Yazanlarda |
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Peygamber: Yaşamış bir kişi mi, “oluşturulmuş bir imaj” mı?
Elbette Hz. Peygamber tarihsel varlığı sabit, birçoğumuzun hayatını öz atasının hayatından daha iyi bildiği gerçek bir şahsiyet. Bir anne-babadan doğmuş, sosyal bir çevrede yetişmiş, evlenmiş, çoluk-çocuk sahibi olmuş, yaşlanmış ve en sonunda “Yüce Dost’a” yürümüş bir insan. Fakat, muhteşem bir ahlaka, sağlam bir karaktere, üstün bir zekaya, güçlü bir iradeye, yılmaz bir azme, hayranlık verici bir hafızaya, insanlık içerisinde az rastlanır bir muhakemeye sahip, tüm erdemleri kişiliğinde toplamış bir şahsiyet. Bu vasıflarıyla Allah’ın Elçisi olma özelliği birleşince, insanlığın ufkuna oturmuş bir “örnek” olarak duruyor insanlığın önünde.
Fakat, rivayet geleneğimizin bize tanıttığı Peygamber, yukarıdakinden farklı olarak, “oluşturulmuş bir imaj”. Çok az gerçek, çok fazla kurgusal efsanevi bir varlık. Bu imajın oluşması için elden ne gelirse yapılmış. Bu imajı oluşturmak için kullanılan en büyük araç rivayet. Beyan bilgi sisteminin rivayetin otoritesine boyun eğen yapısı malum. Açık bulduğu bu kapıdan içeri süzülen aşırı yüceltmeci akıl, gergef gergef yeniden dokuduğu hayali, hakikatin yerine ustaca monte etmeyi başarmıştır. Artık Hz. Peygamber’in yerinde, o değil onun “üretilen imajı” vardır. Bu imaj oluşturulurken, en doğal insani vasıflar dahi, bu imaja uygun biçimde kullanılmaktan kendini kurtaramamıştır. İşte bir örnek:
Kadı Iyaz, Resulullah’ın sırf kendine özgü özelliklerinden biri olarak şunu zikreder: “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem sürekli mahzun idi.” (Şifa,1/157) Hemen üç sayfa sonra yine ona özgü bir nübüvvet özelliği olarak bunun tam tersi bir rivayete yer verir: “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem sürekli sevinçli idi.”
Bu örnek, rivayetin otoritesi altında aklın nasıl ezildiğinin tipik bir göstergesidir. Problem, bu gözlemleri yapan insanların sübjektif değerlendirmelerinin mutlaklaştırılmasından kaynaklanmaktadır. Biri kendi durduğu ve baktığı yerden öyle gözlemlemiş, diğeri ise farklı şekilde gözlemlemiştir. Hz. Peygamberin de her insan gibi sevinip hüzünlendiğini kabullenmek yerine ille de olağanüstü bir psikoloji vehmedince, elbet bu tür çelişkiler kaçınılmaz olacaktır.
Kavramlaşan terimler ve “salat u selam” problemi
İlmi araştırma yapanları en çok yanıltan nokta, terimlerin kavramlaştığı noktadır. Terimler, anlamın kaynağından yola çıkıp çağları ve nesilleri aşarak modern muhataplarına ulaşırken, kimi zaman yolda “kaza” geçirebilirler. Bu seyr ü sefer sırasında çoğu zaman asli anlamlarından bir şeyleri zayi eder, tali ve fer’i anlamlar yüklenirler. Bu durum bazen öyle bir hal alır ki, anlamın taşıyıcısı olan bir sözcüğün kaynağından çıkarken taşıdığı anlamla hedefine vardığında taşıdığı anlam arasında dağlar kadar fark olabilir.
Semantik ve hermenötik, bir göstergenin asli anlamını bulmamıza yardımcı olan dil bilimleridir. Sözün başına gelen yol kazalarının en masum gibi görüleni, terimlerin kavramlaşmasıdır. Bu belki de bir yerde kaçınılmaz bir akıbettir. Çünkü söz, kaynağından çıktığında saf ve kendisine kaynağın yüklediği -ideomatik- anlamı temsil eden bir göstergedir. O göstergeye, ileriki zamanlarda kimileri tarafından tıpkı bir reklam panosu gibi yeni anlamlar giydirilir. Onu ele geçirenler, ona ilave kimlikler yüklerler. Sözgelimi o, bir kelam ekolünün elinde hasımlara karşı kullanılan bir hüccet, bir sufinin elinde ‘ehl-i zahir’e karşı kullanılan bir işaret, bir fıkıhçının elinde karşıt yorumlara karşı kullanılan bir delil olabilir.
Aşırı yüceltmeci gelenek, bu anlamda birçok terimi kavramlaştırmıştır. Bunların başında, iki terimden oluşan “Makam-ı Mahmud” Kur’ani ibaresi gelir. Bu iki sözcüğün ilki bir cümlenin nitelenen tümleci, ikincisi de onun niteleyenidir. İkisi birlikte sıfat tamlamasıdır. İlk anlamı “övgüye layık bir konum” dur. Ayette şöyle yer alır.
“Ve gecenin bir vaktinde kalkıp kendi isteğinle yaptığın bir ilave olarak namaz kıl; ki böylece Rabbin seni belki (ötede) övgüye layık bir konuma yükseltir.” (17.79)
Fakat ibare, bağlamından kopartılarak zamanla kalıplaşmış, daha sonra da kavramlaşmıştır. “Makam-ı Mahmud..” Hatta, ikinci kelimenin Resulullah’a atfedilen bir isim olduğunu da dikkate alırsak, adeta isimleşmiş olan kalıp, biraz ironik de olsa, “Mahmud’un Makamı” anlamına taşınmıştır. Eğer Şifa’daki bir rivayeti dikkate alırsak, bu anlam aşınması ve taşınmasının çok da geç olmayan bir dönemde gerçekleştiğini söyleyebiliriz.(Şifa, 1/217) Aynı şey, Kur’an’daki Kur’an. Taharet, veli, evluyaullah, Kevser, ledün, zikr, nesh, tefakkuh, nefs, nefsu’l mutmaine, inne’n-nefse leemmaratun bi’s-su, vesiyabeke fe-tahhir, kabe kavseyni ev edna, hatta zurtumu’l-mekabir ve daha birçok terim ve ifade kalıpları için geçerlidir.
Kavramlaşarak anlam genişlemesine ya da daralmasına uğrayan göstergelerin başında Hz. Peygamber’e salat ve teslimiyeti emreden ayetteki “sallü aleyh” ve “sellimü teslima” ibareleri vardır.” Elbette Allah ve melekleri, Peygamber’e salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve onun (örnekliğine) tam bir teslimiyetle katılın.” (33.56)
Tefsire dair bize ulaşan ilk eserlerden olan Ebu Ubeyde Ma’mer b. el-Müsenna’nın (ö.210 h.) Mecazu’l-Kur’an’ı ve Ferra’nın (ö.207 h) Meani’l-Kur’an’ı bu ayeti tefsire muhtaç bulmamışlar. Bunun anlamı, en azından ilk iki yüzyılda bu ayetin anlaşılmasında bir ihtilaf bulunmadığıdır. Fakat şayan-ı hayrettir ki, öncekilerin, tefsirine bir kelimeyle dahi ihtiyaç duymadıkları bu ayet, sonrakilerin üzerinde en çok konuştuğu Kur’an ayetlerinden biri haline gelmiştir. İbn Kesir’in tefsirinde bu ayet, belki de hakkında en çok söz nakledilen ayetlerden biridir.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bu tefsirde sayfalar boyunca bu ayete ilişkin birbirinden farklı rivayetler nakledilmiştir. Bu rivayetler arasında birbirini destekleyenler olduğu gibi desteklemeyenler, hatta yalanlayanlar bile vardır. İbn Kesir, bu ayet hakkındaki rivayetler arasında zayıf ve şaibeli rivayetleri de aktarır ve onları senet açısından eleştirir. Bu durumun iki anlamı vardır: 1 Bir konu hakkında şaibeli haberler üretilmesi, o konunun daha önce polemik ve tartışma konusu olduğunun göstergesidir. 2 İlk zamanlar tefsire dahi konu olmayan bir ayet sonraki zamanlarda abartılı bir rivayet halesiyle çevriliyorsa, bu ayeti anlamada, öncekilerle sonrakiler arasında ciddi bir anlama farkı olduğu anlamına gelir.
Bu durumda ayetteki “salat” ve “teslim”in ideomatik (o gün kastettikleri) anlamlarını bulmak için ayetin bağlamına bakmak durumundayız. Bu ayetin içerisinde yer aldığı yedi ayetten oluşan pasaj, içerik, üslup ve biçim olarak bir birinden ayrılamayacak bir bütün teşkil eder. (33.53-59) Pasajın konusu, Hz. Peygamber’i üzüp incitecek tavır ve davranışlardan uzak durmaktır. Bunu özetlersek, “peygamberlik hukukunu korumak” diyebiliriz. Bu pasajda, Peygamber’e ve onun eşlerine mümin çevre tarafından nasıl davranılması gerektiği, yine Hz. Peygamberi’in eşlerinin aynı çevreye nasıl davranması gerektiği hakkında birtakım uyarılar yer alır.
Konusu, çevresinin Hz. Peygamber’le ilişkisi olan böyle bir pasajda “Peygamber’e “alat ve teslim”in anlamı:
a) Çok alternatifli olamaz.
b) “Yusallune” fiilinden dolayı, yapılabilecek bir eylem, iş ve oluş ifade etmesi gerekir.
c) Tarafları Allah, melekler ve müminler olan üç ayrı öznenin şer’an ve aklen mümkün
olan “ortak bir eylem” olması gerekir ki, bunun en güzel şahidi de Allah ve meleklerin “teslim”e ortak olmayıp onun sadece müminlere bırakılmış olmasıdır.
d) Ayetteki “teslim”in de insanın yapabileceği bir eylem, iş ve oluş olması gerekir.
e) Son olarak “salat etmek” ile “teslim/salat” olmak/etmek arasında anlam açısından zorunlu bir bakışımlılık ve tamamlayıcılık olması gerekir.
Bütün bu zorunluluklar ve veriler ışığında “Peygamber’e salat etme”nin en muhtemel karşılığı, ya ereksel anlamından yola çıkarak “Allah ve melekler onun izzet, onur ve kutsiyetini koruyup kolluyorlar;siz de onun izzet, onur ve kutsiyetini koruyup ona esenlik ve mutluluklar dileyin” olur ya da “Allah ve melekleri onu destekliyorlar; siz de onu destekleyip onun (örnekliğine) tam bir bağlılıkla bağlanın/teslim olun” olur. Bu ikinci anlam ( destek: dua, yardım çağrısı) “salat” sözcüğünün etimolojik anlamlarının ortak noktasıdır ve bizce çok daha isabetlidir. Bu sadece mefhumun değil, mantukun da desteklediği bir anlamdır. Şöyle ki: Burada “salat”ın karşılığı olarak “dua” sözcüğünü yerleştirmekle, kavramlaşmış bir terim olan “salat”ı, yine kavramlaşmış başka bir terim olan “dua” ile açıklamak, bilinmeyeni bilinmeyenle açıklamak gibi olacağından, ilk elde “salat”ın karşılığı olan “dua”nın doğru anlamının “destek” olduğu vurgulanmalıdır. Çünkü “Allah’ın Peygamber’e duası” burada “terahhum” anlamı taşımaz. Peygamber’den kaynaklanan bir kusur ve günahın söz konusu olmadığı bu bağlamda, “bağış ve af” değil, ancak “destek” söz konusudur.Bu terim, Kur’an’da bu anlam alanına ilişkin olarak Tevbe 103’te kullanılır. (krş.2.157) Burada, Hz. Peygamberi’in salatının “sekinet: gönül ferahlığı/içhuzuru” şeklinde bir destek anlamına geldiği ifade buyrulur. İlginçtir, Enfal Suresi’nde,Hz. Peygamber’e “Allah’ın desteği/yardımından” söz eden 40. ayette, bu yardımın somut sonucu olarak yine “sekinet” gösterilmektedir.(krş.9.26; 48.26)
Gariptir ki, Türkçe birçok mealde, sanki ayet “yusallune” şeklinde fiil formunda değil de, “yakraune’s-salete” şeklinde isim olarak gelmiş gibi, “Peygamber’e salat u selam okuyun” şeklinde çevrilmiştir. Bu, ayetin asli anlamının sonradan çıkan tartışma ve haberlerin otoritesi altında ezildiği anlamına alınabilir. Bu “dua”nın Hz.Peygamber’in diliyle eyleme dökülmüş biçimi, tahiyyatta okunan”destek duası” (salevat) şeklindeki formülasyondur.( Tahiyyatta okunan Allahümme salli ve Allahümme barik dualarına, Hz. Peygamber’i haberci konumuna indirgemeye çalışan kimi anlayışlar mesnetsiz bir biçimde karşı çıkmışlardır. İtirazları şudur “ 1 Namaz sadece Allah için yapılan bir ibadettir; o halde Peygamber de olsa Allah’tan başkasının adı anılamaz. 2. Hz. Peygamber kendisi için böyle şeyi emreder mi?” Cevabı basittir: 1 Salli ve Barik dualarında iki isim geçer: Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed. Resulullah’ın iman atası Hz. İbrahim’e dua etmesi bir vefa borcudur. Tek başına bir uygulama dahi, bizim de ona namazda dua etmemiz için yeterlidir. Çünkü onun için Hz.İbrahim ne ise bizim için de o odur ve hatta daha fazlasıdır. O halde mevcut uygulama , Hz. Peygamber’in kendisi için yaptığı duayı bizim de aynen onun için yapıyor olmamızdan başka bir şey deyildir. 2 Namaz, “cami” bir ibadettir; bir çok ibadeti içinde toplar. Ama namaz her şeyin ötesinde bir duadır. Hz. Peygamber’in kendi namazında kendisine dua etmiş olmasını, namazı duanın ayağa kalkmış hali olmaktan çıkarıp sadece otomatik bir ritüele indirgeyen günümüzün indirgemeci aklı garipseyebilir. Namazda, rükudan doğrulma sonrası, iki secde arası ve son oturuş, nebevi uygulamada dua mahallidir ve herkes kendisi için de dua edebilir. Kişinin kendisi için dua edebildiği bir ibadette, kendisine vahyi ulaştıran peygambere dua etmesinde anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur.)
Sözün özü şudur: Hz. Peygamber’e yapılan dualar(salevat) da ona manevi bir destektir ve bu cümleden sayılır. Fakat destek emri sadece dil desteğine indirgenemez; bu ayette de emredildiği gibi “fiili” destek olmak durumundadır. Ona yapılacak fiili destek onunla aynı zamanda yaşayanlar için zaten bellidir. Bizim gibi onunla aynı zamanı paylaşmayanlar için ise, onun misyonunu desteklemek ve örnekliğini yaşatmak anlamına gelir. Onun getirdiği vahye ve o vahyi hayata koyuş tarzına verilecek her destek, ona yapılmış gerçek bir “salat” ve “selam” olacaktır.
İlginç olan, bu ayete dayanarak daha sonra ortaya çıkan mebzul miktardaki “salevat” kültür ve edebiyatıdır. Bunlar arasında, Salat-ı Tefriciyye gibi, ne senet ne metin açısından hiçbir sıhhati bulunmayan, dahası- be edatının te’vil edilmesi durumunda- tevhid inancıyla taban tabana çelişen bir içeriğe sahip olan “şatahat” türünden şeyler bile yer alabilmiştir. Yine bu alanda üretilmiş birçok haber, halkın bilincinde din olarak yer almıştır. İşte o haberlerden biri: “Kim bana bir tek salevat okursa, onun yüz ihtiyacı giderilir.”(Hasais, 2/260) Yine bu rivayetlerden biri: “Bir tek salevat okumak, bir köle azad etmekten efdaldir.” (Ay.)
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
“Miraçta ne oldu?” üzerine kadim bir polemik.
İmaj oluşturucu rivayetleri nakledenler, rivayetlerdeki fahiş maddi hataları da hiçbir kritiğe tabi tutmadan vermekte bir beis görmemişlerdir. Şifa sahibi, miraçla ilgili Ümmü Hani rivayetini miracın bedeni olduğunu kanıtlamak için şevkle aktarır. Buna göre miraçta Resulullah’a ev sahipliği yapan Ümmü Hani, miraç dönüşü Resulullahla beraber sabah namazı kılmıştır.
(Güneşin doğumundan hemen önceydi. Resulullah bizi uyandırdı. Daha sonra sabah namazını kıldı. biz de kıldık…)
Burada cevabı merak edilen soru, Mekke’nin fethinden sonra (h.8.yıl) Müslüman olan Ümmü Hani’nin nasıl olup ta Hicret’ten yıllar önce gerçekleşmiş olan miraç sırasında Resulullahla birlikte sabah namazı kıldığıdır? Burada sorulabilecek “Beş vakit namaz Miraç Gecesi farz kılınmamış mıydı?” sorusuna, rahatlıkla “Müminler daha peygamberliğin başlangıcından beri önce bir, sonra iki vakit namazı kılıyorlardı” cevabı verilse de, yukarıdaki soru öyle kolay cevaplanacak gibi görünmüyor.
( Taha Suresinin 130. ayetinde beş vakit sayılarak, bu vakitlerde ibadet emredilmektedir. Sahih rivayetlerde bu surenin Hz. Ömer’in İslam’a girişine neden olduğu ifade edildiğine göre, en geç hicretten 7-8 yıl önce inmiş olmalıdır. Şu halde, ya miracın rivayetlerde aktarılanlardan daha erken gerçekleştiği kabul edilecek, ya da beş vakit namazın daha erken teşri kılındığı. Fakat her halükarda, yukarıdaki ayet hiçbir zanni haberle kıyaslanmayacak kadar öncelikli bir delildir.)
Şifa sahibi, hiçbir tevilin kurtaramadığı bu çelişkileri çözmek için çaba harcamak yerine, miracın rüyada ya da “çok özel bir müşahedeyle” ruhani alemde gerçekleştiğini söyleyen yukarıdakinden daha sağlıklı rivayetleri çürütmek için çaba harcamış. Bu konuda polemiğin tüm sınırlarını zorlamış.(bkz. Şifa,1/187-206) Hz. Aişe’nin daha önce naklettiğimiz “Muhammed Rabb’ini gördü diyen, Allah’a iftira etmiştir” görüşünü ele alarak çürütmeye çalışıyor ve ısrarla Hz. Aişe’nin zıddına “Muhammed Rabb’ini görmüştür” rivayetlerini sıralıyor. Fakat bunu yaparken de en genel geçer usul kurallarını bir kenara bırakıyor. Sonunda, “kile” (denildi ki) ile “haka” (hikaye etti ki..)’yı imdada çağırıyor. Hem de muahhar kaynakları, mesela Hz. Aişe’den dört asır sonra dünyaya gelmiş Maverdi (öl.450 h.) gibi isimleri delil göstererek.
O da yetmiyor, iş Ka’bu’l-Ahbar rivayetlerine kalıyor; ve olay Resulullah’ın Rabbini görüp görmemesinden de çıkıp Haşimoğulları ve ötekileri arasındaki rekabete varıp dayanıyor. Ka’bu’l-Ahbara bakılırsa ibn Abbas şöyle demiştir.” Fakat, biz Haşimoğullarıyız ve iddia ediyoruz ki Muhammed, hem de iki kez Rabbini görmüştür!” Rivayetin devamında şöyle ilginç bir not da yer almış: “Bunun üzerine Ka(b öyle bir tekbir getirdi ki, dağlar ona cevap verdi.”(Şifa,1/196) Ka’b’ın İbn Abbas’tan naklinin doğruluğunu bilemeyiz, fakat kendisi ama olan İbn Abbas’ın bu konudaki tartışmaya bayağı hararetli bir taraf olarak katıldığı söylenebilir. Onun, Resulullah’ın Rabbini kalbiyle gördüğünü söyleyenlere karşı bizzat gözleriyle gördüğünü şiddetle savunduğunu İbn Hanbel’in naklinden öğreniyoruz. “O’nu (bizzat gözleriyle) gördü, gördü O’nu; hatta nefesi kesilinceye kadar!”( Age,1/197)
Yukarıdaki rivayetten de anlaşılacağı gibi, görüp görmediği tartışması bir yana, gördü diyenler de kendi aralarında ikiye ayrılmışlardır. Gözüyle mi gördü. Kalbiyle mi?
Şifa sahibinin, tamamı ondokuz sayfa tutan Resulullah’ın miracıyla ilgili polemiği, ilk kuşakların bu gibi konularda nasıl renkli ve canlı bir tartışmayı sürdürdüklerini de gözler önüne seriyor. Kadı Iyaz, “Onun nasıl görebilirim ki, o bir nurdur!” rivayetini ve bunu destekleyen rivayetleri çürütmekte zorlanan rakip tarafın, kendi tezlerini savunurken yemin-billah ettiklerini hikaye eder: Abdurrezzak hikaye etti: Hasan, Allah adına yemin ederek diyordu ki “elbette Muhammed Rabbini gördü” (Age,1/197)
Yeminle takviye edilen sübjektif kanaatler ve görüşlerin tartışmayı kesmesini beklemek elbette nafile. Çünkü bu alan, “yemin-billah” götürecek hissi bir alan değil, sahih nasla ispatlanacak nassa dayalı bir alan. Sonunda tahmin edileceği gibi işe siyaset bulaşır ve konuyu Hz. Osman’ın başkâtipliğinde halifeliğe kadar çıkacak olan Mervan b.Hakem de, siyasal kişiliğiyle müdahil olur. İbn İshak’tan : Mervan, Ebu Hüreyre’ye “Muhammed Rabbini gördü mü?” dedi. O da cevap verdi: “Evet” (Agy) Aslında tartışmada siyaset başından beri dolaylı olarak vardır. Çünkü muhalif tezleri savunan kamplar arasındaki mücadelede, siyasi söylemi güçlendirmek için bu tartışmanın sonuçları da yardımcı bir unsur olarak isdihdam edilebilmektedir.
Bu denli kıyasıya bir tartışmanın içerisine girmek istemeyen ‘ihtiyat’ sahiplerinin olması da doğaldı. Said b. Cübeyr de işte bu ihtiyatlılardan biriydi. Diyordu ki: “O’nu gördü de demem, görmedi de demem, ayetin yorumunda ihtilaf edilmiştir…”(Şifa,1/197)
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kur’an ayetlerinin aşırı yüceltmeye uygun yorumlanması
Şifa sahibi, “Ta ki Allah geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın” (48.2) ayeti için şu yorumu nakleder: “Denildi ki: Baban Adem’in geçmişte kalan günahları, ümmetinin gelecekteki günahları” (Şifa,2/157) Yine, ayetteki “Kendi günahın inanan erkek ve kadınların günahları için Allah’tan af dile” ibaresini Mekke’nin “Bu ayette Peygamber, ümmeti adına muhatap alınmıştır” şeklinde tefsir ettiğini nakleder. (Agy.)
Bunlar makul örnekler. Fakat “Allah seni affetsin” (9.43) ibaresine getirilen yüceltmeci yorum, hiç de tefsir, hatta tevil sınırları içerisinde değildir.Şifa sahibi, kalıp içerisinde “affetsin” ya da tek başına “affetti” anlamına gelen afa’yı “bahşetti, bağışladı” anlamında alıyor ve diyor ki: “Allah, vermeniz kesinlikle vacip olan at ve kölelerinizi size bağışladı. Yani, bundan dolayı sorumlu değilsiniz” Dahası da var; Semarkandi’den hikaye edilen şu yorum, hiçbir kural tanımıyor: “Bu, ‘Allah sana afiyet versin! anlamına gelir.” ( Şifa, 2/158-159) Tabiki, ayetin maksadının hilafına bir yorum olduğunu ve bu yorumu ayetin bağlamının, hal karinelerinin, nuzul sebebinin, vakıanın ve dilsel göstergelerin hiçbirinin doğrulamadığını söylemeye bire gerek yok.
“Kıran kırana gerçekleşmiş sıcak bir savaş sonucu olmadıkça, bir peygambere esir almak yakışmaz.” (8.67) Resulullah’ı bir konuda uyaran bu ayetin bilinen makul anlamı Kadı Iyaz’ı tatmin etmemiş olmalı ki, şöylesine hayli farklı bir yorum denemesine girişir: “Bu ayette Peygamber sallalahu aleyhi vesellemi hata ile suçlayıcı bir beyan yoktur; aksine bu ayet tüm peygamberler içerisinde onun ayrıcalıklı yerine ve üstünlüğünü açıklamakta ve sanki O demektedir ki: “Bu (ayrıcalık), senin dışındaki hiçbir peygambere yaraşmaz!” (Age, 2/159) Bunlar, metne anlam idhalinin vahim ernekleridir. Metnin söylemediği bir şeyi zorla metne söyletmek bu olsa gerek. Bunun “Hz. Peygamber’i yüceltmek” gibi tumturaklı bir gerekçeyle yapılıyor olması, bu tür bir müdahaleyi meşru kılmayacaktır.
“Eğer Allah tarafından önceden bir yasal izin olmamış olsaydı, ele geçirdikleriniz yüzünden başınıza büyük bir felaket gelmesi kaçınılmaz olurdu.” (8.68) Bizim “yasal izin” diye çevirdiğimiz “kitabun” sözcüğüne “denildi ki” formuyla bulunan karşılık “Kur’an”. Bu kadarla kalsa iyi; ya şuna ne demeli: “Bu ayeti şöyle açıklayabiliriz: Eğer Kur’an’a iman etmiş ve bu sayede kendilerine ganimet helal kılınmış kimselerden olmasaydınız, haddi aşanların çarpıtıldığı cezaya siz de çarptırılırdınız.”(Age, 2/160) Evet, bir ayet ancak bu kadar yanlış anlaşılabilir.
Bu tür ayetlerin birer birer ele alınıp, her birinin maksada uygun tevillerinin yapıldığı bir bölümde, ünlü Abese ayetinin ele alınmaması düşünülmezdi. Şifa sahibi “Surat astı ve yüz çevirdi” (80.1) ayetini Ebu Temmam’dan naklen şöyle yorumluyor: “ HPeygamber, yanında bulunan kafirlere surat astı ve onlardan yüz çevirdi.” (Age, 2/161) Bu ayetin hemen ardından gelen ayetler bu tür bir yoruma geçit vermiyor, fakat…..
Bütün bu ayetleri bir şekilde tevil eden müellifimiz iş Hz. Adem hakkında ki “Adem Rabbine karşı geldi ve yoldan çıktı” ayetine gelince daha ileri gidemiyor. Sadece “O mazurdu” diyor; mazereti ise ayette de geçtiği gibi “unutmak” Hoş bir de delil getiriyor İbn Abbas’tan: “Çünkü insanoğluna insan adı, atası Adem Allah’a verdiği sözü unuttuğu için verildi.” (Age, 2/163)
Hz. Yusuf’un kardeşleriyle ilgili ayetler, Hz. Musa’nın elinden çıkan kaza sonucu gerçekleşen ölümle ilgili ayetler…Hepsi bir şekilde yorumlananlar arasında.
SONUÇ
Bu bölümde yapmaya çalıştığımız şey, ne kitap kritiğidir, ne de monografik bir tanıtım. Biz burada, bir tasavvurun nasıl oluştuğunu anlamaya çalışıyoruz. Bunu anlamanın yolu, bu tasavvuru oluşturan unsurları incelemekten geçiyor. Bu unsurların başında bu alanda oluşturulmuş edebiyat geldiği için, bu edesbiyatın en ünlü iki örneğini burada ele almış olduk.
Bu eserlerin tüm nakilleri ve sayfaları böyle mi?
Elbette değil, Çok güzel, çok yararlı birçok rivayet ve birçok sayfa bulmakta mümkündür. Fakat, yararlıyla yararsızın, hatta zararlının iç içe geçtiği, birbirine karıştığı bu eserlerden, bu haliyle sırdan bir müminin yararlanması da zor görünüyor. Bu alanda Kur’ani bakış açısıyla yazılacak eserlere şiddetle ihtiyaç olduğuna inanıyoruz. Fakat, konumuz bu değildir. Konumuz, Ümmet-i Muhammed’in peygamber tasavvurunun tahlil ve tashihidir. Şifa ve Hasais adlı eserleri de bu açıdan ele alıp inceledik. Bu inceleme sonucunda, bu eserlerin nasıl bir zihni alt yapıyla kaleme alındığını az-çok anladık.
Hemen belirtelim ki, bu tür eserler baştan sona okunduğunda şu soru daha bir anlam kazanıyor: Bu eserin gerçekleştirmek istediği amaç nedir?
Öyle ya, bir davranışı insani kılan onun salt bir eylem olması değil ki bunu yapmak için canlı olmak yeterli, o eylemin bilinçli olarak yapılmasıdır. Bilinçli yapılan her şeyin bir amacı olur. Bir eylem amaçsız ise, bilinçsizce yapıldığına hükmedebilirsiniz. Evet, nedir bu iki eserin yazılış amacı, ya da yazarların elde etmek istedikleri sonuç?
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bu sorunun muhtemel iki cevabı şöyle olabilir:
- Hz. Peygamber’in ne kadar büyük, ne kadar yüce, ne kadar olağanüstü ve üstün bir varlık olduğunu isbat etmek.
- Resulullah’ı, onu örnek almak, onun miras bıraktığı kalıcı değerleri yeniden üretmek için tanıtmak.
Birinci amacı gerçekleştirmenin eni iyi yolu akıldan çok hisse, hayattan çok hayale hitap eden mistik, mitik ve kurguya açık bir dil kullanmaktadır. Çizdiğiniz portreyi mümkün olduğunca aşkın göstermek zorundasınız. İllaki flu olmak zorundadır; çünkü net ve ayan beyan gözlemlenebilir bir gerçek efsaneleştirilemez. Hz. Peygamber’i hayatın ötesine taşımak için üretilemeyecek yanları öne çıkarılır, en insani ve normal davranışlarına bir parça gizem ve olağanüstülük kazandırılır.
İkinci amacı gerçekleştirmenin en iyi yolu duygudan çok akleden kalbe, hayalden çok hayata hitap eden makul, muhkem ve mütevatir naslara dayalı (mansus) bir dil kullanmaktır. Bu ikincisinde siz portre çizmek durumunda değilsiniz. Siz sadece aslına ayna tutar, yanlışa alet edilen bir tabiri doğru yerde kullanacak olursunuz, ‘hakikat-ı Muhammediyye’yi görüntü kaybına uğratacak ‘hohlamalardan’ uzak durursunuz. Cama değil camdan bakar, parmak ayı gösterirken parmağa değil aya bakarsınız. Bıraktığı izleri ararsınız; izi ararken göğe değil yere barsınız; çünkü insanlar izlerini yollarda bırakırlar ve izleri arayanlarda yolculuğunun bilincinde olup yürümeye gönlü olanlardır. Tüketmek için değil, üretmek için takip edersiniz o izi.
Şemail, Hasais, Delail, Hilye eserleri birinci amacı gerçekleştirmek için kaleme alınmışlardır. Ama, hepsinin iddialı olduğu alanda dahi Başarlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Fakat bu iki eser, amacını gerçekleştirme yönünden, kendi sınıfına giren diğer eserleri geride bırakmışlardır. Bu iki eserin, kendi amaçlarını gerçekleştirme açısından, diğerlerinden üstün ve başarılı olduğunu kimse inkar edemez. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bu iki eser amaçlarını gerçekleştirme konusunda başarı kazanmışlardır.
Ne ki yazarın ve eserin kazanması, eserin konusunun da kazandığı anlamına gelmemektedir. Hele, bütün bir ümmetin peygamber tasavvurunu etkileyecek bir konumdaysa, bu söylediğimiz daha bir fark edilecektir.
Sonuç mu? Sonuçta bu iki eser amaçlarını gerçekleştirmiş; ve fakat Kur’an’ın örnek olarak tanıttığı Hz. Peygamber’i fiziken kaybetmenin yanında ve ötesinde, bir de misyon ve örnek olarak kaybetmiş bulunmaktayız. O, dünyamızı terk etmiş ve göklere çıkmıştır. Artık o insanlar için bir efsane, ulaşılması yıldızlara ulaşmak kadar zor bir ‘gök cismi’, altından geçmesi imkansız bir ebem kuşağıdır.
Bu tasavvurun karşısında, Kur’an’ın sunduğu “kul ve elçi” olan gerçek bir peygamber bulunmaktadır. Bu ikisi arasındaki fark, kapatılamayacak, uzlaştırılamayacak kadar açılmıştır. Fakat ondan önce, bu tavrın tam zıt kutbunda yer alan İndirgemeci Peygamber tasavvurunu ele almamız gerekecektir.
İndirgemeci Peygamber Tasavvuru
İnsan ve indirgemecilik:
İndirgeme sözcüğüyle kastettiğimiz şeyi, eskiler irca sözcüğüyle karşılardı. Bizim burada kullandığımız anlam, indirgemenin olumsuz anlamı. Yani, tüm elemanlarıyla birlikte anlamlı olan, parçalanınca anlamını yitiren bir bütünün, parçalarına indirgenmesi işlemi. Mesela, kimyasal indirgeme bir maddenin oksijenini alarak onun oksit özelliğini yok etmektir. Bu bir anlamda, bir şeyi kendisi olmaktan mahrum etmektir.
İnsanoğlu, hakikate karşı farklı duruşlar ve tavırlar geliştirmiştir. Hakikati olduğu gibi kavrayıp kabul eden ideal duruşun karşısında, hakikati toptan reddeden duruş yer almaktadır. Tabiatıyla bu iki duruş da net ve açıktır. Ne ki bu ikincisi, hakikat karşısında insanın olumsuz duruşunun tek örneği değildir. Bunun dışında, insanın hakikati inkar etmek yerine, onu kendi tasavvurunda deforme ettiği istikametten sapmış duruşlar da vardır. Bunlardan biri de hakikati, onu oluşturan parçalarına indirgeyen indirgemeci duruştur.
İnsan hakikati neden indirger?
Tabiki bunun nedeni tek değildir. Bu nedenlerin başında, doğru bir açıdan bakmamak, bir başka ifadeyle yamuk bakışlılık gelir. Tali nedenler ise, yetersiz bilgilenme, bütünü algılayarak kapasiteden yoksun olma, parçayı bütün sanma yanılgısıdır. Yanlış duruşlar, yanlış anlamaya ya ada hiç anlamamaya getirir. “Kişi bilmediğinin düşmanıdır” sözü eskimez bir hakikattir. Hakikate karşı yapılacak düşmanlıkların en tehlikesi ise, ona cepheden saldırıp onunla açıkça savaşmak yerine, daha rafine ve ustaca bir yöntem izleyerek bütünü parçalayıp elemanlarına indirgemek şeklinde yapılandır. Çünkü, çoğu zaman parçalanan hakikat, hakikat olma özelliğini yitirir.
Şeytan indirgemeci bir akla sahipti ve kendisini şeytanlaştıran süreci bir indirgemeyle başlattı: Adem’i toprağa indirgemek. Ademoğlunu hammaddesine indirgeyince, onun yaratılış misyonuna işaret eden “ilahi soluğu” (ruh) ve insanoğluna verilen “eşyaya isim verme” (ta’limu’l-esma) yani “eşyayı soyutlama” yetisini fark edemedi bile. Şeytanın Kur’an’da simgesel ve metaforik bir üslupla anlatılan bu indirgemeci yaklaşımı, onun için sonun başlangıcı olmuştu.
İnsanlık tarihi boyunca görülen tüm sapmış toplumların, şeytanın açtığı indirgeme çığırını takip ettikleri görülür. Hz. Salih’in kavmi, “kamu malı” olması dolayısıyla kamunun gerçek sahibi Allah’ın korumasında olduğu için Kur’an’da “Allah’ın devesi” diye anılan deveyi, etine- kemiğine indirgemişlerdi. İndirgemeci mantıkları, onlara bu hayvanın hunharca boğazlamalarını telkin etti.
Firavun, Hz. Musa’nın mucizelerini “büyüye” indirgemişti. Onunkisi, bir bilgi noksanlığından daha çok, bilinçli bir ‘bilinçsizlikten’ kaynaklanıyordu. “Bilinçli bir bilinçsizlik” derken kastım, ısrarla kör, ısrarla sağır davranıyor olmasıydı. Sonunda indirgemesinin bedelini acı bir biçimde ödedi
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Tanrı atama yetkisine sahip olduğunu düşünen bir kısım Mekke egemenleri, Allah inançlarında “indirgemeci” bir akla tabi olmuşlardı. Varlığı, hayatı, ölümü yarattığına inandıkları Allah’ı sadece yüceltme bahanesiyle indirgemişlerdi; çünkü onların tasavvurunda Allah, hayata müdahil olmayan uzak bir Allah’tı. Bu indirgemeci tasavvur, hem hayatı ifsat etmelerine fırsat tanıyor, hem de “Bizimle Allah arasındaki aracılar” diyerek aracılık misyonu yükledikleri atalarından kalma bir gelenek olarak yaşattıkları putlarına bir ‘işlev’ bulmuş oluyorlardı.
Fakat insanlık tarihinde hiçbir uygarlık, indirgemecilik konusunda Batının ayak topuğuna ulaşamazdı. Yunan-Batı aklı, daha baştan hakikati önce “gözlemlenebilir olan”a indirgemiş, daha sonra onu da salt akla indirgemişti. Anaxagoras diyordu ki: “Evrendeki her şeyi akıl düzenlemiştir, bütün varlıkların illeti odur.” Yine aynı filozof “Dünyayı yöneten akıldır” diyordu. Mutlak Hakikat’i akla indirgeyen indirgemeci yaklaşımı daha Eflatun (iö.427-347) ve Aristo (384-322) geliştireceklerdi. Aristo aklı “nedenlerin kavranması” olarak tasavvur ederken, aklı hem bir isme, hem de bu camid ismin fonksiyonlarından sadece birine indirgiyordu. Mesela Kur’an’ın formüle ettiği “akleden kalb”in çok fonksiyonlu tasavvurunu hatırlarsak, yukarıdaki indirgemeyi daha iyi anlarız. Yunan aklının devamı diye nitelendirilebilecek Batı Modernitesi, insanı biyolojik canlıya, hayatı mikroorganizmanın ömrüne, ölümü insanın hayati fonksiyonlarının bir daha geri dönmemek üzere durmasına indirgeyivermişti. Onun indirgemeciliğinden aşkın hakikatler de payını almış, melekler yüksek enerji moleküllerine, cennet dünyevi refaha, vahiy para-psikolojinin konusuna indirgenmişti.
Bu indirgemeci “akıl”, daha sonra gelen tüm batılı düşünür ve bilginleri, hakikati kendi ekollerine indirgemeye sevk etti. Rene Descartes (1596-1650) Grek indirgemeciliğini daha da pekiştirerek varlığı “düşünceye” indirgiyor ve sürekliliğin/faaliyetin ayrı bir cevher olduğunu söylüyordu. Aslında bu, hakikatin parçalanmasıydı. David Hume (1711-1776), insan ahlakını “hazza” indirgiyordu. Aslında Sigmund Freud’un (1856-1939) Psikanaliz’de yaptığı da bu değil miydi: İnsan davranışlarının temelinde yatan psikolojik yönlendirmenin “libido” adını verdiği “şehevi güdü” tarafından gerçekleştirildiğini söylüyor, çocukla anne-baba arasındaki ilişkiyi dahi bu indirgemeci anlayış üzerine bina ediyordu. Karl Marx (1818-1883), insanlık tarihini üretime ve üretim araçlarına indirgemiş ve felsefesini “tarihi materyalizm” üzerinde temellendirmişti. Onun bu indirgemeci yaklaşımını, “İnsan alet kullanan hayvandır” vecizesinde ifadesini bulan insan anlayışı net bir biçimde resmediyordu. Emile Durkheim (1858-1917), insanı sosyal boyutuna indirgeyip “İnsan sosyal hayvandır” derken, Albert Camus (1913-1960) onun tam zıddına insanı bireysel isyanına indirgeyerek “İnsan isyan eden canlıdır” diyordu.
İndirgenenler içerisinde neler yoktu ki: İnsan, cinsiyetine indirgenip erkeklik ya da kadınlık öne çıkartılmış, bu indirgemenin sonucu olarak cinselliği öne çıkarılan kadının kişiliği yok edilerek yerine dişiliği konulmuş ve ticari bir meta gibi servis yapılmıştı. Bir ırmak gibi kesinti etmez bir biçimde bir özge alemden doğuma, doğumdan ölüme, oradan da daha ötelere akan insan hayatı evrelerine bölünmüştü. Gençlik bütünden bağımsız bir kategori olarak öne çıkarılmış, dolayısıyla çocukluk, olgunluk ve yaşlılık da yine bütünden bağımsız kategoriler olarak ayrı ayrı tasarlanmış birer ‘bağımsız hayat’ haline getirilmişti. Bu bireyleştirmeden de öte insanı tehlikeli boyutta yalnızlaştırma ameliyesi sonucunda insan, savunmasız, güvenliksiz ve korunaksız bırakılmıştı.
Konumuz, Batı indirgemeciliği olmadığı için çok kısa bir özetle yetiniyoruz.
Asıl konumuz peygamberlik kurumu ve peygamber tasavvuru, dolayısıyla bu alandaki indirgemedir. İndirgemecilik eğer böylesine, akidenin temel unsurlarından biriyle alakalıysa, çok daha vahim bir durumla karşı karşıyayız demektir.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İndirgemecilik Neden Bir Anlama Problemidir:
İnsanlığın bu ezeli safı, elbet İslam toplumlarında da şu ya da bu biçimde kendini göstermiştir. Muhammedi davetin hemen ardından ortaya çıkan siyasi ve kelami okulların çoğu, özünde indirgemeci bir mantığa dayanıyordu. Hicri ilk iki yüzyılda ortaya çıkan akımları klasik milel ve nihal (dinler ve mezhepler) metinlerinin fazla öznel ve bi o kadar da taraflı bakış açısıyla değerlendirmek, elbette yanıltıcı olur. Fakat, ilk ekollerin kişilere nisbetinde ciddi yanlışlıklar bulunsa da, onların taşıdıkları düşünceye nisbetlerini doğru kabul edebilir.
Mesela Mücessime, tipik indirgemeci aklın doğurduğu bir okuldu. Çünkü Allah hakkında referans metinlerde kullanılan el, yüz, göz, taht, oturmak,gelmek vs. gibi terimleri mecazi değil de lafzi anlamıyla ele alıp, Mutlak Aşkın bir varlığı cisme indirgiyorlardı. Hasımlarının Haşeviyye (kabukçu) adını verdiği bir anlayış, sözlü bir söylem olan İlahi Kelamı, Hz. Peygamber’den sonra gerçekleşmiş bulunan yazılı mushafa indirgiyor, bu problem etrafında hayli gürültü koparıyordu.
Hiç kuşkusuz, ümmet tarihindeki en ilginç indirgemecilik örneği Mürcie idi. Bir ekol ismi olan Mürcie adının tarihimizde “iman”ı yalnızca vicdana indirgeyen bir fırka olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mı?
Konuya girerken, eskilerin “indirgeme” sözcüğünün karşılığı olarak “irca” sözcüğünü kullandıklarını dile getirmiştik. İndirgemeci mantığın temsilcisi olan Mürcie, imanı sadece “tasdik”e indirgiyor, imanın alt yapısı olan bilgi ve bilinci (marifet), imanın dile getirilmesi olan ikrarı, imanın ürünü olan eylemi (amel) yok sayıyordu. Bu tasnife göre, Kur’an’ın bir inanç problemi olarak üzerinde durduğu nifak ve münafık kategorisi yok sayılıyordu. Mürcie’nin indirgemeci yaklaşımında imanın tanımı şöyleydi: Allah’ bilmek…Allah’ bilene, yaptığı hiçbir kötülük zarar vermezdi. Bu indirgeme yöntemi, sadece ahlaki davranışın temellerini yok etmiyor, aynı zamanda insanın en büyük imkanı olan imanı işlevsizleştiriyordu.
İndirgemeci aklın aktif olarak kullanıldığı dini alanlardan biri de peygamberlik kurumu idi. Her ne kadar nübüvvet kurumuna yönelik indirgemeci yaklaşımın yaygınlığı, önceki bölümde ele aldığımız aşırı yüceltmeci yaklaşımın seviyesine ulaşmamışsa da, yine du bu damar hep var olagelmişti. İşte bir bilimci ( scıentist) indirgemeci örneği:
“Din, Allah’ın varlığıyla ve peygamberlerin nübüvvetiyle sabittir. Bu iki sabiti de bilim onaylamaz. Gerçek ilim adamı, dine, hepsi de toplumun varlığını ortaya koyan sosyal birer olgu olması hasebiyle dile, fıkha, elbiseye baktığı gibi bakar.” (Taha Hüseyin’in Edebiyat Fakültesi’nin açılışında yaptığı konuşmadan.6.4.1932 Nakl.Hadim Huseyn)
Birinci bölümün konusu olan aşırı yüceltmeci aklın karşı kutbunda yer alan bir yaklaşımdı indirgemecilik. Hatta, ilerde örnekleriyle göreceğimiz gibi, kimi bölgelerde aşırı yüceltmeciliğe bir tepki olarak ortaya çıkmış ve serpilmişti. Aslında bu iki aşırı uç, birbirini besleyen düşman kardeşler rolünü oynuyordu.
Şu durumda, indirgemeci yaklaşımın tıpkı önceki bölümde ele aldığımız aşırı yüceltmeci yaklaşım gibi bir anlama sorunu olduğunu ispata hacet kalmamış bulunuyor. Elbette bir anlama sorunudur; çünkü peygamberlik kurumunun hakikatine ilişkin bir yanlış anlamaya dayanmakta ve bu sorunu yaşayanların zihinlerinde, dinin referanslarının çerçevesi dışında gelişen bir peygamber tasavvuru inşa etmektedir.
İndirgemeci mantığın inşa ettiği peygamber tasavvuru, aşırı yüceltmeci yaklaşımın aksine, peygamberlik kurumuna karşı daha hakim ve tiz perdeden bir söylemle ‘tayin edici’ bir rol üstlenmek şeklinde kendini dışa vurmaktadır.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hiçbir Peygamber bir “iletişim aleti” değildir:
Farsça “haber” anlamına gelen peyam sözcüğüyle, “alan, getirip götüren” anlamına gelen ber sözcüğünün birlikteliğinden elde edilen “peygamber” kelimesi, Arapça’daki nebinin karşılığıdır. Nebi, “haber verdi” anlamına gelen ne-be-e eyleminden türetilmiş bir isimdir. Nübüvet, öznesi nebiler (enbiya) olan “haber verme kurumu”dur.
Bir nebiyi, sıradan bir “haberci”den ayıran,verdiği haberin “kaynağı”dır. Bu kaynak, mutlak bilginin de kaynağı olan Allah’tır ve bu kaynaktan gelen haber, vahiy adı verilen özel bir yöntem ve kanalla nebiye aktarılır. Görüldüğü gibi peygamberlik, haberin kaynağıyla haberin hedefi arasında bağlantı kuran bir işleve sahiptir. Bunu Allah-insan ilişkisine, Allah’ın insana olan şefkat ve merhametinin sayısız tezahürleri arasında çok özel yeri olan bir katkı olarak niteleyebiliriz.
Resul ise “kolay, sıkıntısız ve güvenlikli olarak yol almak” anlamına gelen reslden türetilmiştir.”Sözlü ya da yazılı haberi taşımakla görevlendirilen kişi” anlamına gelir. Sadece taşıyıcı değil, aynı zamanda haberin kaynağını haberin hedefi nezdinde temsil eden bir misyona sahiptir. Bu nedenle resul sözcüğünün “elçi” diye çevrilmesi, bu anlamı da kapsadığı için en doğru çevridir.
Kolayca fark edileceği üzere, nebi ismi haberi taşıma fonksiyonuna, resul ismi ise haber kaynağını temsil etme misyonuna tekabül eder. Nübüvvet, haberle ilgili, risalet ise haberin kaynağıyla ilgilidir. Kur’an’da farklı vurgularla da olsa birbirlerinin yerine kullanıldığı görülür. Biz de bağlama bağlı olarak, küçük anlam farklılıklarıyla birlikte “peygamber”, “peygamberlik kurumu” Peygamber tasavvuru” gibi ifadeleri, fonksiyon ve misyonu birlikte içeren bir anlamda kullandık.
Bir peygamber, ne “habercilik” fonksiyonunu, ne de “elçilik” misyonunu üstlenmeye tek taraflı olarak kendisi karar verebilir. Bu aklen de mümkün değildir. Çünkü, eğer bir haberden söz ediliyorsa, mutlaka bu haberin bir kaynağı olmalıdır. Eğer bir elçilikten söz ediliyorsa, onu elçi atayan bir makam olmalıdır. Her elçiliğin bir “temsil” olduğu, temsil edenden söz edilen bir yerde temsil edilenin varlığının kaçınılmazlığı müsellem bir hakikattir. Eğer söz konusu haber, ulaşılınca elde edilecek bir haber değil de, ancak iletilince alınacak bir haberse, bu durumda habercinin haber kaynağını ve haberi seçmesinden değil, haber kaynağının haberi ve haberciyi seçmesinden söz edebiliriz. Elçilik misyonu için de geçerlidir bu: Hiçbir elçi, temsil ettiği makamın sahibini atayamaz, fakat her elçiyi atayan, ona elçilik payesini veren makamın sahibidir.
Bu durumda, peygamberlik kurumu, Allah-insan ilişkilerinde, hem misyon hem fonksiyon üstlenmiş, çok ayrıcalıklı bir kurumdur. Bu kurumun mensupları olan peygamberlerin söz konusu misyonlarını kabullenmeden (iman), onların getirdiklerinin kaynağını, doğruluğunu kabullenmek söz konusu olamaz.
İndirgemeci aklın içerisine düştüğü en büyük yanılgı, peygamberliği salt haber taşımaya indirgeyip, misyonu ya sınırlandırmak ya da tamamen görmezden gelmektir.Oysaki misyon sınırlaması, aynı zamanda bir fonksiyon daralmasıdır.
Hiçbir peygamber, bir “iletişim aleti” değildir. Dolayısıyla peygamberler sesleri, yazıları, görüntüleri bir yerden bir yere taşıyan cihazlarla karşılaştırılmamalıdırlar. Allah, hiçbir elçiyi salt “ara kablosu” işleviyle sınırlamamıştır. Elçiler, kaynaklarına sadıktırlar, getirdiklerine önce kendileri inanırlar, eğer o yaşanacak bir şeyse önce kendi hayatlarında ortaya koyarlar. İşte bu da örneklik misyonudur. Kur’an, Hz. Muhammed aleyhisselamdan da örneklik misyonuyla söz eder. Çünkü örnekler, “önder”dirler. Önderlik, insanların ardından değil önünden gitmeyi, onlara yol göstermeyi, iz bırakmayı, istikamet tayin etmeyi gerektirir.
Örneklikten söz edilen bir yerde, mutlaka iki şey gereklidir:
- Örnek gösterilen şey, örnek alacaklar tarafından kesinlikle ‘üretilebilir’ bir şey olmalıdır. Üretilmeyecek bir şeyi örnek göstermek, güç yetirilemeyecek olanı teklif etmektir ki, Allah Teala için bu muhaldir. Mesela, hiçbir mümine Hz. Peygamber’in göz rengi, boyu, kafatası yapısı örnek gösterilemez.
- Örnek ile örnek alacaklar arasında yapısal farklılıklar bulunmamalıdır. Çünkü insan, ancak insanı örnek alabilir. İnsan meleği örnek alamaz. İşte bu nedenle her gelen peygamberin ilk verdiği mesajlardan biri, “Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım” olmuştur.
Bu iki gerekliliği göz ardı ettiği için, aşırı yüceltmeci peygamber tasavvuru, sonuç itibariyle peygamberi hayattan dışlama anlamına geliyordu. Fakat ilginç olan, indirgemeci yaklaşımın da aynı kapıya çıkmasıdır.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Aşırı Yüceltmecilik gibi indirgemecilik de bir hayattan dışlamadır.
Aşırı yüceltmeciliğin yücelterek yaptığı, peygamberi “iletim” ya da “iletişim aracı”na irca eden peygamber tasavvuru, indirgeyerek yapmıştır. Spor terimlerini ödünç alacak olursak, birinci tasavvur topu saha dışına yukardan atarken, ikinci tasavvur aşağıdan atmıştır. Sonuçta iki tasavvurun da vardığı nokta aynıdır: Hayattan dışlamak.
İndirgeme, peygamberlik kurumunu tamamıyla tarihsel olan mahkum eden bir yaklaşımın ifadesidir. Dolayısıyla peygamber, getirdiği haberden kısmen ya da bütünüyle ayrı düşünülür. Peygamberin getirdiği ilahi mesaja ilişkin yaklaşımı, o mesajı nasıl anlayıp uyguladığı sıradanlaştırılır. Oysaki o, mesajın ilk muhatabıdır ve mesajın aynı zamanda büyük ve ilk ‘nüzul sebebi’dir. İlahi mesajla ilk muhatabı arasındaki ilişki, karşılıklı ve bakışımlı bir ilişkidir. Vahyin davranış psikolojisi açısından tahlile tabi tutulması sonucunda, bu ilişki net bir biçimde görülebilir. Dahası, Resulullah’ın kimi olaylar karşısındaki halet-i ruhiyesi, Kur’an vahyi izlenerek tesbit edilebilir.
Vahyin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber, sadece vahyin muhatabı değil, aynı zamanda vahyi alan öznedir. Vahyin kaynağıyla doğrudan ve fiili ilişkisinin Peygamber’e kazandırdığı anlama kolaylığı, inişinin üzerinden bin dörtyüz yıl gecmiş olan bugünün insanının vahyi anlama çabası sırasında, hiçbir şekilde ulaşıp elde edemeyeceği bir imkandır. Çünkü Peygamber’in vahiyle olan ilişkisi, dolaylı değil doğrudan yaşanmış bir tecrübeye dayanıyordu. O vahyi dışardan bakan ve anlamaya çalışan bir ‘gözlemci’ olarak değil, sürecine bizzat katıldığı, kendi varlığı ‘iç bağlama’ dahil olan ve vahyi ‘hakikat-yakin’ olarak yaşayan içeriden bir özne olarak anlıyordu.
İlahi vahyi anlamada, hiçbir beşeri çabayla ulaşılamayacak böylesine bir imkana sahip olan Hz. Peygamber’in vahyi nasıl anladığı bir kenara bırakılarak vahyi anlamaya çalışmak, öncelikle vahim bir mahrumiyettir. Fakat böylesi bir yaklaşımın, mahrumiyetten öte, dinin amaç ve fonksiyonlarından kimilerini atıl hale getiren daha vahim sonuçları da vardır.
Vahiy, kendi tanımlamasıyla ölü canlara ruh üfleyen bir hayattır. İnsanın atıl haldeki ruhi gücünü aktif hale geçirerek onu kapasitesinin sınırlarına çıkaran ilahi bir güç kaynağıdır. Onun bir hayat olması sadece mecazi ve metafizik anlamda değildir. Aynı zamanda o, sahici bir hayatı kuran bir hayat tarzı, bir yaşama yöntemi, bir ilahi inşa projesidir. Ne ki o bu fonksiyonunu, ancak insanda, insan eliyle gerçekleştirir. Çünkü, bir proje ne kadar mükemmel olursa olsun, hayata geçirilip uygulanmadığı zaman o projenin kimseye bir yararı yoktur.
Bu ilahi inşa projesinin mimarı, Hz. Peygamber’in ta kendisidir. O, söz konusu projeyi önce kendi varlığında içselleştirerek, vahyin gerçekleştirmeyi amaçladığı insan tepinin “model şahsiyeti” olmuştur. Vahyin projesini ciddiye alıp ona inanan hiç kimsenin, “modeli” gözardı etme, Peygamber’in model alma işlevini sadece yaşadığı çağla sınırlama ya da görmezden gelme lüksü yoktur.
Evet o bir insandır, ama aynı zamanda resuldür de. O insan olarak tarihin konusudur, fakat resul olarak akidenin, yani imanın konusudur. Mümin için iman, hem yaşayan bir şeydir, hem yaşanan ve hem de yaşatan. İman bizatihi hayattır, şimdi ve buradadır. Kimse imanını, şimdi ve buradasından ayırıp belli bir zamana, belli bir mekana hapsedemez. İmanın objesi de imanla birlikte taşınır. O da şimdi ve buradadır. Bu anlamda Hz. Peygamberin risaleti, yani model olma misyonu, tarihin herhangi bir döneminde kalmamıştır. Her mümin, onu imanıyla kendi şimdi ve buradasına taşır, taşımak durumundadır. Bunun aksi, indirgemeciliktir.
Ve indirgemecilik işte bu boyutuyla tam bir hayattan dışlamadır.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Aşırı yüceltmeci mantıkla indirgemeci mantık birbirinin zıddı gibi görünseler de, işlevleri ve sonuçları itibariyle aynı gözede buluşmaktadırlar. İşte o göze, hayattan dışlama gözesidir. Ne ki, bu işi birinciler yüceltme yöntemiyle, ikincilerse indirgeme yöntemiyle yapmaktadırlar. İkinciler, risaletin örneklik misyonunu sınırlandırmak için, rakiplerini aşırı yüceltmeci mantığını aynıyla Kur’an’a uygulamakta ve ortaya “Kur’ancılık” adı verilen bir anlama problemi çıkmaktadır. İleride ayrıntılı olarak ele alacağımız Kur’aniyyun akımı, ister istemez peygamberlik kurumunun örneklik misyonunu sınırlayıcı, hatta tasfiye edici bir sonuç üretecektir.
İndirgemeci peygamber tasavvurunun, risaletin örneklik misyonunu daraltıcı bir yanlış anlamaya dayandığı doğru. Fakat, indirgemeci tavrı peygamberlik kurumuna yönelik bir aşağılama olarak görmek doğru olmasa gerektirir. Bunu böyle adlandırmak, haksızlık olacaktır.
Peygamberin misyonunu da Kur’an’a yükleyerek Kur’an’dan ilahi projenin hem teorik kaynağı, hem de pratik kaynağı olmasını beklemek elbette olmayacak bir şeydir. Peygamber, örneklik misyonu itibariyle, Kur’an’ın hayata dönüşmüş biçimidir.
Onun bu misyonunu Kur’an’a yükleyerek, peygamberlik kurumunu yada Hz. Peygamber’i aşağılama amacı güttüğünü söylemek istemiyoruz. Fakat, indirgemeci yaklaşım dışında, bir de “aşağılamacı” olarak nitelendirebileceğimiz yaklaşımın var olduğu tarihi bir gerçektir. Bu isimlendirme çok isabetli olmayabilir. Ama, belli bir düşünce çizgisini ele alırken kullanacağımız isimlerin ve yapacağımız nitelemelerin, galibiyet kuralı göz önüne alınarak okunmasının gerekliliği ortadadır.
Aşağılamacı diye nitelendirdiğimiz bu yaklaşıma ait indirgemeci peygamber tasavvurunu burada ele almamızın nedeni şudur: Kimi noktalarda, indirgemeci yaklaşımın aşağılamacı yaklaşıma prim verdiğinin, hatta çok ender de olsa onu çağrıştırdığının okuyucu tarafından da fark edilmesini sağlamak. Çünkü bu iki yaklaşım, mahiyet itibariyle birbirinden farklı olsa da, üslup, yöntem ve sonuç açısından, bazen birbirine yaklaşan bir düşünce grafiği çizmektedir.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|