Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Efrayim
Sevg ili vatanseverhanif...
Tesliman'ı elştirirken hemen karşısına neden İran argümanını ortaya
koyuyorsunuz.
Tesliman'ın kastettiği sevgili Peygamberimizin kurduğu
medine site devletiydi kanaatindeyim.Dünya devletinin ilk nüvesini oluştulan bu
devlet için eleştiri getirin.
Neydi bu devlet hatırlayalım. Yorumcunun yorumlarını da
değerlendirelim.Eleştirilecek yönlerini de bulup, eleştirelim.
MEDİNE VESİKASI
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1) Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli
ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara
sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak
üzere tanzim edilmiştir).
2) İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a)
teşkil ederler.
3) Kureyş’den olan Muhâcirler, kendi aralarında âdet
olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp
esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara
ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.
4) Benû ‘Avf’lar kendi aralarında âdet olduğu vechile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve
(Müslümanların teşkil ettiği) her zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei
necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
5) Benû Hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile
evvelki, şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp
esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara
ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
6) Benû Sâide’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin
fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
7) Benû Cuşem’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin
fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
8) Benû’n-Neccâr’lar kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin
fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
9) Benû ‘Amr İbn ‘Avf’lar, kendi aralarında âdet olduğu
veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre,
harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen
esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
10) Benû’n-Nebît’ler, kendi aralarında âdet olduğu
veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre,
harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen
esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
11) Benû’l-Evs’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp
esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara
ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir...
12) Mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler
altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan
diyeti gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.
12/B) Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi
ile akdî kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (Diğer bir okunuşa
göre: Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere
bir anlaşma yapamayacaktır.)
13) Takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve
haksız bir fiil îkaını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut
da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı
olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun
aleyhine kalkacaktır.
14) Hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve
bir mü’min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.
15) Allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir;
(müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için
hüküm ifade eder. Zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin
mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.
16) Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve
onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak
kazanacaklardır.
17) Sulh, mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min
Allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh
anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve
adâlet esasları üzere yapılacaktır.
18) Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî)
birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.
19) Mü’minler, birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan
kanlarının intikamını alacaklardır.
20) Takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol
üzerinde bulunurlar.
20/B) Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını
himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani
Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz).
21) Herhangi bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep
olduğu katî delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden)
rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü‘minler ona
karşı olurlar. Ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek
helâl (doğru) olur.
22) Bu sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, Allah’a
ve Ahiret Günü’ne inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak
bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir
yer gösteren Kıyâmet Günü Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman
artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.
23) Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a
ve Muhammed’e götürülecektir.
24) Yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği
müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.
25) Benû ‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte [İbn
Hişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, Ebû Ubeyd’de ise “min” (= den) olarak
zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri
kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve
gerekse bizzat kendileri dahildirler.
25/B) Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir
cürüm îkâ eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.
26) Benû’n-Neccâr Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi
aynı (haklara) sahib olacaklardır.
27) Benû’l-Hâris Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi
aynı (haklara) sahib olacaklardır.
28) Benû Sâ’ide Yahudileri de Benû ‘avf Yahudileri gibi
aynı (haklara) sahib olacaklardır.
29) Benû Cuşem Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi
aynı (haklara) sahip olacaklardır.
30) Benû’l-Evs Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi
aynı (haklara) sahip olacaklardır.
31) Benû Sa’lebe Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi
aynı (haklara) sahib olacaklardır. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder
veya bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş
olacaktır.
32) Cefne (âilesi) Sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu
bakımdan Sa’lebe’ler gibi mülâhaza olunacaklardır.
33) Benû’ş-Şuteybe de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı
(haklara) sahib olacaklardır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara
aykırı hareket olmayacaktır.
34) Sa’lebe’nin mevlâları, bizzat Sa’lebeler gibi mülâhaza
olunacaklardır.
35) Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitâne), bizzat
Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.
36) Bunlar’dan (Yahudiler) hiçbir kimse (Müslümanlarla
birlikte bir askerî sefere), Muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.
36/B) Bir yaralamanın intikamını almak yasak
edilemeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede
kendini ve âile efradını mes’ûliyet altına sokar; aksi halde haksızlık
olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette
olacaktır). Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.
37) (Bir harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi
üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki bu sahîfede
(yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında
yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır.
(Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.
37/B) Hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez:
Muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.
38) Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp
ettikleri müddetçe masrafda bulunacaklardır.
39) Bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib
vâdisi dahili (cevf), harâm (mukaddes) bir yerdir.
40) Himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden
kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.
41) Himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ,
bir himâye hakkı verilemez.
42) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında
zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münâzaa vak’alarının Allah’a ve
Resûlullah Muhammed’e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en
kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.
43) Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar,
himâye altına alınmayacaklardır.
44) Onlar (= Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib’e
hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.
45) Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir
sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan
doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler),
(Müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, mü’-minlere karşı aynı
haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır.
45/B) Her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek
müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçlar hususunda) mes’uldür.
46) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas
edilen şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve
bizzat kendi şahıslarına, bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından
sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riâyet
edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin
edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahîfede (yazıda)
gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.
47) Bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm
işleyen (ile cezâ) arasına engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar,
emniyette olur veya kim ki Medine’de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir
fiil ve cürüm îkaı halleri müstesnâdır. Allah ve Resûlullah Muhammed
himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden
kimseler üzerinde tutacaklardır.*
HÜKÜMLERE İÇKİN KURUCU İLKELER
Hamidullah’a göre, “bu anayasa, ilk İslam Devletinin
Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk
yazılı anayasa olma özellik” ve ayrıcalığına da sahiptir.25 İtalyan tarihçi
Caetani, “anayasa” tabirini kullanmadan “vesika” der ve şunları ekler: “Bu
vesika Muhammed Peygamber’in kitabıdır ki, bunu yazan (veya yazdıran)
Muhammed’in kendisinden başkası değildir. Diğerleri, yani Müslümanlar, Yahudiler
ve Müşrikler buna katılmışlardır.”26 Caetani’nin bu sözlerinden, Peygamber’in
kendi başına hazırladığı bir metni diğerlerine dikte ettirdiği veya bir emr-i
vaki durumu yaratıp onlara onaylattığı sonucunu çıkarmamak lazım. Enes’ten ve
diğer kanallardan gelen bilgiler, Vesika’nın karşılıklı görüşmeler sonucunda ve
bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir.
Doğrusu da budur. Çünkü Mekke’den ve gece yarısı gizlice
çıkıp Medine’ye göç etmiş, üstelik bütün taraftarları genel şehir nüfusunun
yüzde 15’ni geçmeyen bir insanın, tamamen kendi istek ve arzularına ya da
gelecekteki çıkar hesaplarına hizmet edecek bir sözleşme metnini, kendisinden
sayıca ve silahça daha güçlü kimselere kabul ettirmesi düşünülemez. Bu hiç de
akla yatkın görünmüyor.
Hz. Muhammed’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve oydaşma
esasına dayalı hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı
faktörlerden biri, 120 yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen
Medine’nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta
kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle
barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine
savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe
bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri
çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi
hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor.
Vesika'da yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat
vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış
ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi
sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet
esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle
Vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına
imza atan insanların sayısının azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir.
İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin
kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul
etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve
hukukun teminatı altına alınmasıdır.
Gözönünde tutulması gereken bir nokta da şudur: Medine
Vesikası, bütün sosyal bloklar açısından “hakimiyet” değil “katılım” temelinde
bir toplumsal projeyi öngörür. Vesika’nın çizdiği proje çerçevesinde
Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed’in gösterdiği
istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı
haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir.
Burada Vesika’dan çıkarabileceğimiz ilk kurucu ilkenin
altını çiziyoruz:
Doğru, adil, hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek
barış ve istikrarı amaçlayan ideal bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki,
felsefi, siyasi vs.) arasında bir sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir.
Sözleşmenin hazırlanması esnasında sosyal blokların kendileri veya temsilcileri
hazır bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla
sözleşmenin hükümleri (temel yasalar) tesbit edilmelidir.27
Toplumsal hayata katılan gruplar heterojen olduklarından,
her bir madde bir örtüşme noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tesbit
edilmelidir. Her örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve
anlaşmazlık konusu her madde de grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme
sözleşme alanına, farklılık özerk alana aittir. Bu, birlik içinde zengin
farklılık, yani sahici çoğulculuktur.
İkinci kurucu ilke hakimiyet’in değil, katılım’ın hareket
noktası seçilmesidir. Çünkü totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar
kabul edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek)
zikreder. Müşriklere de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler,
Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’n-Neccar, Benu Amr
İbn Avuflar, Benu Nebît ve Benu’l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler’den Benu
Avf, Benu’n-Neccar, Benu’l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’l-Evs, Benu
Sa’lebe, Cefne, Benu Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını
ayrı ayrı zikreder.
Mevla, kan ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı
veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor ki,
ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine bağlı
diğer toplulukları da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara da
tanımaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor ve
43. md. ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşrikler’in Mekkeli Müşrikler’le her
türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir. Esasında
Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu taşımıyorlar, hatta
başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar da, diğerleri gibi
39. md.de belirtilen Site’nin alanı içinde her türlü hak ve özgürlüklere sahip
olmak istiyorlardı, Vesika bu hakkı talebi de hukuki bir teminat altına
almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarından sonra
da, Vesika’ya taraf Müşrikler’in Medine’de yaşamaya devam ettiklerini ve
Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar çıkmadığını
biliyoruz.
Kabilelerin bir bir zikredilmesi, toplumda varolan dinî ve
etnik toplulukların kimliklerini tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen,
kabile liderleri bunu özellikle talep etmişlerdir.
Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel
ve hukuki tam özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret,
kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle
olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade
edecektir. Sözkonusu dinî ve hukuki özerkliğin teminatı, “Yahudilerin dinleri
kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve
gerekse kendileri dahildirler” diyen 25. maddedir.
42. Madde’de zuhurundan korkulan ihtilafların Hz.
Muhammed’e götürülmesini öngören hüküm, gerek Kur’an’dan gerekse Hadis ve Siyer
kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla, Yahudi ve Müşrikler tarafından teklif
edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz nedenlerle, Medine’deki kaotik durum,
kabileler arasındaki karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu madde ile, gruplar,
kendi aralarında çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman, davayı bir “üst yargı
makamı”na götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlar. Bu üst yargı makamı da
doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed’dir.
Kur’an, Peygamber’e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini
veriyordu. (Maide, 42). Bunun üzerine Peygamber de, kendisine başvurdukları her
seferinde onları muhayyer bıraktı ve önce şunu sordu: “- Size neye göre hüküm
vermemi istersiniz, Kur’an’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?”
Bu düzenlemede Peygamber, bir “Hakim” değil, bir “Hakem” konumundaydı.
Eklemek lazım ki, gayr-ı müslimlerin davalarına bakma veya onları kendi
mahkemeleri ve hukuklarıyla başbaşa bırakma teamülü o günden beri Zımmî hukukun
bir parçası olmuş, bu uygulama Osmanlılar’ın son dönemlerine kadar sürmüştür.
Burada bir kurucu ilke daha ortaya çıkmaktadır: Çoğulcu
bir toplumda tek değil, birçok hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilir. Ve
tabii eğer bloklar arasında çatışan hukuklar dolayısıyla ihtilaflar doğarsa -ki
doğar- bu durumda ya tarihte görüldüğü gibi, bu türden davalara yetki alanları
genişletilmiş Mezalim Mahkemeleri bakar veya bütün hukuk topluluklarının hukuk
temsilcilerinden oluşmuş üst mahkemelerin kurulması cihetine gidilir. Bana
göre, çatışan hukuk sistemleri karşısında mağduru hukuk seçmede özgür bırakmak
en iyi çözümdür; İslam hukuku açısından bu mümkündür.
Vesika’nın 23. maddesi Peygamber’i Müslüman sosyal blok
üzerinde mutlak hakim kılar. Bu doğal bir durumdar; çünkü Müslümanlar ona biat
etmekle, zaten ona bağlanmayı daha başında kabul etmişlerdir. Bu, aynı zamanda
ibadeti, dinî ve hukuku birbirinden ayırmayan İslami temel varsayıma uygun bir
tutumdur. Bu maddelerin kurucu ilkesi, İslamiyet’in sadece Müslümanları
bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altını çizer.
İslami modelin totaliter olduğunu öne sürenler, bu
gerçeğin yeterince farkında değiller. Çünkü eğer insanlar, özgür bir din tercih
etme haklarına sahip ise, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de din ve
düşüncelerine uygun olması bir zorunluluktur. Bu durumda İslam dini ve hukuku,
Müslümanları bağlar, diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayr-ı müslimlerden bu
hukuka göre davranmaları istenmez. Öyle ki Hz. Ömer, başını örten gayr-ı müslim
bir cariyenin bu davranışından memnun olmamış ve başörtüsünün İslamiyet’i bir
bütün kabul edenler için amir bir hüküm olduğunu belirtmiştir.
Vesika ise, objektif hükümleriyle bütün dinî ve sosyal
blokların üstündedir. Yani, Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler onun genel
çerçevesi dışına çıkamazlar. Bu anlamda karşılıklı anlaşma sonucunda ortaya
çıkmış Vesika, Kur’an, Tevrat ve yerleşik örfün üstündedir.
4. ve 11. maddeler sosyal blokların özerkliğini teyid
eder. Buna göre, kabileler, eskiden olduğu gibi (adet olduğu vechile) kan
diyetlerini ödeyecekler, savaş esirleri için fidye verecekler. Kendi aralarında
mali mükellefiyetlere katlanacak ve bunlar ortaklaşa tesbit edilecektir ( Md.
3, 12 ve 37.) Ancak eskiden olduğu gibi, kan ve akrabalık bağına dayalı kabile
asabiyetiyle suçlular korunmayacak, biri suç işlediği zaman kabilesinin
fertleri ondan sorumlu tutulmayacak, kısaca suç ve ceza bireyselleşecektir (Md.
22 ve 31/B). Bu bile başlı başına bir devrimdi. Suçlu ve canilerin korunmadığı
-ki bunlar hangi bloktan olursa olsunlar farketmez- bu yeni yapıda adalet ve
güvenliğin sağlanması ortak ve sosyal bir sorumluluk mevkiine çıkartılıyor,
taraflar birbirlerine karşı -aynı blokun bireyleri- sorumlu tutuluyor. (Md. 12,
13, 21). Buna bağlı olarak 12/B maddesi, kişilerin, başka kişilerin mevlaları
ile ve onlardan ayrı olarak anlaşma yapma imkanlarını tanıyor. Kanımca bu madde
ve başka hükümler, vize verme hakkını devletten alıp, doğrudan bireylere ve
gruplara veriyor.
Vesika’nın diğer hükümlerini de kısaca şöyle özetlemek
mümkün: 39. Madde ile “ülke ve korunmuş sınır” kavramı getirilmiş olup, bu o
günün şartlarında yeni bir şeydi. Kan ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı
aşılıyor, insanlar bloklar halinde (veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst
bir siyasi birlik etrafında toplanıyor ve Medine’de yaşayan aşiret ve kabileler
arasındaki her türlü çatışma ve hukuk ihlali yasaklanıyor. Vesika’da geçen
“haram” terimi korunmuş sınır demektir ve bir siyasi birliğin toprak
bütünlüğüne atıf anlamına gelir. Bu siyasi birliğin Vesika’daki karşılığı
“ümmet”tir (Md. 2 ve 25). Bu anlamda “ümmet”, içinde Müslümanlar, Yahudiler ve
müşriklerin de yeraldığı siyasi birlik demektir. Bu birlik, dinî, kültürel ve
hukuki özerklik temelinde ırk, dil, din, mezhep ve etnik köken farkını
gözetmeyen bir toplumsal projedir (Md. 1,2, 16 ve 25.)
İnsanlar ve topluluklar arasındaki ilişkilerde temel
ahlakî esaslar ve herkesin karşı çıkamıyacağı evrensel yüce idealler geçerlidir
(Md. 47). Ancak bunların geçerli olabilmesi için toplumsal ilişkilerin bütününü
düzenleyen yazılı bir hukuk metninin esas alınması gerekir. Bundan dolayı
Vesika, kendini “Kitap” (Md. 1,36 ve 47) veya “Sahife” (Md. 22, 39, 42, 46 vs.)
diye takdim etmektedir ki, o günün geleneksel kültüründe bu her iki terim
bağlayıcılık ifade eder. Sözgelimi Kur’an da kendini “kitap” olarak tanımlar,
geçmiş
Peygamberlere çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini
söyler. 28
Vesika, herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne tam riayeti
öngörürken (Md. 37 ve 37/B), savaş, tek tek birey ve kabilelerden alınıp
merkezî hükümete intikal ettiriliyor (Md. 17, 18). Savaş, merkezî yönetimin
ortak kararıyla alınacaktır. Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan
gelecek bir saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır. Böyle bir
savunma savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar mali ve askerî ortak
sorumluluklar yüklenirler, hep birlikte savaşırlar. (Md. 15, 18, 19 ve 24).
Ancak din adına yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. (Md. 45). Buna
göre eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla -o da Medine dışında
olmak üzere- savaşacak olurlarsa, Yahudiler ve Medineli Müşrikler onlara
katılmak zorunda değildirler. Bu madde gereğince Bedir ve Uhud Savaşı Medine
dışında bir yerde cereyan etmiştir.
Toplumsal hayatta adaletin tevzii, adlı işlerin
yürütülmesi ve yargı için gerekli tedbirler alınacak ve bu yetkiler merkezî
otoriteye devredilip fertlerin takdir ve inisyatifine terkedilmeyecektir; bu da
ortak sorumluluklar arasında yer alan önemli bir husustur (Md. 13).
Vesika, yargı ve savunma ya da savaş ilanı gibi hususları
merkezî otoriteye (devlet?) devrederken, başta yasama olmak üzere, kültür,
bilim, sanat, ekonomi, eğitim, sağlık vb. hizmetleri sivil topluma bırakıyor.
Peygamber’den gelen başka rivayetler, yönetimin ancak vergi, yargı ve savunma
türünden alanlarla sınırlı olduğunu, bunların dışında kalan diğer alanların
sivil topluma ait olduğunu anlıyoruz.
Medine Vesikası’nın genel hükümlerinden başka sonuçlar da
çıkartılabilir. Ama yeri burası değildir. Vesika’nın bizim için önemli tarafı,
622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında
karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş
olmasıdır..
Ben kişisel olarak, Vesika’nın hükümlerinden hareketle
birtakım soyutlama ve genellemeler yaparak bugün için referans olacak bazı
kurucu ilkeler elde edilebileceğini düşünüyor ve bu kurucu ilkelerin son
tahlilde çoğulcu bir toplumsal projeye dayanak olabileceğine inanıyorum.
Kur’an, Hadis kaynakları ve Müslümanların özel ve yöresel-tarihsel
deneylerinden ayrı düşünüldüğünde İslam hukuku da bu projeyi teyid eden ve
geliştiren zengin hükümler taşımaktadır. Yıllardır süren Arap-İsrail savaşı,
şimdi yeni başgösteren Azeri-Ermeni çatışmaları, Lübnan’ın bölünmüş dinî
yapısı, Balkanlardaki etnik durum, Kürt sorunu vb. sayısız çatışma ve savaş
sebebinin varolduğu bölgemizde bütün dinî, etnik ve siyasî grupları sözleşme
temelinde birarada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu
projelere ihtiyacımız var.
Kuşkusuz Hegelyen bir bakış açısından bu Vesika'ya
baktığımızda doğru sonuçlar çıkaramayız. Çünkü Hegel'e borçlu olduğumuz modern
(türedi) paradigma, çevre faktörlerini belirleyici bir konuma çıkartır ve hatta
insanı bile çevresinin bir ürünü sayar. Vesika'nın hükümlerinde o günkü Arap
toplumunun kendine özgü şartları veya varolan objeler dünyası etkileyici
olmuştur; ancak belirleyici olan o çevre şartları değil, özgür, adil, katılımcı
ve çoğulcu bir toplum biçimi geliştirme arzusudur. Bundan dolayı hükümlere
içkin kurucu ilkeleri araştırıp bulmak önemlidir. Belki bize de bu kurucu
ilkeler yol gösterecektir.
Sanıyorum Batılı demokrasiler bugün yaşadığımız sorunlar
karşısında yetersiz kalıyor. Bu bölgenin ve yeryüzünün sakinleri olan bizler
ise,geleceğimizi teh-dit eden bu sorunlar ve haber verdikleri tehlikeler
karşısında gözümüzü alternatif kaynaklara çevirmek zorundayız.
Birikim
Dergisi
|