Yazanlarda |
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kirliliğin küreselleşmesi
Küreselleşme' olur mu, olmaz mı, var mıdır, yok mudur...
Biz tartışaduralım, 'kirli küreselleşme', adım adım ilerliyor. "Ürperme verir hayâle sık sık,/Hep bir kapıdan giren karanlık,/Çok belli ayak sesinden artık" dediği gibi şairin, çevre kirliliğinin ayak seslerini işitmemek mümkün değil.
Bir yağmur yağıyor, 40 ölü. Uzmanlar uyarıyor: "Bundan sonra hep böyle olacak. İklimler değişiyor, hazırlıklı olalım."
Sanayileşmiş ülkeler, özellikle de ABD, sorumsuzca üretiyor ve tüketiyor. 'Maliyeti artıracak' diye önlem almıyor.
Bu konuda hazırlanmış uluslararası anlaşmalara imza atmıyor. Sonuç olarak bunun cezasını bütün dünya çekiyor.
'Kirliliğin küreselleşmesi' diğer küreselleşmelerden farklı. Sermayenin, işgücünün, iletişimin.. küreselleşmelerine bir dereceye kadar engel olabilir veya yön verebiliriz. Ama kirliliğin küreselleşmesi öyle değil işte. Hava sıcaklığını yasaklayamayız, sınırdan geri çeviremeyiz. Denizler kirleniyorsa kendi karasularımızı temiz tutamayız.
Ağır ağır Yeni Zelanda'ya doğru ilerleyen buzullar gibi. Bu buzdağlarını geri çevirmek için ne yapsanız işe yaramaz artık. Bütün olup bitenin dramatik yanı, üretimi ve tüketimi gerçekleştiren zengin ülkelerin çevre sorunundan daha az etkilenirken, bu pisliklerin bir kısmının fakir ülkelere yönelmesidir. Bu durum, Hollanda'dan gönderilen zehirli atıklarda olduğu gibi bilinçli de olabilir, aşırı yağışlara neden olan atmosferik olaylarda olduğu gibi doğal da olabilir.
Ve bu sürecin değişeceğine ilişkin bir kanıt (şimdilik) bulunmuyor. Tam tersine, 'ekonomik büyümenin cazibesine' kapılıp giden Çin, Hindistan, Meksika, Brezilya, Türkiye gibi ülkelerin katkılarıyla sorun daha da artacağa benzer. Çin'in ekonomisinin, 40 sene sonra ABD'yi de geçerek dünyanın en büyük ekonomisi olacağı tahmin ediliyor. Dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi olan Hindistan da hızla gelişiyor.
Kimse bu ülkeleri ekonomik bakımdan geliştiği için kınayamaz. En doğal haklarıdır. Fakat ekonomik gelişmenin yayılmasıyla birlikte ortaya çıkacak olan katmerli çevre sorunları ne olacak, buna pek aldıran yok. Ve şu paradoks gittikçe daha da belirginleşecek: Çevre sorunlarını yaratan ülkelerle bu sorunlardan zarar gören ülkeler çoğu kez farklı olabiliyor. Bu durum ahlaki açıdan kabul edilemez. En azından çevre sorunlarıyla karşılaşan ülkelerin, bu sorunları üreten ülkeler üzerinde bir yaptırım haklarının olması, tazminat veya düzeltme talebinde bulunabilmeleri gerekmez mi? Veya bu tür uluslararası sorunların çözümü için güçlü uluslararası kurumların ve mekanizmaların geliştirilmesi doğru olmaz mı?
Küresel sorunlara ulusal çözümler üretmek çok zor gözüküyor. Çevre küresel bir soruna dönüştüyse, çözümün de küresel olması gerekiyor. Ne dediğinizi duyar gibiyim: "İyi hoş da dünyayı hâlâ ulus-devletler yönetiyor. Bu devletler neden egemenlik alanlarını daraltsınlar ki?" Dünyanın büyük ülkeleri, geleceği görebilen büyük liderlere muhtaç. En büyük eksikliğini çektiğimiz şeylerden birisi de budur.(Türker Alkan)
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Tüm dünyada ABD seçimleri, tıpkı bir Hollywood filmi seyredermişçesine yoğun bir ilgi ve merakla izlenir. Birçok insan kendi ülkesindeki seçimler süresince yaşamadığı heyecanı, bu seçimler boyunca hisseder. Bu ülkede Başkan seçilir, Temsilciler Meclisi üyeleri seçilir, Senato üyeleri seçilir, valiler seçilir, belediye başkanları seçilir; kısaca seçilir de seçilir. ABD bir seçimler ülkesidir ve insanlar her dönem ya seçime hazırlanırlar, ya seçim sonuçlarını kutlarlar ya da seçim sonrasını değerlendirirler.
Seçimlerin kendine ait bir endüstrisi de var, kuşkusuz. Milyarlarca dolarlık ekonomisiyle sürekli yenilenen iletişim stratejileriyle, siyaset ve imaj tasarımlarıyla ve kutlamalar sırasında atılacak konfetilerin renklerinden balonların büyüklüğüne kadar her şeyi en ince ayrıntılarına kadar planlayan profesyoneller ordusuyla seçimler, ABD'deki en önemli sektörlerden birisi. Kampanya boyunca yapılan harcamaların, destekçilerden sağlanması yasal. Yani bir sanayicinin bir partiyi desteklemesi için el altından, gizli kapaklı müdahaleler yapması gerekmiyor. Her şey aleni, verilenler rüşvet olarak falan da kabul edilmiyor. Federal Seçim Komisyonu'nun (FEC) finans raporlarına göre Kongre adaylarının kampanyaya katkıda bulunmak isteyenlerden topladığı paraların miktarı 1.14 milyar doları bulmuş, Senato üye adayları ise 457.4 milyon dolar toplamışlar. Milyarlarca dolarlık seçim bütçesi, yüzbinlerce insana ekmek kapısı sağlamış. Kısaca seçimler ve demokrasi de kapitalist üretim süreçlerinin bir parçası haline gelmiş. Maazallah Cumhuriyeti lağvedip, monarşiye geçiş yapmaya kalkılsa, önce seçim profesyonellerinin devrimci direnişi ile karşılaşılacağı kesin!
ABD'de seçim kampanyaları bir şenlik ortamında geçmekte. Sandıklar açılmaya başladığındaki görüntüler ise her zaman bir sinema filmi tadında. Hüzün ve sevinç; zafer ve yenilgi bir arada. Müthiş bir mücadeleden sonra rakiplerin el ele görüntüler vererek, Amerikan değerlerine bağlılıklarını ve uzlaşma kültürünü ne kadar benimsediklerini göstermeleri ise neredeyse bir mecburiyet. Nitekim 7 Kasım seçimlerinin sonrası Cumhuriyetçi Beyaz Saray yönetiminin yenilgiyi hemen kabul etmiş olması, sisteme ne kadar bağlı olduklarının bir göstergesi.
Seçim sonuçları Cumhuriyetçilerin 12 yıldır ellerinde bulundurdukları Temsilciler Meclisi'ndeki üstünlüğü kaybetmeleri anlamını taşıyor. Bu durumda Cumhuriyetçi başkan, Demokrat Kongre ile uyumlu bir çalışma sergilemek zorunda. Başkan ve Kongre'nin farklı partilerden seçilmesi ABD'de ilk değil elbette. Hatta birçokları tarafından bir fren denge mekanizması oluşturduğu için daha verimli olarak da kabul ediliyor.
Ancak son seçimler ABD tarihindeki en önemli seçimlerden birisi olarak kabul ediliyor. Zira Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında her dönem belirli bir politika farkı olmasına karşın, böyle bir öfke birikimi fazla görülmüş değil. Üstelik bu öfke yalnızca Demokratlarda değil, Cumhuriyetçilerde de gözlenebiliyor. Seçim başarısızlığının Partinin aşırı sağa kayması ve yoldan çıkması nedeniyle olduğunu düşünenler çoğunlukta. Çoğunluğa göre George Bush artık bir topal ördek ve özellikle dış politikadaki başarısızlığı halk tarafından tescil edildiği için bir adım geride durmak zorunda. Irak Savaşı'nın kurbanlarının arasına Neo-Conlar da katılacak gibi görünüyor.
Ancak ABD'nin bu sonuçla Irak'tan tamamen çekileceğini düşünmek hatalı bir yaklaşım. Genelde bilinenin aksine ABD'de 'savaş mı istiyorsun, demokratlara oy ver' söylemi geçerli. Demokratların Cumhuriyetçilerden farkı, yaptıkları savaşları güvenlik değil, insanlık namına yürüttüklerini söylemeleri. Hatırlarsak ABD her iki dünya savaşına da Demokrat başkanların döneminde girdi. Soğuk Savaş, Kore Savaşı ve Vietnam savaşları Demokratlar tarafından başlatıldı. Kısaca Demokratların barışçı olduklarını zannetmek, manasız. Zaten bugün de ABD'de hiç kimse savaşa neden girildiğini sormuyor; herkes savaşın neden kazanılamadığının derdinde.
|
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kendini yiyen insan
Mitolojide kendi kuyruğunu ısıran bir ejder motifi var. Bunu ben günümüz insanına benzetiyorum. Günümüz insanı: Yani Batı Medeniyet-bilim ve değerlerinin, hedeflerinin, ahlâkının, siyasetinin vb. oluşturduğu toplumun insanı. Bu insanın (zihniyetin) insanlığa teklifi tek cümle ile ifade edilebilir: Ne kadar tüketiyorsan o kadar mutlusun. Ötesi yok. Öte dünya yok. Hesap günü falan yok. Gün bu gün, saat bu saat. Bu insan güce hayrandır, güç (iktidar) peşindedir. Felsefesi, bilimi, sanatı her eylemi bu hedefe ulaşmak içindir. Güçle gelen konfordur. Daha iyi bir hayat, daha çok haz, daha fazla hız. Nefsin emrinde bir hayat tarzı. Nefis ise kolay tatmin olmuyor, belki de hiç tatmin olmuyor.
Tüketimin ham maddesi dünyadır. Bu insan dünyayı bitmek bilmez bir iştiha ile sömürüyor. Toprağı, suyu, havayı, ormanları, hayvanları, denizleri yok ediyor. Dünyanın önemli iklimbilimcilerinden James Hansen atmosferdeki karbon akışını tersine çevirmek için en çok on yılımız kaldığını söylemiş. Büyüme küreseldir; kirlenme de küresel. Kalkınma ve ilerleme, küreseldir. Çaresizlik de küresel. Küresel meselelerle ancak “küresel mücadele” yapılabilir. Ama nerde? O çare bildiğimiz BM'nin hiçbir işe yaramadığını gördük.
Her neyse uzatmayalım insan eli ile oluşan kıyamet adım adım yaklaşıyor. Bizler bu tablo önünde Irak'ta, Filistin'de, Lübnan'da, Afganistan'da olup-bitenleri seyrediyoruz.
Dünyada “gün tayin etme” modası var. “İklim değişikliklerine karşı küresel eylem günü” bile varmış.
Böyle günlerde bir kısım duyarlı insanlar ellerinde pankartlar ile yürüyor, konuşmalar yapıyor. Ben de diyorum ki; Bu konuşmalardan biri meselâ “Petrol savaşları”na karşı değil; bizatihi “petrol kullanmaya” karşı olsun. Petrol ürünlerine, havayı kirleten sanayiye, üretim artışına, kalkınma ve ilerleme efsanelerine karşı olsun. O zaman denecektir ki; işsizlik artar, fabrikalar durur, dünyanın dengesi bozulur, kaos olur. Doğrudur olur. Ama şu da olur. İnsanlar 24 gömlek giyeceklerine dört gömlekle yetinirler. Daha küçük evlerde otururlar. Otomobil kullanmazlar, daha az yerler, aza kanaat ederler. Tüketim ekonomisi yerine dünyaya kanaat ekonomisi hakim olur.
Bu bir fikirdir. Bir ideal. Olmayacak dua. Ama siz yine de amin deyin. Fikirsiz ve alternatifsiz kalmış dünyaya bir tekliftir. Üstelik yeni de değildir. Eskiden yaşanmış, sonra unutulmuş bir gelenektir. Peki güç sahipleri buna izin verir mi? Günümüz insanı (güçlüler) sahip olduğu konforu terk eder mi? Çoğu elde etmeye şartlanmış kişiler, bunun için savaşanlar, azla yetinmek için savaşı bırakıp tezlerini terk eder mi: terk etmez. Ama tabiat onları yola getirir. Bakınız Türkiye'de göller birer birer kuruyor, nehirlerimizde balık ölümleri oluyor, toprak süratle kirleniyor, yirmi otuz sene sonra su da bulunmayacak. Ee, o zaman ne olacak? Yoksullaşacağız, azla yetinmeye mecbur kalacağız.
Günümüz insanı “yoksulluk” konusunda da komik teklifler sunuyor. Meselâ Birleşmiş Milletler Bin Yıl Komitesi insanları mutlak yoksullukla mücadele için ayağa kalkmaya davet ediyor. Yanlış anlamayın bu bir miting, yürüyüş, teşkilat kurmak vb. değil. Sadece o gün, o saatte oturduğunuz yerde ayağa kalkıp bir dakikalık anma duruşunda bulunacaksınız.
Yürüyüşler, oturup-kalkmalar-filan. Bunlarla akan su geri çevrilmez. Muhalif olanlar gerçekten bu medeniyetin, bu bilimin, bu felsefenin, bu hayat tarzının redcileri olmalılar.
Modern teknolojiyi toptan reddetmeliler. Bunu doğuran felsefe-bilimi reddetmeliler. Bunu yürüten hukuku reddetmeliler. Konforu, tüketimi lanetleyip tek bir buğday tanesini bile hesap etmeliler. İsrafı, çılgınlığı, eğlence sanayiini finanse eden kaynakların tamamını dünyanın yoksul ülkelerine göndermeliler. R. Graudy de benzer biçimde haykırıyor:
-İçinde Allah'ın bulunmadığı ekonominizin vahşi usul ve uygulamalarını artık istemiyoruz.
-İçinde Allah'ın bulunmadığı siyasetlerinizi, milliyetçiliklerinizi, bloklarınızı, terör dengelerinizi de artık istemiyoruz.
- İçinde Allah'ın bulunmadığı menşeimiz ve gayelerimizle ilgili sorulara cevap vermekten aciz, salt kudrete sahip olmaktan başka ihtirası olmayan, bilimin zıttı bilimciliğinizi de artık istemiyoruz.” (Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum. Çev: Cemal Aydın, Türk Edebiyatı Vakfı Yay., Nisan 2005).
Dünya o zaman gerçekten değişir. Dünya: yani toprak, hava, su, ağaç, deniz, kuş, bulut, yağmur ve arkadaşları. Bu dünya hepimize yeter, hepimizi besler. Yeter ki şu söze kulak verelim: Yılan bile toprağı kanaatla yalar. (M.KUTLU)
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Ayıların uykusu kaçmışken...
İKLİM değişikliği yüzünden "Ayıların uykusu kaçtı" diyorlar.
Bilim adamları, ayıların bu sene "kış uykusuna" yatmadıklarını kanıtlarıyla tüm dünyaya duyurdular.
Uykusu kaçmış bir ayıyı, doğrusu gözümün önüne getiremiyorum.
"Ayıların kış uykusu" dedikleri, ortalama dört ay kadar.
Belki erkek ayı, eşine "Uykum kaçtı, iki haftadır yatağın içinde oturuyorum" diyordur, bilemeyiz.
Her neyse, bu sene ayıların uykusu yok.
Bu yazıyı yazdığım 20 Ocak günü, camdan dışarı bakıyorum, bir bahar sabahı gibi.
Ne kar var, ne yağmur.
Dünyanın ısınma sürecine ve yerkürenin kuruma eğilimine bakılırsa, en çarpıcı uyarı bu.
Dünyanın dört bir yanından ısınmaya bağlı felaket haberleri geliyor, ayıların "uykularının kaçması" sadece bir tanesi.
*
Ama insanoğlunun uykusu ayı kadar kaçmıyor.
Ayı’nın uykusu kaçıyor, homurdanıp yatağına oturuyor...
Dünyayı yöneten devlet adamlarının da uykusu kaçmış değil.
Diyelim ki; ABD sanayisini korumak için küresel ısınmayı önleyen anlaşmaları imzalamayan Başkan Bush’un uykusunun kaçtığı haberleri duyulmuyor.
Uykusu kaçan ayı...
Bush rahat uyuyor, ayı uyuyamıyor.
Dünyayı kirleten sanayiciler, işadamları da mışıl mışıl uyuyorlardır, eminiz.
Ancak ayının gözüne uyku girmiyor.
Ayı’nın ölçüm aletleri, meteoroloji aygıtları, bilimsel araştırmaları da yok.
Ama o dünyanın yanmakta olduğunu görüyor.
Uykusu kaçıyor, kalkıp oturuyor.
Türkiye’nin tarımdan, sudan, çevreden, çevre kirliliğinden sorumlu yetkilileri... Ya da doğayı çalıp yok edenlere, çevreyi kirletenlere "olur" raporu veren bilim adamlarının da uykusu kaçmış değil.
Uykusu kaçan sadece ayı...
Peki, bu dünyadan ayılar mı sorumlu?..
Hangi
kuşun, hangi sincabın, hangi balığın, hangi ayının günahı var bu
tükenişten? Yeryüzünü kirleten ve toprağını-havasını zehirleyen tek
yaratıktır insanoğlu.
Ama onun uykusu kaçmıyor.
Ayının uykusu kaçıyor... (Bekir Coşkun)
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Her şey yerli yerinde
Bugünlerde bana kıyametten bahsedenler çoğaldı. Dün gece yemekte
arkadaşımın eşi birdenbire sordu. "Küresel ısınma gerçekten var mı? Ne
oluyor?
Yüzünde mutsuz ve endişeli bir ifade vardı. "Gerçekten dünyanın sonunu mu göreceğiz? Beni çok korkutuyor."
Kocası, "İki haftadır ağlıyor" dedi daha sonra.
Dünyanın sonunu görmek için dünyaya gelmiş olduğumuzu düşünmek gerçekten çok garip. Bu ayrıcalığa neden layık olmuş olabiliriz?
Mistik arkadaşım Nuriye Akman hiç endişelenmiyor.
"Her şey yerli yerinde hocam" diyor. Yüzünde büyük bir tebessüm. Ben
hoca değil öğrenciyim, hep öyle kalacağım demek istiyorum, ama
susuyorum.
Devam ediyor. "Her şey olması gerektiği gibi. Kıyameti görmekten güzel ne var? Ölüm ne ki? Şu odadan şu odaya geçiyorsun."
Oğlun için endişe etmiyor musun, diye sormak istiyorum, ama dilimi tutuyorum.
Bu sabah koruda yokuşu tırmandıktan sonra oturuyorum. Hava güneşli ve
ılık. Tomurcuklar patlamaya başladı. Üstümde ince bir hırka var.
Ağaçların arasından Boğaz ve Dolmabahçe Sarayı. Barbaros Bulvarı'ndan
arabalar çıkıp iniyor. Uzaktan her şey normal görünüyor. Boğaz'a
kanalizasyon borularından akan binlerce ton pislik, Karadeniz'den gelen
kimyevi zehir yüklü sular, balık tenhalığı (Bu yıl hamsiler nerede?),
ölmekte olan denizaltı hayatı olduğum yerden pırıltılı bir mavilik
olarak görünüyor.
Hayat her yerde
Uzakta olduğumuz için duymadığımız bir çığlık nasıl sessizlikten
farksızsa, öyle. Fakat çığlık ve atılmasına neden olan dehşet orada,
mavi sularda. Birden manzaram kapanıyor. Önümde bir adam belirdi. "Hiç
hoşuma gitmiyor" diyor. "Kar yağması gerekmiyor mu? Altı ay sıcak, altı
ay soğuğa ne oldu? Dört mevsim yok muydu?"
Blucin, deri ceket, gömlek. Benim gibi ilkbahar kıyafeti içinde.
Otuzlarında olmalı. Tanıyor muyum? Hayır. Konuşurken dişlerini
görüyorum. Aralıklı. Meczup mu? Güneşli havalardan beni sorumlu tutup
88 yerimden bıçaklayacak mı?
Bir şey söylemek için ağzımı açmaya başlarken devam ediyor. "Yağmur
yok, kar yok. Toprak vitamin alamıyor. Nehirler kuruyacak. Barajlarda
su kalmayacak. Çeşmelerden su akmayacak. Toprak çatlayacak. Deprem
olacak."
Gene ağzımı açmaya başlıyorum, ama o bir şey söylememe fırsat vermeden
geldiği gibi hızla gidiyor, ağaçların arasından, aşağı, Boğaz'a doğru.
"İnsanlar dünyanın sonunu da getirdi" diyor ayrılmadan. "Kıyamet
kopacak."
Oturmaya devam ediyorum.
Hayat her yerde. Kaynama derecesinin çok üstünde sıcaklıktaki sular,
kutupların buz toprakları, güneşin nüfuz edemediği okyanus dipleri
mikroorganizma kaynıyor. Zamanın sonsuzluğunda, bilinmesi mümkün
olmayan bir amacın buyruğuyla, birleşip çoğalıyor.
Gözü kör, kulağı sağır, kalbi mühürlü olan insan yok olabilir ve belki olacak. Ama, hayat bitmeyecek.
Belki de yanılıyorum. Çığlık duyulmasa bile belki havada yarattığı
titreşimleri herkes hissetmeye başladı. Belki onun için bana kıyametten
bahsedenlerin sayısı çoğaldı. Belki ümit var.
mmunir@milliyet.com.tr
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Mustafa Kutlu-Yeni Şafak Su kuruyor!
Seslerin içinde belki en güzel sestir su
sesi. Kuş sesi de var, hatta gece biz uyurken ağır ağır açan bir
yediveren gülün sesini de sayabiliriz.
Ama biz, kulakları motor gürültüsü ile iğdiş
edilmiş insanlar bu sesleri duyabilir miyiz? Sesten bir hisse kapabilir
miyiz, seni içimizde biriktirebilir miyiz? Hayır, geçip gideriz öylece.
Metroya, mesaiye, bankaya,
alış-verişe-eğlenceye; olmadı bilgisayarın başına koşarız. Biz,
asfaltların, betonların, çeliklerin, plastiklerin, sanal görüntülerin
tutsağı nesiller. Dondurulmuş yiyecek mahkûmları, poşet mağdurları,
katkı maddelerinden hastalananlar, makinesı virüs kapanlar.
Barajı yapınca treni kaçırdık.
Tren gitti bir daha dönmeyecek.
Kuruyan göller artık suyla dolmayacak ve zaten
sayıları parmakla sayılacak kadar kalmış turnalar bu göl kıyılarına
konmayacak. Yüze yakın “turna türküsü” varmış halk müziğimizde.
Radyolarda çalınıyor ama dinleyenler ömürlerinde turna görmemiş (Ne
tuhaf).
Bize hayatın sudan yaratıldığı bildirildi. Bu
yüzden biz de suyu “aziz” bildik. Suyun önünü kesmedik, “akan su
kirlenmez” dedik. Suyu kirletmek, suya necaset sıçratmak suçtur. Su
üzerinde mülkiyet iddia etmek yasaktır. Su güzeldir, temizdir, hayat
kaynağıdır. İnsanoğlu hayatını su kenarında sürdürdü. Medeniyetler su
havzalarında yeşerdi. Su otu besler, ağacı, meyveyi, tahılı besler,
hayvanı besler, toprağı insanı besler. Su dünyayı, atmosferi besler. Su
temel unsurlardan (Anasır-ı Erbaa: Hava, Toprak, Ateş, Su) biridir.
İsraf haramdır. Suyu israf daha da haramdır.
Kaide böyle konulmuş; bazı sular, pınarlar, göller kutsal sayılmış. Su
baş tacı edilmiş. Böyle gelmiş böyle gidecek (gitmeli) derken. Bir
zihniyet idareyi metazori ele geçirmiş, ne hava dinlemiş, ne su, ne
toprak. Hatta insana bile metelik vermemiş. Sen say çağdaş bir firavun.
Suyu da kirletmiş, nehirleri de; “kirlenmez canım” denilen denizleri bile.
22 Mart “Dünya Su Günü” idi. Doğal Hayatı
Koruma Derneği (WWF) yayımladığı raporda aralarında Afrika'daki Nil
Nehri ve Pakistan'daki İndüs Nehri'nin de yer aldığı dünyanın on büyük
nehrinin (kirlenme-kuruma-yok olma) tehlikesi kapsamında olduğunu
açıkladı.
Bunlara ilaveten Asya'da bulunan Yangçe, Mekong, Salween, ve ünlü Ganj nehri de aynı tehlikeye maruzdur.
Avrupa'da Tuna, Amerika'da Rio de la Plata, Rio Grande, Avustralya'da Muvray-Darling nehirlerini aynı âkıbet bekliyor.
Kendi sularımız da perişan haldedir. Ergene,
Meriç, Sakarya, Menderes, Gediz hepsi kirlendi. Bazılarının suyunu
tarımda kullanmak bile artık zararlı.
Bu nehirleri yokolma tehdidi ile karşı karşıya
getiren şey modern teknolojidir. İnsanloğlu'nun bitmeyen ihtirasıdır.
Sanayileşmenin bütün kirini, pasını, çöpünü, leşini denizlere,
nehirlere attık. Nehirlerin toprakla, bitkilerle, coğrafya ile; kendi
yurdu, yuvası kendi vadisi, deltası, kolları ile irtibatını kestik.
Önüne bir baraj kurup sesini dahi yok ettik. Açıkçası suyun genetiği
ile oynadık. Bir baraj yetmedi, bir nehir üzerine on baraj kurduk.
(Küresel ısınma bütün bunların sonucu)
Eh sudur bu.
Ne de olsa canı var.
Sonunda pes etti. Bunca işkenceye dayanamadı.
Kuruyor şimdi, ağır-ağır can çekişiyor. İnsanoğlu şaşkın, öldürdüğü
canlıyı yeniden diriltmek istiyor. (Hem de sanayisinden, elektriğinden,
konforundan vazgeçmeksizin. Hadi canım sen de). Maymunu terbiye edersin
belki ama, bir nehri asla. Suya gem vurmak ile övünen insan yanıldığını
çok geç ve çok fena anladı. Şimdi pirincin taşını ayıklayamıyor.
Kemal Derviş “Dünya Su Günü” münasebeti ile
şunları söylemiş: “ABD ve Avrupa'nın bir aylık maden suyu parası ile
temiz suya erişim sorunları yarı yarıya azalır.”
Bu ve benzeri teklifleri, formülleri çok
duyarız. Ama inanın günümüzün insanı koltuğundan kalkmaz. Meğer ki
elektrikler kesilmeye görsün. İşte o zaman basar yaygarayı. Şimdi
“dönülmez akşamın ufkundayız”. Elektrikler kesilecek, güzel günler
bitecek.
İnsanoğlu (gaflet içinde) ektiğini biçecek.
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Tarımda aşırı gübre ve ilaç kullanımı insanların sinir sistemini olumsuz etkiliyor!
Sinir sistemimiz bozuk
İnsanların sinir sistemini bozarak “insanlık dışı” davranışlara iten
sebeplerin arasına, tarımda kullanılan ilaç ve gübreler de eklendi. Aşırı doz mahvediyor
Tarımda
gübre ve ilaç sanayinde yaşanan gelişmeler insan yaşamında büyük
kolaylıklar sağlarken beraberinde birçok sağlık sorununu getiriyor.
Tarımda aşırı gübre ve ilaç kullanımının insanda sinir sistemini
bozarak felce neden olduğu gibi Türkiye’nin yaş sebze ve meyve
ihracatını engellediği belirtilerek, bu olumsuzlukların yaşanmaması
için çiftçinin dozunda gübre ve ilaç kullanımına yönelmesinin zorunlu
olduğu kaydedildi. Samsun’daki panele katılan uzmanların yaptığı
açıklamalar cinnet seviyesine gelen günümüz insanının neden bu duruma
düştüğünü de izah ediyor.
Suni ilaçlar zararlı
Samsun’da
düzenlenen tarım konulu panelde Türkiye’de tarım ilaçlarının ve
gübrelemenin dozunun iyi ayarlanamadığına işaret edilerek, insan
sağlığının korunması için çiftçilerin daha bilinçli ilaçlama yapması
gerektiğinin altı çizildi. Panelde konuşan Prof. Dr. Sebahat Özman
Sullivan, “Biz ilaç ve gübrelerin biyolojik kökenli olmasını arzu
ediyoruz. Ancak çiftçimiz kimyasal ilaçları da kullanmak durumunda
kalıyor. En azından böceklere, kırmızı örümceklere, yabancı otlara ve
istemediğimiz zararlılara karşı kullandığımız kimyasal ilaçların dozunu
iyi ayarlamalıyız. Çünkü bu ilaçlar sinir sistemimizi bozuyor”
ifadelerini kullandı.
SAMSUN
Tarımda aşırı gübre ve ilaç
kullanımının insanda sinir sistemini bozarak felce neden olduğu gibi
Türkiye’nin yaş sebze ve meyve ihracatını engellediği belirtilerek, bu
olumsuzlukların yaşanmaması için çiftçinin dozunda gübre ve ilaç
kullanımına yönelmesinin zorunlu olduğu kaydedildi.
Küresel Çevre
Fonu (GEF)/Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından
desteklenen Karadeniz Ekosistemini İyileştirme Projesi (BSERP)
kapsamında hazırlanan “Bilinçli Üretim ve Tüketim ile Bilinçli Doğa
Koruma” programının yürütücüsü Samsun Doğa ve Yaban Hayatı Koruma
Derneği, Kızılırmak Deltası’ndaki 7 köy ve bir beldede yaptığı
çalışmaları düzenlediği panelle noktaladı. Samsun Büyükşehir Belediyesi
Değişim Sahnesi’nde düzenlenen “Tarımsal Kirlilik ve Sonuçları” konulu
panelde, bilinçsiz olarak aşırı gübre ve ilaç kullanımının insan
sağlığı ve doğaya etkileri anlatıldı.
Panelin açış konuşmasını
yapan Samsun Tarım İl Müdür Yardımcısı Kadir İspirli, Avrupa Birliği
(AB), Türkiye ve diğer ülkelerde insanların artık ne yediğini ve
içtiğini bilmek istediğine dikkat çekerek, “Çiftçimiz iyi tarım
uygulamalarına alışacak, alışmak zorunda. Çünkü nihai tüketici, üretim
sertifikasyonu arıyor. Perakendeciler tüketicinin tepkisini çekmemek
için sağlıklı yetiştirildiğini bildiği ürünleri satışa sunuyor. Aksi
halde müthiş cezalarla karşılaşıyor. Çiftçimiz danışarak, sertifikalı
üretim yapma noktasına gelmiştir. Zira sertifikasız üretim ihraç
edilemiyor. İç piyasada da ürünü değer bulmuyor. Suyu kirleten, toprağı
kullanılamaz hale getiren, doğal dengeyi bozan ve insan sağlığını
etkileyen gübre ve ilaçları toprağın ve ürünün ihtiyaç duyduğu kadar
kullanmalıyız” dedi. Doğal dengenin bozulmaması için 15 bin
üreticinin bulunduğu 56 bin hektarlık alana sahip Kızılırmak
Deltası’ndaki (Bafra Ovası) 7 köy ve bir beldede bilinçlendirme
çalışmaları yaptıklarını ve bu çalışmaların bütün çiftçilere yönelik
olarak sürdürülmesi gerektiğini ifade eden panel yöneticisi Samsun Doğa
ve Yaban Hayatı Koruma Derneği Başkanı Özden Sağlam ise, “Kimyasal atık
ve kalıntı miktarını azaltmalıyız” uyarısında bulundu.
İnsanlar ne yediğini bilmek istemiyor
Panelde
Samsun Tarım İl Müdürlüğü Ziraat Mühendisi Mustafa Rasi Uysal “Bilinçli
Üretim ve Tüketim ile Bilinçli Doğa Koruma”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi
(OMÜ) Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sebahat Özman Sullıvan
“Kimyasal İlaçların Doğaya Etkisi”, Samsun Tarım İl Müdürlüğü Çevre
Yüksek Mühendisi Fatma Zehra Sırımsı “Tarımsal Kirlilik ve Su”, S.S.
Ulupınar Çevre Koruma, Geliştirme ve İşletme Kooperatif Başkanı Bayram
Kütle “Çıralı’da Doğaya Dönüş”, Control Union Temsilcisi Hüsamettin
Işıklı ve Cena Tarım İşletme Sorumlusu Erkan Metin ise “Doğa Dostu
Tarımsal Ürünlerin Sertifikalandırılması Pazarlanması ve Karşılaşılan
Sorunlar ve Beklentiler” konulu sunumlarını yaptı.
Prof. Dr. Sebahat
Özman Sullıvan, daha fazla verim için kimyasal ilaç ve gübrelerin ister
istemez kullanılacağına dikkat çekerek, “Biz, ilaç ve gübrelerin
biyolojik kökenli olmasını arzu ediyoruz. Ancak çiftçimiz kimyasal
ilaçları da kullanmak durumunda kalıyor. En azından böceklere, kırmızı
örümceklere, mantarlara, yabancı otlara velhasıl istemediğimiz
zararlılara karşı kullandığımız kimyasal ilaçların dozunu iyi
ayarlamalıyız. Çünkü bazı ilaçlar dozunda kullanılmadığında ve nihayet
bünyeye alındığında insanlar ve hayvanlarda titreme ve felç
görülebiliyor. Sinir sistemi etkileniyor” uyarısında bulundu.
Ziraat
mühendisi Mustafa Rasi Uysal da, Türkiye’nin 43 milyon ton yaş meyve ve
sebze üretiminin yalnızca yüzde 3-5’ini ihraç edebilmesinin zararlarına
değindi. Uysal, tarımsal dış ticaretin önündeki en büyük engelin gıda
güvenliği ve izlenebilirlik sorunu olduğunu açıkladı. Sınır tanımız
ilaç ve gübre kullanımının değişik uygulamaları beraberinde getirdiğini
kaydeden Uysal, “Çiftçimiz artık istediği gibi üretim yapamaz. İyi
tarım uygulamalarına geçmek zorunda. Çünkü dünyada alınan karar ve
uygulamalar rastgele üretimi engelliyor. Üretse de satamıyor, ürünü
elinde kalıyor. Artık dünya insanlığı ne yediğini bilmek istiyor.
Sertifikalı ürünleri tercih ediyor. Çiftçilerimiz yaptığı işi öğrenmek
ve bilinçli yapmak zorunda” şeklinde konuştu. (iha)
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Mustafa Kutlu (Yeni Şafak)
Arılar ölürken
Kimileri için ucunu Einstein'e kadar
uzatarak mevcut "kıyamet senaryoları"na bir yenisini eklendi. Güya
Einstein diyesiymiş ki: "Balarıları toplu şekilde ölmeye başlayınca
kıyameti bekleyin." Kıyamet korkusu insanoğlunda kökleşmiş bir duygu.
Bu hususta her tür kehanete, senaryoya kulak kabartıyor. Hele
Amerika'da bu yıl gerçekten balarısı nüfusunun dörtte biri kısa sürede
ölünce (Bu ölümler esrarını hâlâ koruyor; bizde de görüldü) insanoğlunu
sıkıntı bastı.
Kıyamet senaryolarını ve kehanetleri bir yana bırakırsak arı ölümlerinin yol açacağı olumsuzluğa daha serinkanlı bakabiliriz.
ABD Tarım Bakanlığı yetkilileri insan için
gerekli besinlerin yaklaşık üçte birinin böcekler aracılığı ile
döllenen bitkilerden geldiğini, bu şekilde yapılan döllenmenin yüzde
sekseninin de balarıları vasıtasıyla gerçekleştiğini belirtiyor.
Bakanlığın arıcılık ve döllenme programı (Vay
be! Böyle bir program da var yani) yöneticisi Kevin Hackett,
balarılarının ölmesini önleyemezsek nüfusun "su ve ekmeğe" kalacağını
söylemiş.
Uzmanlar başta elma, ceviz, soya fasulyesi,
brokoli, kereviz, kabak, hıyar olmak üzere doksandan fazla sebze ve
meyve türünün üremek için böceklerin aracılığına muhtaç olduğunu
kaydediyor. Bu böcekler içinde balarısı başta geliyor. Bir tek arı, bir
gram bal için kilometrelerce uçuyor, binlerce çiçeğe konuyor. Zaten bu
arıların, karıncaların ve bilumum böceklerin nasıl bir düzen içinde
kendi hayatlarını sürdürdükleri; buna bağlı olarak etraflarını kuşatan
ekosistemi nasıl ayakta tuttukları başlı başına bir mucize.
Arılar ölüyor ve bu ölümlerin karnı tok, sırtı pek insanları nasıl bir korkuya sürüklediği anlaşılıyor.
Peki karnı tok, sırtı pek olmayan insanlara ne diyeceğiz?
Onların toplu ölümlerini nasıl karşılayacağız?
Afrika'da ve dünyanın başka mahrumiyet bölgelerinde açlıktan,
susuzluktan kırılan binlerce çocuğa, binlerce gence-ihtiyara ne
diyeceğiz?
Dünyayı ve insanlığı çok çok düşünen, insan
sevgisi ile dolu, medenî, zengin, tuzu kuru olan adamlar aslını
ararsanız bunu hiç de dert etmiyor.
Ama "dert etmemek" racona ters. İmaj bozan bir
tutum. Bu sebeple "açlara yardım" için ara sıra dünya çapındaki
şöhretlerini, şarkıcılarını, sinema oyuncularını sahneye çıkarıyor;
konserler düzenliyor, yardım paketleri dağıtıyorlar.
Yine de bu pembe tablonun gerisinde o
bölgelerin doğal kaynaklarını sömürmek için alttan alta acımasız bir
savaşı sürdürüyorlar. Aşiretleri, kabileleri birbirine düşürüyor; sonu
gelmez ayrılıklar-çatışmalar-katliamlar yaratıyor, iktidar kuruyor,
iktidar yıkıyorlar, iki de bir ihtilal çıkartıyorlar.
Gücün hakimiyeti vebanın kara eli gibi kara kıtanın üzerinde dolaşıp duruyor.
Sadece kara kıta mı?
İşte Ortadoğu.
Afganistan'dan Fas'a, Sahra Çölü'ne kadar
uzanan yaralar. Kan gölüne dönen beldeler. Düşünün Bağdat'ta hemen
hergün yüze yakın insanın, çoluk-çocuğun ölmesine alıştık sanki. (Böyle
bir alışkanlıktan daha korkunç ne olabilir).
Bunların ölümü arıların ölümü kadar dikkat çekmiyor.
Bu ne kadar intihar komandosu, bu ne kadar bomba.
İnsanın ölüme, bu tür ölüme alışması, kayıtsız
kalması, çaresiz kalması ne demek? Yani bu bir savaş mı? Bu bir takım
değerler uğruna verilen mücadele mi? Bu Ortadoğu'ya demokrasiyi
getirmenin tek yolu mu? Nasıl olacak bu "demokrasi"? Gerçekten inanıyor
musunuz?
Arılar ölürken ben Bağdat'ta bir hasta çocuk
ile annesini düşünüyorum. Kadın her tehlikeyi göze alarak belki bulurum
bir ilaç diye kendini sokağa atıyor.
İlaç bulabilecek mi?
Eve dönebilecek mi?
Çocuğu iyileşecek mi?
Arıların tamamı ölmeden bu çatışma bitse diyorum. Anne ilacını bulsa, evine dönebilse.
Orada bir kıyamet yaşanıyor.
Demek ki Bağdat'ın bütün balarıları çoktan ölmüş.
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Metin Münir-Milliyet
Zararsız
Cahillik bir örtüdür. Ama ince bir örtü. Onu kaldırmak kolaydır. Biraz merak, biraz ter, biraz gayret, biraz sevgi yeter.
Bu dersi bana bahçe verdi.
Burasını satın aldığımda doğayı çok seviyordum, ama bahçe işinden hiç anlamıyordum.
Bir ağacın altına veya çok yakınına başka bir ağaç dikilmeyeceğini
bilmiyordum mesela. Ağaç her tarafından güneş görmek ve köklerini
engelle karşılaşmadan yaymak ister. Onun için çevresi boş olmalıdır.
Bu çam ağacını alalım. Onu selvilere bu kadar yakın ekmemeliydim. Ama
ektim. Çam, selvilere bakan ve güneş almayan veya az alan kısmında dal
çıkarmadı. Orasının gölgelik olduğunu hissetti, selvilerden mümkün
olduğu kadar uzaklaşmak için ters yöne eğildi. Dik değil. Aynı gün boş
alanlara diktiğim çamlar büyüdü, o güdük kaldı.
Nazik olduğu için yanından geçerken "Cahil, hayatımı mahvettin!" demiyor, ama içinden geçiriyordur.
Salyangoz, bira sever
Okuyarak, bahçe işinden anlayanlarla konuşarak yavaş yavaş cehaletimin örtüsünü araladım.
Her ağacın diğerinden uzaklığını tayin eden, olgunlaştığında
kaplayacağı alandır. Fidanlar, cinslerine göre, en çok güneş ve yağmur
alacak aralıklarla dikilmelidir. Zeytin, mesela, toprağın cinsine göre
5-7 metre aralıklarla dikilir.
Bahçemde çok salyangoz vardı. Salyangozlardan zehir kullanmadan
kurtulmanın çaresi bulundukları yerlere kâğıt bardak gömüp içine bira
doldurmaktır. Bulundukları yeri arkalarında bıraktıkları gümüşi
izlerden anlayabilirsiniz. Salyangozlar birayı çok sever. İçeyim diye
içine düşerler ve boğulurlar.
Ama, bahçemde salyangozlar o kadar çoğaldılar ki, böcek ilacından
nefret etmeme rağmen tarım ilaçları satan bir dükkândan salyangoz zehri
aldım ve kibrit ucu büyüklüğündeki pembe zehirleri salyangoz sahalarına
serptim.
Ta ki bahçemde yabani yaratıkları için yaptığım küçük barınakta kış uykusu uyuyan kirpiyi keşfedinceye kadar.
Kirpi, salyangoz sever
Uyandığında kirpiye nasıl davranacağımı, ona ne yedirebileceğimi
öğrenmek için internete girdim. Kirpilerin salyangoza bayıldığını
öğrendim. Belki kirpi, bol salyangoz olduğu için bahçeme gelmişti.
Belki bir sürü kirpiyi de zehirli salyangoz yedirerek öldürmüştüm,
cahilliğimle.
Zehri sarıp çöpe attım
Bahçede her zaman doğum ve ölüm vardır. Dallar kurur, ağaçlar ölür.
Genellikle bahçıvanlar bunları kesip yakar. Oysa en iyi yöntem kuruyan
dalları kesip bir yerde istiflemek, ağacı yerinde bırakmaktır. Bunlar
böcekler, kurtlar, karıncalar ve diğer küçük yaratıklar için çok iyi
birer barınaktır. Varlıkları bahçeyi zenginleştirir. Onları yemek için
daha çok kuş gelir, örneğin.
Cahilliğimin üzerindeki örtü kalktıkça doğaya verdiğim zarar azaldı.
Sanıyorum bu kural sadece doğaya has değildir. İnsanın cahilliği
azaldıkça... Cahilliği burada bilinmesi mümkün olan bir şeyi bilmemek
anlamında kullanıyorum... Başka insanlara ve dünyaya verdiği zarar da
azalır.
En önce kendine verdiği zarardan başlayarak
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
barış Uzman Uye
Katılma Tarihi: 13 eylul 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 339
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Ve Allah suyumuzu kesti...
"NE yapıyorlar bunlar?" dedi yaratan.
Ona kadastro raporlarını götürdüler:
- Tam 72 gölü kurutup kimisini tarla olarak köylülere dağıtmışlardı seçim zamanı... Kimisinin içine kooperatif evleri yaptılar, kimisinin içine havaalanı...
- İçmesuyu havzasındaki korulukları, ağaçları kesip oraya Formula-1 pisti kurdular.
- İstanbul’un su tutan ormanlarından en görkemli ikisinin ortasını açıp sülünleri ve karacaları kovalayıp Koç ile Sabancı üniversitelerine verdiler.
- Kalan ormanlık alanları kum ve kömür ocaklarına tahsis ettiler, ya da binbir türlü hile, rüşvet, ahlaksızlıkla, skandallarını gazetelerden okuduğunuz "bilmem ne kent"lere peşkeş çektiler.
- Marmara’nın en güzel ve yeşil yarımadalarından birisini Ford’a "otomobil fabrikası" olarak hibe ettiler.
- Büyük kentlerdeki tüm su toplama havzalarına gecekondular yapıldı. Sonra her seçim öncesi onlara tapular dağıtıldı.
- Akdeniz’in kıyı şeridindeki ormanları yok ederek, beş yüz yıllık çamları keserek zenginlere "golf sahası" yaptılar, yapıyorlar.
- Tam 120 kilometre kanal döşeyerek, başta Konya olmak üzere çevre kentlerinin sanayi ve kanalizasyon sularını, insanoğlunun yapabileceği en büyük aptallıkla Tuzgölü’ne akıttılar.
- Bu ülkenin bütün nehirleri ve ırmakları, kıyısındaki fabrikaların kullandıkları boya renginde akar.
- DSİ denilen bir devlet kurumu, doğal su rezervi sayılan ne kadar sulak alan varsa kuruttu.
*
Saymakla bitecek gibi değil...
Bu kadar aptallıktan, ahmaklıktan, doğaya ihanetten, görgüsüzlükten, kıyımdan sonra "Su yok" diyorlar.
Ne bilim adamlarını dinlediler, ne "yapmayın-etmeyin" diye çırpınan çevrecilerin uyarılarını...
Türkiye gibi yeryüzünün en zengin su rezervi susuz kaldı.
Çünkü; bu kadar yaygın ve acımasızca ihanete hiçbir yapı dayanamazdı, dayanamadı...
Sonunda kadastro raporlarına baktı, baktı...
Ve Allah suyumuzu kesti (Bekir Coşkun)
|
Yukarı dön |
|
|
|
|