Yazanlarda |
|
Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Soru: Vahiy nedir?
Cevap: Vahiy, bir bilgiyi, bir işareti muhataba en hızlı ve en kestirme yoldan ulaştırmak anlamını taşır. Bu ulaştırma işi çeşitli vasıtalarla olabilir.
Bu, meselenin filolojik tarafıdır.
Vahyin terminolojik ve dinsel yönüne gelince: Kuran'ın tetkikinden anlıyoruz ki; vahiy, Yaratıcı Kudret'in bütün varlıklara, yaradılış düzenine uygun hareket tarzlarını bildirme yolu ve insanla ‘‘konuşma’’ yollarından biridir.
İlk ve genel şekle göre, Allah, varlıklara hareket tarzlarını vahyetmektedir. Bu anlamda vahiy, yaradılış düzeninin varlıklar tarafından algılanması ve bu düzene uygun hareketlerin sergilenmesi sistemidir. Vahyin bu kısmı, zorunludur. Bu vahyin gerektirdiği davranışları icra etmek bir varoluş zorunluluğudur. Burada hürriyet ve irade söz konusu değildir. Kuran bu tür vahye değinirken göklere, yeryüzüne, hayvanlara vs'ye görevlerinin hareket tarzlarının vahyedildiğini söyler. Örneğin, Fussılet suresi 12. ayette şöyle deniyor: ‘‘Böylece gökleri, yedi planlı gök olarak kendi zaman ölçüleriyle iki günde düzenledi ve her gök planına, kendisiyle ilgili görevlerini vahyetti.’’
Nahl suresi 68'inci ayette de şöyle deniyor: ‘‘Rabbin, balarısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan kendine evler edin...’’ Zilzal suresinde yeryüzünün şiddetli sarsıntısı anlatılırken şöyle deniyor: ‘‘O gün arz, kendi üstünde neler olup bittiğini bir bir anlatacaktır. Çünkü, Rabbin ona böyle yapmasını vahyetmiştir.’’
İnsan, biraz sonra göreceğimiz vahiy ile beraber, şu ana kadar gördüğümüz vahiyden de pay almaktadır. Çünkü, insan da, ‘‘sünnetullah’’ denen ilahi tavır ve tarzın ölçüleri içinde seyreden bir varlıktır. O da vahyin, sünnetullahı düzenleyen direktiflerinden sıradan bir varlık olarak nasipleniyor. Ama, onun muhatap olduğu daha başka bir vahiy türü veya şekli vardır.
Burada altı çizilecek bir nokta da şudur: Vahyin kurumsal kısmını mühürleyen Son Peygamber Hz. Muhammed'in zuhurundan sonraki devrede, Yaratıcı'nın insanla diyaloğu bir kurumsal vahiy olayı değil, bireysel ilham olayı olarak devam etmektedir.
Ancak, İslam'a göre ilham sadece ona sahip olan kişiyi bağlar; genel ve bağlayıcı bir özellik taşımaz. Bu genellik ve bağlayıcılık sadece bilimindir.
Bu ilkeyi çiğneyerek kişilerin ilham ve rüyalarının ardı sıra giden İslam dünyası, bilimden uzaklaşarak evliya ve şeyh unvanlı yüzlerce düzenbazın hegemonyası altına girmiş ve perişan olmuştur. (Yaşar Nuri Öztürk)
http://arsiv.hurriyetim.com.tr/hur/turk/99/01/18/yasam/02yas .htm
|
Yukarı dön |
|
|
Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Vahiy nedir, çeşitleri nelerdir?
Sözlükte gizli konuşmak, emretmek, ilham etmek, îma ve işâret etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak ve göndermek anlamlarına gelen vahiy, dini bir terim olarak, Allah’ın Peygamberlerine iletmek istediği mesajlarını, doğrudan doğruya veya Cebrail vasıtasıyla bildirmesine denir.
Kur’ân ve diğer kutsal kitaplar, vahiy ürünüdür. Vahiy, ilâhi ve gayr-i ilâhi olmak üzere iki kısma ayrılır. İlâhi vahiy, Allah’ın vahyi demek olup 5 çeşittir:
1- Cebrail’e (Necm, 53/10) ve diğer meleklere vahyi (Enfâl, 8/12).
2- Cansız varlıklardan yeryüzüne (Zilzâl, 99/4-5) ve gökyüzüne (Fussilet, 41/12) vahyi. Bu vahiy, “emretmek” anlamındadır.
3- Canlılardan bal arısına vahyi (Nahl, 16/68-69). Bu vahiy, ilham, içgüdü anlamındadır.
4- İnsanlardan Hz. Musa (a.s)’ın annesine (Kasas, 28/7) ve Hz. İsâ (a.s)’ın havarilerine (Mâide, 5/111) vahyi. Bu vahiy, fıtrî ilham, îma, emir anlamındadır.
5- Peygamberlere vahiy (Nisâ, 4/162. A’râf, 7/117, 160) Bu vahiy, ıstılâhî anlamdaki gerçek vahiydir. Vahiy denince ilk akla gelen bu vahiydir. Bu vahiy, sözlü, sözsüz ve Cebrail vasıtasıyla olur. Sözlü vahiy, Allah’ın perde arkasından Peygamberine hitap etmesidir. Sözsüz vahiy; rüyada veya uyanık iken vahyin Peygamberin kalbine ilkası şeklinde olur. Cebrail vasıtasıyla vahiy;
a) Peygamber uyanık veya uykuda iken vahyi Peygamberin kalbine ilkası ile,
b) Cebrail’in melek veya insan suretinde vahiy getirmesi ile,
c) Cebrail görünmeden vahyin çıngırak sesi şeklinde gelmesi ile olur.
Vahyin geliş şekillerinden bir kısmı, Şûrâ suresinin 51. âyetinde bildirilmiştir. Vahiy, Allah ile Peygamber arasında bir sırdır. Mahiyetini insanların tam anlaması imkansızdır. Vahiy geldiği anda Peygamber titrer, rengi değişir, alnı terler ve nefesi sıkışırdı. Hz. Muhammed (a.s.) gelen vahyi aynen hafızasına alır (Kıyamet, 75/16-19), sonra vahiy katiplerine yazdırırdı. Her sene Ramazan ayında inen âyetleri ve sûreleri Cebrail’e okuyup arz ederdi.
Gayr-i ilâhi vahy yani ilâhi olmayan vahy ise, cin ve insanlar arasında cereyan eden vahye denir. Zekeriya (a.s)’ın kavmine vahyi gibi (Meryem, 19/11), bu vahiy, imâ ve işâret etmek anlamındadır. Şeytanın şeytana vahyi gibi (En’âm, 6/121); bu vahiy, fısıldamak ve gizli konuşmak anlamındadır.
http://www.diyanet.gov.tr/turkish/sorular.asp?id=29
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANA BİLİM DALI İSLAM FELSEFESİ TARİHİ BİLİM DALI İBN SÎNÂ’DA VAHİY YÜKSEK LİSANS TEZİ Tez Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Şaban HAKLI Tezi Hazırlayan Özgür DEMİREL Ankara–2007 i ÖNSÖZ Vahiy konusu İslam Felsefesi’nin özgün yönlerinden bir tanesidir. Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd gibi filozoflar tarafından konu felsefi bir sorun olarak ele alınmıştır. Vahiy konusunu işlemeleri onlara karşı yöneltilen “ Yunan Felsefesi’ni tekrar etme ” ithamı anlamsız kalmaktadır. Muallimi Sânî Fârâbî felsefeye insanlığın ortak kültür mirası olarak bakmaktadır. Bu ortak kültür mirasından faydalanmak onu tekrar etmek anlamında değildir. Vahiy konusunun Yunan Felsefesi’nde karşılığı yoktur. Vahyin felsefi bir sorun olarak incelenmesi onların mensubu olduğu İslam Dini ile gerçekleşmiştir. Aşkın olan Allah ile varlık arasındaki bilgilenme vahiy ile gerçekleşmektedir. Bu bilgilenme yolunun tutarlı bir açıklamasını yapmak dini inancı rasyonel bir düzeye getirir. İbn Sînâ Şifa Külliyatında mantık, doğa, matematik ilimlerinden sonra metafizik “ İlahiyat ” konusuna başlıyor. Varlık bilgisi “ Ontoloji ”’den önce epistemolojik açıdan insanın sınırlarını araştırıyor. İnsanın kendi sınırlarını bilmesi Allah ile arasındaki bilgilenme olan vahyi anlaşılır hale getirmektedir. Bu nedenledir ki İbn Sînâ açısından bilgi ilahi kaynaklıdır. İnsan vahyi bilgiye muhtaçtır. Çalışmanın birinci bölümünde konuya Eş’arî, Mâturîdî kelamcılarının ve Fârâbî’nin bakışını anlamaya çalıştık. İkinci bölümde İbn Sînâ’nın epistemolojik açıdan konuya bakışını ve ontolojisindeki yerini tespite gayret ettik. Çalışmanın ortaya çıkmasında başta tez danışmanım Yrd. Doç. Dr. Şaban HAKLI beyefendiye ve üzerimde emeği olan bütün hocalarıma minnet ve şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim. Ayrıca konu seçiminde fikri yardımını esirgemeyen Aygün AKYOL’a şükranlarımı iletirim.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
GİRİŞ Tezin birinci bölümünde İslam Düşüncesi’ndeki kelam ekollerinden Eş’arîlik ve Mâturidîlik açısından vahiy ve peygamberlik konusunun nasıl değerlendirildiğini tespit etmeye çalıştık. Ayrıca İbn Sînâ’ya düşünceleriyle arka plan oluşturması nedeni ile Muallimi Sânî Fârâbî’nin konuya yaklaşımını açıklamaya çalıştık. Bahsi geçen kelam ekolleri peygamberin varlığından çok Allah’ın peygamber göndermesini Allah tasavvurları açısından değerlendirmektedirler. Eş’arîlik açısından; Allah bir şeyle kayıtlanamayacağı için Allah’ın peygamber göndermesi zorunlu değildir. Mâturidîler ise; insanın ihtiyaçlarından hareketle peygamber göndermeyi akli bir zorunluluk olarak görürler. Peygamberin davetinin doğruluğunu ise mucize göstermesine bağlarlar. Fârâbî insan nefsini (el-kuvvetü’n-nefsi’n-nâtıka) pratik (amelî) ve teorik (nazari) olmak üzere ikiye ayırır. Bu kısımların faziletleri ise akıl olarak isimlendirilir. Teorik aklın fazileti; ilim ve hikmettir. Pratik aklın fazileti ise ilim ve hikmeti irade ile gerçekleştirmek, zihin ve fikir mükemmelliğidir.1 Teorik aklın heyûlânî, bil meleke ve müstefâd akıl olmak üzere dereceleri vardır. Teorik akıldaki bu derecelenme, onlar vasıtası ile sudur (feyz) düşüncesindeki onuncu akıl olan faal akıldan bilgi almadaki durumlarıdır. Teorik akıl, müstefâd akıl aşamasına ulaşınca faal akıldan gerçek bilgiyi alır. Bu bilgi her zaman doğru ve kesin olan bilgidir. Faal akıl heyûlânî aklı yani “bilkuvve aklı” etkiler ve onu kuvve halinden fiil haline çıkarır. Böylece de insan makul şeyleri akletmeye başlar, bil meleke akıl düzeyine çıkmış olur. Bu durumda insan bir akıl daha kazanır ki buna “müstefâd” akıl denir. Müstefâd akıl seviyesindeki insana faal akıl girmiş olur. Faal akıl nâtık gücün pratik ve teorik kısımlarına girer ve muhayyile gücüne taşar ise bu kişi peygamber olur. Allah gelen bilgiyi faal akıl vasıtası ile müstefâd akıl seviyesindeki insan muhayyile gücüne alınca peygamber olur. Allah’tan gelen bilgiyi faal akıl vasıtası ile 1 Ebû Nasr Fârâbî, Fusûlü’l-Medenî, Çev. Hanefi Özcan, Siyaset Felsefesine Dair Görüşler, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, İzmir 1987, s. 41. 2 Fârâbî, Medinetü’l-Fâdıla. Çev. Nafiz Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001, s. 86. 2 müstefâd akıl seviyesindeki insan münfail aklına alır. Bu durumda o kişi hâkim “ filozof ” ve akıl erbabından olur.2 İbn Sînâ nübüvvet mümkün müdür, mümkün ise gerçekleşmiş midir? Sorularını sorarak, insanın nefsi ve ruhi olgularını gözden geçirmiştir. O, nübüvveti felsefi bir sorun olarak görmüştür.3 İbn Sînâ nübüvvetin peygambere yönelik durumunu, Allah ile peygamber arasındaki vahyi, peygamberin vahyi insanlara iletmesini değerlendirmektedir. Din bir gerçek olduğuna göre nübüvvet dinin anlaşılması için vazgeçilmez bir konumdadır. İbn Sînâ nübüvvet ve vahyi felsefi düşüncesinde farklı açılardan değerlendirerek açıklamaya çalışır. Ontolojik, teolojik ve epistemolojik açılardan konuya değinir.4 İbn Sînâ’nın ilk felsefe olarak isimlendirdiği varlık bakımından varlıktaki şeylerin İlk’i (el-Evvel), Allah’ın varlığı ve birliğidir.5 Varlık, Zorunlu Varlık’tan başlamak üzere peygamberin varlık düzeni içindeki yerini belirler. İbn Sînâ, Zorunlu Varlık’tan hareketle varlığın oluşumunu sudur düşüncesiyle açıklar. Sudur düşüncesi teleolojik açıyla da (gaye, nizam, inayet ve hikmet) yakından ilgilidir. Zorunlu Varlık el-Evvel’dir, her şeyin varlığı O’nun Varlığından gelmiştir. Bütün varlıklar O’dan (feyz) taşmıştır. Bu taşmada el-Evvel’in bir kastı yoktur. el-Evvel varlıktaki iyilik düzeninin nasıl olması gerektiğini bilir. Bu iyilik düzeni inayettir.6 Peygamberin varlık düzenindeki yerini tezin “Vahyin Kozmolojik Dayanağı”, “Bilgi Edinmede Faal Aklın Rolü” başlıkları altında inceleyeceğiz. İbn Sînâ’nın epistemolojik açıdan nübüvvete yaklaşımını “Vahyin Bilgisel Temeli” başlığı altında alt başlıklara ayırarak incelemeyi düşündük. İbn Sînâ epistemolojisinde nefs kavramından hareketle sudur düşüncesindeki ay altı âlem olan dünya âlemini konu alır. Nefsi; bitkisel, hayvani ve insanî nefs olarak ayırır. İnsan 3 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, İslam Düşüncesi’nin Problemlerine Giriş, Sadeleştiren: Recep Kılıç, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2005, s. 34. 4 İlhan Kutluer, Akıl ve İtikad, İz Yayınları, İstanbul 1998, s. 92. 5 Ebû Ali İbn Sînâ, eş-Şifâ, Metafizik I, Çev. Ekrem Demirli, Ömer Türker, Litera Yayınları, İstanbul 2004, s. 13. 6 Ebû Ali İbn Sînâ, eş-Şifa, Metafizik II, Çev: Ekrem Demirli-Ömer Türker, Litera Yayınları, İstanbul 2005, s. 88, 104, 147. 3 açısından düşünüldüğünde bunlar birer güçtür. Her biri insanın farklı bir yönüne işaret eder. İnsan, hayvani nefsi ile hayvanlara, bitkisel nefsi ile bitkilere eşittir. O, insanî nefsi ile de meleklere eşit olur. Bunlardan hangisi diğerine üstün olur ise insan onunla tarif olunur.7 İbn Sînâ, hayvani nefs konusu içinde insanın iç ve dış duyularını inceler. Dış duyular beş duyu organımızdır. İç duyular dış duyuların algılarına anlam verirler. İç duyulardan olan hayal ve musavvira güçleri, peygamberin vahyi insanlara iletmesinde önemlidir. İnsanî nefs, pratik ve teorik akıl olmak üzere iki kısma ayrılır. Teorik akıl; küllî ve soyut akledilir bilgiye ulaşma imkânı verir. İç ve dış duyuların maddesel ilintileri olan algılarını teorik akıl soyutlar. Teorik akıl varlık düzeninin zirvesi olan el-Evvel ile ilişki kurabilir. Bu ilişki faal akıl vasıtası ile gerçekleşir. Teorik aklın heyûlânî, meleke, fiil ve müstefâd akıl olmak üzere aşamaları vardır. Müstefâd akıl aşaması bil-fiil bir durumdur. Bu durumda soyut, küllî ve aklî bilgi faal akıldan ona akar. Peygamberin teorik aklı ise diğer insanlardan farklı olarak hep bil-fiil aşamasındadır. Peygamberin bu hali, onun “kudsî akl”ından kaynaklanmaktadır. İbn Sînâ insanın yeteneklerinden hareketle peygamberi Zorunlu Varlık’a bağlar. el-Evvel olan Allah, varlık düzenini pratik ve teorik aklını kemale erdirmiş peygamberle bitirir. 7 Ebû Ali İbn Sînâ, Ölüm Korkusundan Kurtuluş ve Namaz Risalesi, Çev: M.Hazmi Tura,Burhanettin Matbaası, İstanbul 1959, s. 28.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM İSLAM DÜŞÜNCESİ’NDE VAHİY ANLAYIŞLARI 1.1- Mâturidîlerin Vahiy Anlayışı İslam düşünce tarihinde peygamberlik müessesesini, sistemli bir şekilde açıklamaya çalışan önemli düşünürlerden olan İmam Mâturidî (333/944), nübüvvet müessesesinin mevcudiyetini aklî bir zorunluluk olarak görmekte1 ve insanların peygamberlere olan ihtiyaçlarını açıklamaktadır. Peygamberliği ve peygambere olan ihtiyacı, sosyolojik gerekçelerle açıklamaktadır. İlk insanların, peygamberler olduğu, bu peygamberlerin toplum için gerekli her türlü yapının kurucusu olduğu varsayımından   ; hareketle &nb sp; Mâturidî, peygamberliğin &nbs p; gerekliliğini, insanların peygambere gereksinimleriyle izah etmektedir. Ona göre peygamberler; üremeden çocuk eğitimine, beslenmeden şehirlerin imarına kadar birçok konuda insanların önderleridir. Mâturidî, her türlü bilgi, düşünce ve sanatın, peygamberlikle başladığı fikrinden hareket eder. Mâturidî; üreme yöntemleri, çocuk eğitimi, bilgisi, insan zihnince düşünülmeyecek gıdaların sağlanması, diller, isimler, sanatlar, tıp ve mesleklerin tamamı, şehir ve ülke yolları, hayvanların eğitimi ve kullanılma yöntemi gibi birçok hususun, peygamberlerinin öğretimi ve yol göstermesiyle öğrenilip uygulandığını dile getirmekte ve bu konularda peygamberlerin bütün insanlar için yol gösterici olduğunu belirtmektedir.2 İnsanların ihtiyaçlarını gidermeleri ve hayatlarını devam ettirmeleri konusun da yardımlaşırlar. Farklı konulardaki bilgi ve tecrübelerini paylaşarak karşılaştıkları sorunları çözerler. İnsanoğlunun karşılaşacağı zorlukların çözümünde Allah onlara yol göstermek için peygamberleri görevlendirmiştir. Peygamberler insanların dünyevi hayatlarında da onlara yardımcı olmaktadır. Mâturidî insan neslinin hayatını devam ettirmesine vesile olan ve bütün insanlarca kabullenilen bilgi birikimini peygambere bağlamaktadır. İnsanların ulaşımın zor ve meşakkatli olduğu zamanlarda bile aynı doğruları yapmalarını peygamberlere Allah’ın bu bilgiyi vermesi ile açıklamaktadır.
1 Ebû Mansur el-Mâturidî, Kitâbü’t-Tevhîd, Çev. Bekir Topaloğlu, İsam Yayınları, Ankara 2003, s. 225. 2 Ebû Mansur el-Mâturidî, a. g. e, s. 226.
5 Mâturidî nübüvvetin aklî bir zorunluluk olduğunu desteklemek için insana lutfedilen özelliklerini hatırlatır. İnsan elinin, yüzünün, ayağının kirpiklerinin hâsılı vücudunun her organının işlevinin düşünüp buna nasıl teşekkür etmesi gerektiğini bilemez. Çünkü teşekkür edilecek nimetlerin hakkını teslim etmeye bizim aklımız yetmez. Bunun içindir ki “nimetin sahibinden bilgi alıp akla haber verecek birinin (peygamber) bulunması gereklilik kazanır.”3 İnsanların yaşayış tarzları, eğitimleri, sosyal çevreleri, renk ve ırkları, hayata bakış ve vakıalar karşısındaki takındıkları tavrı etkilemektedir. Bu ise olayları algılayışlarına bu olaylar hakkındaki doğru ve yanlış nevinden hüküm vermelerinde birbirleri arasında farklılık meydana getirmektedir. İnsanlar arasındaki bu tür anlaşmazlıkları da “herkes kendinin gerçeğe ve doğruya en yakın olduğunu savunur. Hakemlik görevi ifa edecek ve anlaşmazlığa düşenlere gönüllerini birleştiren ve söylemlerini tek ses haline getiren çözümleri gösterecek birinin bulunmadığı da ittifakla kabul edilmektedir”,4 diyen Mâturidî insanları doğru bilgiye, taate, birliğe götürecek bir peygamberin varlığına hükmetmenin gerekliliğini vurgular. Âlimlerin din ve dünya yararında olan hususların tespit etmede farklılık göstermeleri, dünya meşgalelerinin aklı sarması insanların doğru hüküm vermesini engellemesi, nefsanî arzu ve isteklerin insanın gerçekleri kavramasını engellemesi gibi nedenlerden dolayı bir Allah elçisinin bulunması zorunlu hale gelir.5 Mâturidî insanın gerçekleri bilmesinde ona yardımcı yolları idrak, haberler ve istidlal olarak sıralar.6 Bilgi kaynağı olarak haber Allah’tan peygamberlere gelen vahiy, bize peygamberden ulaşınca ise haber-i resuldür. Duyuları dışında kalan hususlarla ilgili olarak insan peygamberin haberiyle bilgi sahibi olur. Zira peygamberin doğruluk ve masumiyeti vardır.7 Lakin peygamberden bize intikal eden haberleri “yanılmaları ve yalan söylemeleri muhtemel olan kişilerin dilinden ulaşmaktadır. Çünkü onlar peygamberde olduğu gibi doğruluk ve masumiyetlerini kanıtlayacak herhangi bir delil ve belgeye sahip değillerdir.”8 Bu kişilerden intikal eden haber şayet masumiyeti olan peygamberden olduğu gibi aktarılırsa mutevatir olur. “Peygamberden rivayette bulunan ravilerin tek tek hiç
3 Ebû Mansur el-Mâturidî, a. g. e, s. 227. 4 Ebû Mansur el-Mâturidî, a. g. e, s. 227. 5 Ebû Mansur el-Mâturidî, a. g. e, s. 228. 6 Ebû Mansur el-Mâturidî, a. g. e, s. 9. 7 Ebû Mansur el-Mâturidî, a. g. e, s. 12. 8 Ebû Mansur el-Mâturidî, a. g. e, s. 12.
6 birisinin masumiyeti hakkında delil bulunmuyorsa da tamamının naklettiği haber bu dereceye ulaşınca artık her birinin doğruluğu ortaya çıkmış olur.”9 Mâturidî haberin hem bu dünya için hem de ahiret için bilgisel değerinin olduğunu savunur.10 Birey duyu yoluyla algıladığı şey vasıtayla istidlalde bulunur. Duman, ateş, yazı ile bina örneğinde olduğu gibi fiilin meydana getirdiği eserin faille ilişkisi gibi. Keza uzak ülkeler, değişen haller, gibi bir kişinin veya birçok kişinin duyumu ile aktarılan haberlerde bilgi değeri taşır. İnsan bu sayede teknolojik gelişme, tıp, lisan, çeşitli sanatlara vakıf olur ki bunlar yaygınlık kazanır. Bunun yanında dini konularda ise (emir, yasak, teşvik) delili duyuya dayanmayan hususların bilinmesi haberle mümkündür. Duyuya dayanmayan mubah, haram gibi hususların belirlenmesi ise peygamberin haber vermesiyle gerçekleşir. Mâturidî aklî hükümleri üçe ayırır; mümteni, vacip ve ikisinin ortası olan mümkin.11 Aklî açıdan vacip, aksine herhangi bir haberin gelemeyeceği bir konumdadır. Mümteni; akli açıdan olması, bulunması mümkün olmayandır. Mümkin farklı konumların bulunduğu bir alandır ve halden hale kişiden kişiye, bölgeden bölgeye farklılıklar arz edebilir. “Mümkinde herhangi bir alternatifin vacip kılınması veya mümteni olması akıl açısından söz konusu değildir. Peygamberler her konumda mümkinin tercihe şayan olan alternatifinin açıklamasını getirirler”12 Şayet “Peygamber aklın gerektirdiği şeyleri getirirse akıl bundan müstağnidir; eğer onun (aklın) kabul etmeyeceği şeyleri getirirse bunları muhal görüp reddeder, binaenaleyh peygamber göndermenin bir faydası yoktur”13 denilirse peygamber göndermenin faydası ve peygamberin haberinin bilgisel değerini nasıl savunabiliriz? “Peygamber aklın bilmekten ve idrak etmekten aciz kaldığı, şeyleri getirebilir. Zira akılların vereceği hükümler üç kısma ayrılmıştır. Vacip mümteni, mümkin (caiz)”14 Akıl vacip ile mümteni hakkında kolayca hüküm verebilirse de caiz sahasına giren şeylerden hiç birine ne farz, ne de haram diye hüküm veremez. Müslümanları ilgilendiren, yaptıkları veya yapmadıkları zaman uhrevi dünyalarında hanelerine sevap, günah olarak işlenecek hususu bilmektir. “Peygamberin Allah’tan aldığı vahiyle fiillerin neticelerini açıklayınca insan aklın saadetine vesile olan şeyden de haberdar
9 Ebû Mansur el-Mâturidî, a. g. e, s. 12. 10 Ebû Mansur el-Mâturidî, a. g. e, s. 229. 11 Ebû Mansur el-Mâturidî, a. g. e, s. 229. 12 Ebû Mansur el-Mâturidî, a. g. e, s. 230. 13 Nureddîn es-Sâbûnî, Mâturidî’ye Akaidi, Çev. Bekir Topaloğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2005, s.104. 14 Nureddîn es-Sâbûnî, a. g. e, s. 104.
7 olarak ondan kaçınır. Aslında akıl tarafından idraki mümkün olan bir şeyi bile dinin açıklaması caizdir.”15 Bunun gayesi kişiye kolaylık sağlamaktır. Çünkü bu nevi şeyleri idrak edebilmek için devamlı tefekküre, aralıksız müşahedeye ve eksiksiz araştırmaya ihtiyaç vardır. Öyle ki insan bununla uğraşacak olursa önemli işlerinin çoğu yüz üstü kalır. Binaenaleyh Allah’ın peygamber vasıtasıyla bu nevi işleri beyan etmesi onun lütuf ve rahmetinin eseridir.” 16 Mâturidî haberin bir bilgi kaynağı olarak kabul edilmesi gerektiğini vurgulayarak bunu ispatlamak için uğraşır. Zira vahyin ve peygamberin haberinin bilgi kaynağı olabilmesi için haberin bilgisel bir değerinin olduğu ispatlanmalıdır. Haberin bilgisel değerini reddeden kişiye Mâturidî, bir soru sorulmasını ister. Soruya cevap verirse duyu yoluyla algıladığı soruya verdiği cevap onun haberi de kabul ettiğini gösterir. Haberin bilgisel değerini inkâr eden kişi kendi geçmişi ile ilgili hiçbir şey bilmemesi ve gördüğü şeyleri başkasına anlatmaması gerekir.17 Bu kişi şayet haberi halen kabul etmekte inat ederse şöyle bir yol izlenildiği zaman bu kişinin haberi kabul edeceğini belirtir. Bu kişiye eziyet edilirse (dövülürse) bu kişi, bundan doğal olarak rahatsız olacaktır. İtirazda bulunacaktır, fakat haberi kabul etmediği için bundan rahatsızlık duymaması gerekir. Çünkü ona eziyet veren kişiye bunu haber vermesi, durumundan şikâyet etmesi gerekir. Ona eziyet verene ise durumunu ancak haber vasıtasıyla bildirilebilir.18 Kendisine eziyet edene rahatsızlığını bildirmesi, haberin bilgisel değerini kabul ettiğini gösterir. Peygamberlerin haberinin doğruluğu hakkında ileri sürülen görüşlerin çıkış noktası peygamberlere iman etmektir. Peygamberler içinde yaşadıkları toplumun bir üyesidir. Onlardan biridirler. Dünya geçimini temin için farklı işlerle meşgul olmuşlardır. Bunun yanında gönderildikleri toplumda olması gerektiği gibi olmayan durumları düzeltmek gibi asli görevi vardır. Düzeltilmesi elzem olan husus itikadi ve ahlaki meselelerdir. Bireylerin peygamberleri benimsemesi için kendilerinde olmayan ve düzeltilmesi gereken hasletleri peygamberde görmeleri, ona güvenmeleri, inanmaları, şeksiz-şüphesiz mutmain olmaları gerekmektedir. Peygambere karşı kini ve
15 Ebû Mansur el-Mâturidî, a. g. e, s. 229. 16 Nureddîn es-Sâbûnî, a. g. e, s. 104. 17 Nureddîn es-Sâbûnî, a. g. e, s. 10. 18 Nureddîn es-Sâbûnî, a. g. e, s. 11.
8 düşmanlığı bile olsa nasıl bilirsiniz sorusuna iyi biliriz cevabını verdirebilecek hasletlere haiz olunmalı. Böylece peygamberin getirdiğine inanılsın. Genelde bütün peygamberler özelde ise Hz. Peygamber de yaşadığı toplumda yaşayışı, ahlaki, meziyetleri, iş ahlakı, gibi yüksek seciyeleriyle temayüz etmişti. Halkın nazarında güvenilir, emin bir kişi olarak görülüyordu. Bu yüzdendir ki peygamberimize risâlet görevi verilmeden önce dahi insanlar “Muhammed’ül-Emin” diye isimlendirmişlerdir. Peygamberde aranılan sıfatlar şunlardır: İsmet, emanet, fetânet, sıdk ve tebliğ. İsmet, günah işlememek, günahsız olma anlamındadır. Peygamberimizin de yaşayışı bunu göstermektedir. Peygamberlik görevi ile de küfür ve isyanda bulunmadıkları, Kuran-ı Kerim de açıklanmaktadır.19 Peygamberin günahtan korunması O’nu itaate zorlamadığı gibi günah işlemekten aciz bırakmaz. İsmet; Allah’ın bir lütfü olup peygamberi hayır yapmaya sevk eder, kötülükten uzak tutar. İlahi imtihanın gerçekleşmesi için onda yine de irade mevcuttur.20 Peygamberlerin günah işlemekten korunmalarının sebebi onların güvenilirliğini temin ve yalan söyleme ihtimallerini ortadan kaldırmak içindir. “Lakin peygamberler küçük günahlardan korunmuş değillerdir. Zira bir kimse belaya uğramadıkça belaya uğrayanlara şefkati olmaz.”21 Peygamberler kendilerine Allah tarafından gelen emaneti iletirler.22 Peygamberler kendi asırlarında yaşayan insanların en akıllısıdırlar. Zira sorunlara pratik çözüm üretmek onların görev alanındadır. Hacer’ül-Esved taşını kimin koyacağı sorununu hırkasını çıkararak bütün kabilelerin etrafından tutup taşı koymaları sonucu sosyal bir facia önlenmiştir. Hz. İbrahim’in putları kırıp kendisine başvuracaklarını düşünüp putların büyüklerinden birisini bırakması ve halkında Hz. İbrahim’e bunun nedenini sorunca; konuşabiliyorsa o büyük puta sorun cevabını vermesi peygamberlerin zekiliğine örnek teşkil eder. 23 Peygamberlerin kendilerine vahyedileni dosdoğru aktarmak ve tebliğde bulunmaları onların görevidir.24 Peygamberlerin hatadan korunmaları, tebliğlerini eksiksiz yapmaları, kendilerine vahyedileni dosdoğru aktarmaları ve bunu yaparken
de Allah’ın onları korunması güvenilirliklerini bir kat daha artırmaktadır.
19 KUR’AN, En’am Suresi, 6/ 90, 33, Ahzab, 21, Sebe, 34/50, Mü’min, 23/66 20 Nureddîn es-Sâbûnî, a. g. e, s. 114. 21 Ebû Mansur el-Mâturidî, Akaid Risalesi. Çev. Yusuf Ziya Yörükan, “İslam Dini ve Mezhepler Tarihi 2. cilt ” T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001, s. 288. 22 KUR’AN, Cin Suresi, 72.22.23 23 KUR’AN, Enbiya Suresi, 21/58, 63 24 KUR’AN, Maide,5/ 67, Taha, 20.65.69, Necm, 53/3–4, Hakka, 69/44–45 9
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
1.2- Eş’ârilerin Vahiy Anlayışı Eş’arî (324/935) ve onun takipçilerine göre Allah’ın peygamber göndermesi muhal değildir. Peygamber göndermek Allah’ın bir fiilidir. Yalnız bu, bir zorunluluk değildir. Allah’ın peygamber göndermesi mümkün olduğu gibi göndermemesi de mümkündür. Allah’ın peygamber göndermesi lütuf ve ihsandır. Peygamberler göndermemesi ise Allah’ın bir zaaf ve noksanlığı değildir.25 Bu bağlamda Allah insanlara Peygamber göndermez ise insanlar Allah’ın varlığını bilmede sorumlu değildir. İnsanın Allah’ı bilme sorumluluğu şeraitin bildirmesiyle bilinebilir. Dini anlamda hayır ve şer (hüsün-kubüh), din koyucusunun (Şâri’in) hükmüne bağlıdır. O’nun emrettikleri hayır, menettikleri ise şerdir.26 İnsanın fiillerinin güzellik ve çirkinliği dinle tayin olunur. Akıl bir fiilin güzel ve çirkin olduğu hükmünü veremez.27 İnsanın fiillerinin sorumluluğu din koyucusunun tespitine göre değerlendirilmesi insanlar için peygamberleri gerekli kılar. Bu durum insan için bir gereklilik arz eder. Fakat Allah için insanlara peygamber göndermek gibi bir gereklilik yoktur. Allah’ın fiillerinde, yaratmasında illet ve amaç aranmaz. Onun fiillerinde salah ve aslaha yer yoktur. Allah’ın insanların iyi ve güzel gördüğü bir şeyi yaratmak gibi bir zorunluluğu yoktur. İnsan açısından iyi ve en iyiyi yaratmak gibi bir durumla, Allah sorumlu tutulamaz. İnsan açısından iyilik ve güzellik zamandan zamana, durumdan duruma değişiklik arz etmektedir. Bu husustan hareketle ezeli ve ebedî olan Allah’ın fiillerini insanların kendi zamanlarına göre değerlendirmeleri yanlıştır. O hâkimdir. Fiillerinde hikmet, vardır. Allah’ın fiillerini kayıt altına almak doğru değildir.28 Allah’ın kullarına yapmalarını ve yapmamalarını emrettiği şey insan için salahtır. Bu durum Allah’ın diğer fiilleri içinde böyledir. Allah âlemin yaratıcısıdır. Yaratma mülkü, emir O’na aittir. Mülk ve emir Allah’ın olduğu için kulları hakkında emir ve yasakları bildirme Allah’a aittir. Bunun için 25 Ebü’l-Hasen el-Eş’arî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfu’l-Musallîn, Nşr: Helmut Ritter,Franz Steiner Verlağ, Wiesbaden 1963, 1. cild, s. 227. ; Sadüddin Taftazânî, Şerhü’l-Makâsıdi’t-Tâlibîn, Tahkik: Abdurrahman Umeyra, Beyrut 1989, s. 173. ; Muhammed b. el-Şehristanî, Nihâyetü’l-İkdâm fi-İlmi’l-Kelâm, Oxford Universsity Pres, London 1934 , s. 417. 26 Ebü’l-Hasen el-Eş’arî, a. g. e, s. 245. ; Muhammed b. el-Şehristanî, a. g. e, s. 98. 27 Sadüddin Taftazânî, a. g. e, s. 163. 28 Ebü’l-Hasen el-Eş’arî, a. g. e, s. 249,250. ; Muhammed b. el-Şehristanî, a. g. e, s. 237. ; Sadüddin Taftazânî, a. g. e, s. 163. 10 insanlar arasından birisini seçerek insanlara iradesini tebliğ edebilir. Bu imkânsız bir durum değildir. Allah’ın peygamber göndermesi aklın caiz gördüğü bir durumdur. oluşturur.29 Peygamberliğin &nbs p; aslını sıdk &n bsp; &n bsp; Doğruluğun delili ise peygamberin peygamberliğini ilanı ve mucize göstermedir.30 Peygamberin mucize göstermesi alışılmış olana aykırı bir durumdur. Mucize iddia edenin başkasından ayırt edilmesini temin eder. Mucize alışılmış olanı engeller, alışılmamışı ortaya koyarak insanları ikna etmeye yöneliktir.31 Eş’arî geleneği, peygamberin peygamberliğinin delili olarak mucizeye büyük önem vermektedirler. Peygamberlerin &nbs p; davasıyla birlikte mucize göstermesi, peygamberin Allah katından gönderildiğine delildir. Peygamberin doğruluğunda bu meydan okumayla ortaya çıkar. Peygamberi gönderen tasdik eden Allah ona mucize verir. Mucize, peygamberin iddialarının doğruluğunun delili olarak Allah tarafından verilir. İnsanları ikna etmeye yöneliktir. Her peygamberde mucize farklılık gösterebilir. Hz. İsa zamanında tıbbın ilerlemiş olması nedeni ile alacayı tedavi etme, ölüyü diriltme mucize olarak verilmiştir. Hz. Muhammed zamanında ise belağatın ilerlemiş olması nedeni ile Kur’an-ı Kerim verilmiştir. Bunun yanında parmakları arasından su akması, ayın ikiye ayrılması, ağacın peygamberin yanına gelmesi gibi mucizelerde vardır. Bu mucizelerin verilme nedeni ise peygamberin iddiasının Allah tarafından doğrulanmasıdır.32 Bunun yanında peygamberlerin ahlaki faziletleri de (sıdk, emanet, fetânet) peygamberlerin iddiasında doğruluğuna delildir. Mucizenin kelamcılar açısından öncelenmesine   ; İbn Rüşd (1126/1198) & nbsp; itiraz etmektedir. Peygamberlerin, peygamberliğine asıl delilin peygamberin ahlaki faziletleri ve doğruluğu olduğunu savunur. Bunun yanında mucize de delildir. Fakat öncelenmesi gereken sıdk’tır. Çağdaş olan Fahreddîn er Râzî (1149 /1209) ile İbn Rüşd bu mesele etrafında görüş belirtmişlerdir. Şimdi çağdaş olan bu iki düşünür açısından mucizenin peygamberlik iddiasındaki yerini tespite çalışacağız. Râzî peygamberi göndermenin faydalarını açıklamakla işe başlar, insan aklı bazı şeyleri müstakil olarak kavrayabilirken bazı 29 Muhammed b. el-Şehristanî, a. g. e, s. 423. 30 Ebü’l-Hasen el-Eş’arî, Usûli Ehli’s-Sünne ve’l Cemaat. Tah. Muhammed es-Seyyid Celyend, Külliyeti Darul Ulum, Kahire 1987, s. 45. ; Sadüddin Taftazânî, a. g. e, s. 191. ; Muhammed b. el-Şehristanî, a. g. e, s. 423. 31 Fahreddîn er-Râzî, El-Muhassal, Çev. Hüseyin Atay, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002, s. 229. 32 Ebü’l-Hasen el-Eş’arî, Usûli Ehli’s-Sünne ve’l Cemaat. s. 46,48. 11 şeyleri kavrayamaz. İnsan aklı kâinatın Hâkim bir yaratana muhtaç olduğunu bilebilir. Aklın kavrayabileceği hususların da peygamber vasıtasıyla bildirilmesi insanların özrünü yok etmek içindir.33 &n bsp; Bu görüşe dayanak olarak da şu ayetleri zikreder. “Peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir delilleri olmasın”34 “Biz onları, Peygamberlerden önce yok etmiş olsaydık, “Ey Rabbimiz bize bir elçi –Resul- gönderseydin ya, bizde rezil rusvay olmadan senin ayetlerine uysaydık derlerdi.”35 Aklın kavradığı hususlarda da insanları uyarmak gerekir. İnsan şükrü bilse bile nasıl yapılacağını bilemez. İnsanda şehvet gaflet gibi duygular insanı doğru yoldan çıkarır. Bu arzu ve isteklerin giderilme yolu gösterilmeli. İnsan imanın güzelliğini, küfrün çirkinliğini bilse bile bunun getirisinin ebedî âlemde nasıl olacağını bilemez. Bunların insanlara öğretilmesi için peygamberlere ihtiyaç vardır.36 Aklın kavrayamadığı durumlarda peygamberler göndermenin faydaları da şunlardır.37 Akıl; işitme, görme gibi duyulara muhtaçtır. İnsanın aklı Allah’ın mülkünde nasıl tasarrufta bulunacağı bilemez. Bu tasarrufu peygamber belirler. Akla göre yaşlı, çil yüzlü bir kadının yüzüne bakmak çirkindir. Aklın güzel saydığı ise güzel bir kızın yüzüne bakmaktır. Şeraite göre ise bu tersinedir. İnsan toplumsal bir varlık olduğu için toplumun iyiliğine olanı şeriat tespit edebilir. İbadetin şeklini insan bilemez. İnsanın saygı duyduğu birisinin emrini âdet kabilinde değil ibadet olarak yapar. İnsan şahsiyetlerini geliştirip olgunlaştırma da peygamberlerin gelmesiyle kolaylaşır. Faydalı sanatlarda peygambere bildirmekle öğrenilir. İnsanlara ahlaklı yaşamayı öğretirler. Peygamberin özelde Hz. Muhammed’in, peygamberliğini ispat için Râzî üç delil ileri sürer.38 a)Peygamberliğini iddia edip mucize göstermesi. Bunun dayanağı da şunlardır: Kuran-ı getirmesi ve Kur’an-ın mucize oluşu. Peygamberimizden birçok mucize nakledilmiştir. Az yiyecekle çok kimseyi doyurma, parmakları arasından su çıkması, hayvanla konuşması. Bunlar her ne kadar tevatür, derecesine ulaşmasa da bunlardan bir tanesinin doğruluğunda maksat hâsıl olur. Gaybtan haber vermek de mucizedir. Peygamberin iddiasına Allah muhalefet etmemiş mucizeyle te’kid etmiştir. 33 Fahreddîn er-Râzî, a. g. e, s. 240. 34 KUR’AN, Nisa Suresi, 4/166 35 KUR’AN, Tâha Suresi, 20/134 36 Fahreddîn er-Râzî, a. g. e, s. 241. 37 Fahreddîn er-Râzî, a. g. e, s. 241,243. 38 Fahreddîn er-Râzî, a. g. e, s. 229. 12 b)Önceki peygamberlerin Hz. Muhammet’in & nbsp; peygamberliğinden & nbsp; semavi kitaplarında haber vermeleridir. c)Hz. Peygamberin, peygamberliğine ahlaki işlerini, uygulamalarını ve davranışlarını delil göstermekte onun peygamberliğinin ispat yollarından biridir. İbn Rüşd ise mucizenin peygambere has bir alamet olduğunun nasıl bilindiği sorunu yöneltir.39 Bu sorunun cevabı ya dinle bilinir ya da akılla. Fakat bunun dinle bilinmesi imkânsızdır. Mucizenin gösterildiği insanlar dine inanmayan, kimselerdir. Dinde henüz sabit olmamıştır. Dine inanmayan bir kişi mucizeyi peygamberin delili olarak görmez. “Akılda bu alametin peygamberlere mahsus bir alâmet olduğuna hüküm etme imkânına sahip değildir. Meğerki peygamberlikleri kabul ve tanınmış birçok kimselerde bu alâmetlerin varlığını defalarca görmüş ve idrak etmiş olsun. Ve yine bu alâmetler onlardan başkasında zuhur etmemiş bulunsun”40 Kelamcıların öncüllerini İbn Rüşd şöyle formüle ederek sonuca ulaşmaya çalışır. Peygamberlik iddia edenin elinde mucize zuhur etmiştir. Elinde mucize zuhur eden herkes peygamberdir. O halde bu zat peygamberdir. Bu olgular sayesinde elde edilen bir bilginin sonucudur. Eğer gözle görülmüş ise doğrudur diyebiliriz. “Bunu söyleyebilmek için ise mahlûkların ve insanların elinde zuhur eden bir takım fiiller vardır ki bunlar ne sanatkârın garip ve acayip sanatıyla ortaya konulabilir, ne de herhangi bir hassa (kabiliyet ve istitâat) ile hâsıl olur. Ayrıca zuhur eden bu nevi fiiller hayal de değildir” diye daha evvel kesinlikle hüküm etmek icap eder.41 Bu durumda ise, kişi mucizeyi görse kani olabilir. Fakat nakledildiği zaman diğer bireyin buna inanması güç olabilir. Bu noktada kelamcılar şöyle bir misal getirirler; & nbsp; & nbsp; Büyük bir hükümdar bir meclise gider, biri kalkar ve ey insanlar ben bu hükümdarın elçisiyim deyip, sonra da : Ey hükümdar beni tasdik ediyorsan âdetine muhalefet et ve tahtından, in dendiğinde hükümdar da bunu duyar duymaz yerinden kalkarsa orada hazır bulunanlar zorunlu olarak bu iddia sahibinin doğruluğunu kabul ederler. Peygamberin mucize göstermesi de böyledir. Bu tam bir delildir.42 Hükümdarın birinin sarayında ülke halkı ve saray erkânınca bilinen bir ağaç vardır ki bu ağacı hükümdar hareket ettirebiliyor. Fakat 39 İbn Rüşd, Faslu’l-Mâkâl el-Keşf an Menahici Edille, (Felsefe-Din İlişkileri), Çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 2004, 229. 40 İbn Rüşd, İbn Rüşd, a. g. e, s. 230. 41 İbn Rüşd, a. g. e, s. 230. 42 Fahreddîn er-Râzî, Mealimu Usûlü’d-Din. Çev. Nadim Macit İhtar Yayınları, Erzurum 1996, s. 90. 13 hükümdar dışında hiç kimse o ağacı hareket ettiremiyor. Şayet ki bir kişi halka elçi olarak gönderildiğini iddia ederse halk ona inanmaz. Zira delili yoktur. Bu elçide halkı ikna edebilmek için hükümdara seslenir. Beni gönderdin şunları tebliğ et dedin halk inanmıyor. Ben senin tarafından gönderilen bir elçi isem herkese malum olan şu ağacı hareket ettir ki halk senin tarafından gönderildiğime inansın, ağaçta hareket etmesiyle halkta anlar ki hükümdar elçisini ağacı hareket ettirmekle doğrulamıştır. 43 Mucize konusundaki misalleri değerlendirdiğimiz zaman elçinin bir iddiasının halkın inkârını, elçinin doğruluğunu kanıt için delil dilemesini görüyoruz. Deliller ağacın gelmesi hükümdarın çağrıya icabeti, ayın yarılması alacayı iyileştirme olabilmektedir. Her kim ki, elinde mucize zuhur eder o zat peygamberdir şeklindeki ifadenin doğruluğu ise, kişiye bağlıdır. “Şayet peygamberlerin var olduklarını kabul ettikten ve peygamberliğe sıhhatli olandan başkasının elinde mucizenin zuhur etmeyeceğini teslim ettikten sonra söylenmesi doğru olacak bir sözdür.” 44 Peygamberin varlığına ve mucizeye inanan kişi için mucize ve peygamberin doğruluğu birlikte ele alınabilir. Peygamberi kabul etmeyen biri için peygamberin doğruluğuna & nbsp; mucizeyi kanıt getirmek anlamsız kalmaktadır. Kelamcıların peygamberlerin doğruluğuna kanıt olarak ileri sürdükleri misallerde birey Allah’a inanmakta ve elçi gönderebileceğini düşünmektedir. Bunun için mucize, bireye elçinin doğruluğunu kanıtlayabilir. “Harikü’l-âdenin delil oluşu hususundaki dikkat edilmesi gereken nokta, kelamcıların gözünden kaçmıştır. Çünkü onlar, imkânı yanİ cehilden ve bilgisizlikten ibaret olan kendisinden mucize zuhur eden herkes peygamberdir öncülünün sahih olduğunu sanmışlardır. Hâlbuki bu hüküm sahih değildir. Meğerki mucize hem peygamberliğin bizzat kendisine, hem de peygambere delil olsun. Bir cihet müstesna, herkesin ilahi olduğuna kani bulunduğu harikü’l-âde derecede acayip bir akıl, bir deha bile peygamberliğin varlığına kesin biçimde mucize nevinden şeyler zuhur eden kimsenin faziletli olduğuna ve faziletli kimsenin de yalan söyleyemeyeceğine inanılmasıdır.”45 İbn Rüşd mucizenin peygamberlerin doğruluğuna delil olabileceğini fakat bunun herkes için geçerli olmayacağını savunur. 43 Ebü’1-Muîn Meymun b. Muhammed en-Nesefi, Tabsıratül Edille fi-Usûli’d-Din Tenkitli Neşr. Hüseyin Atay, Şaban Ali Düzgün, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2003, 2.Cilt, s. 32. 44 İbn Rüşd, a. g. e, s. 230. 45 İbn Rüşd, a. g. e, s. 233. 14 Mucizenin peygamber hakkında delil oluşu yani nübüvvet üzerine asıl kâfi ve zaruri delil teşkil eden şeyin ilim ve ameldeki (ahlaktaki) mucize ve harikü’l-âde olması gerekir. Bunun dışında görülen mucizeler ise, bu mucize nevi için şahittir. Onu takviye eder. Mucize ve harikü’l-âde olan, ilim, amel ve mutlak nübüvvet fiili nevinden olmalıdır. Diğer ilim ve amelle alakalı mucize sadece bunu te’kit eder. 46 Peygamberin görevi halkı yanlış olduğu Allah tarafından belirtilen durumlarda uyarmaktır. Peygamber halkı uyarırken halkın peygamberden istekleri olmuştur. Bu istek üzerine peygamberler de harikü’l-âde haller vaki olmuştur. Sen bize yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana iman etmeyiz. Veya hurmalıkların bağların olup aralarında ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin gibi semayı tepemize parça parça düşürmeli veya altın bir evin olmalı veyahut semaya yükselmelisin. Ama oradan okuyacağımız birde kitap indirmezsen, yine de o yükselmene inanmayacağız. Deki: Fesübhanellah! Ben peygamber olan insandan başka bir şey miyim ki?47 Kendilerine uyarıda bulunulan halk peygamberde olağan üstü özellikler aramaktadır. Bunun içinde peygamberden harikü’l-âde şeyler istemektedirler. Peygamberlerde &nbs p; zuhur eden olaylar insanların istekleri doğrulusunda gerçekleşmektedir. Onlar inanmayı şartlı hale getirmişlerdir. Onların gözünde Allah’tan vahiy getiren peygamber kendilerinden ayrıcalıklı bir insan olmalıydı. Peygamberi kendilerinden farklı ve ayrıcalıklı gören insan nazarında ona gösterilen mucize inanmasına yeter. Fakat peygamberler bir insan, kul, olduklarını, herhangi bir insandan farklı olmadıklarını beyan etmektedirler.48 Tek farkları onların elçi seçilmiş olmalarıdır. Peygamberle mucizenin ayrılmazlığını düşünmek peygamberlerin mesajını da anlamamayı beraberinde getirir. Peygamberlerden zuhur eden bu olağanüstü hadiselere İbn Rüşd, “berrânî” mucize demektedir. (Berrânî mucize: Beşerin tabii halinde olmayan şeyleri gerçekleştirmesidir. Ölüyü diriltme, su üzerinde yürüme, parmaklardan su çıkması gibi.) Bu mucize ile vaki olan tasdik sadece halka has bir yol gibi görünüyor. Bununla beraber münasip (ilmi, ameli, manevi, ahlaki ve hukuki) mucize ile tasdik ise halk ile ulema arasında müşterek olan yoldur. Din iyice incelendiği zaman görülür ki, o, berrânî (harici, hissi, kevni) mucizeye değil sadece 46 İbn Rüşd, a. g. e, s. 236. 47 KUR’AN, İsra Suresi, 90,93. 48 KUR’AN, Kef Suresi, 110, Fussilet 6, Ahkaf 9. 15 ehli münasip (ameli, ahlaki, hukuki, ilmi) vahyin bizzat içinde olan ve özünü teşkil eden mucizelerdir. 49 İbn Rüşd mucizenin delil olduğunu fakat peygambere inanmayan bir kişi için anlam ifade etmeyeceğini savunmaktadır. Bunun için peygamber olan kişinin ahlaki faziletleri inandırıcılığında asıl rolü oynamaktadır. Peygamberimize de “Habibim en yakın kavim ve kabileni (Allah’ın azabıyla) korkut” mealindeki ayet nazil olunca Peygamberimiz evinden çıkarak Safa Dağı’na gider. Birbiri üzerine yığılmış taş kümelerinin üzerine çıkıp şöyle seslenir. Ey Kureyş buraya geliniz, toplanınız. Büyük bir iş karşısında bulunuyorsunuz, diye seslendi. Kureyş kabilelerini ey Fihr oğulları, ey Adiy oğulları, ey Abd-i Menaf oğulları, ey Abdülmuttalip oğulları, diye oymak oymak çağırmaya başladı. Peygamberimiz sesini işitenler birbirlerine: Bu seslenen kimdir, diye sordular. Yine birbirlerine Muhammed’dir diye cevap vererek ve Ebû Leheb’de beraber olarak hepsi gelip Resulullah’ın çevresinde toplandılar. Peygamberimiz umumi bir hitap ile –Ey Kureyş Cemaati! Allah’tan kendinizi (ibadet ve ubudiyet mukabilinde) satın alarak O’nun azabından kurtarınız! Bu azaptan kurtulmanız için ben Allah tarafından verilmiş hiçbir nüfuz ve kudrete malik değilim buyurdu. Ey Kureyş Cemaati! Bana cevap verir misiniz? Ben size şu dağın eteğinde veya şu vadide düşman süvarisi var, üzerinize baskın edecektir, desem bana inanır mısınız? diye sordu. Onlar: evet inanırız! Çünkü bütün tecrübelerimiz de seni hep sadakatli, hep doğru bulduk. Yalan hususunda hiç tecrübemiz geçmedi dediler. Öyle ise ben size ileride şiddetli bir azap günü bulunduğunu, mücrimlerin o zaman azap edeceklerini haber vermeye ve o azaptan sizi men etmeye memurum buyurdu.50 Peygamberimiz bu ilk davetinde umumi bir muhalefet görmüyor. Önü sürdüğü ilk şeyde insanlarca bilinen doğruluğudur. İnsanları inandırmanın yolu sadece mucize göstermekten ibaret de değildir. Bir takım alâmetlerde insanların bir şeye inanmasına kâfidir. Bu hususu dile getiren Gazali insanların bir şeyi kabulü için şu hususları sıralar:51 a)“Kesin bilgiye ulaşmasının birinci yolu hiçbir şüpheye imkân bırakmayan kesin delillerdir. Bu yolla kesin bilgi ve iman sahibi olanların sayısı her devirde iki veya 49 İbn Rüşd, a. g. e, s. 244. 50 Buhari, Sahih-i. Muhtasarı: Tecrid-i Sarih. Zeynüddin Ahmet b. Ahmet b. Abdil Latifiz-Zebidi: Çev: Kamil Miras, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1991, cild, 9, s. 244,246. 51 Salih Sabri Yavuz, İslam Düşüncesinde Nübüvvet. İnsan Yayınları, İstanbul s. 184,185.’den naklen Ebû Hamid el- Gazali, İlcâmü’l-Avâm an İlmi’l-Kelam, Tahk: Muhammed Bağdadi, Beyrut 1985, s. 112,116. 16 üçü geçmez. Eğer insanların kurtuluşa ulaşmaları mantık delilleri sayesinde olsaydı, çok az kimse ona ulaşırdı. b)Akıl erbabı (bilginler) arasında yadırganan ve çirkin görülen, bir takım öncüllere, bağlı olan deliller insanlar tarafından kabul edilmektedir. Zira âlimler arasında şüphe ile karşılanan bu öncüllere bağlı deliller insanlarla kesin bilgi (yakîn) meydana getirir. Bir kimse için mucize peygamberin doğruluğuna delil olabilir. Diğer bir kimse için mucize peygamberin doğruluğuna tek ve kesin delil değildir. c)Bir insan temiz ve salim bir fıtrata sahip olursa basiret ehlinin ortaya koyduğu hatabî deliller (ikna edici; öncüleri kesin olmayan) sayesinde, yakın bilgi sahibi olur. Böyle insanlar sadece şüphe etmek için bir takım deliller ileriye sürmez, bazı inançlara olur olmaz düşmanlık etmez. Kur’ân’ın ortaya koyduğu delillerin çoğu bu türdendir. d)Kesin bilgi bazen doğru sözlü insanların bildirdiklerini kabul etmekle gerçekleşir. İnsanlar büyüklerinin, üstatlarının ve mürşitlerinin sözlerine inanır. Takva, doğruluk, samimiyet ve ahlaki seciyyelerinin üstün olduğu bilinen kimselerin sözlerine inanmakta insan tereddüt etmez. Hz. Ebû Bekir ve ileri gelen sahabelerin birçoğu Hz. Peygamber’e bu şekilde inanmışlardır. e)Kesin bilgiye ulaşmanın diğer bir yolu, rivayet edilen hadiseleri bir takım işaretlerin desteklemesidir. Bu işaretleri araştırıcılar arasında kesin bilgi ifade etmez ise de halkın büyük çoğunluğunu tatmin eder. Mesela, halk tevatür yoluyla şehrin valisinin hasta olduğunu işittiği zaman ve bu haberin şüyu bulması esnasında o valinin evinden bir takım feryatlar yükseliyor, onun hizmetçilerinden biri valinin öldüğünü haber veriyorsa herkes buna inanır. Aslında bu haber yüzlerce mantık delili ile çürütülebilir. Cedelci bir insan bütün bu alametleri kabul etmeyerek onları çürütmeye çalışabilir. Fakat halk için bu alâmetler yeterlidir. İslamiyet’in ilk devirlerinde bazılarının inanmasına sebep olan bu husus, onların peygamberimizi görmeleridir. Bu kimseler, Hz. Peygamberin yüzünü görmek, sözünü dinlemek ve tavırlarını dikkatle incelemek suretiyle onun peygamberliğine inanıyorlardı. f)İnsan, ahlakına ve mizacına uyan haberlere hemen inanır. Bu çeşit bir şeye inanmak için bunu haber verenin güzel ahlaklı olmasına veya bir takım delilleri ve alametleri ileri sürmesine gerek yoktur. Sadece haber verilen şey ile onu dinleyenin mizacı ve karakteri arasında bulunan fıtri bağlantı dinleyicide kesin bir bilgi meydana getirmek için yeterlidir. 17 Kur’an da peygamberlerin insan olduğunun vurgusu sıkça yapılmaktadır. Cahiliyye putperestliği, daha önceki kavimlerin durumu, kâhinlik, cinlerin gaybdan haber vermesi, meleklerin Allah’ın kızları, olduğu gibi düşünceler zihinleri meşgul ediyordu. Bu ortamdaki insanlarda ilahi olanla olmayanı, tabi olanla tabiatüstünü ayıramayacak derecede körleşmiştir. Bu düşüncelerdir ki Allah peygamber göndermiştir. Cahiliyye Araplarda kendi içlerinden her yönüyle normal bir insanın Allah’tan vahiy almasını kavramakta ve kabullenmekte güçlük çektiler. Bir insanın Allah’la ilişkiye girebilmesi için, günlük hayatında da olağanüstülüklerle donatılmasını gerektirmeliydi. Oysa tanıdıkları peygamber vahiy alma iddiası dışında normal bir insandı, fakat halk muhayyilesi, sevdiği ve önem verdiği şahsiyetlere (karizmatik önder) çeşitli olağanüstülükler affetmeye eğilimlidir. Öyle ki, aynı ülke içinde farklı yörelerdeki insanlar manevi değer affettikleri insanların üstünlüğünü tartışmaktadır. Özellikle dini alanda bu fazlasıyla geçerlidir. İslam tarihinde de pek çok kişi insanlığından soyutlanarak sayısız olağanüstü niteliklerle bezenmiş bir kimlik elde etmişlerdir. Aynı durum peygamber içinde vaki olmuştur. Bu olağanüstülüklerle bezenmiş peygamber sıradan insan için örnekliğini, kaybetmektedir. Bu tasavvur sapması peygamberin asıl görevini ve görev nedenini gölgede bırakmaktadır.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
1.3- İslam Düşüncesi’nde Vahiy Anlayışı ve Fârâbî Fârâbî’nin (339/950) vahiy anlayışı onun zorunlu varlık, sudur siyaset düşüncesiyle yakından ilgilidir. Bu düşüncelerinin zeminini oluşturan felsefesi ise Yunan düşüncesiyle alakalıdır. Yunan düşüncesiyle ilgili önyargı ise insanların ondan imtina etmelerine neden olmuştur. Fârâbî felsefenin, ilk defa Irak halkı olan Kildaniler de meydana geldiğini, sonradan Mısır halkına ulaştığını, oradan Yunanlılara onlardan Süryanilere geçmiş ve sonra Araplara geçtiğini zikretmektedir.52 Araplara geçen bu felsefi mirasın içinde Fârâbî’yi de etkileyen sudur teorisi mevcuttur. “Plotinus’un fikirleri Aristo adı altında ve onun sanılarak biliniyordu. Şöyle ki, çoğu kez Aristo’ya bazen Kindî ve Fârâbî’ye de atfedilen ve İslam düşünce 52 Ebû Nasr Fârâbî, Kitâbü Tahsîli’s-Saâde, Çev. Hüseyin Atay, Fârâbî’nin Üç Eseri, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001, s. 54. 18 tarihinde Kitâbü’l-Usuluciyyâ, Kitâbü’r-Rububiyye veya Kitâbü’s-Saluciyya adıyla ve batıda Theologia olarak bilinen bu eser, gerçekte Plotinus’un Enneades adlı eserinin IV, V ve VI. bölümlerinin bir telhisiydi. Yunanlı veya Süryani yazarı bilinmeyen bu telhis, Süryani Hristiyan mütercim İbn Naime el-Hımsi tarafından Kindî için Arapçaya çevrilmiştir.53 Plotinus’un Enneadlarının İslam filozoflarınca ilgi çekici yanı Allah ve âlem arasındaki ilişkiyi açıklamada &n bsp; kendilerine faydalı görmelerinden kaynaklanmaktadır. Müslüman bir filozof olarak Fârâbî, Allah’ın var, bir, mükemmel, yaratıcı, kudretli ve âlim olduğunu kabul etmektedir. Konu Allah’ın dışındaki varlıkların varlığa çıkışını açıklamaya gelince ortak miras dediği felsefeden yararlanmak olmuştur. Varlıkların varlığa çıkışı probleminin çözümünde kendinden öncekilerin görüşlerine başvurmuştur. Konunun çözümünde Plotinus’un dile getirdiği sudur görüşünü Kur’an’ın Allah ve âlem düşüncesine yakın görerek açıklamıştır. Aristo’nun sandığı Esolocya’daki Bir den Bir çıkar düsturunu temel alır ve Plotinus gibi her şeyi rasyonel surette İlk ve Zorunlu Varlık olan Bir’den çıkarır. Fârâbî’nin Sudur Teorisine etkisi nedeniyle Plotinus’un Tanrı ve varlıkların O’ndan çıkışı hakkındaki görüşlerini zikretmek yerinde olacaktır. Plotinus’un Bir’i her şeydir ve kendi dışındaki şeylerden hiç biri değildir. O tam ve yetkindir. Yetkin olduğu için de O’nda bolluk mevcuttur.54 Bir, kendi başına bir Varlıktır. Bir’in haricindeki bütün varlıklar kusurludur.55 Hatta O’nun hakkında Bir demek bile yanlıştır. “O ne sözün, ne de bilimin objesidir.” O’nun “özün ötesinde” olduğu söylenir. O basit ve her şeyin ilkesi olduğu için kendi kendine yeter.56 Bir’deki bolluk farklı bir şey meydana getirir. Bir’den türeyen şey Bir’e doğru döner o Bir’in soyundandır ve bakışını kendine döndürerek zekâ (akıl) olur.57 Zekâ Bir’e benzediği için gücünü akıtmak suretiyle türetir. O’nun meydana getirdiği şey de kendinin bir imajıdır. Zekâ da Bir gibi dökülerek Ruh’u meydana getirir. Bir den sonra çokluğun başladığı yer zekâdır.58 Zekâda varlıkların ilk örnekleri vardır. Fakat zekâ varlıkların yasa koyucusudur.59 Zekâ kendinden aşağı derecedeki varlıkların imajını içerdiği için ondan diğer varlıklar çıkar. Diğer varlıkları düşünmesi onları var ettirir. Dünyadaki varlıklar da zekâdaki varlıkların bir imajıdır. Fakat zekâdaki varlıklardan farklıdırlar. 53 Mehmet Bayraktar, İslam Felsefesine Giriş, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 5. Baskı, Ankara 2003, s.52. Macit FAHRİ, İslam Felsefesi Tarihi, Çev. Kasım Turhan, İklim Yayınları, İstanbul 1992, s. 22. 54 Plotinus, Enneadlar, Çev. Zeki Özcan, Asa Kitabevi, Bursa 1996, s. 21. 55 Plotinus, a. g. e, s. 88. 56 Plotinus, a. g. e. s. 39. 57 Plotinus, a. g. e, s. 21. 58 Plotinus, a. g. e, s. 46. 59 Plotinus, a. g. e, s. 30. 19 Dünyadaki varlık imajı değiştiği halde zekâdaki imajlar sabittir.60 Zekâdan çıkan ruh zekânın   ; kılavuzluğu ile bitkilere ve diğer varlıklara varıncaya kadar türetmesi devam eder.61 Varlıkların meydana gelişinde ruhun üstlendiği rol zekânın kendisine verdiği varlık formlarını kabul eden ateş, su, hava ve toprağa vermesidir. Ruhta zekâ vasıtasıyla formu kabul eden şeylere dünya formu kazandırır. Fakat dünya formundaki çürüme, çirkinlik ruhun maddeden de bir şey almasından kaynaklanır.62 Madde dört unsurun birleşmesiyle oluştuğu için ruhu etkiler ve ruhun bayağılık yönü ağır basarsa bozulma meydana gelir. Ruh insanın Tanrıyı tanımasına bir aracıdır. Zira insan ruh ve bedenden müteşekkildir.63 Ruh Tanrı’dan olduğu için O’nu zorunlu olarak sever. Dünyayı ise bayağı bir sevgi ile sever. Şayet bayağılık ağır basarsa insan Tanrı’dan uzaklaşır. Plotinus’un Bir’inden zekâ, taştıktan sonra hareketsiz kalır. Aynı şekilde zekâdan da ruh taşınca o da hareketsiz kalır. Dünyaya dünyalık formunu zekâ ve Bir aracılığıyla veren ruh etkindir. Bir’in dünyaya müdahalesi yoktur. Fakat Fârâbî’nin Bir’inde Faal Akıl vasıtası ile yönlendirme mevcuttur. İnsanlığın iyiliği için farklı zamanlarda Allah insanları vahiy yoluyla uyarır. Fârâbî’ye göre insan bir şeyi kavrayabilmek için, ya o şeyin mahiyetini akılca kavrar veya o şeye uygun bir misalle hayal edilir. Kabul ettirmede iki yöntemle gerçekleşir. Ya kesin delil yöntemi veya inandırma yöntemi öğretim böylece iki şekilde kavratılır. a)Okunan şeyi anlama ve onun fikrinin nefse yerleştirilmiş olanın kabul ve tasdik ettirilmesidir. b)Kavrananın ve manası nefse yerleştirilmiş olanın kabul ve tasdik ettirilmesidir. Kişi varlıkların bilgisini elde edişinde aklen kavrama ve kesin delil vasıtası ile ise bu ilme felsefe denir. Kişi varlıkların bilgisini onlarca ayan misaller yoluyla hayal ediliyor ve inandırıcılık bu yolda sağlanıyorsa buna din denir. Din ile felsefe benzerdir. Her ikisi aynı konuları içermekte ve varlıkların en son ilkelerini vermektedir. Din ve felsefe ilke ve varlıklarına dair bilgi sunmakta insanın kendisi için yarattığı en üstün mutluluk olan en son gayesini ve diğer varlıkların her birinin en son 60 Plotinus, a. g. e, s. 31. 61 Plotinus, a. g. e, s. 22. 62 Plotinus, a. g. e, s. 28. 63 Plotinus, a. g. e. s. 27.61. 20 gayesini verirler.64 Din ve felsefenin amacı aynı fakat amaca ulaşmadaki yolları farklıdır. Bu farklılık ise bir diğerini yok saymaz. İnsanların varlığı anlama noktasındaki bu farklılıkları, nefislerini yetkinleştirmemeleridir. ‘Felsefenin gayesi yüce yaratıcıyı bilmek O’nu hareket etmeyen “değişikliklere uğramayan” Bir olduğunu, her şeyin etkin sebebinin O olduğunu, O’nun kendi cömertliği, hikmet ve adaleti ile bu âleme düzen veren olduğunu bilmektir. Filozofun yapması gereken şey ise gücü ölçüsünde yaratıcıya benzemesidir.65 Felsefe ve Dinin gayesi bu bağlamda aynıdır. Yaratıcıyı tanımak. Tanrı ve âlemin yaradılışı konusunda felsefe geleneğinde çeşitli görüşler ileri sürmüştür. İncelediğimiz de Fârâbî’de problemin Yeni-platoncu gelenekte ortaya konmuş çözümünü ilke olarak benimser. Tanrı ile Tanrı’nın dışındaki varlıklar arasındaki yaratma ilişkisini, Yeni-platoncu (Sudur, Feyezan) modelini esas alan bir kurumla çözüm üretmeye çalışır. “Plotinus’un sudur nazariyesindeki Tanrı; ezelidir, mutlaktır. Her şey O’ndan sudur eder, fakat o, kendisinden sudur edenleri ne bilir ne de ihtiva eder. 66 Fârâbî’nin nübüvvet düşüncesine basamak teşkil edeceği için Tanrı-Âlem arasındaki ilişkiye kısaca değineceğiz. Tanrı-Âlem arasındaki ilişkide Fârâbî ayrım yaparak düşüncesini bu ayrıma göre şekillendirir. Fârâbî’nin “Varlık Mertebeleri” ismini verdiği bu ayrım, zorunlu varlık, mümkün varlık ayrımıdır. Mümkün Varlık; zat itibariyle varlığı zorunlu olmayandır. Zorunlu varlık; özü itibariyle varlığı zorunlu olandır. 67 Mümkün varlığı yok sayabiliriz. Bu bir imkânsızlığa yol açmaz. Onun varlığı bir sebebe dayanmaktadır. Bu sebepte sonsuza kadar sürüp gitmesi imkânsızdır. Mümkün varlıklar eninde sonunda bir Zorunlu Varlıkta son bulur. Bu Zorunlu Varlık, ilk Varlıktır. (Tanrı) Zorunlu Varlık’ı bir an için yok saysak bu mantıki imkânsızlığa neden olur. Varlığının hiçbir sebebi yoktur. Varlığı bir başkasından değildir. Varolan her şeyin ilk sebebi odur. Onun varlığının ilk olması her 64 Ebû Nasr Fârâbî, Kitâbu Tahsîli’s-Saâde, s. 56,57. ; Ebû Nasr Fârâbî, Es-Siyâset’ül-Medeniye veya Mebâdi’ul- Mevcûdât, Çev. Mehmet Aydın, Abdülkadır Şener, N. Rami Ayaz, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1980, s. 51. 65 Ebû Nasr Fârâbî, Felsefe Öğreniminden Önce Bilinmesi Gereken Konular, Çev. Mahmut Kaya, İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri, İçerisinde, Klasik Yayınları, İstanbul 2003, s. 113,114. 66 Mehmet Sait Aydın, Din Felsefesi, İzmir İlahiyat Fak. Yayınları, İzmir 2002, s. 178. 67 Ebû Nasr Fârâbî, Uyûnu’l-Mesâil, Çev. Mahmut Kaya, İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri, İçerisinde, Klasik Yayınları, İstanbul 2003, s. 118. 21 çeşit eksiklikten uzak olması gerekir. Onun varlığı tam; madde, fail ve gaye gibi sebeplerden uzak, en mükemmel varlık olması gerekir. Zorunlu varlığın cinsi faslı ve tarifinin olmaması gerekir. Onun varlığına burhan yoktur. Aksine o her şey için burhandır. Varlığı ezeli ve ebedidir. Onun için yokluk söz konusu değildir. Varlığını devam ettirebilmesi için bir şeye muhtaç değildir. Varlığında değişme olmaz. Birdir. Bölünme kabul etmez. Sırf iyilik, sırf akl sırf makul ve sırf akildir. Her şeyin varlığı ondandır. Şu anlamdaki, kendi varlığının etkisi eşyaya ulaştırılır ve eşya hemen var olur. Bütünüyle varlık bir düzen içerisinde de onun varlığının etkisi ile meydana gelmiştir.68 Eşyanın varlığı ondandır. Fakat bu var edişte onun bizim amacımız gibi bir amacı yoktur. Onun bilgisi ve rızası olmaksızın varlık ondan tabîî bir yolla çıkıp, (sudur) meydana gelmiş değildir. O zatını bildiği için ve bu ideal varlıkta iyilik düzeninin ilkesi O olduğu için eşya ondan zuhur etmiştir. Şu halde bildiği şeylerin var olmasının sebebi onun bu bilgisidir.69 Tanrı’nın bilgisi nedeni ile varlıklar ondan sudur eder. Bu sudur da bizim amaç ve gayemiz gibi Tanrı’nın amaç ve gayesi yoktur. Bu sudur da Tanrı’da bölünmeye parçalanmaya çoğalmaya yol açmaz. Varlıkların ilk varlıktan suduru ilk varlığa haz, şeref, mevki gibi insanları mutlu ve mükemmel eden bir durum vermez. Bu çıkış ilk varlığın (cud) cömertliğindendir. 70 Varlığın ilk varlıktan suduru O’nun tözü gereğidir. Varlığın ondan taşmasında kendi özünden başka insanlardaki gibi araç gerece gerek yoktur. Tanrıdan ilk meydana gelen şey sayı olarak birdir. Oda ilk akıldır. İlk akılda araz olarak çokluk bulunur. Zira o özü nedeni ile mümkündür. Yani, zorunlu varlığa muhtaçtır. İlk olduğu için de zorunludur. İlk aklın varlığı zorunlu olduğu ve ilki bildiği için ondan başka bir akıl meydana gelir. Akılların kendilerini ve ilk varlığı düşünmeleri ile diğer akıllar ortaya çıkar ve bu, onuncu akıl olan faal akılla son bulur. Tözleri itibariyle akılsal olan maddeden ayrı üstün varlıklar sona erer. 71 68 Ebû Nasr Fârâbî, Uyûnu’l-Mesâil, s. 119. ; Ebû Nasr Fârâbî, Kitâb-u Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, Çev. Nafiz Danışman, MEB. Yayınları, Ankara 2001, s. 15, 18. 69 Ebû Nasr Fârâbî, Uyûnu’l-Mesâil, s. 119. 70 Ebû Nasr Fârâbî, Kitâb-u Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, Çev. Ahmet Arslan, Vadi Yayınları, İstanbul 1997, s. 47; Ebû Nasr Fârâbî, Es-Siyâset’ül-Medeniye veya Mebâdi’ul-Mevcûdât, s. 15 ,16. 71 Ebû Nasr Fârâbî, Uyûnu’l-Mesâil, s. 120. Ebû Nasr Fârâbî, Kitâb-u Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l- Fâzıla, Çev. Ahmet Arslan, s. 53. 22 Faal akıl bir yönüyle yeryüzündeki canlıların bir yönüyle gökler aracılığı ile dört unsurun varlık sebebidir. Akıllar kendilerinden çıkacak hayır nizamını bilirler buna göre de dört unsurun birleşimi ile de madde oluşur. Fakat bu oluş esnasında zorunlu varlıktan uzaklaştıkça bir eksilme meydana gelir.72 Bu eksilmeyi tamamlama kapasitesine sahip olan şey ise Nefsi- Nâtıkadır. İnsan nefsinin güçleri beştir. Besleyici, duyma, muhayyile, isteme ve nâtık kuvvetlerdir.73 Bu güçlerden nâtık güç aracılığı ile insan düşünülen şeyleri düşünür, güzeli çirkinden ayırt eder, sanat ve ilimleri alır. Nâtık güç, diğer güçlerin reisi durumundadır. Bilgi nâtık güçte hâsıl olduğu kadar muhayille ve duyma güçleri ile de hâsıl olur.74 Fârâbî nefsin güçlerine özellikle muhayyile –hayal- gücüne yüklediği, bilgiyi elde etme, işini peygamberin fonksiyonuna da bağlar. Zira din bazı insanlara hayal ettirerek gerçekleri kabul ettirmektedir. İnsan amelî ve teorik akla sahiptir. Amelî akıl insana özgü davranışlar yapmada etkin olan akıldır. Teorik akıl nefis cevherinin olgunlaşıp bil fiil akıl cevherine dönüşmesidir.75 Teorik aklın fazileti akıl, ilim ve hikmettir. Amelî aklın fazileti ise, akıl ve amelî hikmettir. “Nazari akıl (teorik), kendisinde temel prensipleri barındıran (el-mukaddemât) kesin bilginin kendinden vuku bulduğu bir kuvvedir. Bütün parçadan büyüktür gibi nazari akılın (teorik) birçok mertebesi vardır; bazen heyûlânî akıl, bazen akıl bil meleke bazen de müstefâd akıl olabilir. Düşünülebilirleri (el-ma’kûlât) idrak eden bu güç, cisim değil basit bir cevherdir. Maddeden soyutlanmış akıl (el-aklü’l-mufârık) olmadan bu akıl güç halinden fiil alanına çıkıp tam bir akıl olmaz. Onu fiil alanına çıkartan faal akıldır.)76 Faal akıl insandaki düşünme gücünü bil kuvve aklını etkiler ve onu güç halinden fiile çıkarır. Faal aklın insanın bil kuvve aklını fiile çıkarması tıpkı insanın ışık nedeni ile eşyayı görmesi gibidir. 72 Ebû Nasr Fârâbî, Uyûnu’l-Mesâil, s. 120. 73 Ebû Nasr Fârâbî, Kitâb-u Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla,Çev. Nafiz Danışman, MEB.Yayınları, Ankara 2001, s. 54,56. ; Ebû Nasr Fârâbî, Fusûlü’l-Medenî, Çev. Hanefi Özcan, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, İzmir 1987, s. 29. ,30. 74 Ebû Nasr Fârâbî, Kitâb-u Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, Çev. Nafiz Danışman, MEB. Yayınları, Ankara 2001, s. 57. 75 Ebû Nasr Fârâbî, Uyûnu’l-Mesâil, s. 125. ; Ebû Nasr Fârâbî, Fusûlü’l-Medenî, s. 41,42. 76 Ebû Nasr Fârâbî, Uyûnu’l-Mesâil, s.125. ; Ebû Nasr Fârâbî, Kitâb-u Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla,Çev. Nafiz Danışman, s. 66. 23 Faal aklın insandaki nâtık düşünmeyi (bil-kuvve aklı) etkilemesi ile muhayyilemizdeki ma’kul şeyler ortaya çıkar. Bunlar da ilk prensiplerdir. Hendesenin prensipleri, insanın işleyeceği güzel ve çirkin şeyleri bildiren prensipler, fiiliyatla ilgili olmayan mevcutların hallerini bildirir. Fiiliyatla ilgili olmayan sınıf, mevcudların prensiplerini, ilk sebebi, göklere göre mertebelerini, diğer prensipleri ve bu prensiplerden doğan neticeleri öğretir.77 İnsandaki düşünce gücüne tekabül eden, güç halindeki aklın faal akıl tarafından etkilenmesi ile elde ettiği bilgiler insanı mutluluğa götürür. Fârâbî’nin insanı mutluluğa götüren aşama da güç halindeki aklını kullanması gerektiğini vurgulama nedeni, bu aklın cisim olmamasından dolayıdır. Bu akıl maddeden soyutlanmış, fesada uğramayan cevher olan akıldır. 78 İnsanın diğer güçleri zaman geçtikçe azalır veya insan bedeni değişime uğrar. Fakat değişime uğramayan akıldır. Asıl insan olan da odur. İnsanın değişime uğramayan ve cisim olmadığı için faal akılla bağlantısını sağlayan ceset ve bedenin bir parçası olan kalbin içindeki ruhudur. İnsanda bu gücü sayesinde cisimlerden soyutlanarak gerçek bilgiye ulaşmaya çalışır. Herhangi bir şey herhangi bir şekilde maddeden kurtulup ayrılmayı kabul edecek durumda ise faal akıl madden ve yokluktan kurtulmasını ister ve böylece o şey onun mertebesine yaklaşır. İşte böylece bil kuvve olan düşünürler (ma’kûlât) bil fiil düşünülür olurlar. Bundan da bil kuvve olan akıl bil fiil akıl olur. İnsanın dışındaki hiçbir şeyin böyle olması mümkün değildir. İnsanın ulaşacağı en yüksek yetkinlik demek olan “yüce mutluluk” (es-saâdetü’l-kusvâ) da budur.79 İnsanların mutluluğa ulaşmalarında temel nedenlerden biri de yönetimleridir. Bu yönetiminde iyi olması yönetici ile ilgilidir. Zira yöneticiler halk kitlelerini yönlendirirler. Bu yönlendirme ile de insanlar dünya ve ahiret mutluluğunu elde ederler. Faal akıl yetkinleşme çabası içinde olan insana makulleri verir. Bu sadece insanlara hastır. 80 77 Ebû Nasr Fârâbî , Kitâb-u Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l- Fâzıla, Çev. Nafiz Danışman, s. 68,69. 78 Ebû Nasr Fârâbî, Uyûnu’l-Mesâil, s. 125. 79 Ebû Nasr Fârâbî, Es-Siyâset’ül-Medeniye veya Mebâdi’ul-Mevcûdât, s. 22. 80 Ebû Nasr Fârâbî, Es-Siyâset’ül-Medeniye veya Mebâdi’ul-Mevcûdât, s. 38. 24 Yönetimi gerçekleştiren insanın özelliği hiçbir işte kendisinin yönetilmesine gerek duymayan kişidir. O bilim ve mârifeti elde etmiş olup, hiçbir şeyde kendisine yol gösterecek bir insana gerek duymaz.81 Yöneticinin bu vasıfları insanı mutluluğa götürür. Bu yönetici insanları çalıştırır, onları eğitir. Gerçek bilgi cisim olmayan faal akılda bulunduğu için yönetici buna ulaşmış olmalıdır. Bunun yolu ise bil kuvve aklını bil fiil hale çıkarmaktır. Bu faaliyeti gerçekleştirebilen de filozof veya peygamberdir. Bu özelliklere haiz insan faal akılla bağlantı kurar. Faal akılla bağlantıyı önce münfail akıl daha sonrada kazanılmış akılı (müstefâd akl) elde etmeyi başarır. İnsanın vahiy alması da bu mertebeye ulaşınca yani faal akılla kendisi arasında başka herhangi bir aracı kalmadığında olur. Vahyin sıhhati ise faal akıldan gelmesindendir. Zira faal akıl ilk sebebin varlığından çıkmıştır. Faal akıl aracılığı ile insana vahyeden İlk Sebep’tir. Faal akıldan gelen bilgi peygamberin tahayyül kuvvesine taşar. Faal akıldan peygamberin tahayyül kuvvesine taşan tikellerin bir kısmı şimdiye bir kısmı gelecekteki şeylere tekabül eder. Bunlar bir düşünme olmaksızın tahayyül kuvvesinde meydana gelirler. 82 Bu açıdan Fârâbî için peygamberliğin kazanılmış (kesbî) değil verilmiş (vehbî) olduğunu söyleyebiliriz. Muhayyile kuvveti faal akıl tarafından kendisine verilen şeylerin çoğunu bu şeyleri taklit eden gözle görünür duyusallarla temsil eder. Bu tahayyül edilen şeylerle kendi paylarına ortak duyu kuvvetine giderler. Orada tasavvur (irtisam) edilirler. Ortak duyu kuvvetinden onların imajları ortaya çıkar çıkmaz, görme kuvvetinin kendisi bu imajlardan etkilenir ve bu imajlar orada tasavvur edilirler.83 Faal akıldan muhayyile kuvvesine gelen bilgiler gözle görülür ve tekrar ortak duyu ve muhayyile kuvvesine yansırlar. Bunlar, sürekli olduğu için de insan tarafından görülür. 81 Ebû Nasr Fârâbî, Es-Siyâset’ül-Medeniye veya Mebâdi’ul-Mevcûdât, s. 44,45. 82 Ebû Nasr Fârâbî, Kitâb-u Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, Çev. Ahmet Arslan, s. 90. 83 Ebû Nasr Fârâbî, Kitâb-u Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, Çev. Ahmet Arslan, s. 96. 25 Fârâbî’nin peygamberlikte muhayyile gücü üzerinde ısrarla durmasının nedeni daha önce de geçtiği gibi bazı insanların varlıkların bilgisini temsil yoluyla hayal ederek elde etmesidir.84 Hayal ettirerek insanlara gerçek bilgiyi de peygamber verir. Muhayyile gücü en yetkin olan insanlar peygamberlerdir. Bu özelliği ile de faal akıldan şimdiki ve gelecekteki tikelleri veya onların duyusal temsillerini, aşkın akılsalların ve diğer şerefli varlıkların temsillerini alması, onları görmesi imkânsız değildir. Peygamberler bu akılsallardan ilahi şeyler hakkında kehanette (nübüvvet) bulunabilirler. Bu tahayyül gücünün ulaşılabileceği en yüksek derecedir.85 “Tabiî heyet bil-fiil akıl haline gelmiş olan münfail aklın maddesi olunca ve münfail akıl müstefâd aklın maddesi olunca bütün bunlar tek şey halinde kabul edilince, o zaman o insana faal akıl hulul etmiş olur. Bu hal o insanın nâtık gücünün her iki cüzüne de yani amelî ve nazari cüzlerinde ve muhayyile gücüne hâsıl olunca o insana vahiy nazil olmaya başlar”. Ulu ve aziz Tanrı ona, akıl vasıtası ile vahiy verir. Bu suretle Allah’tan taşan vahiy faal akla gelir ve faal akıldan müstefâd akıl vasıtası ile taşan vahiy münfail akla ve muhayyile kuvvetine gelir. Vahiy bir kimsenin faal akıldan münfail aklına taşınca o kimse tam manası ile hâkim, filozof ve akıl erbabından olur. Vahiy bir kimsenin faal aklından muhayyile gücüne taşınca o kimse peygamber olur. Peygamberde bu özelliği ile de gelecekten haber verir ve ilahın aklettiği bir varlık ile hazırdaki cüz’iyyât hakkında haber verir. Bu mertebeye erişen insan insanlık mertebelerinin en mükemmeline ve saadetin en yüksek derecesine varmış olur. Nefsi de mükemmelleşip evvelce söylediğimiz gibi faal akıl ile birleşmiş bir halde bulunur ve saadete ulaştıran her fiile vakıf olur. Fârâbî açısından insanların mutluluğa ulaşmaları yöneticileri ile yakından ilgilidir. Bu nedenle yöneticinin bireyleri mutluluğa götürecek fiilleri bilmesi gerekir. Bu bilgiyi ise en iyi şekilde peygamber ve filozof verebilir. Yöneticiliğin (reis) ilk şartı bireyleri saadete ulaştıran her fiile vakıf olabilmesidir. Sonra onun dilinde öyle bir kudret olmalı ki her bildiğini iyi tahayyül edip güzel sözle 84 Ebû Nasr Fârâbî, Kitâbu Tahsîli’s-Saâde, Çev. Hüseyin Atay, s. 56,57. ; Ebû Nasr Fârâbî, Es-Siyâset’ül- Medeniye veya Mebâdi’ul-Mevcûdât, s. 51. ; Ebû Nasr Fârâbî, Kitâb-u Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, Çev. Nafiz Danışman, s. 101. 85 Ebû Nasr Fârâbî, Kitâb-u Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, Çev. Ahmet Arslan, s. 97. 26 ifade etsin. Saadeti ve saadete ulaştırıcı işleri öğretsin ve bu meyanda cüz’iyyâtla ilgili olan işleri göre bilmek için vücutça sağlam ve dayanıklı olsun.”86 Peygamber ile filozofun tek farkı Tanrıdan faal akılla gelen bilginin müstefâd akıl vasıtası ile münfail akla gelmesi ile filozof olunması ve peygamberinde aynı yolla münfail akıldan sonra mütehayyile kuvvesine gitmesidir. Peygamber ile filozof arasındaki bilgiye ulaşmadaki ayrım budur. Bu ayrımda şehrin ilk olarak kim tarafından yönetileceğini belirler. Filozof elde ettiği bilgileri halkın tamamına anlatmada yetersizdir. Zira insanların çok azı kesin kanıtla inanır. Buna rağmen, çoğunluk varlıkların bilgisine onların temsilleri ile ulaşır. Her millet içinde bu misaller farklılık arz edebilir. Bunlardan her millete sunulması gereken bütün milletlerin ve bir şehrin bütün halkının ortaklaşması gereken misallerle milletlerden birine ve bir şehre, bir şehrin vatandaşları arasındaki bir gruba sunulması gereken misalleri ancak peygamber sunabilir.87 Peygambere gelen vahiy aşaması ile filozofun elde ettiği bilgi aşaması aynıdır. İkisi de hakikattir. Bunun halka ulaştırılması esnasında ise filozof peygamberden sonra gelir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
1.4- İbn Sînâ’ya Göre Peygamberin Gerekliliği İbn-i Sina varlıkları bir hiyerarşi ve düzen içeresin de görmektedir. Varlık İbn Sînâ’ya göre İlk’in katında başlar. Buna göre, sonra gelen her şey İlk’ten daha aşağıdadır. Bu derece aşağı doğru sıralanır. Bunların ilki soyut ruhani meleklerin derecesi sonra nefisler denilen ruhanî meleklerin mertebeleri ki bunlar iş yapan meleklerdir (amele). Sonra göksel cisimlerin mertebeleri gelir. En bayağı olan madde, sonra unsurlar, bileşik donuklar ve bitkiler bulunur. Bunun en değerlisi insandır. Ondan sonra hayvan ve bitkiler gelir.88 İnsanların en üstünü nefsini bil fiil akıl olarak yetkinleştirmiş ve amelî erdemler olan ahlakları elde etmiş kimsedir. Bunların da en üstünü peygamberliğe istidatı olandır. Bu durumdaki kişi melekleri görür ve işitir. ‘‘Peygamber de bu sesi insanları ve yersel bir canlının sesi olmaksızın duyar. İşte bu peygambere vahyedilendir. Peygamber insan neslinin en üstünü ve ilahi yönle 86 Ebû Nasr Fârâbî, Kitâb-u Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, Çev. Ahmet Arslan, s. 86,87. 87 Ebû Nasr Fârâbî, Kitâbu Tahsîli’s-Saâde, Çev. Hüseyin Atay, s. 42,43. 88 Ebû Ali İbn Sînâ, eş-Şifâ el-İlâhiyyât, Çev. Ekrem Demirli, Ömer Türker, Metafizik II, Litera Yayınları. İstanbul 2005, s. 180,181. 27 irtibatta olan kişidir. Varlıklar arasında peygamberin üstünlüğü şöyledir. Varolanların bir kısmı özü gereği kendi başına vardır. Bir kısmı da özü gereği başkasından dolayı vardır. Özü gereği kendi başına var olan önce gelir. Özü gereği var olan, suret ve madde ile ilişkisi bulunmayan varlıklardır veya madde ile ilişkisi olan suretlerdir. Birincisi önce gelir. Fakat suret ile madde inceleneceği için onu açıklayalım. Cisim olan maddi suretler canlı ve cansız olarak ayrılır. Canlı üstündür. Canlının da düşünüp düşünmemesine bakılır. Düşünen öncelenir. Düşünenin de bu melekeye doğuştan mı, yoksa sonradan mı olduğuna bakılır. Düşünmenin doğuştan olması iyidir. Doğuştan düşünme melekesi olanın bu melekesini fiile çıkartmasına bakılır. Bunu fille çıkartan üstündür. Fiile çıkması da doğrudan veya bir aracı ile vuku bulur. Doğrudan olması iyidir. Düşünce gücünü doğrudan çıkaran peygamberdir. Maddi surette ki üstünlük onda (peygamber) sona erer.”89 Allah âlemi yaratırken koyduğu gaye, nizam, inayet, hikmet ile ilgilidir. Evrendeki varlıklar birbirleri ile etkileşim içindedir. Fonksiyon ve gayeleri bir nizama göre olmaktadır. Bu nizamı ise ilahi hikmet belirlemiş inayet ve gayelere ulaşma imkânını sunmuştur. İnsanın bu gayelere yönelişi ile de Allah ilminde ki ezeli ve mutlak hayır nizamını gerçekleştirir.90 İnsan nevinin bekâsı bakımından peygambere duyulan ihtiyaç, gözün üstünde kaş bitmesi veya ayak bileklerinin bükeyliği gibi zaruri olmayan yararlı şeylerden hatta yararlı şeylerin çoğundan daha fazladır.91 İnsanlar maişetlerini karşılamada ve zaruri ihtiyaçlarında yardımlaşmaya muhtaçtır. Fırıncı, terzi, başkaları için yapar bu bir sözleşmedir. İnsanın varlığı bekası ortaklaşadır. Karşılıklı sözleşmede ise bir yasa ve adalet olması gerekir. Yasa koyucu ve yasayı uygulayıcı adil kişinin bireyleri üzerinde anlaşılan hususları yapmaya zorlayabilecek durumda olmalıdır. Bu zorlamanın nedeni ise her bireyin kendi lehine olanı adalet, aleyhine olanı ise adaletsizlik saymasıdır. Muamelatta bir ortaklık olmaması ise kargaşaya yol açar. Bunun için de muamelatta kanun ve adalet gerekir. Bunu da insan yapar herkesin mutabık kalıp kabul edeceği kanunu da peygamber koyar.92 89 Ebû Ali İbn Sînâ, Fî İsbâti’n-Nübüvvât ve Te’vîli Rumûzihim, Tahkik, Michael Maarmura, Beyrut 1968, s. 44,45. 90 Ebû Ali İbn Sînâ, eş-Şifâ İlahiyat, Çev. Ekrem Demirli, Ömer Türker, Metafizik II, s. 185. 91 Ebû Ali İbn Sînâ, eş-Şifâ İlahiyat, Çev. Ekrem Demirli, Ömer Türker, Metafizik II, s. 188. 28 Vahiy dünyanın ilmen ve siyaseten ıslahını amaçlar. Peygamber vahiyden aldığı şeyi uygun bir anlatımla tebliğ eder. Peygamber duyulur dünyanın düzelmesini siyasetle gerçekleştirir. Düşünülür dünyanın düzelmesini de ilimle gerçekleştirir.93 92 Ebû Ali İbn Sînâ, Necad, Neşir, Muhyiddin Sabri Kürdi, Matbaati Saadeti bi-Curi Muhafaza, Mısır 1331, s. 498. , 499. 93 Ebû Ali İbn Sînâ, Fî İbâti’n-Nübüvvât, s. 46.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İKİNCİ BÖLÜM İBN-İ SÎNÂ'DA VAHYİN EPİSTEMOLOJİK TAHLİLİ 2.1-İbn-i Sînâ'da Vahyin Bilgisel Temeli İbn Sînâ vahyi temellendirirken nefs kavramından hareket eder. Vahyin temellendirilişinde nefs önemli bir işleve sahiptir. Nefsin varlığı ve işlevleri vahyin alınışına da basamak teşkil eder. Nefs; insan, hayvan ve bitkiyi de içine alan müşterek bir kullanımdır. Diğer taraftan nefs sadece insan ve semavi melekleri ihtiva eden müşterek bir isimdir. O ilk manasıyla güç halindeki hayat özelliği olan tabiî cismin kemalidir. İkinci manasıyla cisimden ayrı, ihtiyari hareketi gerekli kılan kemal ve cevherdir.1 Nefs daha öncekilerin iddia ettiği gibi ne hareket, ne sükûn, ne hayat, ne kan, ne ateş, ne zaman, ne de dört asıl maddenin birleşmesi, ne de ilahtır.2 Nefs maddi cisimlerin hareket etme, düşünme, üreme, beslenme güçlerinin asıl ilkesidir.3 Nefs cisimde bir araz olarak bulunmaz, cisimden ayrı olarak kendi başına var olur onlarla. Cisimdeki nefsin varlığı cevher olarak bir varlıktır. Nefs ortaya koyduğu güçler açısından üç kısma ayrılır. En aşağı katmandaki bitkisel nefs, onun üzerinde hayvansal nefs en üstünü ve en değerli olanı insani nefstir.4
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
2.1.1-İnsanın Bilgi Edinme Vasıtaları Nefs ayrımında en aşağıda bulunan bitkisel nefs, üç kuvveye sahiptir. Beslenme, büyüme, üreme.5 İbn Sînâ bilgi vasıtası olarak duyulara da yer verir. Bunları hayvansal nefs içerisinde inceler. Hayvansal nefs, bitkisel nefsin üzerinde olduğu için onun kuvvelerine de sahiptir. Hayvansal nefsin hareket ve idrak olmak üzere iki gücü 1 Ebû Ali İbn Sînâ, er-Risâle fî’l-Hudûd, Tis’u Resâl İçerisinde, Cevâib Matbaası, Konstantiniyye 1298, s.56. 2 Ebû Ali İbn Sînâ, eş-Şifâ Kitâbu’n-Nefs,Tahkik, Fazlur Rahman, Oxford University Pres, London 1959, s. 17. 19. 3 Ebû Ali İbn Sînâ, eş-Şifâ Kitâbu’n-Nefs, s. 28,29. 4 Ebû Ali İbn Sînâ, eş-Şifâ Kitâbu’n-Nefs, s. 29. 5 Ebû Ali İbn Sînâ, eş-Şifâ Kitâbu’n-Nefs, s. 40. ; Ebû Ali İbn Sînâ, Risâle fî’n-Nefs ve Bekâihâve Meâdihâ, Neşr, Hilmi Ziya Ülken, Resâilu İbn Sînâ, 2.Cild İçerisinde, İbrahim Horoz Matbaası, İstanbul 1953, s. 116. 30 vardır.6 Hareket melekesi dürtü “isteği oluşturan” ve bu dürtüyü gerçekleştiren fail güç olarak ikiye ayrılır. İlk önce bir nesnenin sureti mütehayyile gücü tarafından idrak edilir. Bu idrak ile birlikte nesne hakkında bilgi elde edilir. Dürtü ve eylemin olabilmesi için canlının nesneye yönelik bir eylemi veya ondan kaçınması gerekmektedir. Canlının nesneye karşı bir isteğinin oluşmasında, dürtü kuvvesinin “kuvvet’ül-bâise” iki yetisi yardımcı olur. Birincisi; idrak edilen nesnenin faydalı olması ve canlının onu istemesi durumunda ortaya çıkan şehvet kuvvesidir. İkinci yeti ise öfke gücüdür. Öfke gücü idrak sonucunda zararlı bulunan nesnelerden kaçınmayı sağlar.7 Canlının nesneyi isteyip–kaçınması durumuna göre canlıda eylem gerçekleşir. Eylemi fail güç gerçekleştirir. Eylem beynin kaslara emir göndermesi ile gerçekleşir. Beyin kasları hareket ettirerek bedeni istenilen veya kaçınılan şeye yönlendirir. Hayvansal nefsin hareket gücünün yanında idrak gücü olarak zikrettiği duyulardır. İdrakgücü, dış duyular (el-kuvvetü’l-haricî) ve iç duyular (el-kuvvetü’d- dâhilî) olmak üzere iki kısma ayrılır.8
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|