karşı" tarafı işaret etmiş olursunuz.
Günümüz dünyasında Türklük bir şekilde belli olacaksa göz veya ten rengiyle, kafatası ölçüsüyle, soy ağacıyla belli olmaz. Olur diyenler varsa onları pek acı bir hüsran bekliyor. Bir insanın Türklüğünü belli eden onun tuttuğu taraftır. Toplum değerleri itibariyle içinde yer aldığı, tarih oluşumu içinde kabullendiği, iyileşmesine yol açan tedbirler bakımından sorumluluğunu üstlendiği "taraf". Ne tarafta durduğunu söyle, sana Türk olup olmadığını söyleyeyim. Türklük benimsenen bir nitelik olarak söz konusu edildiğinde tutulması vacip olan tarafın "gayri Müslim" taraf olmadığı aşikârdır. Gayr-i Müslimliğin Türklükle bağdaşmayacağı bedihîdir.
Hiçbir olayı, hiçbir değişimi Müslümanlık lehine ve fakat Türklük aleyhine sonuç vereceği mülâhazasıyla değerlendirmemiz mümkün değildir. Ters yönden gidilirse de yol kapalı. Yani herhangi bir olayın cereyan tarzının, herhangi bir değişimin gerekçesinin Türklük için iyi; ama Müslümanlık için kötü sonuç vereceği de söylenemez. Söylenecekse La İlâhe'nin la'sı ancak tarihe ve topluma ilişkin gerçeklerin yükü altına girilerek söylenebilir. Türklük, ayrı, Müslümanlık ayrı diyenler gerçekte hangi tarafı tuttuklarını saklamak isteyenlerdir./İSMET ÖZEL/MİLLİGAZETE/29.11.2001
Bu mesele çığırından çıktı. Lafı fazla eveleyip gevelemeden konuşmak gerekiyor:
Bu iş derhal bitirilmeli. Yasak derhal kaldırılmalı. Ve mağdur edilen, hayatları söndürülen, haksız ve hukuksuz bir şekilde medya ve siyaset kurumu tarafından insanlık dışı muamelelere, hakaretlere, saldırılara maruz bırakılan onbinlerce insandan; ve bu medya ve siyaset yoluyla saçma sapan bir psikolojik savaş yürütülerek ruh sağlığı bozulan, bilinçaltı delik deşik ve zihni ise iğdiş edilen bu milletten özür dilenmeli. Derhal, hemen ve şimdi! Bu insanlar onca hakarete, onca saldırıya, onca işkenceye rağmen yine de kışkırtılmadılar, sokağa dökülüp, ortalığı yakıp yıkmadılar! Peki, bu kadar saldırı, bu kadar hakaret, bu kadar alçaklık, size yapılsa ne yapardınız? Evet ne yapardınız? Bu insanları analarından doğduğuna pişman eder; kurda kuşa yem ederdiniz değil mi?
Ama bu millet kurda kuşa yem olmayacak. O yüzden tüm kışkırtmalara, adiliklere, şirretliklere ve saldırılara rağmen hakkını hukuki yollardan ve de son derece estetik, gönendirici, şaşırtıcı yöntemlerle, gösterilerle, eylemlerle ve reflekslerle aramayı tercih ediyor. Siz akıl, vicdan ve izanınızı ayaklar altına alarak bu insanların önce mürteci, fanatik, terörist olduğu yalan-imajını pompalıyorsunuz, (bir görüntüyü bir haberde bile sekiz on kez tekrarlayarak) vahşice bir propaganda savaşı sürdürüyorsunuz. Sonra da bu insanların hayatlarını, hayallerini, dünyalarını söndürüyor; kişilikleriyle oynuyorsunuz. Ardından da milletin ve memleketin altını oyacak, geleceğini tehdit edecek hıyanetlere, yolsuzluklara, karanlık işlere bahane ve kalkan olarak bu “irtica ve başörtüsü ile mücadele” sloganına sığınıyor ve tapınıyorsunuz. Evet şimdiki tanrınız “irtica ve başörtüsü ile mücadele” sloganı. Kim bu sloganı yüksek sesle haykırırsa hortumcular arasında en yüksek mertebeye yükselme hakkına erişiyor!
Bu çok çılgınca, bir şey. Ama burası Türkiye ve burada işler böyle döndürülüyor! Ama artık bu işlerin böyle gitmeyeceği, bu geminin böyle yürüyemeyeceği tüm çıplaklığıyla anlaşıldı.. O yüzden onbinlerce mağdur ve masum öğrenciden, öğretmenden, kamu çalışanından ve tüm milletten özür dilemek zorundasınız. Bu insanların suçu ne kardeşim? Hırsızlık mı yaptılar, yolsuzluk mu yaptılar, hortumculuk mu yaptılar? Terör mü çıkardılar? Ülkeyi anarşiye, kaosa mı sürüklediler? Memleketi mi batırdılar? Evet bu insanların suçu ne? Suçu siz işliyorsunuz. Suçsuz insanları suçlu göstererek, medya ve başka yollarla en temel varolma ve yaşama haklarına son derece ilkelce, barbarca yöntemlerle saldırarak hakaretler yağdırarak, böcek muamelesi yaparak.
Kimsiniz siz? Bu ülke babanızın çiftliği mi? Bu ülkenin insanlarının en temel haklarını bu kadar fütursuzca, şirretçe ve ahlaksızca yöntemlerle ayaklar altına alma cesaretini nereden alıyorsunuz siz? Bu yasakçıların insanlığından şüphe ediyorum ben: Siz olsanız, vicdanı, aklı, insafı, izanı durmuş, dumura uğramış ve yaptığı yasaklamaların sonuç verdiğinden sapkınca hazlar aldığını söyleyecek kadar ruhsuzlaşabilen kişilerin insanlığından şüphe etmeyip de ne yaparınız! Başörtüsü sorununu icat edenler, tezgahlayanlar ve sürekli olarak tahrik edenler, üç beş yüz veya üç beş bin kişiyi geçmeyecek bir azınlıktan ibaret. Evet, hepsi bu. Ama bu bir avuç fanatik ve militan, ülkenin gündemini bu denli kendi keyiflerine ve çıkarlarına göre belirleyebilecek güce ve etkinliğe sahip demek ki!
Ama hakları ayaklar altına alınan insanlar yine de sizin iğrenç, ilkel ve aptalca kararlarınıza ve kışkırtmalarınıza kapılıp da tahrik olmadılar. Sokaklara dökülüp de her tarafı yağmalama yoluna gitmediler. Haklarımız elimizden alınıyor, hayatımız söndürülüyor, ne hakkınız var buna diyerek terör havası estirmediler, silahlara filan sarılmadılar. Ama siz bu masum öğrencileri, insanları sürekli olarak terörize ettiniz ve ediyorsunuz. Kim oluyorsunuz siz? Nerden çıktınız? Oysa bu ülkenin sahibi bu insanlar. Bu insanlara zenci muamelesi yapamazsınız. Bu insanlar, bu ülkenin sizin gibi azınlığını değil çoğunluğunu temsil ediyorlar. Başörtüsü örneğinde olduğu gibi hem göstergebilimsel olarak, hem sosyolojik olarak, hem de kültürel ve tarihsel olarak bu ülkenin aslî unsuru olan Müslümanlığı temsil ediyorlar. Siz kimsiniz? Siz neyi temsil ediyorsunuz. Ve ne yaptığınızın farkında mısınız?
Siz, bu ülkenin geçmişi ve geleceği ile savaşıyorsunuz. Siz, bu toplumun dünyaya bir şeyler söylediği tek kaynak olan Müslümanlığı bu toplumun hayatından uzaklaştırmakla, bu ülkenin bindiği dalı kesiyorsunuz. Bu toplumda, hem Batı’yı, hem de İslam kültürünü kompleksiz ve saplantısız bir şekilde hazmeden tek geniş kesim olan bu insanların önünü tıkamakla bu ülkenin önünü tıkamış oluyorsunuz; hayatlarını söndürmekle, hayallerini yok etmekle bu ülkenin hayatını söndürmüş, hayallerini yok etmiş oluyorsunuz. O yüzden hayalleriniz hayalete dönüşüyor. O yüzden memleketi batırdınız. O yüzden suçsuz, masum insanların hayatı ile oynamanın, hayatlarını söndürmenin ne kadar büyük bir insanlık suçu ve cinayeti olduğunu farkedemiyorsunuz. Saldırılarınıza, hakaretlerinize, yok saymalarınıza rağmen oyuna gelmeyen başörtülülerden, dindar insanlardan ve tüm bu haksızlıklara büyük bir sükunetle tahammül eden bu milletten özür dilemek ve başörtülü insanların haklarını derhal iade etmek zorundasınız. Bu insanların çektiği sıkıntıları, acıları göremeyecek kadar ruhsuzlaşmış ve insanlığınızı yitirmiş olabilir misiniz? 26.11.2001 / YAŞAR KAPLAN / Y. ŞAFAK
Oxford’un şık toplantı salonu bir sürü insanla doluydu. Hepsi Afganistan’a karşı açılan savaşı protesto etmek için oradaydı... Neredeyse hepsi. Toplantıya giderken, kapının önünde duran bir grup öğrenciyle karşılaştım; biri bir Amerikan bayrağına sarınmıştı. Gelip arkamda oturana kadar onları fazla önemsememiştim. Grupta bir sürü erkek ve birkaç kız vardı. Amerikalıydılar. Kahverengi lüle saçlarıyla gülümseyen bir kız grubun ilgi odağıydı. Chelsea Clinton’a ne kadar benziyor diye düşündüm, ama emin olamadım. Sonra toplantı başladı. Bir ara Amerikalılardan bazıları ellerinde bayraklarıyla açıkça barış karşıtı bir protesto yaparak odanın önüne ilerledi: İçlerinden biri bağırarak konuşmacıların sesini bastırmaya çalıştı. Toplantıyı bölmeyi başaramadılar, konuşmacılarca susturuldular. Chelsea hiç sesini çıkarmadı. Fakat CNN ve Talk Magazine’e verdiği son röportajlarda sessizliğini bozmuşa benziyor.
İngiltere’deki Amerikan ve savaş karşıtı atmosferden rahatsız olduğu için artık ‘Amerikalı olmayan arkadaşlar’ istemediğini, söylüyor. Sanırım ABD’nin teröre karşı savaşını destekleyenleri kastediyor. Kendinden utanmalısın Chelsea. Dünyada en az senin kadar Amerikalı olmakla birlikte bunun gerçekten bir ‘demokrasi savaşı’, teröre karşı savaş’ mı yoksa ‘Amerikalıların güvenliğini sağlamak için savaş’ mı olduğunu sorgulayan insanlar var. Milyonlarca Afrika kökenli Amerikalıyı ve bu savaşa karşı olan diğer milyonları kastediyorum. 11 Eylül siyah Amerikalıları da sarstı. Senatodaki 38 siyahtan sadece biri Bush’a savaş gücü verilmesinin karşısındaydı. Yine de beyaz vatandaşlarımızdan daha ihtiyatlıyız. ABD’nin gelişmekte olan ülkelerdeki savaşlarını büyük heyecanla karşılayamıyoruz. Çünkü bize ‘marsık’ diyen tek bir Iraklı yok. Beni yanlış anlamayın: birçok siyah Amerikalı hayli milliyetçi. Amerika’nın bütün savaşlarında savaştık. Ama, Nazilerin ölüm kamplarının özgürleştirilmesine yardım ettikten 20 yıl sonra hâlâ kendi ülkemizde oy verme hakkımız yoktu. Siyah özgürlük savaşçıları Amerika’nın ayrımcılık yasalarını sorguladıklarında üzerlerine yangın bombası atıldı ve dövüldü.
Siyahlar hâlâ çekiyor
Polis ve FBI bu suçların sorumlularını yakalamaya yeltenmedi; hatta onlara yardımcı bile oldu. 1960’larda kanuna karşı geldi diye FBI’ın Bin Ladin hakkında yanıldığını söylemek istemiyorum. Fakat ABD istihbarat birimlerini sorgulamaya her türlü hakkımız var. Şu anda Bin Ladin’in peşinde olan FBI ve CIA bir zamanlar Martin Luther King ve Malcolm X’ten de gözlerini ayırmıyordu. (İkisi de vurulduğunda yanlarına ilk ulaşanlar toplantıya sızmış sivil polislerdi.) Kölelik için tazminat ödemeyi reddeden bir ülkede FBI siyah liderleri ‘ehlileştirmek’ için 500 milyon dolar harcadı. Beyaz ırkçılar ve polisler binlerce siyahın canını aldı. En ünlüsü 1921 Tulsa katliamı. Hapishanelerde siyahlara karşı suç işlemiş 1 milyon insan var. Afrika kökenli Amerikalılar şu anda 11 Eylül öncesinde olduğundan daha az güvende sayılmaz Chelsea. Şarbonlu mektupları kimin yolladığını yarın saptasak bile, Los Angeles, New York ve Cincinnati’de masum siyahlar yine beyaz polislerce atılan kurşunlara ölümcül alerjik reaksiyonlar geliştirecek.
Siyahlardan Taliban’a karşı savaşmaları mı bekleniyor? Kendi senatörlerimizden biri (Batı Virginia’lı eski Ku Klux Klan’cı Robert Byrd) ‘yanında bir zenciyle savaşacağına 1000 kere ölmeyi tercih ettiğini’ söyledikten sonra bunu nasıl yapabiliriz? Şimdi bile, FBI’ımız ismi Usame’yle kafiyeli olan herkesi tutuklarken Klan hâlâ açık ve yasal biçimde 50 eyalette faaliyette. Bir daha Tennessee’ye geldiğinde Chelsea, Amerika’nın Kaide’si Ku Klux Klan’ın kurucusu Nathan Bedford’un adını taşıyan parkı ziyaret et. Ayrımcılıkta inat Kongre’deki siyahlar neden beyazlardan bir hafta sonra tedavi edildi? ABD Adalet Bakanı John Ashcroft 1000 Hıristiyan’ı gözaltına aldı mı? Oklahoma bombacısı Timothy McVeigh’le bağlantılı herkes izleniyor mu? Peki sonra hangi terörist yuvası şehir bombalanacak? Alabama mı?
Asıl soru şu: Asker ve CIA nasıl bu kadar yanılabildi? Sonuçta onlara a) Berlin Duvarı’nın yıkılacağını tahmin etmeleri b) Kuveyt’in istilasını tahmin etmeleri c) Çin’le savaş halinde değilken Çin elçiliklerini bombalamaması d) Eğer silahlarımızı sonra bize karşı kullanacaksa Bin Ladin’i eğitip desteklememeleri için yılda 300 milyar dolar ödüyoruz. Belki de sağ ve sol olarak bu kadar beceriksiz bir iş yaptıkları için askere ve CIA’ye bu kadar para verdiğimizden ti’ye alınmayı hak ediyoruz. Chelsea, lütfen bütün Amerikalıları savaş yanlısı ilan etme. Arkadaşının sırtına doladığı yıldız ve şeritler birçoğumuza bir zamanlar kendi sırtlarımızı süsleyen kanlı şeritleri hatırlatıyor. Bill Clinton’ı kurtaran özelliklerden birisi Oxford’da okurken ABD’nin savaşına karşı olmasıydı. Darısı başına Chelsea. (Oxford Üniversitesi’nde profesör, 20 Kasım 2001) 26.11.2001 / Jonathan David Farley / ÇEVİRİ RADİKAL DOKUNUŞ/ Cüneyd Suavi-Zafer Dergisi
Haşir meydanındaki insanlar, ebed ülkesine uçmak için sabırsızlanıyordu. Peygamberler, şehitler ve büyük veliler için herhangi bir problem yoktu. Ancak diğerleri, "Elli bin sene sürer" denilen bu yolu, dünyadaki hayatlarının karşılığı olan bir vasıta ile aşmak durumundaydı. Her insan, sevap ve günahlarını ortaya döküp ince hesaplar yaparken, sermayeleri yetmeyen bazı gençler bir araya geldi ve kendilerine gözcülük eden meleğe başvurarak:
- Bizler, dünyada iken meşhur bir yarışmaya katılmış ve ellerimizi günler boyu süren bir sabırla lüks arabaların üzerinden çekmeyerek onları kazanmıştık, dedi. Bu gayretimize karşılık o arabaların verilmesini istiyor ve bu zorlu yolu onlarla aşmayı planlıyoruz.
Melek, yarışmanın detayını öğrendikten sonra:
- Yanlış şeye dokunmuşsunuz, dedi. Sizin arabanız, o yolda gitmez.
Gençler, biraz ilerideki insanları göstererek:
- Şuradaki insanların da bir şeylere dokunduğu söyleniyor, diye itiraz etti. Ama şimdi Cennet'e uçuyorlar.
- Evet!.. dedi, melek. Onlar da dokundular. Hem de günde sadece bir saatçik.
- Bir saat mi?..diye atıldı gençler. Oysa bizler günler boyu çekmedik elimizi. Uyumadık, aç kaldık, nerdeyse ölüyorduk. Peki onlar nelere dokundular?
- Seccadeye, dedi melek. Küçük bir seccadeye. Şimdi ise onlarla uçuyorlar.
Kadın konusunu yazmak istiyorum. Zaman zaman. Hassas bir konu. Hassasiyetleri artıran bir konu. Hassasiyetle ele alınması gereken bir konu. Getirilip getirilip Müslümanların önüne konan, Müslümanların da mutlaka yeniden değerlendirmesi gereken, ancak sorun niteliği sadece Müslümanlarla sınırlı olmayan bir konu. Afganistan'da üç kadın burkalarını çıkardığı için bizde kimilerinin sevindirik hale gelmesinden çok öte sorunlar ihtiva eden bir konu. Romanya'da Kombassan'ın rulman fabrikasını gezerken, çalışan bakımlı Rumen kadınlarını görmüştük. Bilenler anlattılar: Romanya'da kadının dört görevi vardır. Çalışıp para kazanmak... Çocuk doğurmak ve ev işlerini yapmak. Kocasının cinsel ihtiyaçlarını karşılamak ve zaman zaman sarhoş kocasından dayak yemek.
Bu, dünyadan bir kadın gerçeği. Belki daha sınırlı ölçülerde ama bunun Türkiye versiyonunu gözlemlemek de mümkün... Çocuk, iş, koca ve dayak arasında koşuşturan kadınlarımız var, evet. Mor çatılarımız boşuna mı kuruldu? Bulgaristan'da sabahın köründe sokakları süpüren yaşlı kadınlar görmüştük. "Burda böyle" demişlerdi komünist dönemden bu yana Bulgaristan'ı bilenler. Bunun da Türkiye versiyonu var, hiç şüpheniz olmasın. Sokakları süpürürken görmedik belki ama üç milyon gündelikle pamuk toplayan ve gecesi gündüzü çadırda geçen kadınlar bizim kadınlarımız. Bu da bir kadın gerçeği.
Samsun'da, Kızılay şubesinin önünde bir çuval bedava patates alabilmek için uzayıp giden kuyruklar. Zaman zaman polis itiş-kakışları... Zaman zaman Kızılay Şube Müdürü'nün azarlamaları... Kuyruktakiler kimler? Tipik Anadolu kadınları... Entarileri, yaşmakları, el örgüsü kazaklaryla... Sırtlarına alıyorlar bir çuval patatesi, evin yolunu tutuyorlar... Patatesler bitince elleri boş dönenler de yine onlar... Sabahın köründe girilen ucuz ekmek kuyruğunda da çocuklarla birlikte gene kadınları görüyoruz. Üşüyen ellerini göğsünde kenetlemiş anneler... Aşevlerinde sefer tası taşıyanlar, uzatılan duyarsız mikrofonlara göz yaşı sunanlar yine onlar... Ne yapmalı bu kadın gerçeğini, hangi fikrî platformda değerlendirmeli? Kimi yörelerimizde erkeklerimiz sadece kahvede kağıt oynamak için vardırlar. Bir de eşlerine dayak atmak için...
Ya şu televole dünyasındaki kadınlar? Zaman zaman bilmem kaçıncı kere sevgilileri (?) tarafından terkedildikleri için salya-sümük ekranlara doluşan, sevgi mefhumunun canına okumuş, beden dilinden başka dilleri gelişmemiş bulunan kadınlar? En azından tv kanalları tarafından cinsel meta haline getirilmiş... Bunlar ezenler arasında mı sayılmalı, ezilenler arasında mı? Altlarındaki jipler ezilmenin sembolü mü kabul edilmeli ezmenin mi? Gidin Amerika'da da var böyleleri, Avrupa'da, Uzak Doğu'da da... Uzak Doğu'da seks kölelerinin yaşı 13'lere indi... Amerika'da (ya da tüm Batı'da) çöken aile kurumunun altında kalıp ezilen varlık en başta kadın... Cinsel cazibesi tükenen yalnız yaşlı kadın gerçeği Batı'nın bir numaralı sorunları arasında...
Geçen yıllarda genelev patroniçesi vergi rekortmeni olduğuna göre, kadın cinselliğinin - beden satışının basbayağı metalaşması ülkemizin gerçeği. Ya otobanlarda TIR şoförlerine servis yapan kadınlar? Acaba kime ağlamalı, Afganlı kadınlara mı, bunlara mı? Kadınlar... Bence kimsenin kimseye söyleyeceği bir şey yok. Ya da kimsenin erdem planında artısı yok. Dünyanın düzeni gücü gücü yetene olduğuna göre, gücü gücü yeteni sömürüyor, eziyor, yokediyor... Belki de ilk globalleşme kadın sömürüsü alanında yaşandı... Kadın kadını eziyor daha ötesi var mı? Kuma kumayı eziyor, erkek kapma yarışları yaşanıyor bir tür kadın dünyasında... Müslümanların da kadın konusunda çok ciddi sorunları var. Bunun asla görmezden gelinmemesi kanaatindeyim.
Bir kere Hazreti Peygamber Veda Hutbesinde bir sorun olarak dile getiriyor konuyu. "Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır" diye sesleniyor erkeklere... Yani Allah Rasûlü'nün "Veda sözleri" arasına girmiş kadın konusundaki uyarı. Bu uyarının özellikle kadın haklarının gözetilmesi için yapıldığını anlamamak imkânsız. İnsanları böyle bir Veda ortamında bile kadın hukuku konusunda terbiyeye yöneliyor Allah Rasûlü (s.a.)... Bir tür vasıyyet gibi. "Aman dikkat" üslûbu taşıyor bu sözler. Sanki bu alandaki ihlâllerin sürüp gideceği hissedilmiş gibi. "Kulağınıza küpe olsun" der gibi. Problemlerimiz var... Problem asla İslâm'ın problemi değil, çünkü orada çok arı-duru bir düzenleme var kadın hukuku konusunda... Ve Rasûlullah'ın nezih hayatı var yaşanmış örnek olarak... Ama İslâm dünyasının, ve birey planında Müslümanın davranışları çok ciddi bir özeleştiri gerekliliğini ortaya koyuyor.
En azından evdeki söz hakları konusunda dengeler oluşmuş değil zihinlerde... Ötesi'nde ise bir yığın dram... Annemiz olarak kadın, eş olarak kadın, çocuklarımızın annesi olarak kadın, kızlarımız, kız kardeşlerimiz... Dünyamız o kadar kadın dolu ki, onlar mutlu olmadan mutlu olmak mümkün değil. Bir kadının hukukunu gözetme terbiyesi edinmemişken yapılan çok evlilikler, sevgiden çok otoriteye dayanan yuvalar, dini hassasiyetleri gölgeleyen pederşahi gelenekler... Kadının eğitimi... Sosyal hayat içinde üstleneceği roldeki kafa karışıklıkları... İslâm ülkelerine, modern Batı toplumlarının değer yargılarını aktarmayı misyon edinmiş yönetimlerin Müslüman kadınlar üzerinde oluşturdukları baskılar... İnançlarıyla devlet baskıları arasında sıkışmış kadınlar, genç kızlar... Çok problem var... Burka'ya varmadan önce burada, bizim ülkemizde... Ve kendi içimizde... Yüreğimizde... Siz üniversite kapılarını başörtülü öğrencilere kapatıp, kamu alanında başörtülü hanımların çalışmalarını engeller, daha ötede başörtülü kadını eşini işten atmak için gerekçe haline dönüştürürken Afganistan'da kadın hakkından söz edebilirmisiniz? Ve sen... Annene gösterdiğin saygıyı çocuklarının annesine gösteriyor musun? Yani eşine? İsterseniz bu yazıya, bu soruları yüreğimize götürme çağrısıyla son verelim... Ve zaman zaman yazmaya devam edelim./AHMET TAŞGETİREN/YENİŞAFAK/20.11.2001
Sizler bu yazıyı okurken, ben Karadeniz seyahatinde olacağım. Namık Kemal'in dediği gibi, "İzzet-i ikbal ile bâb-ı devletten" -Meclis'ten- çekildikten sonra, sine-i millette faaliyetimi sürdürüyorum. İnanınız, milletin sinesi sımsıcak; ilgi yoğun. Hemen hemen kimse, mevcut hükûmeti desteklemiyor ve herkes, yüreğinde istikbal endişesi taşıyor. Karadeniz, Mesut Yılmaz'ın memleketi, ama artık Anap liderinin yerinde yeller esiyor. İlk seçimde, hemşehrisi Tayyip Erdoğan, Anavatan'ı silip süpürecek.
Ordu ve Trabzon
Birinci durağım Ordu'ydu. Ordu'nun Anaplı Belediye Başkanı Fikret Türkyılmaz ve işbirliği yaptığı sivil toplum kuruluşları bir panel için beni davet etti. Ordu'dan da, Trabzon'a geçeceğim. Trabzon'da, iftar sonrası, gazeteci Ali Bayramoğlu ile Empati Derneği'nin konuklarıyız. Başkan Ali Değirmenci, Bayramoğlu ile birlikte davet edilmemizi şu sözlerle açıkladı: "Biriniz Meclis'ten, diğeriniz ise gazeteden kovuldu. Aynı kaderi paylaştınız." Konumuz "28 Şubat ve 11 Eylül". 11 Eylül'ü, Afganistan'ın bombalanması bağlamında değil, tıpkı 28 Şubat gibi özgürlüklerin kısılması açısından değerlendireceğiz. Seyahatim, Tayyip Erdoğan'ın Karadeniz gezisi ile denk geldi. Böylece, düzenlenecek mitinge katılıp izlenimlerimi aktarma fırsatını da bulacağım. Bölge televizyonları, yöre halkına sesinizi duyurabilmemiz için güzel bir imkân. Öyle ulusal kanallar gibi, önünüzü kesen de yok. Aksine, Anadolu ve Karadeniz insanının bütün sıcaklığı ve konukseverliği ile karşılanıyorsunuz. Hem Ordu'daki, hem Trabzon'daki yerel kanallarından görüşlerimi ifade imkânını buldum.
Karadeniz'den izlenimlerimi yazmaya devam edeceğim. Ekmeğini taştan çıkarmayı bilen, arı gibi çalışkan, aynı zamanda kendi kendisiyle alay edebilecek ölçüde hoşgörülü davranan yöre halkını oldum olası sevmişimdir. Zaten Anadolu'nun her bölgesi, birbirinden etkileyici. Ve İstanbul'un o sahte, o sun'i havasından kurtulup, samimi, sevecen insanlarla kucaklaşmak ne güzel!
Ankara'ya sesleniş
"Ankara, Ankara duy sesimizi!" Merkezi hükûmete seslenenler arasında seçim isteyenler çoğunlukta. Evvelki akşam, Işık TV'ye çıkan, Verso Araştırma'nın sahibi Erhan Göksel, ilginç tesbitlerde bulunuyordu. O da, bugünkü durumda, sadece AK Parti'nin barajı aşacağını, dolayısıyla seçime gidilirse, bütün milletvekillerini, bu partinin çıkaracağını belirtti. Tabiî böyle bir sonuca hayalî diyebiliriz. Zira, mutlaka seçmenden oy alabilecek farklı oluşumlar ortaya çıkacaktır. Erhan Göksel, İlhan Kesici, Melih Gökçek, Saadettin Tantan gibi ismi ortada dolaşanları saydı. Demirel'in de, kendisiyle birlikte hareket eden 10 milletvekiliyle teşebbüse geçebileceğini söyledi.
Göksel, asıl bütçe oylamalarından sonra, Aralık ayının ikinci yarısından itibaren, Anap'tan çok sayıda milletvekili kopacağı kehanetinde bulundu. Anap'tan kopanların, DYP'de toplanması ile bu partinin, oylarını yükseltemeyeceğini vurgulayan Göksel'e göre, Anap ile DYP aynı kaderi paylaşıyor, birlikte oy kaybediyorlar.
Bir iddia
Erhan Göksel, güç odaklarının (askerler ve diğerleri) Tayyip Erdoğan'ın önünü mutlaka keseceğini de iddia etti. Aslında bir çok vatandaş, Erhan Göksel'in iddiası paralelinde beni sorguluyor: "Seçimleri kazansa bile, Tayyip Erdoğan'a iktidarın verilmeyeceği söyleniyor. Doğru mu?" Ordu'da da benzer bir soruyla karşılaştım. Onlara şu cevabı verdim: "Seçimlere kadar önünü kesebilmek için her türlü psikolojik harekatı gerçekleştireceklerdir. Ama seçimlerden sonra açık ara birinci olursa, onu iktidara getirmemek ellerinden gelmez. Buna mukabil, % 10-15 gibi bir oy oranında kalırsa, AK Parti'yi koalisyon ortağı yapmama gayreti içine gireceklerdir. 'Tayyip Erdoğan'a iktidar verilmez' gibi sözler de psikolojik harekatın bir parçası."
Değişim
Hava raporları, Karadeniz'de dondurucu bir kışla karşılaşacağım izlenimini yaratmıştı. Uçağımız pırıl pırıl, güneşli bir havada Samsun'a indi. Samsun - Ordu arasını iki saatte aldık. Ordu'da da hava güneşliydi. Samsun - Ordu - Trabzon arasında seyahat çok keyifli. Bir taraf masmavi deniz, diğer taraf yemyeşil tepe. Burada Karadeniz, İstanbul'daki gibi azgın değil. Göz alabildiğince dümdüz uzanıyor. İnsan boyunu aşan dalgalara belki nadiren rastlanıyor. Şaibeli Sahil Yolu, halâ inşa halinde. Herkes, o işin 15 müteahhit arasında paylaştırıldığının da farkında. "Ama bu yolsuzluk, bizim işimize yaradı"diyenler var. Çift şeritli sahil yolu, Karadeniz boyunca sıralanan illerin işine yarıyor gerçekten; fakat gördüğümüz kadarıyla, Anap lehinde oya tahvil olamayacak. Çünkü değişim rüzgârları burada da esiyor.
Statükoya paydos!
Geçmişte, Mücadele Birliği, Ülkücü camia veyahut dinî cemaatler gibi çeşitli oluşumlar içinde yer alanlar, buralarda "fikir kulüpleri" oluşturmuşlar. Motor güçleri, demokrasi, hukukun üstünlüğü, çok seslilik, hoşgörü vs... Köklü bir değişim sonrasında, özgürlük ortak paydasında buluşmuşlar. Zaten, bizim gibi insanları davet edenler de, onlar. Kim onlar? Muhafazakâr kimlikleri, demokrasi kimliği ile takviye olmuş kişiler; düşünen, sorgulayan, dünyayı anlamaya çalışan, tartışan beyinler. 28 Şubat'tan sonra, Müslüman camia, baskı gördü ama, pek çoğu dar kalıpları yıkıp, sorgulayan aklı ön plana çıkarmaya başladığı için yeni bir Altın Çağ'a doğru adım atmış oldu. 28 Şubat'ın asker ve sivil önderleri ise Skolastik Çağ'ın temsilcileri gibi kaldılar. /NAZLI ILICAK/YENİŞAFAK/23.11.2001
Amerika da bombalanmalı!
Teröristlere yataklık etmek bombardımanı gerektiren bir suç ise, ABD de bombalanmalı ABD ve Britanya'nın karşılığı şimdiye dek beklendiği gibi oldu. Duyduk ki füzelerle ve yüksekten uçan bombardıman uçaklarıyla saldırılmış; Taliban'ın elindeki topraklara da, yani ülkenin neredeyse tamamına havadan gıda yardımı da yapılmış. En ufak bir gizleme girişiminde bile bulunulmayan, apaçık bir reklam faaliyeti bu. Saldırıların merkez üssü, muhtemelen protesto korkusundan, Müslüman dünyanın dışında bir yer. Güvenilir birkaç söz edebilmek için henüz çok erken ve çok az şey biliyoruz. Ama Boston Globe'un Kahire'den geçilen "ABD saldırıları korku ve protestolarla karşılandı" başlıklı, Mısırlı bir garsonun "Hem sana yemek vereceğim, hem de seni öldüreceğim ha? Düşündükçe deli oluyorum" sözlerini aktaran haber genel havayı yakalamış.
* Kanıtlar zayıf
Doğrusu ABD'nin Tony Blair aracılığıyla açıkladığı kanıtların zayıflığını görünce biraz şaşırdım. Tarihte görülmüş en yoğun uluslararası soruşturmanın ardından Bin Ladin'le 11 Eylül saldırıları arasında bağlantı kuran pek az şey bulabilmişler, hiç kaynağım olmadan benim bile tahmin edebildiklerimden daha az. Bu da birçok uzmanın vardığı, saldırıyı düzenleyenlerin belli bir merkezi olmayan, iletişimin pek az olduğu ve kolay kolay sızılamayacak bazı ağlara sahip olduğu sonucunu destekliyor. Taliban hakkındaki suçlamalar ise gerçekte var olmayan suçlara tekabül ediyor. Eğer şüpheli teröristlere yataklık etmek bombardımanı gerektiren bir suç ise, o zaman ABD de dahil dünyanın hemen hemen bütün ülkeleri derhal bombalanmalı. Bu yorum bile gerektirmeyecek kadar açık bir durum.
* Çarpıtmanın sonuçları
Ayrıca Batı, bombalamak gibi geleneksel fakat tarih yazımı sırasında gözden kaçan bir tavrı tercih edip Taliban'ın görüşme teklifini basitçe geri çevirdiği için bu önerinin ne derece ciddi olduğundan da emin değiliz. Geçmişin sistematik bir biçimde çarpıtılmasının kendisi acıklı bir durum olabilir, ama aynı zamanda bir kez daha gördüğümüz gibi insanlar açısından ciddi bazı sonuçlara da yol açabiliyor. 11 Eylül saldırısından daha yıkıcı terör saldırılarına maruz kalmış başka devletlerin izlediği daha adil çözümler hâlâ var. Bunların hiç değerlendirmeye bile alınmaması gerçekten çok şaşırtıcı. Basında bazı uygun çözümlere dair hiçbir şey görmemek de. Bombalama tehdidi nedeniyle Pakistan'ın ABD'nin talebi üzerine (New York Times'a inanacak olursak tabii) sınırını kapatması yüzünden, gıda yardımı yapılamadığı için kaç masum Afgan'ın öldüğünü bilemiyoruz. Gerçekten de içten içe bazı sürprizler bekliyorum ben, geleneksel davranış kalıplarından bazı sapmalar olsun istiyorum. Aksi takdirde Afgan halkı açısından karanlık bir gelecek söz konusu çünkü. Şiddet sarmalının gayet iyi bildiğimiz bir biçimde yoğunlaşıp düşünülmesi bile korkunç sonuçlara yol açması işten bile değil çünkü. (8 Ekim 2001, Z Magazine) 11.10.2001 NOAM CHOMSKY/RADİKAL
ELMALARLA ARMUTLARI BERABER TOPLAMA!..
Ertuğrul Özkök, dünkü köşesinde 'asker gönderme' konusuyla alakalı olarak döktürmüş. Dürüst isek göndermeli imişiz ve de hristiyan olunca gönderilip müslüman olunca göndermemek neyin nesi oluyormuş. Özkök'ün yazısından bazı alıntılar yapalım önce: "...Dinci kesim ile kafası bir zamanlarda donup kalmış sol omuz omuza, kol kola kampanya yapıyor.
''Türk askerinin orada ne işi var?''
Beyler biraz samimi olalım.
...
Gelin şu soruyu soralım.
Bosna'daki Müslümanların kurtuluşunda en büyük rolü kim oynadı?"
Amerikan Hariciyesi ve ordusu değil mi?
Kosova'daki Müslümanlara yapılan Sırp zulmüne kim dur dedi?
Yine Amerikan ve İngiliz ordusu değil mi?
Bosna semalarından Sırp mevzilerini vuran uluslararası güçte Türk F-16'ları da görev almadı mı? Hálâ oralarda birliklerimiz görev yapmıyor mu? Müslümana zulmeden Sırp terörist vurulurken, hiç tereddüt etmeden ''Asker gönderelim'' diyeceksin.
Ama terörü yapan, masum insanları öldüren, suratına ''Müslüman maskesini'' taktığı zaman, birden ''Mehmetimin orada ne işe var'' muhabbetine başlayacaksın.
Müslümanın canı can, Amerikalınınki patlıcan.
Terörist Sırp ve Hıristiyan olunca, kafasına vuran ekibin en ön saflarında koşacaksın, ''Biz de varız'' diye hançereni yırtarcasına haykıracaksın.
Ama terörist Müslüman tebdili kıyafetine büründüğü zaman, ''Bize ne'' olacak.
Masum insanların çalıştığı kulelere alçakça saldıran terörist ne zamandan beri ''Müslüman halk'' oluyor?
Yani o uçaktaki alçak herifler Müslüman olduğu için, onlara karşı daha mı insaflı olacağız.
İkiyüzlülük çağı kapandı.
Türkiye büyük devlet ise, bölgesinde hálá bir güç olduğunu iddia ediyorsa, terörden çok çekmişse, bu uluslararası çabada aktif olarak rol alacaktır. Almak zorundadır. Meclis asker gönderme kararı alıyor. Çünkü ortada NATO Antlaşması'nın 5'inci maddesi var. Yıllarca dışardan gelen teröre karşı bu maddenin uygulanmasını istemişsin. Şimdi gel uygulayalım diyorlar, ama sen yoksun. Bunu izah etmek mümkün değil. Afganistan'da başlayan harekât, ''Müslüman halka'' karşı değil. Taliban'ın koruduğu teröristlere karşı. Taliban'ın da Müslüman imajına yaptığı zararı unutmayalım..." Şimdi biz de Özkök'e soralım: Bosna'daki müslümanların kurtuluşundaki en büyük rolun oynanması için üç sene; kanla, acıyla ve ölümle dolu tam üç sene kim bekledi? Güvenli bölge yutturmacasıyla Srebzenitza'da kümelendirilen müslümanlar katledilirken kim sakin sakin bekledi?.. Dayton'la halen içinden çıkılması güç bir sistemi, müslümanların tamamen aleyhine bir tarzda kim yerleştirmeye çalışıyor?..
Afganistan'a yönelik saldırı, temelde New york ve Washington'a yönelik, tarihin en büyük terör saldırılarının Üsame bin Ladin ve adamları tarafından yaptırıldığı tezinden hareket ediyor. Söyler misiniz deliller nerede? Birilerinin tatmin edici olduğunu iddia ettiği ve bizimkilerin de 'ABD öyle diyorsa öyledir' diye kabul ettiği deliller var da gizleniyor mu, yoksa 'yok' mu acaba? Masum insanların çalıştığı kulelere saldıranlar Afgan halkı mıydı sayın Özkök? 'Uçaklardaki alçak herifler müslüman olduğu için..." diyorsunuz, ne kadar eminsiniz? İnanmak kolayınıza mı geliyor, işinize mi? Bin Ladin ve Kaide suçlu ise cezalandırılmalı, tamam. Ama koskoca bir Afganistan'ın, günlerce bombalanması ne demek oluyor?
Irak'a yönelik saldırılarda % 70'inin hedefler dışında yerleri vurduğu bilinen 'akıllı' bombalar sadece teröristleri mi vuruyor sizce? İkiz kulelerdeki masumlar, tamam, ama ya Afganistan'daki masumlar? Açık ve net deliller olmadan ve sadece kılık kıyafetleri ve de uygulamaları hoşunuza gitmiyor diye saldırılıyor olmasını kabul ettiğinizi düşünmek bile istemiyoruz. Ve de saldırıların kesin sorumlularını muhtemeldir ki hâlâ bulamamış ABD'nin, halkını avutmak için harekat yapması ihtimali de varken, 'askerimizin oralarda işi yok' diyenleri anlamamak neden, bay Özkök? Aydın olmak, 'hoşuma gitmiyor o halde vurun' ya da 'madem ki birileri öyle istiyor o halde öyle olsun, delile melile gerek yok' mantığını reddetmekle başlamalı değil mi? Ve de bilhassa bugünlerde aydın olmak, sayın Özkök, temelde en önemli özellik olarak 'adil olma'yı gerektirir. Hiç değilse 'adil olmaya çalışma'yı.
Kalleşçe vurulmak, üstelik o an hayatın şiddetten çok uzak gündelik bir sıkıntısını, sevincini, rutinini yaşarken bir anda paramparça olmak, o parçalanmada bir yakınını yitirmiş olma ihtimali... Bunların hepsi, daha uzun cümleler ve tasvirlerle anlatılabilecek her biçimi, hem hayatımızın deneyimleri hem de sınırsız, sonsuz ve aşağılık ihtimaller olarak elbette çıldırtmaya yeter de artar bile. 'Terörizm' denilenden sadece bunu anlıyorsak, ki fiilen öyledir, saf seçmekte, onunla her türlü mücadele biçimini kabullenmekte, desteklemekte zorlanmayız zaten. Fakat, dün de değinmeye çalıştım, bir de 'terörist'in kendisini nasıl anlamlandırdığı, bunun ötesinde, ABD'de ya da şurada, burada 'masum insanlar'ı hedef seçebilirken onları nasıl tanımladığı meselesi vardır. Bu kritik bir sorudur ve yetkili, etkili yahut sıradan, hiç kimse bunun üstüne kafa yorulmasını kolay kolay kabul edemez. (...)
Düzenli ordularla, stratejik hesaplarla, emir komuta zinciri içinde bir 'saldırı' yapanlar, bize bunu anlayışla karşılayabileceğimiz birçok neden ve gerekçe sunarlar. Bu 'düzen'in gereğidir. (...) Bireysellik sınırları içine sıkışmış yahut toplumsal, politik temsilden tamamen uzak bir örgüt söz konusu olmadıkça, yani bugün uluslararası gündemde bulunanlar gibi 'teröristler' ise konuştuklarımız, onların bir tarih yorumu vardır. Bizi ilgilendirsin ilgilendirmesin, o yoruma katılalım ya da hiç katılmayalım, bir hafızayı temsil ederler ve eylemleri sadece kör inançtan ve şiddete körlemesine düşkünlükten değil, o hafızadan da beslenir. Tarih 11 Eylül'de başlamış olsa dahi, 7 Ekim'den itibaren de bir tarih ve onun yorumları vardır artık. Bütün toplumlarda tüm halkların her bireyinin bunu resmi Amerikan hafızasının ölçüleri ve sınırlarıyla yorumlamayacağının açık olduğu bir tarih süreci. (...) Teknolojinin imajı bizi sadece aldatır.
Topyekün Afganistan'ın da artık topyekün ikiz kulelerden bir farkı var mıdır?.. İkiz kulelere körlemesine saldıranlar ile gözlerindeki lenslere güvenmemizi isteyerek Afganistan'a körlemesine saldıranlar arasında bir fark kalmış mıdır? Ve böylesine ahlaki, vicdani, insani bir teraziyi gerektiren karar anlarında, sırf elinde daha iyi kağıtlar var, sırf daha güçlü ve sırf 'medeni' diye, şiddetin terörünü terörizmin şiddeti karşısında yeğlerken, bizim tarih yorumumuz nedir, hafızamız nereden başlamaktadır? 'Mehmetçik'e yol göründü' ya da 'Pentagon'a Türk generali' diyerek filmde rol kapma heyecanı yaşayanların bir gün herhangi bir hafızası olacak mıdır? 11.10.2001 / UMUR TALU / STAR