Gönderen: 05 ekim 2008 Saat 00:07 | Kayıtlı IP
|
|
|
Arkadaş Peygamber Kur’an’da peygamber isimlerinin “İbrahim”, “Musa”, “Nuh” “Muhammed” şeklinde “mahalleden arkadaşıymış gibi” alabildiğine tek ve yalın kullanılması öteden beri çok dikkatimi çekmiştir. Bu konuda nicedir bir şey yazmak istiyordum…
Acaba bu tür isimler Kur’an’da neden yalın geçiyor?
Ben bunun bilinçli bir kullanım ve mesaj olduğunu düşünmekteyim.
Oysa dini kültürümüzde bunun tam tersi bir durum var. “Mazhar-i mevcudât, seyyid-i kâinât, server-i fahr-i âlem” vb. bir dizi ünvan ve lakaplar sıralanmadan ve özellikle de “sallallahu aleyhi ve sellem” (s.a.v) demeden peygamber ismini anmak saygısızlık sayılıyor.
Halbuki bu türden abartılı ifadeler Bizans ve Sasani imparatorluk
geleneğinin modasıydı. Emevi, Abbasi ve Osmanlı imparatorluklarına da
olduğu gibi geçti. Padişahların ve sultanların adı “Halife-i rûy-i zemin, devletlû, haşmetlû, azametlû padişahımız efendimiz hazretleri…” vs. denilmeden telaffuz edilemezdi.
Keza Yahudi dini kültüründe de örneğin “Davut” diyemezsiniz; “Davut ameleh” demek zorundasınızdır. Aksi halde hakaret damgası yersiniz.
Şii kültüründe de masum imamların adı anılınca üstelik ayağa kalkarak salavât getirmek zorundasınız. Aksi halde imamlara hakaretten dava açılabilir.
Tasavvufta da velilerin ismi anılınca “kaddasellahu sırruhu” diyeceksiniz. Aksi halde çarpılabilirsiniz.
Bir arkadaşım şöyle espiri yapmıştı: Senin ismin sıradan duruyor. Şöyle dini karizma sağlayacak bir isim bulmamız lazım: Hoca Muhyiddin İbn Muammer el-İhsani el-Kayserî gibi… Aman kalsın, meraklısına ver onlardan demiştim. (Dedemin adı Hoca Muhyiddin, babamın adı Muammer)
Dikkat ederseniz büyüklüğü ve erdemi böyle cafcaflı ve tumturaklı
isim, ünvan ve imajlarda arayanlar, kendilerine doğrudan isimleriyle
hitap edilmesine bozulurlar.
Oysa Kur’an, kendi peygamberlerinin isimlerini anarken çarpıcı bir yalınlıkla “İbrahim, Musa, Süleyman, Davut, Nuh, Muhammed” vb. şeklinde anarak, işbu cafcaflı ve tumturaklı unvan ve imaj edebiyatını dümdüz ediyor!
Kur’an’da “Muhammed” ismi dört yerde geçiyor. Dördünde de onun elçi (resül) olduğu vurgulanıyor. Daha bir çok yerde haber getiren (nebi), elçi (resul), arkadaşınız (sahibikum), o (huve), onunla birlikte olanlar (meahu), sen (ente), kulunu (abdihi) diye bahsediliyor. Diğer peygamberlerden de kardeşleri (ehakum) şeklinde bahsedildiğini görüyoruz. Hepsini birden anmak gerektiği yerde de elçilere selam olsun (selâmun ale’l-mürselîn) deniyor.
Kur’an’ın hiçbir yerinde “Muhammed” ismi geçtiğinde özel
bir hitap, unvan ve lakap zikredilmediğini görüyoruz. Sadece Resulullah
(Allah’ın elçisi) şeklinde hatırlatma yapılıyor. Peygamberimizin tabiri
caizse “resmi” adı ve ünvanı kelime-i şehadette geçtiği gibi “Âllah’ın kulu ve elçisi”dir. Bu bile mesajla yüklüdür.
***
Peki dini kültürümüzde çok yaygın olan “salavât getirmek” nereden geliyor? Yani peygamberimizin ismi anıldığında “sallallahu aleyhi ve’ssellem” demek zorunda olmak…
Bunun Kur’an’da emredildiğini söylüyorlar.
Madem öyle biz de “Dur hele” diyelim ve buraya bir mim koyalım. Çünkü bunun Müslüman milletlerce üretilmiş tarihsel bir “örf” olduğunu söylemek başka, “Kur’an’da Allah böyle emrediyor” demek başkadır…
Kanımca “salavât ayeti” diye bilinen ayetin doğru çevirisi şöyledir:
“Hiç kuşkusuz Allah ve melekleri peygamberi destekliyor. Ey iman edenler! Siz de onu içtenlikle destekleyin.” (Ahzap; 33/56).
Bu ayeti şöyle anlıyorlar: Allah ve melekleri peygambere salavât getiriyor, ey iman edenler siz de salavât getirin…
Bu anlayışa göre sanki Allah melekleriyle halka oluşturmuş, tarikat
meclislerindeki “hatm-i hacegân” veya teravih namazlarındaki salavâtlar
gibi “Allahümme salli ala..” diye salavât getiriyor! Ve bizim de öyle yapmamızı istiyor, öyle mi?
Burada “salavât getirmek” veya “salâtu selâm okumak” şeklinde bir dizi seremonik (törensel, önceden belirlenmiş) ifadelerin anlaşıldığını, ayette geçen “salât” kelimesinin esaslı bir anlam kaymasına uğradığını görüyoruz.
Bakın nasıl.
***
“Salât” kelimesi insan için kullanıldığında “ateşe odun atmak”
fiilinden gelir. Bu ise bir destekleme eylemidir. Ateş sönmesin, ocak
tütsün diye ateşe odun veya kömür atarsınız, böylece ateşi desteklemiş
olursunuz. “Salât”ı kime yapıyorsanız onu destekliyor veya desteğini
istiyorsunuz demektir. Allah’a salât etmek yani dua edip namaz kılmak
onun desteğini ve yardımını talep etmek demektir. Nitekim “Allah’tan sabır ve salât ile yardım isteyin” (2/152) ayeti bunu gösterir. Keza “Kıpkızıl bir ateşe salât edilecek (atılacak)” -seyeslâ naren zate lehebin- (111/3) ayetinde de bu manadadır.
Bu kökten türeyen kelimelerde de bu mananın olduğunu görüyoruz: Ateşte yanmak, ateşe maruz kalmak (sallâ), bir şeyi yakmak için ateşte bırakmak (tasliyeh), ateşte ısınmak (ıstılâ), ateşte yanma, ateşte kalma (es-sıllî), destek isteme yeri, namaz yeri, seccade (musallî), atın yarışta kazananı desteklercesine ardınca gitmesi (tasliyete’l-feres), destek talebi, yardım isteği, dua etmek (tasliye) kelimeleri bu köktendir…
Görüldüğü gibi salavât birine destek veya birinden destek ve yardım
isteme manasında kullanılmaktadır. Zamanla Allah’ın sevdiği kullarını
desteklemesinden mülhem olarak Müslümanların İbrahim ve Muhammed gibi
peygamberleri desteklediklerini, yollarında yürüdüklerini ifade için
kullanılır olmuştur.
Kelime kökünden hareketle Allah’ın ve meleklerin nebiye salât etmesi
ve bizim de öyle yapmamızın istenmesi şu demek oluyor: Ey iman edenler!
Peygamberin tutuşturduğu iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve adalet
ateşinin sönmemesi için onu destekleyin. Destekleyin ki daha bir gür
yansın. Alev alev yükselsin. Bunun için onun getirdiği dini yaşayın ve
yaşatın. Kendi çağınıza, mekanınıza ve zamanınıza taşıyın ki onu
desteklemiş (ona salât etmiş) olasınız. Aksi halde bu ocak söner. Allah
ve melekleri bunun sönmemesini istiyor ve onu destekliyor; siz de öyle
yapın…
Kanımca ayette bizden istenen de budur.
“Muhammed” ismi her geçtiğinde “salavât getirmek” diye tabir
ettiğimiz, önceden belirlenmiş bir takım Arapça ezberleri otomatikman
tekrar edip durmakla alakası olmadığı kanaatindeyim.
Ayeti “otomatik salavât” emri olarak anlayanların çoğu bile
(Şafiî hariç) namazda teşehhüd oturuşundaki salavâtı okumanın müstahap
olduğunu, okumayanın namazını iade etmesinin gerekmeyeceğini söylerler.
Yine ayeti böyle anlayanlar arasında bile, “Muhammed” isminin geçtiği
her yerde otomatik salavâtın vacip olduğunu söyleyenler olduğu gibi,
defalarca geçse bile bir defanın yeterli olacağını, hatta ömürde bir
defanın bile yeterli olacağını söyleyenler vardır. (Kurtubi, Razi).
Fakat ben salât etmeyi böyle anlamamaktayım. Anlasaydım bile ömürde
bir defa salavât getirmenin veya yazıyla (s.a.v) yazmanın yeterli
olacağı görüşünü tercih ederdim.
Demek ki “salavât getirmek” dini bir vecibe değil; Müslümanların
ürettiği bir kültür... Hem edebiyat, hem musiki değeri var, doğru…
Söylenişi gayet güzel, doğru… Itri’nin camilerde söylenen salavât
bestesi dini müzik açısından da son derece orijinal, tamam…
Camilerde kitle halinde söylenmesi çocukluğumdan beridir çok hoşuma
gider. İran’da buna benzer salavât bestesi dinlemiştim. Onlar da kitle
halinde söylüyorlardı ve sonunda özellikle “Al-i Muhammed” vurgusu yapıyorlardı. Hatta bizdekinden güfte ve beste olarak daha etkileyiciydi ve kulağa hoş geliyordu.
Ama bunlar sonuçta üretilmiş kültür ve örftürler. Hatta Müslüman
duyarlılığın edebiyat ve musiki yaratıcılığıdır, yeniliktir. Kanımca
Mevlid de öyledir. Hatta yenileri bestelenmeli ve yapılmalıdır. Ben
bunlara karşı değilim…
Benim itirazım “otomatik salavâtın” Kur’an’ın bir emri olduğu
iddiasıdır. Hadi kimileri de öyle anlıyor diyelim -ki farklı anlayışlar
zenginliktir- ona da saygılıyım. Fakat böyle anlamayanların sanki
Kur’an’ın bir emri inkar ediliyormuş, peygambere saygısızlık ve
küstahlık yapılıyormuş gibi yaftalanmasına, hele de “salavât terörüne” varan üste çıkmalarla “O senin mahalle arkadaşın mı? Hadi çabuk salavat getir bakim, görecem!” pozlarına girilmesine dur diyorum.
Allah’ın resulünün saygınlığını koruma hassasiyetine bütün kalbimle
katılırım. Hatta bu hassasiyetin kaybolmamasını içtenlikle dilerim.
Fakat bu biraz hassasiyet değil; hassasiyet gösterisi oluyor. Böyle
yapmakla Allah’ın resulünü yakınımıza getirmiyoruz, iyi düşünürseniz
uzaklaştırıyoruz…
Demek ki toplumun yaygın, makul ve genel kıyafetinden ayrıca ve özel
bir din adamı kıyafeti olamayacağı gibi, ayrıca ve özel bir din adamı
dili de olamaz. Çünkü din dili diye bir meslek dili yoktur. Çünkü din
bir meslek değildir. Bu nedenle de din dilinin yaşayan dille
bütünleşmesi; araziye çıkması, sokağa inmesi, saray ve molla dili
olmaktan kurtulması, eski çağlar söylemi olmaktan çıkması, ağdalı
ifadelerden arınması, alabildiğine sadeleşmesi, ulaşılamaz ve
yakınımıza gelemez halden kurtulması gerekmektedir.
***
Yukarıdaki ayette geçen salât etmekten ayrı olarak “selâm”
etmek, söz konusu desteği (salâtı) içtenlikle yapmak veya Türkçe’de
kullandığımız o bildiğimiz selam etmektir. Örneğin sevdiğimiz ve
saydığımız birinden bahsederken cümle arasında “Ki kendisini burada
saygıyla anıyorum ve selamlarımı gönderiyorum.” vs. deriz. Ve bunu
otomatik olarak her defasında yapmayız, yeri gelir söyleriz.
Söylenmediği zamanda kimse “Niye söylemiyor saygısıza bak” demez.
Peygamberin ismi geçtiğinde de olması gereken budur. Kur’an’daki
kullanım da böyledir, yeri gelir peygamberine selam gönderir. Fakat bu
otomatiğe bağlanmış değildir. Doğal olan bu değil mi?
Bahis konusu ayet hicri altıncı yılda nazil olan Ahzap suresinde
geçer. Ahzap suresi bu açıdan ilginçtir. Peygamberin evlatlığı, eşleri,
ehl-i beytinin kim olduğu, onlara nasıl bakılması gerektiği konuları
işlenir. Bu cümleden olarak söz peygambere getirilir ve “Allah ve melekleri onu destekliyor, siz de destekleyin” yani onun yanında olun, onunla beraber hareket edin, şanını şerefini koruyun, evlatlığı, eşleri vs. ile ilişkileri hakkında
kötü şeyler aklınıza gelmesin, o üzerinize titreyen, çok müşfik, sevgi
ve merhametle dopdolu can yoldaşınız, arkadaşınız denmek istenir…
Peki, peygamberimizin arkadaşları (sahabeler) ona nasıl “salât” etmişlerdir? Yani onu nasıl desteklemişlerdir?
İsmi anıldığında salavât çekerek mi?
Yoksa onu malıyla ve canıyla destekleyerek, onun yanında yer alarak,
getirdiklerini uygulayarak, savaş meydanlarında omuz omuza savaşarak,
vuruşarak mı?
Peygambere “salât” etmenin ne demek olduğunu, en iyi, savaş
meydanında etrafında etten duvar örerek koruyan genç sahabeler veya
süikast yapılacağını bile bile yatağına yatan “Ali” veya Taif’den taşlanarak kovulduğu sırada önüne atlayarak taşlar ona değmesin diye kafası gözü yarılan “Zeyd” açıklar.
Çünkü onlar peygamberle birlikte vuruşanlardır. Hepsi yan yana, omuz omuza ona “arkadaş” (sahebe) olmuşlardır. Yani onlar sırtlarını peygambere, peygamber de onlara dayamıştır. Aralarında sarsılmaz bir güven, dostluk ve kardeşlik oluşmuştur.
Kur’an bu durumu şöyle açıklar: Sevgi ve merhamet yumağı haline gelenler (ve tavasav bi’r-rahme). Bu tabir bir de asr suresinde “hakk” ve “sabr” eklenerek kullanılır: Hak ve adalet için omuz omuza verenler (ve tavasav bi’l-hakk), dertleri ve acıları paylaşanlar (ve tavasav bi’s-sabr)…
Bütün bunlarda ortak olan arka çıkmak, omuz vermek, elbirlik olmak yani desteklemek, yanında yer almaktır
Ayette Cenab-ı Hakk’ın bizden istediği budur. Çünkü kendisi de
melekleriyle birlikte peygamberine öyle yapmaktadır. Yoksa Allah
melekleriyle birlikte oturmuş da bizim yaptığımız gibi salavât çekiyor
değildir.
***
Peki, Peygamber öleli on dört asır olduğuna göre ona “salât etmek” bugün ne anlama geliyor?
Mabetleri Itri’nin salât-ı münciyesi ile çınlatmak mı? Ki o
mabetlerin arka sokaklarında kızlar diri diri gömülür, insanlar
birbirini aldatır, yalan, dolan, haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk,
yoksulluk, açlık, zina, fuhuş uyyuka çıkar.
Ezan-ı Muhammedi’nin susmaması ve böylece “Muhammed” isminin
semalarda inlemesi mi? Ki o semaların altında insanlar da zulümden
inler.
Bu durumda Muhammed’e salat etmek yani destek vermek ne demektir?
Şu demektir: Yalanı, dolanı, haksızlığı, hırsızlığı, yolsuzluğu,
yoksulluğu, açlığı, baskıyı, zorbalığı velhasıl bütün bir zulmü ortadan
kaldırmak için meydana atılmak, gerçek ve adalet (hakk) uğruna
savaşmak, vuruşmak… Bu uğurda gelen belalara göğüs germek, direnmek,
dertleri ve acıları paylaşmak (sabr)… sevgi ve merhamet (rahmet) yumağı haline gelmek… Bunları yapanlara arka çıkmak, onlara arkadaş ve yoldaş olmak, elele vermek, omuz omuza mücadele etmek…
Allah, melekleriyle tıpkı peygambere yaptığı “salât” gibi, bunları
yapanlara da “salât” edeceğini; destekleyeceğini, yardım edeceğini ve
yanlarında olacağını söylüyor. Hakkı, sabrı ve rahmeti tavsiyeleşmek
de, bunu yapanlara Allah’ın melekleriyle birlikte “salât” etmesi de bu
olmak icap eder.
Aksi halde, biliniz ki, “Kim bana şu kadar salavât getirirse bu kadar günahı affolur” türünden hadislerin aslı yoktur, uydurmadır. Günahları affettirmenin yolu yaptığı kötülükten dünyadayken dönüş yapmak (tövbe),
helallik dilemek ve onu bir daha yapmamaktır. Bunu yapmadıkça insanlara
haksızlık yapanlara ve yeryüzünde zorbalık yapanlara (Şura; 42)
isterseler yüz bin salavât çeksinler af yolu kapalıdır. Dikkat edin!
Sadece Müslümanlara değil; “insanlara” zulmedenlere ve sadece Ortadoğu’da değil; “yeryüzünde” zorbalık yapanlara…
***
Ali Şeriati’yi ilk okuduğumuz yıllarda peygamber ve sahabe
isimlerinden (Kur’an’ın uslübuna paralel) Muhammed, Musa, İbrahim, Ali,
Ömer, Ebubekir, Zeyd vs. diyerek konuşmasını çok yadırgar ve öğrenci evlerinde “Mahalleden arkadaşı gibi konuşuyor, bu adam Müslüman mı?”
tartışması yapardık. Onun sade, yaşayan, çağa dönük dinamik dili, bizim
zihinlerimizi sarmış ağdalı tapınak ve vaiz diline çok yabancı gelirdi.
Sonradan anladım ki asıl onun yaptığı doğru. Kur’an’ın bu hususta
vermek istediği mesajı bütün riskleri göze alarak asıl o sürdürüyor.
Dini kitaplara bakın başta peygamber isimleri olmak üzere “mübarek” şahısların ismi, hazretleri (Hz.), sallallahu aleyhi ve’ssellem (s.a.v), radıyallahu anha (r.a), kaddasallahu ve sirruhu (k.s)
ifadelerinden geçilmez. Bunları okuyan birisi, kendisini ulaşamayacağı
başka bir dünyaya; kutsi ruhlar, evliyalar alemine girmiş gibi hisseder
ve sürekli acaba günah mı işliyorum endişesi taşır. Bir an evvel
buradan çıkarak hayata, yaşama dönmek ister. Dönünce de “Oh be hayat
varmış” duygusu taşır. Çünkü bu dil hayatın dili değildir. Anlaşılmaz
ifadelerle örülü, kendine özgü Arapça dini terimler yığınından ibaret
bir tapınak dilidir. O mesleği bilenlerce açıklanıp yorumlanması
gerekir. Biliyorum, böyle söylememe “meslek erbabı” çok kızıyor.
Hazırladığım meale “Ruhanilik kaybolmuş, Kur’an sanki sokağa sesleniyor
gibi olmuş” diyorlar. Tam isabet! Notre Dema’nın Kamburu filmini
seyrederken papazın “Peder, İncili tercüme edeceğiz, herkes anlayacak”
teklifine öfkeyle “Hayır olmaz! o zaman ben ne olacağım.” Demesi gibi…
Bunların peygamberin bize arkadaş olmasıyla ne alakası var demeyin. Bilin ki iş buralardan başlayacak…
***
Önce din dili yaşamın dili olarak yeniden ifade edilecek. Yaşamın
dilinden ayrı bir din dili olmadığı gösterilecek. Bize yakın ve sıcak
gelen, yaşayan, canlı bir dil… Çünkü ilk doğduğunda öyleydi.
Peygamber, bize çok uzaklarda, örnek alınamayan, hiçbir zaman bize
arkadaş olamayacak bir rüyalar, ruhaniler, mucizeler alemi figürü
olmaktan çıkarılacak. Yanınızda yürüyen, evinize misafir olan, borç
isteyen, düşmanı şehrin dışında mı karşılasak diye soran, bak bu iyi
fikir hiç öyle düşünmemiştim diyen, nasıl gidiyor evlilik diye hal
hatır soran, hoş geldin gözüm gel buyur otur diye yer gösteren “arkadaş” bir peygamber olacak.
Evet, arkadaş!
“Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” demişiz değil mi?
Neden?
Çünkü arkadaş olursa ancak örnek alabilirsiniz. Aksi halde “dini
lider” veya “ruhani rehber” örnek alınmaz. Sırlı rüyaların beyazlar
içindeki ruhani dedesi gibi size buhurlar içinden nazarla bakar ve
kaybolur. Ona salavât getirilir, tesbih çekilir. Yanınızda yürüyen,
yaşayan bir örnek olamaz. “Bu da bizim gibi çarşılarda yürüyor, yemek
yiyor, su içiyor. Bu nasıl peygamber?” dersiniz. Onu hayatın içinde
görürseniz salavât çektiğim bu muydu diye itiraz edersiniz. “Git, bana
buhurlar içinde tekrar görün” dersiniz. Ali, Ahmet, Hasan diye anılırsa
basbayağı bizden birisi olacağı için kabullenemezsiniz.
Bu nedenle şu an çıksa evinize veya işyerinize gelse “Ben Muhammed, merhaba” dese küstaha bak diye üzerine yürürsünüz.
Bu nedenle Ali Şeriati “Muhammed kimdir” diye kitap yazınca, din bekçisi kesilip yazarı hizaya sokma havasında ve gayet takva numunesi edasıyla “O senin mahalle arkadaşın mı?” diye zılgıt çekersiniz.
Bu nedenle “salavât çekmek” artık peygamberi bize arkadaş
kılmıyor. Bizden uzaklaştırıyor. Öyle bir saygı anlayışı ki ismini
anamıyorsunuz. Yanınızda, yörenizde göremiyorsunuz. İnsan arkadaşının
ismini kırk türlü salavât seremonisi ile anar mı? Bir çırpıda ve direk
ismini söyleyemiyorsanız arada resmiyet var demektir ve o sizin
arkadaşınız olamaz. Arkadaşınız olamazsa örnek de olamaz.
Kaldı ki “Allah’ın Resulü” dışında bir isimle anılacaksa ona en yakışan ve tamamen gerçeğin ta kendisi olan ifade Muhammedu’l-Emin (Dürüst Muhammed) olabilir. Bundan daha büyük bir unvan ne olabilir? Zaten o önce bu olduğu için Allah’ın Resulü olmuştur: “Sana
olan nimeti sayesinde Rabbin ile konuşuyorsun, cinlerle değil. Bu sana
lütuf ve ikram dışında hak ettiğin bir karşılıktır. Çünkü senin muazzam
bir ahlakın var; hiç kuşkusuz!” (Kalem; 68/2-4).
Bana sorarsanız Ali Şeriati’nin tarzı daha doğru. Hem uslup olarak
Kur’an kullanımına uygun, hem de gayet sade bir dil. Hayattan kopuk,
ağır ve ağdalı bir tapınak dili yaratmıyor. Peygamberleri ulaşılmaz,
yaşanan hayatta karşılığı olmayan, kendileriyle “arkadaş” olunamayacak,
uzaklarda piri fani varlıklar olarak resmetmiyor. Kendi hayatımıza,
içimize, yanı başımıza getiriyor. Ben bu dili daha çok seviyorum.
***
Ne yani peygambere “arkadaşımız” gözüyle mi bakacağız derseniz, “Evet, o sizin arkadaşınız” derim. Çünkü hem Kur’an, hem de kendisi öyle diyor.
Kur’an, onun için “arkadaş” kelimesini bizzat kullanır:
“Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.” (34/46), “Arkadaşınız yoldan çıkmış ve sapıtmış değildir.” (53/2), “Arkadaşınız bir mecnun değildir.” (81/22), “Arkadaşı ona ‘üzülme Allah bizimle beraberdir’ dediği zaman…” (9/40).
Onun öğrencileri, tebası, muridleri, hayranları, fan kulubü vs. değil; sahabeleri yani “arkadaşları” vardı. Veda hutbesinde de onlara böyle hitabetti: Ashabım! (Arkadaşlarım!)
Ne asil ve klas bir hitap!
Ne demek arkadaş? Arkanda duran, sırtını güvenle yasladığın demek…
Ne demek sahabe? Sohbet ettiğin, konuştuğun, dertleştiğin, hemhal olabildiğin demek…
Hep en iyi arkadaşın ne olduğunu annelerimiz öğretir diye düşünmüşümdür. Öyle ya eve gelince ilk “Karnın aç mı?” diye sorarlar. Bunu ancak senli benli olabildiğin gerçek bir arkadaş sorar, değil mi?
Böyle bir arkadaşınız olmasını istemez misiniz?
İşte peygamberin sahabeleriyle arkadaşlığı böyleydi.
Hangi fil dişi kulesine çekilmiş lider halkla dertleşir? Hangi şeyh
muridlerini arkadaşı olarak görür? Hangi yıldız hayranlarının arasına
karışır? Hangi din adamı kendini “avamla” aynı kefeye koyar? Hangi
efendi meclisindekilere su dağıtır?
Bunları ancak etrafındakilerle “arkadaş” gözüyle bakan yapabilir.
Peygamberimiz kesinlikle böyle birisiydi. Yanındakileri, kendisiyle beraber olanları “arkadaşı” olarak görüyordu onun için onlara sahabe (arkadaş, derttaş, yoldaş) denildi.
Karşısında titreyen bir adama “Kuru hurma yiyen bir kadının oğluyum ben ne titriyorsun be adam” dedi.
Yemen’den gelen Muaz bin Cebel yanına gelince secde edip eteklerine kapandı. Yakasından tutup kaldırdı ve sordu: “Ne yapıyorsun, bu yaptığın nedir?” Muaz “Ey
Allah’ın Resulü, Yemen’de Yahudi ve Hristıyan alimlerinden gördüm.
Birbirlerini böyle selamlıyorlar, peygamberlerin selamlaması böyleymiş” dedi. Şöyle cevap verdi: “Dik dur ve Allah’ın selamı, sevgisi ve merhameti (rahmeti) seninle olsun” de. Bizim selamlamamız budur, onlar peygamberlerine iftira atmış” dedi…
Kimseyi önünde eğdirmedi. Kimseye elini öptürmedi. Kendisi içeri girince kimseyi ayağa kaldırmadı. Sürekli “Ben de sizin gibi bir insanım” derdi. Peşinden gelenleri değil; yanında olanları hep “arkadaşları” olarak gördü. Nitekim Kur’an da öyle demiyor mu: “Muhammed ve onunla beraber olanlar (meahu)…”
Bu çok farklı bir ilişkidir. Patron-işçi, amir-memur, şeyh-murid,
hoca-talebe, efendi-köle ilişkisine alışık olanlar bunu anlayamaz. Ve
de gayet rahatsız olurlar.
Dünyada gerçek anlamda arkadaş gibisi var mıdır?
Karşısında dik durulmasını isteyen, gülenle gülen, ağlayanla
ağlayan, arkadaşlarının üzerine titreyen, mazlumlar için meydana
atılan, belaların içine dalan öksüz bir vicdana destek vermek… Onunla
Allah’ın günlerini yaşamak, destanlar yazmak, tarih yapmak, davasını
kendi davan, yolunu kendi yolun bilmek, ona arkadaş olmak, ekmeğini
aşını onunla paylaşmak ve yeni bir dünya için onunla omuz omuza
savaşmak, çarpışmak, vuruşmak…
Onun zamanında yaşasaydım benim için en büyük bahtiyarlık herhalde bu olurdu.
Siz siz olun peygamberi arkadaşınız gibi görün. Ben öyle görüyorum. İsmini arkadaşınızı anar gibi anın. Korkmayın kızmayacaktır.
Ve peygambere arkadaş olmak istiyorsanız, çevrenizde onun yaptığı gibi arkadaşlık destanları yazın. O zaman “yaşayan sahabe” olursunuz.
Bir kıvılcım düşer önce büyür yavaş yavaş
Bir bakarsın volkan olmuş yanmışsın arkadaş
Doldurmaz boşluğunu ne ana ne kardaş
Bu en güzel bu en sıcak duygudur; arkadaş R. İhsan ELİAÇIK
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|