Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Katılma Tarihi: 15 ekim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 340
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Ruhat Mengi
Yozlaşmış, saptırılmış, rant uğruna lime lime edilmiş Yüce Dinimizi, daha da yozlaştırmaya, saptırmaya ve Kuran dışı kaynaklarla içinden çıkılmaz hale getirmeye çalışan tüm tarikat baronlarına, siyasi islam rantçılarına, mezhep ve hurafe dinindekilere inat.. Kuran'ı anlama çabasına yönelen.. Kuran'ı, (Karanlıklardan Aydınlığa yönelten Yüce Kitabımızı), Türkiye'nin en çok okunan bir Gazetesinin köşesinde yılmadan, bıkmadan, korkmadan anlamaya çalışan, bu doğrultuda yürürken her zaman başımıza geldiği gibi din baronlarının sabataist, yahudi gibi adaletsiz ve haksız iftiralarına maruz kalan Saygıdeğer Ruhat Mengi Hanımefendi'ye büyük saygı duyuyor ve kendisine özel bir köşe açıyorum.
__________________ "Bak işte günler!Biz onları insanlar arasında dolandırır dururuz. Allah bu sayede iman edenleri bilecek, sizden tanıklar edinecektir."3:140
--BLOG--
Katılma Tarihi: 15 ekim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 340
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
“Ziynet” ne açıklayın!
Topluma, kadına nedensiz bir baskı oluşturduğu gibi “kadın üzerinden din istismarı”nda kaynak gösterilen birkaç ayetin dikkatle incelenmesini ve kesin başörtüsü emrinin gösterilmesini önerdiğim yazıma devam ediyorum.
“Saçları örtmek”le ilgili bir “emir” olduğu iddia edilen Nur Suresi 30-31. ayetlerde ise erkek ve kadınlara “gözlerini haramdan sakınmaları, namuslarını korumaları” söylendikten sonra “kadınların ziynetlerini korumak için örtülerini yakalarının üzerine salıvermeleri” ifadesi var ve bunun da erkek sataşmasıyla bir ilgisi yok, çünkü kadına ve erkeğe aynı anda söyleniyor.
Hz. Aişe’nin gerdanlığını kaybetmesi ve onu ararken kendisine bir iftira atılması üzerine (30 gün sonra) inmesi ve içindeki “Kadınlar gizledikleri ziynetler bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar” gibi ifadeler de (ki halhal, bilezik gibi takıların çıkardığı sesten söz edildiği açıkça belli) ziynet kelimesiyle neyin kastedildiğini anlatıyor. Sadece düz mantıkla baktığınızda bile “ziynet”le kadın vücudu kastedilseydi bunu yakın erkek akrabaların, kölelerin görmesinde mahzur olmadığı belirtilir miydi?
DİNİ NEDEN ANLAMAYALIM? Bütün bunların üstüne, inceleyen herkesin görebileceği gibi saçın örtülmesinin, tepeden tırnağa örtünmenin açık bir emir olduğu hiçbir yerde yok. O zaman, belli olaylar üzerine inmiş olan, Hz. Peygamber’in kendisine biat eden Müslüman kadınlardan istediği şartlar arasında da bulunmayan bir şeyin neden “farz” olarak öne sürüldüğünü sormak kadınların hakkıdır.
Ramazan başlar başlamaz iftar saatinde tüm sokaklar boşalırken; türban takan kadınlara “dindar”, diğerlerine “değil” ayırımı yapılıyor, Ali Bulaç gibileri çıkıp türban takmayanları “modern kadın” diye adlandırarak ve “onlara ulaşmanın kolay olduğunu” söyleyerek ayırım üstüne bir de baskı uyguluyor. VAN, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde kız öğrencilere “türbanınızı çıkarmayın” baskısı yapılıyorsa, türban ve tesettür siyasete alet edilerek ülke gündeminden düşürülmüyorsa kadın/erkek herkesin hakkıdır.
Teknolojinin, zekâların geliştiği bugünün özgür dünyasında her konuyu inceliyor, irdeliyor gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Biz köktendinci, baskıcı, anlamadan uygulayan bir toplum olmadığımıza göre bunu isteyebiliriz;
Diyanet İşleri en iyi din uzmanlarını bir araya getirerek, ayetleri bir bütün içinde yorumlayarak ve kelime anlamlarını tek tek açıklayarak (hımar, mikna başta olmak üzere), “Söyle” ve “Ey İnananlar” hitapları arasındaki farkı göstererek bize böyle bir emir varsa hangi satırlarda gizli olduğunu televizyonlarda anlatmak zorundadır.
Tabii bu anlatım her kelimesiyle ikna edici ve tüm çelişkileri, soru işaretlerini giderici olmalı... Yuvarlak ve kısa cümlelerle olmuyor! Bu sorunun cevabını bekleyen milyonlarca kişi adına Diyanet İşleri’ni tekrar incelemeye ve televizyonda açıklamaya davet ediyorum.
*****
Yardım etmek ister misiniz? Gaziantep’te bir ilköğretim okulunun öğretmeni Arif Çopuroğlu “Bizim okulumuz kenar bir mahallede ve öğrenciler çok kötü şartlarda çalışıyorlar. Kütüphanemiz veya bir kitaplığımız da olmadığı için buna biz öğretmenler çare bulmaya kadar verdik” diyerek benden yardım istiyor.
Onlara bu hafta kendi kütüphanemden birkaç koli kitap gönderiyorum. Sizlerin yardımıyla bugüne kadar Anadolu’da bazı okullara kütüphane kazandırmayı başardık.
Acaba aranızda kullanmadığı bilgisayarı veya okumadığı, raflarda bekleyen kitapları olan var mı?
Yardım etmek isteyenlere adresi veriyorum:
“Sadettin Batmazoğlu İlköğretim Okulu Şehitkamil/Gaziantep”
Şimdiden onlar adına teşekkürler.
Karalayarak kurtulma metodu!
Hepimize -çoğumuza- yaptılar aynı alçaklığı... Kim başarılıysa, kimin inandırıcılığı varsa, kime güveniliyorsa, kim insanların aldatılmasına, sömürülmesine karşı çıkıyor ve bu ülke için iyi niyetle çalışıyorsa... Bu toplumun iyi yetişmiş, mesleğinde yükselmiş çok sayıda insanı nasibini aldı "Sabetayist" zırvalığından.
İnternette çarşaf çarşaf isim listeleri yayınladılar. Bunu ilk yaptıkları ve bir kesim saf insanı da inandırdıkları günlerde köşemde günlerce süren bir yazı dizisi yayımladım.
Listede adı çıkan birçok kişinin "Aman ses etmeyelim, duyulursa gerçek sanırlar" diye hiç söz etmediği günlerde çağrıda bulundum;
'Haydi buyrun, köşem size açık; annem ailesi Antakya'ya yerleşmiş bir Çerkes, babam Adana-Karaisalı'dan çıkmış ve 25 sene her girdiği seçimi kazanarak bu ülkeye hizmet etmiş bir devlet adamı (nur içinde yatsın). Bulun şu Sabetayist ilişkisini, burada yayımlayalım. Size bir ay da zaman veriyorum' dedim. Ses seda çıkmadı.
Öyle komiklerdi ki bir gazeteyi olduğu gibi, tüm çalışanlarıyla Sabetayist yapabiliyorlardı. Zaten sonunda "başarılı tüm isimlerin listelerde olması" tam bir güldürü olayına dönüştü ve "bir oluru yok mudur bunun, aracı olacak kimse filân.
Sevabına beni de listeye alsanız" diyerek dalga geçen meslektaşlarımız bile oldu.
Aynı listelerde hâlâ adım var mı, hâlâ utanmadan yayınlayabiliyorlar mı bilmiyorum.
Orgeneral Yaşar Büyükanıt'a açılan, bizimkilere benzer bir karalama kampanyası "Onun köklerinin İsrail'e dayandığı, dedesinin mezarının da orada olduğu"na kadar vardırıldı.
Sonuçta anlaşıldı ki gerçekten de dedesinin mezarı İsrail'de... Çünkü dede 1. Dünya Savaşı'nda orada savaşmış ve şehit düşmüş bir Osmanlı subayı (7 Ağustos Hürriyet Gazetesi'nde Fatih Çekirge'nin araştırma yazısı...)
"Hatta İsrail Genelkurmay Başkanlığı bu mezarı tespit etmiş ve jest olsun diye de mezarı düzenlettirip Org. Büyükanıt'ı davet etmişler" diyordu Çekirge.
37 kilise mi? İftiranın, sahtekarlığın, Allah'tan korkmamanın bu kadarı fazla değil mi?
Bir kampanya da Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Türkân Saylan için açılmış. Hayati tehlikesi olan ağır hastalığın pençesindeyken bile tek bir gün aksatmadan vatanına hizmeti sürdüren bu kahraman kadın için...
"1976'dan bu yana Anadolu'yu köy köy dolaştım" diyen ve bugüne kadar 11 bin kız çocuğa eğitim verilmesini sağlayan Saylan hakkında, sırf "babalar çocuklarını ÇYDD'ye emanet etmesin, çağdaş eğitim artmasın" diye "misyonerlik yalanı"nı atmışlar ortaya.
Güya Türkan Saylan "37 kilise açmış"...
Korkusuzca, alçakça bir yalan kampanyası sürdürülüyor. Aynen sözlü, yazılı bir savaş gibi...
Bu durumda insanlarımızın da okuduklarına, duyduklarına inanmadan önce kanıt aramalarından başka çözüm yok.
Bir düşünmeliler; acaba yararlı, doğru ve çağdaş yolu gösteren insanları karalayarak "hiçbir işe yaramayanlara" güç ve inandırıcılık kazandırmak, onların önünü açmak veya belki oy toplamak çabası mıdır bu... Ki öyledir!
__________________ "Bak işte günler!Biz onları insanlar arasında dolandırır dururuz. Allah bu sayede iman edenleri bilecek, sizden tanıklar edinecektir."3:140
--BLOG--
Katılma Tarihi: 15 ekim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 340
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
İnkâr etmiyorum, soruyorum!
Dün “Tarikatlar” konusunun işlendiği ve benim katıldığım programdaki bazı konuşmaları aktarmıştım.
Ben orada tarikatlarda “şeyhe kayıtsız şartsız, sorgusuz sualsiz bir teslimiyet”, “şeyhin herkesten üstün olduğuna inanma ve onu kimseyle kıyaslamama”, “bazı tarikatlarda bu şeyhlerin ‘el verme’ gibi törenlerle müridlerin günahlarını affetmesi”, “tarikatların müridlerden ‘bağış, yardım’ adı altında para toplaması ve bu paraların denetiminin dahi olmaması”, “tarikat mensuplarının dini, inancı, yaşam tarzı ve hatta giyimi sadece şeyhin görüşü ve onu taklitle yapmaları” gibi noktalara değinmiştim.
Daha sonra ise Müslümanlıkta böyle din aracılarının veya bir ruhban sınıfının olmadığını, tarikat ve cemaatlerde (hangisi doğru, hangisi yanlış bilinmeyen ve Diyanet İşleri’nin de büyük çoğunluğunun uydurma olduğunu ve bunların ayıklanacağını açıkladığı) hadislerin de İslâm’ın tek kaynağı olan Kur’an dışında kaynak kabul edildiğini ve böylece çok ciddi yanılgıların ortaya çıktığını anlatmıştım.
Aslında bunlar da bizim değil Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi... Tarikatlar, cemaatlar Osmanlı’da vardı, bugüne sayıları artarak geldiler ve uluslararası siyasete bile nüfuz edecek, siyasetçileri içine veya arkalarına alacak, şehirleri bölgelere ayıracak kadar güçlendiler.
Günümüzde tarikatların gerekli olup olmadığının açıklanması, insanların hataya düşmesinin önlenmesi, “hadisler” konusunun incelenmesi, anlatılması onların görevi... Kaldı ki televizyon gibi yaygın bir iletişim aracı mevcutken bunu kullanmamayı, halkı aydınlatmamayı anlamak mümkün değil.
Hele de son zamanlarda uydurma hadislerin resmen bazı belediyeler tarafından kitap haline getirilip dağıtıldığı bilinirken...
Ben artık din konusundaki yazılarıma ara vermek ve ilgilenemediğim başka konulara geçmek istiyorum, yalnız son olarak bir süre önce sorduğum “Saçları örtmekle ilgili emir Kur’an’ın neresinde” sorusuna tekrar döneceğim. O yazıda -Nur ve Ahzab surelerinde saçları örtmekle ilgili bir emir varsa bunun nerede olduğunu- sormuştum.
SÜLEYMAN ATEŞ’TEKİ DEĞİŞİM Bu sorudan kısa süre sonra 13 Eylül’de Diyanet İşleri Eski Başkanı, VATAN yazarı Süleyman Ateş, çok ama çok önemli bir yazı yazdı, şöyle diyordu:
“Bu iki ayette kadının başını örtmesi emredilmektedir (...) Başörtüsü takmak bir Kur’an emrini uygulamaktır. Bunu herhangi bir sebeple uygulamayan, böyle bir emrin olduğunu inkâr etmedikçe yine Müslüman’dır. ‘Kur’an’da başörtüsü diye bir şey yoktur. Başörtüsü erkeklerin baskısı sonucu kadınlara dayatılmaktadır’ gibi lâflar eden açıkça Kur’an’ın buyruğunu reddetmiş ve büyük günaha girmiş olur.”
Ateş’in yazısına göre örneğin ben “bu emir nerede” diye sorduğum için önce Müslümanlıktan çıkarılmış, sonra da büyük günaha girmiş oluyorum.
Oysa aynı Süleyman Ateş 19 Eylül’deki yazısında olaya çok daha yumuşak yaklaşmış ve aynen Kur’an’daki “Bu onlar için daha temizdir” veya “daha hayırlıdır” gibi ifadeleri andıracak şekilde “Kısaca baş örtüsü takmak daha iyidir. Ama İslâm baş örtüsünden ibaret değildir. Bugün namazını kılan, dinin emirlerine göre yaşayan dürüst her inançlı kadın, Allah katında makbul bir Müslümandır” diyordu.
Düşünün; 6 gün içinde (Ateş’e göre) dinden çıkıp tekrar -ve üstelik- makbul bir Müslüman olarak dinime döndüm. Süleyman Ateş konuyla ilgili bu son yazısında şunları da yazmıştı:
“Müslümanlık eşarptan ibaret değildir. Eşarbın amacı, kadını erkeklerin sataşmasından korumaktır. O zamanlar eşarp toplumda hür kadınların simgesiydi. Ortadoğu kültürünün de bir parçasıydı (...) Ama gerçeği söylemek gerekirse bugünkü Batı toplumlarında baş örtüsünün pek niteliği kalmamıştır. Artık kadına eşarp takmadığı için kimse sataşamaz. Başı örtmek Kur’an’ın emridir ama Kur’an bunun gerekçesini belirtmiştir: Sataşmayı önlemek.”
Ateş, Hollanda’da yaşayan bir kadın okuruna verdiği bu cevapta “eşarbın erkek sataşmasını önleme amacı” taşıdığını ve bunun kanunlarla da önlendiği medeni bir ülkede “pek niteliği kalmadığını” söylüyor.
Şimdi bu çelişkiyi ve kavram kargaşasını da açıklığa kavuşturması gerekmez mi?
İşte benim baştan beri sorup durduğum da bunun ta kendisi!
__________________ "Bak işte günler!Biz onları insanlar arasında dolandırır dururuz. Allah bu sayede iman edenleri bilecek, sizden tanıklar edinecektir."3:140
--BLOG--
Katılma Tarihi: 15 ekim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 340
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Herkes “kutsal”ı yorumlayabilir mi?
Dün ‘İlk kadın şeyhülislam’ başlıklı yazımda Ahmet Hakan’ın ve Emre Kongar’ın “sorduğum soru”yla ilgili köşeyazılarından söz ettim. Son paragraflarda Kongar’ın da Hakan’ın yazdığı “kutsal”la ilgili üç ilkeye katıldığını, benim ise bunların sonuncusu olan:
“Herkes kutsalı istediği gibi yorumlama özgürlüğüne sahiptir”e katılmadığımı belirtmiştim.
Eğer bu “kutsal” bir dinin kutsal kitabı; meselâ burada konu edilen Kur’an ise...
Üstelik Emre Kongar yazısının ilk bölümünde “Daha da kötüsü, bir takım politikacılar ve din bilgileri kendilerinden menkul yazarlar İslâm adına Allah’ın emirlerini, Kur’an’ı Kerim’i kendilerince yorumlayıp geniş halk kitlelerine kendi görüşlerini empoze etmeye çalışıyorlar” demişken.
Demek ki ona göre de herkesin Kur’an’ı kendi kafasına göre yorumlaması doğru değil... Her insan dininde, inancında özgürdür, bunlar hepimizin bildiği gibi “Allah’la kul arasında” konulardır ama bu özgürlük Kur’an’ı milyonlarca şekilde farklı yorumlama özgürlüğü de sayılamaz.
Sayılacak olursa işte o zaman din, inanç İslâmiyette (onu diğer dinlerden ayıran en önemli özelliklerden biri) ruhban sınıfı olmamasına, Allah’la kul arasına kimsenin girmesine izin verilmemesine rağmen aracıların, hacıların/hocaların veya tarikatların kontrolüne giriyor, din kuralları uydurma hadislerle bir korku, baskı unsuru haline getiriliyor ve böylece din amacından kolayca saptırılarak siyasi bir araç olarak bile kullanılabiliyor. Ve sonunda Fatih-Çarşamba’da görüldüğü gibi karaçarşafı, sarığı, şalvarı dinle bağlantılı zanneden, televizyon seyretmeyi bile günah sayan (Taliban da böyle düşünüyor), sonunda karaçarşaftan daha da iyisi olarak burkayı gören bağnaz, yobaz bir anlayış ortaya çıkabiliyor.
Yani Ahmet Hakan’ın “Eğer tek bir yorum geçerli olsaydı bunca tarikat nasıl ortaya çıkardı” sözü aslında olumlu bir durumu değil bir yanlışı vurgulamaktadır.
Din ve şartları; ayetler, sureler tartışılamaz değildir. 1500 yıl öncesinin Arabistan’ında; giyim kuşamın olmadığı, yoksul halkın tek bir “örtü”yü aile içinde paylaşarak kullandığı, hukuk, kanun, kural yoksunluğunda kadınlara ziynetleri ve cinsiyetleri nedeniyle saldırıldığı, kadının tüm haklarının erkeğe bağlı olduğu bir ortamda adaleti, düzeni de sağlamak, insanları tehlikelerden de korumak için inmiş ayetler değişen, gelişen dünya şartlarında din bilginleri tarafından yeniden tartışılıyor ve yeniden yorumlanabiliyor.
ÇOK ŞEY DEĞİŞTİ! Nitekim; medeni nikâh, kadınların eşit miras hakkına sahip olması, boşanmaların erkeğin sözüne değil hakimlerin kararına bağlanması (ki boşanma halinde eşit paylaşım da Medenî Kanun’a kondu ve Müslüman kadınların buna bir itirazı olmadığı gibi çoğunun hayatları kurtulmuş oldu), kurban kesimi, kadınların cenaze namazına katılımı, özel hallerinde Kur’an okuma, mescide girme ve hatta tavaf etme hakkının sağlanması, Kur’an’daki bazı ayetlerin aile içi şiddete (erkeğin kadına şiddet kullanması) dayanarak yapılamayacağı ve daha birçok konu yeniden yorumlandı. Bunların bazıları Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2002 yılındaki Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı sonuç bildirisinde de açıklandı.
Başkan Mehmet Nuri Yılmaz bu toplantıdaki açılış konuşmasında Kur’an’ın (kargaşaya fırsat vermemek, halkı doğru şekilde aydınlatmak için) yalnızca “bilimsel yeterlilikleri ve dini hizmetleriyle kabul gören akademisyen ve din adamlarının görüşleriyle” yorumlanabileceğini, gereksiz gerginlik ve polemiklerin, tartışma ve yanlış anlamaların ancak böyle önleneceğini açıkça belirtmişti. Yılmaz bu konuşmada farklı yorumların bir zenginlik kaynağı olduğunu söylerken aynı zamanda bununla herkesin Kur’an’ı kendi kafasına göre yorumlamasını kastetmediğini de şu cümle ile belirtiyordu:
“Diyanet İşleri Başkanlığı olarak bizim arzu ettiğimiz husus, insanları tek bir akide ve inanç etrafında birleştirmek amacıyla gönderilen dinin, farklı anlayıştaki kişi ve grupların kendilerini meşrulaştırmak için kullandıkları bir araç olmaktan kurtarılmasıdır.”
Başkan Yılmaz yine bu toplantıda “İstişare İslâm’ın özünde yer alan bir olgudur. Dini hayatımızın kompleks problemlerini teşhis ve çözümlemede, birikimlerimizi bir araya getirmeye ihtiyaç duyulacağı açıktır” sözleriyle “anlaşılmayan noktaların” ancak din bilginlerinin fikir alışverişiyle çözüme kavuşturulacağını vurgulamıştı.
Demek ki “kutsal”ı herkes değil ancak din alimleri doğru yorumlayabilir. Hele de Kur’an gibi tek bir kelimenin (örneğin “örtü”, örneğin “ziynet”) birçok farklı anlama çekilebildiği Arapça bir kutsal kitabı... (Devam edeceğiz.)
(Not: Alıntı yaptığım paragraflardan birinde Sayın Emre Kongar sanıyorum Ahmet Hakan’ın ismini yanlışlıkla Hakan Çoşkun olarak yazmıştı. Ben değiştirmek istemedim ama hatırlatmayı uygun görüyorum. Durum farklıysa bana bildirmelerini rica ederim.)
__________________ "Bak işte günler!Biz onları insanlar arasında dolandırır dururuz. Allah bu sayede iman edenleri bilecek, sizden tanıklar edinecektir."3:140
--BLOG--
Katılma Tarihi: 15 ekim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 340
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
İnkâr etmiyorum, soruyorum! (2)
Dün Hürriyet’te TESEV’in Kasım ayında açıklanacak türban anketi ile birlikte “Türban misyon mu?” sorusuna ilahiyatçıların, “İslâmi yazar” denilen (ne demekse) bazı yazarların cevapları verilmişti.
Ne kadar “güvenilir” olursa olsun ben tek bir anketin sonuçlarına (bir çoğuyla karşılaştırma yapmadan önce) ancak belli ölçüde güvenirim. Bu nedenle yüzde 73’ler, 63’ler hep birer “soru işareti” ile birlikte gelir benim için...
“Türban misyon mu” sorusuna verilen cevaplarda ise Mehmet Nuri Yılmaz’ın “Başörtülü insanların titiz davranmaları beklenir” cevabı başta olmak üzere başörtüsü veya türban takan kadınlara sadece bir eşarp nedeniyle daha ciddi, daha sorumlu, daha dindar, “Allah’ın emrini yerine getiren”, “davranışlarını kontrollü yapma mecburiyeti olan” gibi tanımlar yüklenerek müthiş bir ayırım yapıldığı görülüyor.
İşte “Kur’an’da başörtüsü emri var mı, yok mu” araştırması ve açıklaması bu nedenle çok önemli... Hiç kimse Müslüman kadınların bir kısmını “kesin bir emir” ifadesi bulunmayan ayetlerle tesettüre sokma ve diğerlerini de “sanki kendileri Allah yerine karar verebilirmiş gibi” bu şekilde ayırıma tâbi tutma hakkına sahip değildir. Kaldı ki iş dünkü yazımda anlattığım gibi sadece bu tartışmayı yapan birine bile “Müslüman sayılmaz” diyecek kadar ileri götürülebilmektedir.
İslâm toplumlarında kadınlar yıllarca eğitimsiz, imkânsız, baba veya kocaya muhtaç, onların baskısıyla ezilmiş durumda bırakıldığı için aslında kendilerini ilgilendiren ama her nedense (!) hep erkeklerin daha çok ilgilendiği bu ayetleri ciddiyetle incelemediler, sorup araştırmadılar. Öylece, gelenek halinde bugüne kadar geldi. Bugün Türkiye gibi çağdaş ve demokratik bir ülkede bu inceleme mümkündür, onun için de yapılmalıdır.
Yazının birinci kısmında Diyanet İşleri eski Başkanı Süleyman Ateş’in 6 gün içinde tamamen farklı şeyler söylediği iki yazısından söz etmiştik, devam ediyoruz.
Ateş bunların birincisinde “Baş örtüsünü takmak bir Kur’an emrini uygulamaktır. Bunu herhangi bir sebeple uygulamayan, böyle bir emrin olduğunu inkâr etmedikçe yine Müslüman’dır” diyordu ama ikincisinde yazdıkları bu ifadeden çok farklıydı:
“Baş örtüsünün temel amacı kadını kem bakışlardan ve sataşmalardan korumaktır. Ama gerçeği söylemek gerekirse bugünkü Batı toplumlarında baş örtüsünün pek niteliği kalmamıştır (...) Kısaca baş örtüsü takmak daha iyidir. Ama İslâm baş örtüsünden ibaret değildir. Bugün namazını kılan, dinin emirlerine göre yaşayan dürüst her inançlı kadın, Allah katında makbul bir Müslüman’dır.”
Onun bu yazılarıyla aynı günlerde Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da bu konuya değinmiş ve daha önceki “Baş örtüsü İslâm’ın ön şartı değildir” ifadesini tekrarlamıştı. Ama ne Ateş’in, ne de Bardakoğlu’nun bu kısa, yarım kalmış açıklamaları yeterlidir.
İŞTE AYETLER! Zira her ikisi de aslında baş örtüsünün “Kur’an’ın emri” olduğunu savunmaktalar. Oysa Kur’an’da Arapça’da baş örtüsünün karşılığı olan “mikna” ve “nasıyf” kelimeleri geçmiyor, genel olarak “herhangi bir örtü” anlamında “hımar” kullanılmış, saç, baş kastediliyor ise neden diğerleri kullanılmamış acaba? Ayrıca “saç” kelimesi neden tek bir kez bile kullanılmamış?
Ateş’in “erkek sataşmalarından korumak için” dediği Ahzab Suresi 59. ayet ki burada saç örtmekten değil “dışarı çıktıkları zaman cilbablarını (dış giysilerini) üzerlerine salıvermeleri”nden söz ediliyor. Yani tesettürle ilgili bir emir burada yok, zira devamında “Bu onların tanınıp da eziyet edilmemelerine (tacize uğramamalarına) daha uygundur” denmiş.
(Not: Sevgili okurlarım, hayırlı, huzurlu bir Ramazan ayı diliyorum, yarın devam edeceğiz.)
__________________ "Bak işte günler!Biz onları insanlar arasında dolandırır dururuz. Allah bu sayede iman edenleri bilecek, sizden tanıklar edinecektir."3:140
--BLOG--
Katılma Tarihi: 15 ekim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 340
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
İlk kadın Şeyhülislâm... İyi espriydi!
Ben şakayı, espriyi çok severim, onun için de herhangi bir konuda yapılmış olsa pek güzel katılır, espriyi sürdürürüm. Ama söz konusu “din, Kur’an” olunca şakayı bırakıp ciddi konuşmak lâzım.
Öyle olmasaydı, beni yazısının başlığında ve içinde Şeyhülislâm ilân eden meslektaşıma fırsatı yakalamışken (kendi deyimi ile) bir fetva patlatırdım:
“Bundan böyle Ahmet Hakan isimli reytingsever gazetecinin din, türban konularında yazı yazması caiz değildir. Yazdığı takdirde hemen yakalanıp ayaklarının altı şişinceye dek falakaya yatırılmalıdır.”
Patlatırdım çünkü Ahmet Hakan yine reyting uğruna, son zamanlarda arttırdığı sarkastik üslubundan vazgeçmemiş ve kendisine (yalnız kendisine de değil, Ruşen Çakır’a, Diyanet İşleri’nin eski ve yeni Başkanlarına) sorduğum ciddi bir soru için “Şeyhülislâm Ebusuut Efendi tavrı” bile demiş. Kimbilir belki de “asıl soru” dan kaçmak için bu üslup daha doğru bir seçimdir.
O 30 Ağustos tarihinde çağrıma cevap verdi ve yazdı, ben hemen yazamadım; araya Şırnak’ta şehit olan askerlerimizin haberi, “Lübnan’a asker tezkeresi” gibi konular girince kısa bir süre geçti ama elbette unutmadım.
KONGAR’IN YAZISI İstesem de unutamam, zira 7 Eylül Perşembe günü de Emre Kongar Cumhuriyet’teki köşesinde “Basında türban, şeriat ve laiklik tartışmaları” başlıklı yazısında benim soruma ve Ahmet Hakan’ın cevabına geniş bir yer ayırmıştı.
Önce her iki meslektaşıma da konuya ve yazıma ilgilerinden dolayı teşekkür ediyorum. (Hakan’ın yazısında görülen üslup problemi yazarların kendilerine ait bir sorundur, bundan gocunmaya gerek görmüyorum.)
Özetlemeye çalışırsak Emre Kongar benim de sık sık altını çizdiğim gibi AKP döneminde siyasetten medyaya, belediyelere kadar her alanda dinin ve özellikle türbanın bilinçli olarak gündeme sokulduğuna, din tartışmalarının farklı görüşlerin dile getirilmesine yol açtığına değiniyor önce. Çok güzel bir yazı, bu nedenle (okumamış olanlar için) bazı bölümlerini olduğu gibi alıyorum.
“Dini siyasete alet edenlerin ve toplumu kutuplara ayıranların farklı görüşlere tahammülü olmadığını, örneğin bütün dünyada ve Türkiye’de bir siyasal İslâm dayatması olarak kullanılan ‘türban’ın Allah’ın emri olup olmadığını, Kur’an’da bu emrin bulunup bulunmadığını tartışmak dahi istemediklerini” söyleyerek devam ediyor.
KUR’AN’DA VAR MI, YOK MU? “Oysa” diyor “Pek çok din bilgini, ilahiyat profesörü hatta aralarında Diyanet İşleri’nden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın da bulunduğu pek çok politikacı bu emrin Kur’an’da bulunup bulunmadığının tartışmalı olduğunu söylüyor.”
Daha sonra benim soruma ve Ahmet Hakan’ın cevabına geçerek Hakan’ın bu nedenle bana sataşmasının haksızlık olduğunu şu paragrafla anlatmış:
“Ortada bir sürü gerçekten fetvacı rolüne soyunmuş din adamı ve politikacı cayır cayır Hakan Coşkun’un deyimiyle ‘Şeyhülislâmlık’ yaparken, konuyu tartışmaya açan Ruhat Mengi’ye yapılan bu yakıştırma yerine oturmamış, haksızlık olmuş.”
Emre Kongar bunu haksızlık bulurken Ahmet Bey’in her türlü fetvacılığa ve dayatmacılığa karşı yazdığı üç ilkeye ise hak veriyor:
1- Hiç kimse kutsalın yorumunu kendi tekeline alamaz.
2- Hiç kimse kutsaldan anladığını topluma dayatamaz.
3- Herkes kutsalı yorumlama özgürlüğüne sahiptir. (Ahmet Hakan bunda sonuna kadar özgür olduğumuzu yazmıştı.)
Ben ilk iki ilkeye aynen katılıyorum ama sonuncuda hemfikir değilim; eğer bu “kutsal” dediğimiz “Kur’an” ise...
(Yarın devam edeceğiz.)
__________________ "Bak işte günler!Biz onları insanlar arasında dolandırır dururuz. Allah bu sayede iman edenleri bilecek, sizden tanıklar edinecektir."3:140
--BLOG--
Katılma Tarihi: 16 haziran 2006 Gönderilenler: 751
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
selam
Ne soru ama...
Ulema yaptı kadını be.. vay anasına
Sorunun hatırına saçlarını görmezlikten gelicem ama
göğüsler çatala kadar açık alperen kardeş
çelişiyor dindar olmak iddiassıyla
seni üzdüğümü biliyorum ama
ne olur kusura bakma
bıktık didişmekten
bizi sömürmek için
koruyanlarla
dostum! naçizane kendi görüşümdür; dolayısıyla
ruhat mengi'lerin bir yararı olmaz davana
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma