Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
FITRAT DİNİ
Yüce Allah Hanif olmanın aslında fıtrata en uygun olduğunu vurgular. Ve ardından: "İşte, değişmez/sarsılmaz/eğilmez =>QAYYUM olan din budur"
der. Bakınız burası hayati önem taşır. Bunun daha iyi anlaşılması için,
FITRATın ne olduğuna bakmamız lazım. Fıtrat hakkında çeşitli
tanımlamalar var. Bunlardan bazılarını sayacak olursak:
1- Yaratılışta, Allah tarafından verilen yetenekler, kabiliyetler... 2- İnsanların kendine has değişmeyen karakterleri....
Kur'ani
manada Kur'an bir bütün olarak bakıldığına özünde şunu taşır: Allah
insanları yaratırken, İnsanın Özüne/Fıtratına kendi VARLIĞI ve TEKLİĞİ
inancını, iyiliği kötülükten ayırt etme yeteneğini vermiştir. Bir
insanı küçük yaşta ıssız bir adada yaşam koşuları vererek bıraksanız ve
bu çocuk ne din/iman nede diğer bilgileri almadan, hiç kimse ile
görüşmeden ve ona iyi davranış nedir-kötü davranış nedir hiç kimse
tarafından öğretilmeden yetişkin hale geldiğini varsayalım. İşte böyle
bir insan dahi, birinin haksız yere öldürülmesinin, başkasına ait bir
malın çalınmasının, başkalarına zulmetmenin kötü bir şey olduğunu
kalben bilir. Çünkü bu Allah tarafından verilmiştir. Kötü fiili
yapanları Allah bile bile yapılmakla sorumlu tutar. Bu yüzden ölüm
ötesi hayatta, işlenmiş kötü fiiller için "Rabb'im bilmiyordum" gibi
bir mazeret Allah indinde geçerli değildir!
Allah: Hanif olma
duygusunu ve salih ameller işleme yetilerini insana yaratılışta verdiği
için eğer dileseydi insanlara hiç bir elçi göndermeyebilir ve yine de
sorumlu tutabilirdi. Lakin Rahman bunu, engin rahmetiyle dilememiş ve
insanlara belirli periyotlarla sürekli elçi göndermiştir. İşte ben
Allah'ın, elçi (peygamber) göndermesini EXTRA/Fazladan bir rahmet
olarak adlandırdım.
akik
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hanif(öz/çekirdek) iman =
Fıtrat Dini = Kalu Belâ Bağlantısı
اعوذ بالله من الشيطان الرجيم
بسم الله الرحمن الرحيم
Hep fıtrat din dendi ama bunun açıklaması pek yapılmadı veya en azından ben
görmedim. Bu fıtrat dini hanifliğin açıklaması; hemen herkesin bildiği A'raf/172.
ayette yatmaktadır. Gelin birlikte Rum/30 ile A'raf/172. ayetlerinin
bağlantısını birlikte inceleyelim. Önce Rum/30. ayeti 4 bölüm halinde
inceleyelim:
فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّين 16;
حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي
فَطَرَ النَّاسَ
O halde yüzünü,
HANIF olarak dine, Allah'ın insanları üzerine
yaratmış olduğu fıtratına doğrult.
لَا تَبْدِيل 14; لِخَلْقِ اللَّهِ
Allah'ın yaratışında
tebdil/değişme olmaz.
ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّ 05;ُ
İşte *qayyüm/değişmez/şaşmaz
olan din budur.
وَلَكِنّ 14;
أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُ 08;نَ
Velakin,
insanların ekserisi bilmezler.
Birinci bölümde, Hz. Muhammed şahsında tüm insanlığa Allah'tan
bir emir vardır. Nedir o emir? "...yüzünü,
HANIF olarak dine..."
çevir diyor. Peki: 1-Hanif Din Nedir? ve 2-Niçin Yüzümüzü Hanif Dine
Dönelim?
1-Hanif Din Nedir? =
"
yüzünü.....Allah'ın
insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına
doğrult."
" yüzünü,
HANIF olarak dine...............................................doğrult."
Yani Hanif Din bizlerin öz dinidir.
Fıtratımızın dinidir. Bizler bu fıtrat üzere yaratıldık ve
"...Allah'ın yaratışında tebdil/değişme
olmaz...." ....hülasa: Haniflik =
Fıtrat Dini
(İnanan inanmayan bu fıtrat üzere
nasıl olur? Bizlere nerden ne zaman verildi bu fıtrat. (Bunun yanıtı A'raf/172.
ayettir.)
2-Niçin Yüzümüzü Hanif Dine
Dönelim?= "....İşte *qayyüm/değişmez/şaşmaz
olan din budur...."
Allah: qayyüm/şaşmaz/değişmez dediği dindir bu! bunu bırakıp "islam"
adı altında Kur'andaki İslama tamamen ters, türlü ana ve alt mezheplere
bölünmüş, israiliyat yalanı ve emevi abbasi oynaması karıştırılmış, bir dini
seçersek, qayyüm/şaşmaz olanı terk etmiş ve şaşmış olmaz mıyız?
Bu ayetin son ve acı kısmı, düşününce tüyler ürperten kısmı
kısmı ki; buna hayretler içinde şahit oluyor ve yaşıyoruz. Yani:
Velakin,
insanların ekserisi bilmezler.
Çünkü bırakın ateisti veya gayri müslimi, İslam kardeşlerimize;
Allah'ın bu şaşmaz/qayyüm dediği ve adını hanif din(دِّينِ
حَنِيفًا) koyduğu vede Fıtratımızın/özümüzün
dini dediği bu dini, islam kardeşlerimize anlatınca, onların dahi ekserisinin
yüz çevirdiğini, ayete sırt döndüğünü veya o kadar açık olmasına rağmen ayeti
tevil yönüyle kotarmaya çalıştıklarını ibretle görmekteyiz. Rum Suresi 30. ayet,
bariz bir şekilde tecelli ediyor. Yani
insanların ekserisi
maalesef bunu bilmeyecek bilmek istemeyecektir. Bununla müşerref olana ve
idrakinde olanlara ne mutlu!, Nasib edene ne kadar HAMD edilse, kuşkusuz eksik
kalır.
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنِي ءَادَمَ مِنْ ظُهُورِه 16;مْ
ذُرِّيَّ&a mp;a mp;# 1578;َهُمْ وَأَشْهَ 83;َهُمْ عَلَى أَنْفُسِ 07;ِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّك 15;مْ قَالُوا
بَلَى شَهِدْنَ 75; أَنْ تَقُولُو 75; يَوْمَ الْقِيَا 05;َةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا
غَافِلِي&a mp;a mp;# 1606;َ
7/172- Rabbin, Âdemoğullarından, zürriyetlerini alıp da onları kendi
nefislerine şahit tutarak: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği zaman, "Evet
(Rabb'imizsin), şahidiz" dediler. Kıyamet günü "Bizim bundan gafildik."
demeyesiniz diye!
İşte fıtratımızda/özümüzde Allah'ın EN BAŞTA yarattığı öz/müşahhid
imandır Hanif iman! Bu yüzden Allah Özümüze Dönmeyi, öz imanımıza dönmeyi
emrederken, buradaki ve atıfta bulunduğu diğer ayetlerdeki "dönmek" fiilini, şirkin
delili yapmaya çalışmak, Allah'a rağmen/Allah ismini kullanarak
aldanmaktır-aldatmaktır. Öldüğümüzde ve hesap verdiğimizde YALNIZ başımıza olacağız.
Yoktur o gün insanların, Gerçek iman + salih amellerden başka dostu! kimse kimseye
yardımcı da olamayacaktır. O günün yürek kaldırmaz korkusundan,
şefaat-cennet-yardım vaad edenlerin, kaçtıklarını göreceğiz, çetin bir gündür o
gün ve
dertleri kendi başından fevkâlade aşkındır.
وَاتَّقُ 08;ا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا
وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ
وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُ 08;نَ
2/48 Ve öyle bir günden *ittiqa edin/sakının ki; kimse, başka
kimsenin yerine bir şey ödeyemez, ve
hiç kimseden şefaat da kabul
edilmez, kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım da
yapılmaz.
وَاتَّقُ 08;ا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا
وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُ 07;َا
شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُ 08;نَ
2/123 Ve öyle bir günden *ittiqa
edin/sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına
bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, ve
hiç kimseye şefaat
fayda vermez. Onlar hiçbir yardım da görmezler.
يَاأَيُّ 07;َا الَّذِين 14; ءَامَنُو 75; أَنْفِقُ 08;ا مِمَّا رَزَقْنَ 75;كُمْ مِنْ قَبْلِ
أَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ فِيهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا
شَفَاعَة&a mp;a mp;# 1612; وَالْكَا 01;ِرُونَ هُمُ الظَّالِ 05;ُونَ
2/254 Ey iman edenler, alış
verişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün
gelmeden önce, size verdiğimiz rızklardan infak edin, inkar edenler
zalimlerdir.
وَأَنْذِ 85;ْ بِهِ الَّذِين 14; يَخَافُو 06;َ أَنْ يُحْشَرُ 08;ا إِلَى
رَبِّهِم&a mp;a mp;# 1618; لَيْسَ لَهُمْ مِنْ دُونِهِ وَلِيٌّ وَلَا شَفِيعٌ
لَعَلَّه&a mp;a mp;# 1615;مْ يَتَّقُو 06;َ
6/51 Rabb'lerine toplanacaklarından korkanları Onun (Kur'an) ile
uyar. O'ndan başka Veli ve şefaat eden yoktur.
Umulur ki *ittiqa ederler/sakınırlar.
(Ayrıca bakınız: [006.070] , [006.094] ,
[007.053] , [010.003], [019.087] , [020.109] , [021.028] , [026.100] , [030.013]
, [032.004] , [034.023] , [036.023] , [039.043] , [039.044] , [040.018] ,
[043.086] , [053.026] , [074.048] )
Yüce Allah; Adem
(AS) den son Elçi Hz. Muhammed (SAV)'e ve aradaki tüm elçilere kadar,
Qalu belada bizlere fıtrat olarak verileni (hanif imanı) idrak etme
reçeteleri (Kitap/suhuf) ile göndermiştir. Ama yüzünü Hanif olarak
Din'e, " Belâ/Evet! Şehidna/Şahidiz" deyip ŞAHİD olduğumuz
Mü-şahhid-Şaşmaz(Qayyüm) olan Din'e "Ekserennas" tan arta kalan
istisnaların dışında kimse dönmemiştir. Adem'den, Muhammed'e (hepsine
Selam & salat olsun) hep aynı espri vurgulanmış ve bu yüzdendir ki
gelen elçi mutlaka kendinden öncekileri tasdik etmiştir. Sonra hep
birileri çıkmış açıklama adına, bir şeyler yapmaya çalışmış ve
dejenerasyon başlamış. Uzaydan birileri gelip muharref etmemiş dini!
Allah; her dejenerasyonun ardından başka bir elçi gönderip, yeniden
düzeltmiş/HATIRLATMIŞ/korkutmuş ve yine
birileri..................................Tâ son Elçiye kadar!
Kişiler Akl-ı Selimi elden bırakınca hiç şüphesiz yerini iblis
doldurur:
34/20 And olsun ki; İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru
çıkartmış; inananlardan bir topluluk dışında
hepsi ona uymuşlardı.
Dikkat edin! insanlardan bir topluluk demiyor ayet! İnananlar içinde bir
topluluk! Yani
insanların ekserisi
nden arta kalan istisna diyeceğimiz azınlıktaki HANİFLER! Ateistleri hariç tutarsak iki tür inanan vardır.
1-Müşrik = Allah'a da iman etmekle
birlikte, şefaat/en doğru yolun göstericisi...vs gibi statü verilen insanları
veli edinenler ve/veya nasların sözlerini, Kur'anın ayetlerine/delillerine
yeğleyenler, böylece Kur'andaki İslam'dan farklı bir dine tabi oldukları halde
İslam dairesi içinde olduklarını sananlar ==> 6/23
2- Hanif = Qalu Belada Allah'ın, bizleri
şahit tutmasının manasını, yani; doğan tüm insanların aslında bir elçi gelmese
dahi Rabb'i bulabilecek şekilde donatılıp yaratıldığını(Bela Şahidna sırrı) ama
dünyaya gelmekle beraber, üstüne düşmeden aklı ön planda tutup sorgulamadan
hatırlayamayacağımız, "EVET ŞAHİDİZ" deyip, FITRATIMIZ haline gelen bu
değişmez/qayyum
imana yüzümüzü dönemeyiz! Yüce Allah ancak hanif olunarak Fıtratımız olan (EVET
Şahidiz) dine dönebileceğimizi vurguluyor! İşte bu şekilde yüzünü dönene HANIF
denir!
Birilerinin peşine takılıp "Bu bizi Allah'a yaklaştıracak" diyenlerin sonunu
Allah Enam/23. ayette gayet NET açıklamıştır.
Kur'an verileri göz önüne alındığında; insanlar ya haniftir ya da müşrik!
bunun ortası YOKTUR! Çünkü haniflikte şirke ASLA
tolerans tanınmaz. Hanifliğin amacı/temeli/esprisi SIFIR şirkle iman etmektir. Bu
gün artık şirk daha örtülü ve sinsi şekilde varlığını sürdürmekte, Allah'a da iman
etmekle beraber, şirk içinde olduğunu kabul etmeyen/idrakinde olmayanlar ne
acıdır ki
çoğunlukta. Ahrette Yüce Allah; kendisine inanmakla birlikte, şirk içinde
olduklarını söylediğinde, müşrikler, hayretler içinde kalıp, yemin ederek
şirk içinde olmadıklarını söyleyeceklerdir. İşte bu derece sinsidir şirk:
ثُمَّ لَمْ تَكُنْ فِتْنَتُ 07;ُمْ إِلَّا أَنْ قَالُوا
وَاللَّه&a mp;a mp;# 1616; رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِكِ 10;نَ
6/23- Sonra, (Onlar): "Rabbimiz, Allah'a yemin
ederiz ki, biz müşriklerden değildik" demekten başka bir özür
bulamayacaklar.
Ve orada hiçbir özür/mazeret geçerli değildir. Bu yüzden inananlar, kendi
gidişatlarını İbrahim (AS) misali sorgulamalı, sorgulamalı,
sorgulamalı...................
akik...
allah razı olsun...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
fıtrat dininin prensiplerinden....
"Kötülük yapmak seni üzüyorsa, artık sen müminsin" ....
"İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü bulandıran şeyi terket" ....
"Hayr,
nefsin kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir.
Şer de nefsin kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde
tereddüt ve ıztırablar meydana getiren şeydir, her ne kadar müftiler
hilafına fetva verseler de. " ....
"Müftiler sana fetva verseler de bir kere kalbine danış" .....
"Seni
işkillendiren şeyi bırak, işkillendirmeyene geç" ....
"Kötülük, insanın içine sıkıntı verir" .....
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bir İnsanlık Vicdanı var mıdır?
,Acaba insanlığın tehlike anlarında kendi kendine harekete geçen bir koruma
sistemi var mıdır? İnsan vucudunun mikroplara karşı bağışıklık ve koruma sistemleri
olduğunu göre, manevi ve ahlaki hastalıklar, insanlığı uçuruma götüren yanlış
yollar, batıl inançlar, sapkın ideolojiler, insanlıkla bağdaşmayan uygulamalar
karşısında güvencemiz nedir? İnsan türü her canlı türü gibi doğal yaşama koruma
refleksleriyle birlikte katıldığına göre ve insanların aralarındaki gen benzerliği
% 98 olduğuna göre her insan olaylar karşısında aşağı yukarı benzer tepkileri
verecek demektir. Çin'de, Meksika'da, Afrika'da, Asya'da vs. yaşasa da bazı
çok temel durumlar karşısında insana "Hayır, olmaz, bu yanlış"
dedirten şey gerçekten nedir?
Bu yazıda insanoğlunda yaratılıştan varolan bir kendini koruma iç güdüsü
ve ahlaki refleks olduğuna dair Kur'an'dan bazı ayetler üzerinde yorumlar yapacağız.
DİLE GELEN FITRAT
Kur'an'da A'raf (sağduyu sahipleri) adında bir sure var. Adeta adına nispetle
172. ayetinde de şöyle bir ayet var; Harfi harfine çeviriyle "Hani Rabbin
ademoğullarından onların sırtlarından, zürriyetlerini çıkarıp kendilerini kendilerine
şahit tutmuş ve "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da
"Evet, şahit olduk" demişlerdi. İşte bu kıyamet günü "Bizim bundan
haberimiz yoktu" dememeniz içindir."
Daha serbest çeviriyle; "Senin Rabbin Adem'in çocuklarını birbirinden
doğup gelen kuşaklar halinde yarattı. Her doğanın fıtratına vicdan ve sağduyusunu
yerleştirdi, ardından onları dile getirip sordu; "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?" Dediler; "Evet, şahitlik ederiz!" İşte
bu kıyamet gününde, "Biz bundan habersizdik" demeyesiniz diyedir."
Bu ayet "ahd-i misak" ayeti olarak bilinir. Müslüman halk
kültüründe Allah'ın ezelde insanların ruhlarını yarattığında onlara "Elestü
birabbikum" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) diye sorup "Galu Bela"
(Dediler ki Evet) cevabını aldığı toplantı, meclis, ruhlar alemindeki konuşma
(Bezm-i Elest) olarak meşhurdur…
Öyle görünüyor ki ayet Kur'an'ın "varlığın diliyle konuşma"
uslubunun tipik örneklerinden birisidir. Görüldüğü gibi ayette "ruhlar
alemi" diye bir tabir geçmiyor. Allah burada insanoğlunun yaratılıştan
gelen Türkçe'de "fıtrat, vicdan ve sağduyu" dediğimiz melekelerini
temsili olarak dile getirip konuşturmaktadır. Onlara soru sormakta ve cevaplarını
-yaratan kendisi olduğu için- onlar adına yine kendisi vermektedir. Bununla
sanki insanoğlundaki fıtrat, vicdan ve sağduyunun neler yapabileceğini, potansiyel
imkanlarının neler olduğunu göstermek istiyor. Ki insan yarın kıyamet gününde
"Bundan haberim yoktu, bilmiyordum" demesin.
Demek ki her insanda yaratılıştan varolan fıtrat, vicdan ve sağduyu Allah'ı
bulabilecek güçtedir. Yeter ki dondurulmasın, üzeri heva ve hevesle, batıl bağımlılıklarla
örtülmesin, ıssızlığa terk edilmesin, unutulmasın. Vahyin esas amacı işte insanoğlundaki
bu fıtri melekeleri harekete geçirmek, açmak, vurulduğu zincirlerinden ve bağlarından
kurtarmaktır. İnsan bu sayede içindeki bu fıtratın sesini dinleyecek ve "Allah'ını"
bulacaktır. Türkçe'de "vicdanın sesini dinlemek", "sağduyudan
şaşmamak" dediğimiz şey, temsili diyalogta (kinaye) işte bu "Evet,
sen bizim Rabbimizsin, şahid olduk" şeklinde dile gelen fıtratın/vicdanın/sağduyunun
sesidir. İnsanoğlu işte bu sese sık sık dönmeli, kulak vermelidir. Bu ses onu
eğer vahim bir yanlışlık yapmazsa Allah'ına götürecektir.
Şu halde Türkçe'de yaratılış, karakter, yapı, tabiat, doğa anlamında (fıtrat),
iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç duyu, ahlak şuuru, his, duyu
manasına gelen (vicdan), mantıklı ve doğru düşünme melekesi, doğruyu yanlıştan
ayırma özelliği, aklıselim, diri kalmış duyu anlamında kullanılan (sağduyu)
Kur'an lisanında "Allah'ın ademoğullarının zürriyetine yerleştirerek
kendilerini şahit tuttuğu sözleşme" (ahd-i misak) demek olmaktadır.
Demek ki her doğan çocuk Adem gibi olmakta ve Adem kıssası her doğan çocukla
yeniden başlamaktadır. Keza "Allah'ın ruhu" sadece bundan ikibin
sene önce Meryem'in rahmine üflenmiş değil, şu an her dünyaya gelen her çocukla
birlikte üfürülme durmaksızın devam etmektedir. Bu nedenle doğup gelen insan
kuşakları insanlık vicdanının da rahmi olmaktadır. Ne olacaksa yine orada olacak,
ne çıkacaksa yine oradan çıkacaktır. Çocuklar doğmaya devam ettiğine göre Allah
insanlıktan ümidini kesmemiş demektir.
Yine Kur'an'da sıkça geçen "Allah'ın birleştirmesini istediği şey"
ifadesi ile de bu vicdana atıfda bulunulmaktadır. Şöyle de denilebilir; Allah'ın
insanoğlunun yaratılışına yerleştirdiği ve genellikle iç dünyamızda düşünme,
anlama, akletme, tefekkür, korkma, titreme, ürperme, duygulanma vb. anlarında
veya bir dış uyarıcının sarsıcı telkini ile ortaya çıkan, üzeri açılan, harekete
geçen, inkışaf eden, vecde gelen işte bu fıtrat, vicdan ve sağduyunun sesine
kulak vermeliyiz. Onu dinlemeli, kestirip atmamalı, onunla irademizi birleştirmeli,
bir araya getirmeli, birlikte kullanmalıyız. Demek ki olası "Ben sizin
Rabbiniz değil miyim" muhtemel sorusu karşısında "Evet, Rabbimizsin,
şahidiz! diye iç dünyamızda yankılanan bu ses Türkçe'de "vicdanın sesi"
dediğimiz şeyin ta kendisidir. Gün içinde insanoğlu her yanlış yaptığında
defalarca bu sesi içinde duyar. İşte o ses "gâlu, bela" sesidir. Şu
halde "Ne zamandan beri Müslümansın?" sorusuna verilen "Galu
beladan beri" cevabı "İçimdeki vicdanın sesine kulak verdiğimden
beri, o sese her kulak verişimde" demek olmaktadır.
DİPDİRİ, SAĞLAM KAYNAK
Yine Kur'an'da sıkça tekrarlanan "lehv-i mahfuz" kavramı insanoğlunda
böylesi "Dipdiri, sağlam bir menbağın" bulunduğunu gösteriyor;
"Bilakis yalan dedikleri bu Kur'an, yüce bir hitabedir. Lehv-i mahfuzun
içindedir ." (85/21-22) Lehv-İ Mahfuz sözlükte "korunmuş levha"
manasına geliyor. "Levh" in kök anlamı "Belirmek, görünmek,
ortaya çıkmak, meydana gelmek" demektir…
Kaldırmak, görmeleri için yukarı kaldırmak, ima etmek, değinmek, üstü kapalı
olarak anlatmak (telvîhan), şerh, yorum, açıklama, dipnot (telvîhun), talimatname,
katolog, liste, rapor, sunu (leiha, layiha), tabela, levha, pano (levha), düz
tahta ya da tabela şeklinde olan her şey (levh) kelimeleri bu köktendir…
Yukarıdaki Buruc suresinin sondan bir önceki ayetinde "Bilakis bu (Kur'an)
yüce bir hitabe (Kur'an-ı Mecîd)'dir" deniyor ve ardından "Lehv-i
Mahfuz'dadır" denilerek sure bitiyordu. Bu durumda Lehv-i Mahfuz kavramı,
esas kelimenin (levh) görünmek, aşikar olmak anlamına geldiğinden hareketle
yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru iki anlamda yorumlanabilir. Aynı
zamanda bu Allah'dan insana ve insandan Allah'a doğru iki yorum olacaktır. Birinci
anlamda "Görünme süreci (inzali) korunmuş olan", ikinci anlamda "Korunmuş
olandan (vicdan ve sağduyudan) çıkıp görünen" demek olur. Yani yukarıdan
aşağıya "Sağlam bir yerden insana korunmuş olarak, sağlam bir yolla,
şeytan, cin vs. karışması olmadan inen, insanların dünyasında böylece görünen,
aşikar olan Kitap" demek olur. Ki Kur'an'ın başka yerlerinde müşriklerin
"Muhammed cinlerle konuşuyor, söylediklerinde cin ve şeytan karışmaları
var" iddiasına cevap olarak gelen "Açıkcası, o zikri biz indirdik
Biz, onu (indirirken ) koruyacak olan da biziz"(Hicr; 9), "O meknun
(korunan) bir kitap, şerefli bir Kur'an'dır" (Vakıa; 77-78), "Ona
(indirirken) ancak tertemiz olanlar dokunabilir" (Vakıa; 79) ayetleri bu
manadadır. Yani "Kur'an'ın iniş süreci tümüyle kontrol altındadır, endişeye
gerek yok" denmek istenmektedir.
İkinci anlamda, yani aşağıdan yukarıya ise "İnsanlığın korunmuş, unutulmamış,
diri kalan, hala sağ duran duyularından; sağduyusundan, vicdanın derinliklerinden
fışkırarak çıkan, böylece görünerek aşikar olan, ortaya çıkan Kitab"
demek olur. Kur'an'ın hem asil bir peygamberin sözü (kavli rasulün kerim) hem
de Allah'ın sözü (kelamullah) olarak anılmasının nedeni işte bu ikili okumayı
yansıtır.
Demek ki Lehv-i Mahfuz kavramı Allah ile insanlık vicdanının karşılıklı dinamik
ilişkisini betimliyor. Zira Allah bizatihi korunmuş olup O'ndan tertemiz olan
yayılıyor. Aynı şekilde vicdan da korunmuş olup, ondan da tertemiz olan fışkırıyor.
Bu ikisi zaman zaman Tur-i Sina'da, Zeytin ve İncir ağaçlarının altında, güvenli
şehir Mekke'nin Hira'sında buluşuyor ve insanlığa yepyeni levhalar yazıyor,
layihalar getiriyor…
İNSANLIĞIN UYUMAYAN KALBİ
Bir başka ayet Kur'an'ı daha açık bir ifadeyle "insanlık için basiret"
olarak tarif eder; "Bu Kur'an insanlığın vicdanı (basâirun li'n-nâs),
bir yol gösterici (huda), şeksiz ve şüphesiz imana ulaşmak isteyen bir halk
için sevgi ve merhamet (rahmet) kaynağıdır.( 45/20)
Basiret kökü sözlükte "Bakmak, görmek, bilmek" manasına gelir.
"İleride olacakları şimdiden görebilme" yeteneği anlamındadır.
Türkçe'de "Kalp gözü" dediğimiz şeyi çağrıştırır. Keza "İleri
görüşlü, basiretle bakmak, tedbirli, sağduyulu, sağgörülü" deyimleri
bu manadadır. Nitekim "Eğer basiret gözüyle bakmışsanız o kadar küçülürsünüz
ki" (N. Topçu) cümlesindeki "basiret", "işin sonunu, ileriyi,
gözün gördüğünün ötesini görebilmek" manasında ayette geçen "basâir"
ile aynı anlamdadır. Bu ise Türkçe'de "Basiret gözü ile bakabilmek, kalp
gözü açık olmak, vicdanının sesini duyabilmek" dediğimiz şeydir. Bu tabiri
Kur'an topyekün insanlık durumunu (basâiru li'n-nâs) ifade için de kullanıyor.
Bu durumda mana "insanlık vicdanı, insanlığın ölmemiş duyuları, insanlık
sağduyusu, insanlığın körelmemiş vicdanı, iç görüsü, donmamış, diri kalabilmiş
fıtratı" anlamına gelir. Bu ise Kur'an'ın kendi özel terminolojisi
içinde "ahd-misak" dediği şeydir.
SAĞLAM GÖZETLEYİCİ
Başka bir ayette de harfi harfine çeviriyle; "Sağdan ve soldan oturmuş
iki ulaştırıcı ulaştırdığı zaman, söz olarak sarfettiği her şeyde mutlaka yanında
hazır bir gözetleyici vardır. Ve kendisini sarhoş eden ölüm hak olarak gelince,
işte bu senin kaçıp durduğun şeydir (der.)" (50/17-19)
Daha serbest çeveriyle; "Sağlı sollu sağlamca akan iki kavuşturucu
toplayıp attıkca İnsanın söylediği her şey kendinde yankısını bulur, bundan
hiç şüpheniz olmasın . Ve sarhoş eden o ölüm gerçeği gelince ona; "İşte,
kaçıp durduğun buydu!" der. (50/17-19)
Bu ayet iki şekilde yorumlanabilir;
1- İnsanın sağında ve solunda oturan iki melek vardır. Her ne söylerse
onu kaydederler ve ölüm gelip çattığında "İşte kaçıp durduğun şey buydu"
diye insana söylerler
2- İnsanın kalbi ile beyni arasında bütün kişiliğini ve benliği oluşturan
bir "ana benlik arteri" (hablu'l-verid/şahdamar) vardır. Sağ
şahdamar ve sol şahdamar olarak iki ana kanaldan beyne ve yüze atar/toplardamarlarla
kan taşırlar (habl). İnsanın duygu ve düşünce dünyası, kişiliği , vicdanı, bütün
benliği burada oluşur. İnsanoğlu her yanlış sözde, her günah işlediğinde kimselere
söyleyemese de ona buradan bir ses yaptığının yanlış olduğunu söyler durur.
Fakat insanlar bu sesi kendilerinde (ledeyhi) duydukları halde aldırış etmezler.
Oysa o ses insana her gün her saat yanlışı, kötüyü, ölümü hatırlatır. Hiçbir
suçlunun yaptığına "kötü" dememesi bu yüzdendir. Kötü olduğunu
bile bile yapar fakat çıkarı onu inkar ettirmesini gerektirir. İnsan kendisinin
de bir gün öleceğini bal gibi bilir. Fakat yine de aldırış etmez ve bu uyarıcı
sesi can sıkıcı ve sevimsiz bularak ömrü boyunca ondan kaçar, hatta duymak bile
istemez. Fakat bir gün ölüm bir yerlerden çıkar gelir ve "o ses"
hemen vicdanında yankılanır; "İşte kaçıp durduğun şey buydu ey nefsim!"
Zira insana şahdamarından (hablu'l-verid) bile daha yakın olan bu ses "Gâlu
belâ" sesidir. Yani "Evet Allah var ölüm hak" diye
derinlerde yankılanıp duran ve fakat bir türlü aldırış etmediği o ses… İşte
bu da Kur'an'ın kendi terminolojisi içinde "ahd-i misak, lehv-i mahfuz,
hablu'l-verid, basâirun li'n-nâs" dediği insanlık vicdanı, sağduyusu, doğası
ve fıtratıdır…
Sonuç olarak demek ki böylesi bir insanlık vicdanı vardır. Eğer olmasaydı
tarih boyunca bütün dinler ve devrimler hep aynı sloganlar etrafında gerçekleşmezdi.
Latose'nin, Konfüçyüs'ün, Buddha'nın, Zerdüşt'ün, Mani'nin, İbrahim'in, Musa'nın,
İsa'nın, Muhammed'in, Sokrat'ın, Eflatun'un, Aristo'nun söylemleri "on"
şu kadar "kelime" etrafında dönüp durmazdı. Eğer olmasaydı "adalet"
insanlığın uğruna en çok ter ve kan döktüğü büyülü kelime haline gelmezdi.
Demek ki bir insanlık vicdanı var ve o her çağda kendisine üfleyecek bir soluk
bekliyor. Zira her şeye rağmen insanlık onunla ayakta duruyor. Ve "o
ses" hiçbir yere sığmıyor fakat oraya sığıyor.
ihsan eliaçık
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
aşağıdaki makalede eliaçık hocanın ...
bir daha hatırlayalım ...
'Galu Beladan Beri Müslümanım' Ne Demek?
- Söyle bakalım, İslam’ın şartı kaç?
- Hımm, imanın şartı kaç?
- Güzel… Peki ne zamandan beri Müslümansın, onu da söyle sana hediye vereceğim…
Bu tür sorularla çocukluk yıllarınızda çok karşılaşmışsınızdır.
Mesela son soruya verdiğiniz cevabı tahmin edebiliyorum: “Gâlû beladan beri Müslümanım elhamdulillah…”
Çünkü biz de hep öyle derdik.
O çocuk aklımla hep düşünmüşümdür; “Gâlû bela ne demek, niye böyle diyoruz?” diye.
Gelin bir de birlikte düşünelim…
***
Şüphesiz bu kültür Kur’an’da geçen bir diyaloğa dayanıyor. Onun Müslüman halk muhayyilesinde şekillenişini ifade ediyor.
Bu diyaloğun geçtiği ayet şu:
“Hani Rabbin Ademoğullarından; onların bellerinden zürriyetlerini
almış ve onları kendilerine şahit tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?” demişti. Onlar da “Evet, şahit olduk” demişlerdi. İşte bu
kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindir.” (Araf; 7/172).
İslâm kültüründe “ahd-i misak ayeti” olarak bilinen bu ayet, Allah’ın ezelde insan ruhlarını yarattığında onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” (Elestü bi Rabbikum) diye sorup “Dediler ki, evet” (Gâlû bela) cevabını aldığı ruhlar âlemi (ervâh-ı âlem) toplantısı, meclisi (bezm-i elest) olarak meşhurdur…
Şu halde, bu anlayışa göre “Gâlû beladan beri Müslümanım” demekle şunu demiş oluyoruz: “Dediler ki evetten beri Müslümanım…” Yani ruhlar aleminde Allah’a “Evet sen bizim Rabbimizsin” diye söz verdiğimizden beri Müslümanım manasında…
Böylece dünya hayatında da bu sözümüze aykırı davranmamalı,
sözümüzün arkasında durarak Müslümanlığın gereklerini yerine
getirmeliyiz denmek istenir.
***
Görüldüğü gibi ayette ne “Ruhlar alemi” (Ervâh-ı âlem), ne de “Değil miyim (diye sorulan) meclis” (Bezm-i elest) diye bir tabir geçmiyor.
Peki Kur’an burada ne anlatıyor?
Bu şunun için önemli; Kur’an’da sık sık bu ayetteki diyaloğa
göndermede bulunulduğunu görüyoruz. Kur’an’ın dünyasında “Kendi nefsine
zulmetmek, verdiği ahd-i misakı bozmak, Allah’ın birleştirilmesini
istediği şeyi ayırmak, kendi nefsine hainlik etmek” gibi tabirlerde hep
bu diyaloğa göndermede bulunuluyor. (ör. Nisa; 5/105).
Hatta öyle ki bu ayet – Kur’an’da şifre olduğuna inanmam ama
meramımı anlamak için söylüyorum- Kuran’ın şifresi dense yeridir. Çünkü
sık sık bizi buradaki sözle yüzleşmeye çağırıyor, onu hatırlatıyor.
Neredeyse bütün ahlaki emirleri buraya dayanarak ve burada verilen
sözle gerekçelendirerek temellendiriyor.
Burada ister istemez şöyle sorulur: “Ruhlar aleminde verdiğim söz mü? Ben ne zaman söz verdim ki?”
Öyle ya, düşünün bakalım ruhlar aleminde verdiği sözü hatırlayan var mı?
Hatırlayamazsınız.
Çünkü burada sanıldığı gibi ruhlar alemi, bezm-i elest vs. diye bir şeyden bahsedilmiyor.
Ayetleri verili tarihten, yaşayan hayattan, somut insandan ve canlı tabiattan kopararak, uzaklara, çok uzaklara taşıyarak “ruhaniyat”
oluşturduğunu zanneden anlayışın, burada da çok yakınımızda, bizzat
içimizde, doğrudan doğruya hayatın içendeki somut insanın her gün her
saat yaşadığı bir gerçekliği ıskaladığını ve ayeti ruhlar ve periler
dünyası tadında bir masala dönüştürdüğünü görüyoruz.
Kanaatimce ayette anlatılan doğrudan doğruya “BEN, SEN, O” diye ifade ettiğimiz, gerçek hayatın içindeki o tek kişilik “yaşayan insan”dan başka bir şey değildir.
Demek ki, Kur’an’ın hitabında geçtiği gibi, burada adeta; “Dinle ey yaşayan insan! (Yâ-Sîn) Sağa, sola, arkana, uzaklara bakınma! Sana senden, evet senden bahsedeceğim. Anlattığım SENİN hikayen…” deniliyor.
O halde dinleyelim, görelim bakalım ne deniyormuş…
***
Öyle görünüyor ki ayet “Varlığın diliyle konuşan Kuran” dediğimiz üslûbun en çarpıcı örneklerinden birisidir. Burada insanoğlunun yaratılıştan (bellerinden zürriyetlerinden) gelen “fıtrat, vicdan ve sağduyu”
dediğimiz melekeleri dile getirilip konuşturulmakta, onlara soru
sorulmakta ve cevapları -yaratan kendisi olduğu için- onlar adına yine
Allah tarafından verilmektedir.
“Sonra duman halindeki göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne “İsteyerek
veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler” (Fussilet; 41/11) ayetindeki gibi…
Buna edebi anlatım sanatlarında konuşamayacak durumdaki olay ve varlıkları dile getirip konuşturma (intak) deniyor.
Çiçekle konuşan Yunus Emre’nin dizelerinde olduğu gibi;
“Sordum sarı çiçeğe annen baban var mıdır?
Çiçek dedi ey derviş baba annem babam topraktır”
Kur’an bunun örnekleriyle doludur.
Özellikle Mekki surelerde çarpıcı bir anlatımla gelen ve bir takım
konuşamayacak durumdaki varlıkları, yemin ederek, yani kasem vavını “dile gelip konuşarak tanıklık yapma” tarzında bir edebi sanat ifadesine dönüştüren ayetlerde olduğu gibi;
“Dile gelsin güneş! Dile gelsin yaydığı aydınlık!
Dile gelsin güneşe ram olmuş ay!
Dile gelsin açtıkça açan gündüz!
Dile gelsin örttükçe örten gece!
Dile gelsin o görkemli yapısıyla gökyüzü!
Dile gelsin o uçsuz bucaksız genişliğiyle yeryüzü!
Dile gelsin üzerine titrenerek yaratılan can!
Dile gelsin günahı da sevabı da esinleyen ilham ki;
“Kim kendini arındırıp temizlerse kurtulacak. Kim kendini kirletip günaha gömülürse mahvolacak!” (Şems; 91/1-10)
Veya Zilzal suresinde yeryüzünün konuşturulması gibi;
“Yeryüzü o müthiş sarsıntı ile sarsıldığı zaman
Ağırlıklarını çıkarıp attığı zaman
İnsan “Ona neler oluyor?” dediği zaman
İşte o gün dile gelip haber verecek her şeyi
Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir
O gün insanlar yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için guruplar halinde ve tek tek gelecekler” (Zilzal; 99/1-6).
***
Şimdi…
İşte bu ayette de her doğan çocuğun, doğuştan (bellerinden
zürriyetlerini alarak) fıtratına yerleştirilen tabiî melekelerin tıpkı
yeryüzü, gök, dağlar, duman, güneş, yıldız, ay, eller, gözler, deriler
gibi dile getirilip konuşturulduğunu görüyoruz.
Böyle yapmakla insanoğlundaki fıtrat, vicdan ve sağduyunun
neler yapabileceği, potansiyel imkânlarının neler olduğu onları bizzat
içinde taşıyan insanoğluna gösterilmek istenmektedir. Ki insan yarın
kıyamet gününde “Bundan haberim yoktu, bilmiyordum.” demesin. Nitekim bir hadiste “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Sonra çevresi onu Hristıyan, Mecusi vs. yapar” buyurulur. Hadis tam da bu ayetin şahane bir tefsiridir.
Demek ki her insanda yaratılıştan varolan fıtrat, vicdan ve sağduyu
Allah’ı bulabilecek güçtedir. Yeter ki dondurulmasın, üzeri heva ve
hevesle, batıl bağımlılıklarla örtülmesin. Vahyin esas amacı
insanoğlundaki bu melekeleri harekete geçirmek, açmak, vurulduğu
zincirlerinden ve bağlarından kurtarmaktır. İnsanoğlu bu sayede
içindeki bu fıtri sesi dinleyecek ve Allah’ını bulacaktır.
Türkçe’de “vicdanın sesini dinlemek”, “sağduyudan şaşmamak” dediğimiz şey, işte bu “Evet, sen bizim Rabbimizsin, şahit olduk” şeklinde dile gelen fıtratın/vicdanın/sağduyunun sesini dinlemek, bundan şaşmamak demektir.
İnsanoğlu işte bundan şaşmamalı, bu sese sık sık dönmelidir. Bu ses
onu eğer vahim bir yanlışlık yapmazsa Allah’ına götürecektir. Yine
Türkçe’deki “zürriyeti bozuk, vicdansız, cibilliyetsiz” vs. deyimleri
de “Bu sese kör ve sağır olmuş, bundan şaşmış, vicdanının sesini
duymayan, oradan gelen sese kulak asmayan” anlamındadır.
Şu halde yaratılış, karakter, yapı, tabiat anlamına gelen “fıtrat”, iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç görü, ahlâk şuuru, his, duyu manasına gelen “vicdan” ve doğru düşünme melekesi, doğruyu yanlıştan ayırma özelliği, aklıselim, diri kalmış duyu manasına gelen “sağduyu”,
burada, “Allah’ın, birbirinin belinden (sırtından) doğup gelen
Âdemoğullarının özüne yerleştirerek bizzat kendilerini şahit tuttuğu
şey” demek oluyor. Keza “Allah’ın birleştirmesini istediği şey” ifadesi
ile de buna atıfta bulunuluyor.
Şöyle de denilebilir: Allah’ın insanoğlunun özüne yerleştirdiği ve
genellikle iç dünyamızda düşünme, anlama, akletme, tefekkür, korkma,
titreme, ürperme, sezme, duygulanma vb. anlarında veya bir dış
uyarıcının sarsıcı telkini ile ortaya çıkan, üzeri açılan, harekete
geçen, inkişaf eden, vecde gelen işte bu fıtrat, vicdan ve
sağduyunun sesine kulak vermeliyiz. Onu dinlemeli, kestirip atmamalı,
onunla irademizi birleştirmeli, bir araya getirmeliyiz.
Şu halde olası bir “Allah var mı?” sorusuna, yazılmamış bir şekilde iç dünyamızda bulduğumuz “Evet, O var” diyen ışıltı Türkçe’de “vicdanın sesi” dediğimiz şeyin ta kendisidir. Nitekim vicdanın kelime manası “bulma yeri” demek, vecd de “buluş”…
Neyi buluyorsun?
İçinde bir fıtrat, vicdan ve sağ (diri kalmış, ölmemiş) bir duyunun, yanının olduğunu…
Gündelik hayatta insanoğlu her yanlış yaptığında bu yanından bir takım sesler duyar. İşte o ses “Gâlu, bela” sesidir. Yani “Evet var, Allah var, ölüm hak, bu yaptığım yanlış” diyen ses…
İşte budur ruhun derinliklerinden gelen evet sesi…
İşte budur insana şahdamarından daha yakın olan sesleniş…
Her insanın iç dünyasında yankılanır durur.
Bu ses kelimelere dökülmemiş ve fakat iç dünyamızda yankılanıp duran iyiliğin, merhametin ve adaletin sesidir. Fıtratın, vicdanın ve de diri, canlı, ölmemiş, yaşayan meleke anlamına gelen sağduyunun sesidir.
Allah, insana, işte buradan gün boyu, her an seslenip duruyor.
Duymuyor musunuz?
Müslüman işte bu sesi duyan, ona kulak verendir.
***
Demek ki vahiy (içteki fısıltı) ile vicdan (içte
bulunan) dediğimiz şey nefes-i Rahmanî’nin yani sevgi ve merhamet ses
ve soluğunun iki yüzü oluyor. Hz. Peygamber bunu kendi içinde buluyor
ve o buluş (vecd) ile açılan kapıdan Allah ona fısıldıyor yani
vahyediyor. Kur’an da işte bu vecd ile açılan kapıdan gelen vahiylerin
toplandığı kitabın adı oluyor. Bu nedenle onda akla ve vicdana aykırı
hiçbir şey yoktur, olamaz. Çünkü akıl, vahiy ve vicdan, üç
farklı istikametten gelen aynı sesin üç yüzüdür. Her üçü de Kur’an’ın
hiçbir yerinde olumsuz manada kullanılmamıştır.
Bu sebeple olmalı ki Kur’an kendini insanlığa şöyle tanıtır;
“Bu, insanlığın vicdanı (basairun li’nnâs), yol gösterici ve kesin bir imana ulaşmak isteyen halk için sevgi ve merhamet kaynağıdır.” (Casiye; 20).
Yani: Bu Kuran, insanlığın basiret damarı, kalp gözü, ölmemiş
duyuları, körelmemiş iç görüsü, donmamış vicdanı ve diri kalabilmiş,
yaşayan sağduyusudur. Bunları uyandıran, harekete geçiren bir
hatırlatmadır (zikra). Bir yol gösterme (huden), sevgi ve merhamet (rahmet) kaynağıdır. Hala akletmeyecek misiniz? Bu akıl tutulması neden?
Demek ki “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna verdiğimiz “Galu beladan beri” cevabını kırk yıl gecikmeyle de olsa yenileyelim: Fıtratımın
ve vicdanımın sesini dinlediğimden beri… Ruhumun derinliklerinde
yankılanan o sese kulak verişimden bu yana Müslümanım elhamdülillah…
R. İhsan ELİAÇIK
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
AKLIN
İHÂTA alanını aşmakla birlikte, akılla mütenâkız bir keyfiyet arz
etmeyen İslâm dininin mümeyyiz vasıflarından biri, fıtrat dini
oluşudur. Müdakkik bir nazar, Allah Resulü�nün (s.a.v) tebliğ ettiği
hakikatler ile insan fıtratının temâyülleri arasında orijinal bir
insicama rastlayacaktır. İnsan fıtratına ters
gelen birçok unsuru âkide formunda telkin eden nice inanç disiplini,
fıtratla giriştiği bu savaşta yenilgiye uğramış; bağlılarını ise,
sakındırmaya çalıştığından çok daha vahim yanlışların dolaşımda olduğu
bir pozisyona savurmuştur. Evet, meşrû
taleplerin kısıtlandığı bir vasat, iç dünyasında gelgitler yaşayan
bireyleri gitgide gayr-ı meşrû bir atmosfere sürüklemiş; benimsediği
öğretinin insan fıtratıyla çelişen emirlerini her şeye rağmen hayata
geçirmeye çalışan insanlar, zamanla, çok daha uç tasarrufların fâili
olma bahtsızlığını yaşamışlardır.
Hıristiyanlık tarihi, bu anlamda nice ibret yüklü mesajı muhtevîdir;
müslüman dünyanın aynı handikapları yaşamaması, mezkûr sürece
vukufiyete vâbestedir. Temel öğretileri
açısından muharref Hıristiyanlık, özellikle iki konuda, şiddet ve itaat
mevzuunda, insan fıtratını zorlayan bir yaklaşım benimsemiş; vetîre,
bağlıların, söz konusu hassasiyete tam zıt kutba demir atması ve
maksadın tam aksi ile yüzleşilmesi ile neticelenmiştir.
Takipçileri tarafından kaleme alınan İncil�lerde, Hz. İsa�nın (a.s)
ağzından, âdeta pasifizmi telkin eden mesajlara yer verilmekte; kişinin
düşmanını, hatta kendisine zulmedenleri de sevmesi gerektiği, kişinin
komşusunu kendisi kadar sevmesinin, İlâhî yasada Tanrı�yı sevmekten
sonra gelen en önemli ikinci emir olduğu dile getirilmektedir.
Ayrıca Yeni Ahit metinlerinden olan Matta�da, Hz. İsa�ya atfen; �Kötüye
karşı direnmeyin; sağ yanağınıza bir tokat atana öbürünü de çevirin;
size karşı dâvâcı olup abanızı almak isteyene mintanınızı da verin;
sizi bin adım yol yürümeye zorlayanla iki bin adım yürüyün.� sözüne yer
verilmektedir.* Aynı İncil�de, Hz. İsa�nın, kendisini tutuklamaya
gelenlere karşı kılıç çeken ve zorbalardan birinin kulağını kesen
havarisini uyardığı, �kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek� ihtarında
bulunduğu anlatılır. Prof. Dr. Şinasi
Gündüz�ün isabetle teşhis ettiği gibi, hıristiyan teologlar, Eski
Ahit�ten Yeni Ahit�e doğru, yargılayan ve intikam alınmasını telkin
eden Tanrı imajının, bağışlayan ve sevgiyi öne çıkaran Tanrı imajına
evrildiğini, bu anlamda bir tekâmülden söz edilebileceğini öne
sürerler. Yine Sayın Gündüz�ün dile getirdiği
gibi, bugün eldeki İncil metinlerinde ve hıristiyanlığın temel
öğretilerinde merkezî bir ağırlığa sahip olan Pavlus da, mektuplarında
zaman zaman sevgi temasına yer vermekte, hatta Hz. Musa şeriatındaki
tüm emirlerin �komşunu kendin gibi sev� ilkesinde özetlendiğini
vurgulamaktadır. Bir yanağına vurana öbürünü de
çevirmeyi öğütleyen mezkûr telkinâtın, pratize edilmesi imkân dâhilinde
olamamış; hıristiyanlık, tarihî ve doktrinel anlamda bahsi geçen
tavsiyelerin rağmına hareketin ön plânda olduğu bir görüntü vermiştir.
Eldeki İncil metinlerinde, yine Hz. İsa�ya izâfeten, yukarıdaki
alıntılarla zıtlık teşkil eden söz ve eylemlere de rastlanır. Zira
bağlılarını eline kılıç aldığında ikaz eden ve alıntıladığımız gibi
�Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek� diyen Hz. İsa, aynı zamanda,
�Kılıcı olmayan abasını satıp bir kılıç alsın� da demektedir. Âdetâ
pasifizmin temsilcisi gibi gösterilen Hz. İsa, yine aynı metinlere
göre, yahudi din adamlarına (özellikle Ferisî�lere), �ikiyüzlüler�,
�yılanlar�, �sizi engerekler soyu� diye hitab etmektedir. �Tapınağa
giriş� kıssasında, tapınağı asıl işlevi dışında kullananlara karşı son
derece agresif bir tutum takınır. Satıcıları kırbaçla kovalar, masaları
devirir, paraları yere saçar vs� (Ş.Gündüz; İslâmiyât C.5-sayı 1)
Tıpkı bunun gibi, Pavlus�un mektuplarında, sevgi ve affedicilik
yanında, gazap, farklı düşünenleri lânetleme temaları ile de
karşılaşılmakta; �köpekler�, �iğrenç kişiler�, �sünnet bağnazları�
türünden nitelemelere rastlanmaktadır. Buradan iki neticeye ulaşmak mümkün görünüyor. Birincisi, İlâhî mesajı tanınmaz hâle getiren, tenâkuzlarla mülemma bir mâhiyet�
İkincisi, insan fıtratının sınırlarını zorlayacak müfritlikte dile
getirilen mülâyemet söylemlerinin hayata geçirilebilir olmadığı ve
zamanla, muhatabları, şiddetin en ürkütücü tezâhürlerinin fâili
konumuna sürüklediği gerçeği�** Tüm dünya,
Mesih�in gelişini hızlandırma gibi akıl almaz bir misyonla, şiddetin
her nev�ini mâzur gören hıristiyan odaklı eylemlere sahne oldu,
yirminci yüzyılın son çeyreğinde. Rahip Jim Jones önderliğindeki �Halk
Tapınağı Kilisesi� üyelerinin 1978�deki toplu intiharları; 1993�te,
Mesih olduğunu iddia eden David Koresh ve yandaşlarının çıkan çatışmada
öldürülmesi; 1995�te, Timothy Mc Veigh adlı müfrit ve dindar bir gencin
düzenlediği, 168 kişinin ölümü ile sonuçlanan Oklahoma Federal
Binası�ndaki patlama; milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet veren
�demokrasi götürme� gerekçeli (!) küresel işgaller ve daha birçok
örnek, bir yanağına vurana ötekini de çevirmeyi salık veren teolojik
doktrinin, muhatablarınca ne ölçüde hayata geçirildiğinin acı
göstergeleri olarak karşımızda duruyor.
Uygulanabilirliği sorgulanmayan ve fıtrat yasaları ile te�lifi
imkânsız, ölçüsüz ve mübalağalı bir mülâyemet telkini ile başlayan
süreç, zaman içerisinde, ayarsız şiddet eylemlerine tanık olunan bir
mecraya kayıyor. Mübahı haram kılan her öğreti, bağlılarını, haramın mübah addedildiği bir akıl tutulmasına mahkûm ediyor.
İslâm, her mevzuda olduğu gibi bu konuda da muvazene eksenli bir duruşu
benimsiyor. Şartların tahakkuk etmesi ve ahlâkî ölçülere muhalefet
etmemek kaydıyla, barışa da, savaşa da meşruiyet tanıyor.*** Masumların
hakkına tecâvüzle sonuçlanacak hiçbir eyleme cevaz vermiyor ama meşru
müdafaayı da mezmum addetmiyor. Evlenmeyi bir beşerî realite olarak
görüyor ve tavsiye ediyor. Efendimiz (s.a.v), hanımlarına yaklaşmayıp
geceyi ibadetle geçireceklerini, her gün oruç tutacaklarını söyleyen
arkadaşlarına, sünnetindeki ölçülülüğü hatırlatıyor; sık sık fıtrata
vurgu yapıyor. Hıristiyanlıkta, şiddet
mevzuundaki muktezâ-yı hâle mutabık olmayan durumun benzeri, itaat
meselesinde de karşımıza çıkıyor. Gerek Pavlus, gerekse Luther, dünyevî
iktidar merkezli şiddete itiraz etmiyor; bilakis her hâlükârda dünyevî
yönetimin meşruiyetini Tanrı�dan aldığını, dolayısıyla her tasarrufuna
boyun eğilmesi gerektiğini öne sürüyor. �Herkes altında bulunduğu
yönetime boyun eğsin. Çünkü Tanrı�dan olmayan yönetim yoktur. Var
olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle, yönetime karşı
direnen, Tanrı�nın düzenlediğine karşı gelmiş olur.� sözü Pavlus�a
aittir. Luther ise yaşadığı dönemde otorite temsilcilerinin köylülere
yaptığı zulme, söylemleri ile dinî legalite sağlamış, köylülerin
isyanında prenslerden yana tavır koymuştur.
Tebaayı bu denli pasifize eden ve yönetim odaklı her türden aykırı
eyleme meşruiyet kazandıran bu tür bir dinî yaklaşım zaten uzun süre
idâme-i hayat edememiş, yine Sayın Gündüz�ün belirttiği gibi, günümüzde
temsil edilirliği sadece, Mennonitler ve Kuveykırlar gibi bazı marjinal
kiliselerle sınırlı kalmıştır. Bunun dışında ana akım hıristiyan
geleneğinde mâkes bulamamıştır. Müslüman Sünnî
gelenekte ise fitneye karşı son derece müteyakkız bir tavır alış ortaya
konulmuş, ancak bu söylem hiçbir zaman, bazı yüzeysel anlamalarda
rastlandığı türden, körü körüne itaatin dayatıldığı bir raddeye
vardırılmamıştır. İmam-ı Âzam�ın, devrindeki bazı kıyamları
desteklemesi bu açıdan hayli mânidardır.
Devrinde İslâmî ölçülere riâyette titizlenmesi ile temâyüz etmiş
onlarca müslüman idâreci, yöneticinin kendisini dâimâ yönetilenlere
karşı sorumlu hissettiği bir geleneğin temsilciliğini üstlenmiştir. Bu
gelenekte, ahâli baskın unsurdur. Aynı gelenekte, bir idârecinin
hakikatperestliği, halkın uyarılarına açık olup olmadığı, hatta bundan
ne ölçüde memnuniyet duyduğu ile ölçülür olmuştur. Tüm bunlar bize bir gerçeği ihtar etmiyor mu? Fıtratla savaşanların asla muvaffak olamayacakları gerçeğini�
İnsan fıtratının realitelerini ıskalayan öğreti ve telkinlerin,
maksadın tam aksine vücut verdirecek sapmaları muhtevî olduğu ayan
beyan görünmüyor mu? �Zorlaştırmayınız; kolaylaştırınız.� ihtarının önemi tebârüz etmiş değil midir? Buradan dersler çıkarılabilir diye düşünüyorum.
Fetva değil takva dâiresine taallûk eden ef�ali, herkese teşmil etmeye
dayalı zorlama teşebbüslerin sonuçsuz kaldığını müşahede ediyorum.
Üstesinden gelinmez bir takva anlayışı dayatmasının, fertleri daha
onulmaz kopmalara sürüklediğini hatırlıyorum.
Mübahları terki bile vazife telakki eden kimilerinin, haramı, belli
sözde zaruretlerin yedeğinde irtikâb etmede beis görmediğini fark
ediyorum.
farzları yap kebairi terket,şeklindeki takva dâiresinin sınırlarını belirlemedeki bakış açısı, zihnimde daha bir anlam kazanıyor. Muvazenenin başat faktör olduğu bir anlayışın, hepimize lâzım olduğunu düşünüyorum.
murat türker
* Hz. İsa (a.s), tebliği en kısa ömürlü olan peygamberlerdendir. (Kimi
rivâyetlere göre üç yıl). Dolayısıyla bu tür sözlerin gerçekten Hz.
İsa�ya (a.s) ait olup olmadığı tesbit edilemese de, bu kadar kısa süre
tebliğ yapabilmiş bir peygamberin, tebliğin genel karakteristiği icâbı,
ilk dönemler sabır ve mülâyemeti tavsiye bâbından bu tür sözler sarf
etmesi mümkündür. Sorun, bunun kimi hıristiyanlar tarafından popülist
gerekçelerle, ilânihaye devam eden bir yaklaşım olarak
yansıtılmasındadır. ** Prof. Dr. İlhami
Güler�in, Friedrich Nietzche�ye atıfla aktardığı şekliyle: �Savaş
konusunda, İncil�deki yaklaşım, �azaltma�ya yönelik bir çabadır. Bu
azaltma çabası, sonunda kendini hastalıklı bir barbarlık şeklinde
örgütleyerek (Kilise) daha güçlü bir şekilde geri tepmiştir.�
*** İslâmî tasavvurda, savaşın meşruiyet zemininin sadece savunma
amacına dayandırıldığını söylemek, eksik bir değerlendirme olacaktır.
Kişilerin tevhidle buluşmasının engellendiği bir vasatta, sözkonusu
engelleri bertaraf etme adına taarruza dönük bir savaş anlayışının
meşruiyetinden de söz edilebilir. Sayın Güler, şunları kaydediyor:
�Barış kavramı, özü itibariyle, savaşmama hâlinden öte; adâlet, emniyet
ve özgürlük değerlerinin kâim olması ve bunun doğurduğu bir sonuçtur.
Bu değerlerin kâim olmadığı yerde, kategorik olarak barışı savunmak, bu
değerlere ihânettir.� (Güler; İslâmiyât C.5-sayı 1)
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bir İslam
klasiğini okurken
"Sonsuzca hamdolsun o Allah'a ki, insanlığı
teslimiyet dinine mensup olarak ve doğru yolu bulacak bir yetenekte
yarattı ve onları hoşgörülü, kolay ve pırıl pırıl bir din üzere kıldı.
Daha sonra onları koyu bir cehalet kapladı ve aşağıların en aşağısına
düştüler de asi olup çıktılar. .."
Bu satırları, 18. yüzyılın yüz akı ve müceddidi
Şah Veliyyullah Dihlevi'nin Huccetullahi'l-Baliğa isimli eserinin
girişinden çevirdim.
Bazılarına sıradan gibi gelebilir. Fakat bu
görünüşte "sade" birkaç cümle, yazarının insan ve İslam felsefesini arı
duru ortaya koyan süzme bir içeriğe sahip. Birkaç satırda insan-Allah
ilişkisinin serüvenini ve ilahi şeriatların maksatlarını ortaya koymak,
ancak aklını vahyin inşa ettiği alimlerin yapabileceği bir iştir.
Şah Veliyyullah'ın bu birkaç satırından bakın neler çıkar:
İnsan için asıl olan sapma değildir.
Fıtrat, insana yaratılıştan sunulmuş "tabiî İslam"dır.
Din insanı dışında bir yerlere değil içine, kendi özüne (cibilliyet-fıtrat) yürüyüşe çağırır ve insanı kendisiyle buluşturur.
İnsan, sadece altyapı itibarıyla 'iyi 'olarak
yaratılmakla kalmadı, eğer yanlış üstyapı onu doğru altyapıdan
saptırırsa, yeniden doğru yolu bulabilecek bir yeti/yetenekle
donatıldı.
Bu yeti ve yeteneği kullanarak "teslimiyet yolunu" yani insanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan İslam'ı bulabilir.
Bulacağı teslimiyet dininin en belirgin ilk üç
özelliği "hoşgörülü", "kolay" ve "arı duru, aydınlık bir kaynağa sahip"
(el-beydâ') olmasıdır. İslam hoşgörülüdür, çünkü İslam'ın sahibi olan
Allah kullarına karşı şefkat, merhamet ve sonsuz bağış sahibidir.
Kolaydır, çünkü "O kulları için zorluğu dilemez" (2.185). Arı duru,
aydınlık bir kaynağa sahiptir, çünkü o kaynağa nesillerin karıştırdığı
çer çöp vahyin arıtıcı ve damıtıcı müdahalesiyle temizlenmiş ve aynı
temizlikte bize kadar gelmiştir.
...
sami hocaoğlu
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Evrensel doğrular, Ne benim, Ne senin, Ne de onundur Elbette herkesin, Her topluluğundur, O doğrulardır ki; İnsanı insan yapar, Belki de sultan yapar, Sapmamalı hiç bir insan, Sahip çıkmalı, Önce kendi nefsine Uygulamalı, Yaşamalı,yaşatmalı, Yaşarken örnek olmalı, Örnek olarak anlatmalı, Afrikada,Amerikada, Asyada ve Avrupada, Hayatın var olduğu her zerrede, Zamanın akıp gittiği her kürrede, İnsanlığın ortak paydası, Evrensel doğrular, Dört kitabın esasları, Sosyolojisi,psikolojisi, Edebiyatı ve de hayatı Evrensel doğrular, Evrensel kurallar, Haş iki o gibi, Değişmezler, Değiştirilmezler, İnsanın insana bakarken, İnsanın hayvana bakarken, İnsanın tabiata bakarken, İnsanın kendine bakarken, Doğruları Yanlışları, Yaratılışın gereği olan, Elbette fıtratları, Herkesin ortak alanı, Herkesin uyması gereken, Sahipleneceği, Koruyacağı Koruması gereken, Evrensel doğrular, Çalmayınız, Hakaret etmeyiniz, Hor görmeyiniz, Kin gütmeyiniz, Zulmetmeyiniz, Zulme rıza göstermeyiniz, Tahammül ediniz. Tecavüz etmeyiniz, Aldatmayınız, Yalan söylemeyiniz, Adam öldürmeyiniz, İnsan olunuz,insan, Bunu anlatmalı her insan, Bunu dillendirmeli her lisan, Budur insanı insan yapan, Budur evrensel doğrular. Sinan Karakaş
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
vicdan hakkında demişler ki...
ilahi içgüdü, ölümsüz ve tanrısal ses! cahil, sınırlı fakat akıllı ve özgür varlığın tek kılavuzu, insanı tanrı'ya benzeten yanılmaz yargıç. insanın doğasını mükemmel, davranışlarını ahlaki yapan sensin. insanı hayvanlardan üstün kılan senden başka bir şey bulamıyorum. sen olmazsan bulabildiğim tek şey, kuralsız bir anlama yetisi ve ilkesiz bir akıl vasıtasıyla kendimi o hatadan bu hataya atma ayrıcalığı....
vicdan bir mahkemedir. olan bitenin şahidi, hakimi, savcısı... yargılar, en ağır azabı çektirir suçluya...
kötü biri olacaksanız bundan muhakkak kurtulmanız lazım. eğer ki vicdanınız rahat değilse, hesap vermek adına korktuğunuz her şey başınıza bir bir gelir çünkü.
rahmetli dedemin babası, kendi babasını dövermiş. özellikle yaşlılığında, babasına cidden kötü davranırmış. baba, kendi oğlundan çektiği bu acıya isyan etmezmiş aslında ama, bir gün şurasına gelmiş olacak ki oğluna "kimsesiz, yalnız ölesin inşallah!" diye beddua etmek durumunda kalmış, içi yanarak.
bu beddua oğlana çok koymuş, bir şekilde, rahatsız hissetmiş. eskisi gibi de kötü davran(a)mamış babasına, ama bedduayı da yemiş bir kere. onun bilincinde. hem yalnız kalırım diye korkuyor hem de vicdan sızım sızım...
...
yıllar geçer tabi baba ölür, oğlan yaşlanır. son günlerinde aslında ona çok iyi bakılır. hayatı boyunca da yalnız kalmaz, hastalığında çocukları sırayla gider gelir ihtiyaçlarını görürler, evde de yalnız değildir. öldüğü gün, çocukları anadolunun dört bir yanında yaşıyor olmasına rağmen, o dönem bir şekilde hepsi yanında baş ucunda olurlar. bütün ailesi çevresinde, o ise yatakta ölüm döşeğinde, herkes ağzının içine bakmaktadır.
-beni yalnız kodunuz, yalnız bıraktınız siz...
diye diye ölür. öyle bir şey işte vicdan...
görecelik içeren "iyi" ve "kötü" kavramlarını rasyonel bir şekilde ayırt etmekte zorlandığımızda akılımızın ötesinde harekete geçen ve bize "doğru yolu" bulmamızda yardımcı olan, mistik olarak ruhumuza işlenmiş ve büyük bir gücün varlığını kanıtlar gibi bedenimizi zihnimizin ötesinde kontrol etme gücüne sahip kuvvet....
insanin icindeki allah korkusu. kimi zaman tum hayatimizi mahveder kimi zaman gecenin bir yarisi intirahara surukler...
en merhametsiz cellattır....
azap hali, gecenin sessizliğinde buruna alınan dirsek darbesi gibi...
vicdan asla adam kayırmaz. bir sorun bakın, neyseniz onu söyleyecektir....
evrensel ahlak yasasının varlığının göstergesi/nedeni...
yeryüzünde geçerli olması gereken tek din....
kötü birşey yaptığınızda her gece uykularınıza giren,sizi günler hatta yıllar belki de ömür boyu inim inim inleten içinizdeki ses..
gün bitip,gece yatağa yattığımızda huzurlu ya da kabus dolu bir uyku uyumamıza sebep olan,sorgulama mekanizması....
düşmanı nefis olan kavramdır. nefisle vicdan insanın ömrü boyunca sürekli kavga halindedir. vicdanını dinleyen insan nefsine karşı galip olur ve kurtuluşa erer...
öyle bir olgudur ki, insanın ona danışmadan attığı her adım geri adımdır. .
tanrının insan icindeki eli...
hiç susmayan, insanın dünyasını bir anda değiştiren iç ses...
kötü bir işin en gizli şahidi vicdanımızdır...
Temiz bir vicdan kadar yumuşak bir yastık yoktur...
insanoğlunun default dini.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
muvahhit Ayrıldı
Katılma Tarihi: 24 haziran 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 669
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Milgram deneyi, insanların erk (otorite) sahibi bir kişi veya kurumun
isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye
ne ölçüde istekli olduklarını ölçme amacını güden bir deneyler
dizisinin genel adıdır. Deneyi gerçekleştiren Yale Üniversitesi
psikologlarından Stanley Milgram, bu araştırmasını ilk olarak 1963'te
Anormal ve Sosyal Psikoloji Dergisi (İng.: Journal of Abnormal and
Social Psychology[1] dergisindeki makalesiyle tanıtmış ve bulgularını
1974'te yayımladığı Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış (İng.:
Obedience to Authority; An Experimental View)[2] isimli kitabında daha
derinlemesine incelemiştir.
Deneyler Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann'ın Kudüs'te yargılanmaya
başlamasından üç ay sonra, Temmuz 1961'de başladı. Milgram, deneyleri
şu soruya cevap aramak üzere geliştirmişti: "Eichmann ve Yahudi
Soykırımında yer alan yüzbinlerce yardakçısı sadece onlara verilen
görevi yerine getiriyor olabilir miydi? Onların hepsi yardakçılık
suçuyla suçlanabilir miydi?"[3]
Milgram ulaştığı sonuçları 1974 tarihli makalesi "İtaatin Tehlikeleri"nde (İng.: The Perils of Obedience) özetledi:
İtaatin hukuksal ve felsefesel açılardan devasa önemi
bulunmaktadır, ancak bunlar çoğu insanın somut durumlarda nasıl
davrandığı konusunda fazla bilgi vermez. Yale Üniversitesinde sıradan
bir insanın sadece bir deney bilimcisinden aldığı emirle başka bir
insana ne kadar acı çektireceğini ölçmek için basit bir deney
düzenledim. Katılan deneklerin güçlü vicdani duyguları ile saf
otoriteyi çeliştirdim, ve kurbanların acı dolu çığlıklarının eşliğinde
genellikle otorite kazandı. Yetişkin insanların, bir erk makamının
komutası doğrultusunda her şeyi göze almakta gösterdikleri aşırı
isteklilik, çalışmamızın acilen açıklama gerektiren en önemli
bulgusudur.
Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan
sıradan insanlar, korkunç bir yoketme işleminin bir parçası
olabilmekteler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık
görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek
az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görüldü.[4]
Deneyin yöntemi [değiştir]
Yale'deki çalışma için denekler gazete ilanları ve posta yoluyla
bulundu. Deneyler üniversitenin eski yerleşkesinde, Linsly-Chittenden
binasının bodrumundaki iki odada gerçekleştirildi. Deneyin tanıtımında
deneyin bir saat sürdüğü ve katılanlara deneyi tamamlamasalar bile
4,50$ ödeneceği bildirildi. Katılımcılar 20 ve 50 yaşları arasında,
ilkokul terklerden doktora mezunlarına kadar her türlü öğretim
geçmişine sahip erkeklerden oluşuyordu.[1]
Deney gözlemcisi rolünü bir teknisyen önlüğü giyen sert, hissiz
görünümlü bir biyoloji öğretmeni oynuyordu. Kurban rolünü de bu rol
için eğitilmiş, İrlandalı-Amerikan bir muhasebeci üstlenmişti. Kurban
ile deney gözlemcisi aslında işbirlikçi olmalarına karşın bu gerçek
katılımcıdan gizleniyor ve kurban, katılımcıya kendisi gibi gönüllü
olarak katılmış başka bir denek olarak tanıtılıyordu, dolayısıyla
katılımcının gözünde deney, deney gözlemcisi ve iki denekten
oluşuyordu. Deney gözlemcisi, iki deneğe "öğrenmede cezanın etkisi"
hakkında bir deneye katıldıklarını, birisinin "öğretmen" diğerinin de
"öğrenci" rolünü üstlenecekleri bilgisini veriyordu.[1]
Sonra, iki deneğe birer yaprak kağıt veriliyordu. Katılımcının, bu
kağıtlardan birinde "öğretmen" ve diğerinde de "öğrenci" yazdığına ve
kağıtların rastgele verildiğine inanması sağlanıyordu. Gerçekte ise her
iki kağıtta da "öğretmen" yazıyordu ve işbirlikçi denek kendi kağıdında
"öğrenci" yazıyormuş gibi rol yapıyordu; böylece katılımcının hep
"öğretmen" olması sağlanıyordu. Bu noktada "öğretmen" ve "öğrenci"
birbirini duyabilecek ancak göremeyecek şekilde ayrı odalara
alınıyordu. Deneyin sürümlerinden biri, işbirlikçi deneğin gerçek
deneğe bir kalp rahatsızlığı olduğunu söylemesi gibi ek bir özellik
taşıyordu.[1]
Deneyden önce "öğretmen"e 45 voltluk bir elektrik şoku uygulanarak
"öğrenci"ye uygulayacağını sandığı şokun neye benzediği hakkında bir
fikir verilmiş oluyordu. "Öğretmen"e daha sonra "öğrenci"ye öğretmesi
amacıyla sözcük çiftlerinden oluşan bir liste veriliyor, öğretmen de bu
listeyi önce öğrenciye bir kere okuyarak işe başlıyordu. Ardından
öğretmen listeyi oluşturan sözcük çiftlerinin ilk sözcüklerini teker
teker okuyor, okuduğu her sözcük için öğrenciye dört adet seçenek
sunuyor, öğrenci de bu seçenekler arasından doğru olduğunu düşündüğü
cevabı bildirmek için bir cevap düğmesine basıyordu. Verdiği cevap
yanlış ise, her yanlış cevap sonucu giderek artan elektrik şoklarına
maruz kalıyordu. Cevap doğru ise öğretmen sonraki sözcük çiftine
geçiyordu.[1]
Denekler, öğrencinin verdiği her yanlış yanıta karşılık onun gerçek
şoklara maruz kaldığını sanıyorlardı. Gerçekte ise şok uygulanmıyordu.
İşbirlikçi denek gerçek denekten ayrıldığı zaman, geçtiği odada
elektroşok makinesine bütünleştirilmiş bir ses kayıt cihazını
çalıştırıyordu, bu cihaz da her şok seviyesine karşılık önceden
kaydedilmiş bir çığlık sesini çalıyordu. Voltajın birkaç defa
artırılmasından sonra aktör, kendisini yan odadaki denekten ayıran
duvarı yumruklamaya başlıyordu. Birkaç defa yumrukladıktan ve kalp
rahatsızlığını hatırlattıktan sonra ise artık sorulara cevap vermemeye
ve şikayette bulunmamaya başlıyordu.[1]
Bu noktada pek çok denek, öğrencinin ne halde olduğunu öğrenmek için
deneyi durdurmak istediklerini ifade ediyordu. Kimi denekler 135 voltta
durup deneyin amacını sorgulamaya başlıyordu. Bunların çoğu sonuçlardan
sorumlu tutulmayacaklarına dair güvence aldıktan sonra devam ediyordu.
Birkaç denek, öğrenciden gelen acı dolu çığlıkları duyduklarında
sinirli biçimde gülmeye başlıyor veya aşırı stres içinde olduklarını
gösteren başka davranışlarda bulunuyordu.[1]
Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman
kendisine aşağıdaki sırayı takip eden sözlü uyarılarda bulunuluyordu:[1]
1. Lütfen devam edin.
2. Deney için devam etmeniz gerekiyor.
3. Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.
4. Başka seçeneğiniz yok, devam etmek "zorundasınız".
Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse
deney durduruluyordu. Tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok
olan 450 voltu 3 kere ardarda uyguladıktan sonra durduruluyordu.
Sonuçlar [değiştir]
Milgram, deney gerçekleştirilmeden önce Yale üniversitesinin 14
psikoloji yüksek lisans öğrencisiyle sonuçların ne olacağına yönelik
bir anket yaptı. Katılımcıların tümü, sadece birkaç sadist eğilimli
deneğin (%1,2) en yüksek voltajı uygulayacağını düşünüyordu. Milgram
ayrıca meslektaşları arasında da sözlü bir anket yaparak onların da
sadece birkaç deneğin çok kuvvetli şok uygulayacağını düşündüklerini
gördü.[1]
Milgram'ın ilk deney dizisinde öndeneklerin %65'inin (40 öndenekten
26'sının)[1] deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu, her ne kadar
epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da, uyguladıkları görüldü. Hepsi
deneyin bir noktasında durup deneyi sorgulamış, hatta bazıları
kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylemişlerdi.
Katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan
tereddütsüzce vazgeçmedi. [1] Deneyin çeşitlemeleri daha sonra
Milgram'ın kendisi tarafından ve dünya genelinde farklı psikologlarca
gerçekleştirildi; sonuçlar birbirine yakındı.[kaynak belirtilmeli] Bu
çeşitlemelerle deneyin özgün sonuçlarının onaylanmasına ek olarak deney
düzeneğindeki değişkenlerin etkileri de ölçülmüş oldu.
Maryland Baltimore Eyaleti Üniversitesi'nden Dr. Thomas Blass, deney
tekrarlarından elde edilen sonuçlar üzerinde bir meta-analiz yürüttü.
Bulgularına göre ölümcül gerilimler uygulayabilen katılımcıların oranı,
yer ve zamandan bağımsız olarak dikkat çekici bir biçimde sabitti: %61
ile %66 arasında seyrediyordu.[5][6]Şablon:Check
Philip Zimbardo'nun bildirdiğine göre, deneyin farklı şekilde bittiği
durumlara pek rastlanmadı. Zimbardo'nun bu yöndeki sorusu üzerine
Milgram'ın notlarına ve anılarına göre, son şokları uygulamayı reddeden
katılımcılardan hiçbiri ne deneyin kendisinin durdurulmasını talep
etti, ne de izin almadan odayı terkederek kurbanın durumunu kontrol
etti.[kaynak belirtilmeli]
Milgram, İtaat isimli bir belgesel hazırlayarak deneyi ve sonuçlarını
gösterdi. Toplumsal psikoloji üzerine ayrıca beş farklı film daha
hazırladı; bunlardan bazıları deneylerine değiniyordu. [7]
Tepkiler [değiştir]
Milgram'ın deneyi, katılımcılar üzerinde yarattığı aşırı duygusal kaygı
nedeniyle bilimsel deneylerin etiği konusunda kuşkular uyandırdı.
Milgram'ın lehine bir gerçek: Katılanlar arasında yapılan ankete göre
katılımcıların %84'ü bu deneye katılmış olmaktan "memnun" veya "çok
memnun" olduklarını, %15'i nötr olduklarını (tüm katılımcıların %92'si
ankete katıldı) ifade ediyorlardı.[8]. Pek çoğu sonradan teşekkür
mesajları yolladı. Milgram eski katılımcılardan ardarda asistanlık ve
ekibe katılma teklifleri aldı. Altı yıl sonra, Vietnam Savaşının en
ateşli olduğu günlerinde, deneyin katılımcılarından biri Milgram'a bir
mektup göndererek deneyde çektiği strese rağmen neden "memnun" olduğunu
açıkladı:
1964'te deneye katıldığımda, her ne kadar birisine acı
çektirdiğimi sansam da bunu neden yaptığım hakkında en ufak bir fikrim
yoktu. Ne zaman kendi inançları doğrultusunda hareket ettiklerini ve ne
zaman uysalca otoriteye itaat ettiklerini ayırt edebilen çok az insan
var. ... Kendimi otoritenin çok yanlış şeyler yapmamı isteyen emrine
teslim edeceğimi bile bile askere alınmama izin vermem, kendimden
korkmama sebep olacaktı. Eğer bana vicdanî retçi statüsü verilmezse
hapishaneye gitmeye tamamen hazırım. ... Bu gerçekten de inançlarıma
sadık kalmamın tek yolu. Tek umudum, kurul üyelerinin de kendi
vicdanlarına göre aynı şekilde hareket etmesi...
Ne var ki, eski katılımcılardan bazılarının hayatını değiştiren bu
etki, herkeste aynı değildi. Deneyden sonra katılımcılardan çağdaş
standartlara göre geribildirim alınmamıştı, ve ayrılırken yapılan
mülakatlara göre pek çoğunun deneyin tam olarak neden yapıldığı
hakkında bilgisi yoktu.
Deneyler ayrıca daha duygusal türden eleştiriler de uyandırdı, bunlar
deney düzeneğinin etiğinden ziyade deneyden çıkarılacak sonuçlarla
ilgiliydi. Yale'de 1961'de yapılan deneyin katılımcılarından Joseph
Dimow, "Yahudi Dünyası" (İng.: Jewish Currents) sitesindeki yazısına
göre "deneyin baştan beri Nazi dönemindeki Almanlar gibi Amerikalıların
da ahlak dışı emirlere itaat edip etmeyeceğini görmek için
yapıldığı"ndan kuşkulanıyordu.[9] Aslında bu, deneylerin açıkça ifade
edilen hedeflerinden biriydi. Milgram'ın kitabı olan Otoriteye
İtaat'tin önsözünden alıntı yapılacak olursa: "Bu soru, Nazi devrinin o
çok lanetlediğimiz itaat şekilleri ile bizim laboratuvarda
çalıştıklarımız arasında bir ilişki olup olmadığı meselesinden doğar."
Yorumlar [değiştir]
Milgram ulaştığı sonuçları açıklayan iki ana kuram geliştirdi.
1. İlki, S. Asch'in çalışmalarını temel alan Uyum Kuramı'dır.
Milgram başvuru grubu ile birey arasındaki temel ilişkiyi tanıtır.
Karar verme konusunda, özellikle bir kriz ortamında karar verme
konusunda hiçbir deneyimi veya yeteneği olmayan bir denek, kararı gruba
ve gruptaki hiyerarşiye bırakır. Grup bir davranışsal model oluşturur.
2. İkincisi ise Araçlaşma Kuramı'dır. Milgram'a göre, "itaatin özü, bir
insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç
olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu
hissetmemesidir. Kişinin bakış açısındaki bu kritik kayma gerçekleştiği
zaman, itaatin tüm öznitelikleri bunu izler". Bu temel olarak askersel
açıdan otoriteye saygının temelidir; askerler üstlerinin emirlerini ve
komutlarını, sorumluluğun subaylarda olduğunu bilerek yerine getirirler.
Çeşitlemeler [değiştir]
Milgram, Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış isimli kitabında deneyin
kendi yürüttüğü 19 çeşitlemesini anlattı. Genel olarak kurbanın
ortamdaki varlığı arttıkça itaatin azaldığını, otoritenin ortamdaki
varlığı arttığında ise itaatin yükseldiğini tespit etti (1-4 arası
deneyler). Örneğin, deney gözlemcisinin yönergelerinin katılımcılara
sadece telefonla iletildiği bir sürümde (2. deney), itaat %21
azalıyordu; ilginç bir nokta olarak, birkaç katılımcı deney
gözlemcisini "deneye devam ediyormuş gibi yaparak" kandırmaya
çalışmıştı. "Öğrenci"nin ortamdaki varlığının en yakın olduğu sürümde
ise denekler öğrencinin kollarını kabakuvvet kullanarak şok cihazına
temas ettirmeye çalışıyorlardı, bu da itaati düşürüyordu. Bu son
sürümde deneklerin ancak %30'u deneyi tamamlayabilmişti.
8 numaralı sürümde, denekler kadınlardan seçildi (Milgram'ın diğer tüm
deneylerinde denekler erkekti). İtaatte kaydadeğer bir farklılık
gözlenmedi, ancak daha yüksek stres seviyeleri tespit edildi.
Bir sürümde (10. deney), Milgram Connecticut'taki Bridgeport şehrinde
mütevazı bir ofis kiralayarak deneyin "Bridgeport Araştırma Kurumu"
adında, Yale Üniversitesinden bağımsız bir ticari girişim tarafından
düzenlendiği sanısını yarattı. Buradaki amaç, Yale Üniversitesi'nin
sahip olduğu prestijin deneklerin davranışı üzerindeki olası etkisini
safdışı bırakmaktı. Bu şartlar altında itaat %47.5'e düştü.
Milgram ayrıca otoritenin gücü ile uyuşumun gücünü birleştirdi. Bu
deneylerde deneğin yanına arkadaş baskısı uygulamak üzere bir veya iki
"öğretmen" daha kondu; bu öğretmenler de, öğrenci gibi, anlaşmalı
aktörlerdi. Deneğin grup arkadaşları olduğunu sandığı bu kişilerin
eklenmesi, deney sonuçlarını ciddi biçimde etkiledi. Ek iki öğretmenin
emirleri reddettiği sürümde (17. deney) 40 denekten sadece 4'ü deneye
devam etti.
Başka bir sürümde (18. deney), deneğe ek görevler verildi (soruları
mikrofona okumak veya öğrencinin cevaplarını kaydetmek gibi). Bu
deneyde de deneğe eşlik eden ve gözlemcinin tüm emirlerine itaat eden
bir yalancı öğretmen bulunuyordu. Bu çeşitlemede 40 denekten sadece 3'ü
gözlemcinin emirlerine karşı geldi.[10]
Milgram'ın deneyi üzerinde yakın geçmişte yapılan bazı çeşitlemeler
farklı bir yorum öneriyordu. İtaat ve otorite kavramlarına yer vermeyen
bu yoruma göre Milgram'ın denekleri, olayların gidişini kontrol
edemeyeceklerini hissettikleri ve dolayısıyla sorumluluğu sırtlarından
attıkları özel bir tür öğrenilmiş çaresizlik sergiliyorlardı.
Yakın geçmişteki başka bir deneyde şok yiyen bir aktör yerine bir
bilgisayar simülasyonu konuyordu; şoku veren denekler karşılarında
gerçek bir insan olmadığının farkındaydı ancak sonuçlar yine aynı
çıktı.[11]
Buradaki kaydadeğer gözlem, bir insanın normal koşullar altında başka
bir insana zarar vermek istemeyeceğidir. Ancak ciddi bir zorlama
altında kişinin aklı karışabilmekte ve kişiyi kendi davranışları için
bir otoritenin onayını aramaya sevketmektedir. Böylece emir verilen
kişinin, davranışlarını açıklayacak bir otorite olduğu düşüncesiyle,
sadece doğru olduğunu düşündüğü bir işi yaptığı bir durum ortaya
çıkmaktadır. Bunun sonucu olarak da kişinin başlangıçta kendi
davranışlarını yargılayacak çok az veya hiç etik kuralı olmadığı için
başka bir kişiyi etik dışı olarak incittiği görüşünü benimsemeyecektir. ve Güçlü olana "hayır" demenin ve itaat etmeme cesaretini göstermenin bu
kadar zor olmasının bir nedeni daha var. İnsanlık tarihinin büyük
bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik de günahla özdeş kabul edilmiştir.
Bunun sebebi de basittir: Şimdiye kadar tarih boyunca genellikle bir
azınlık, çoğunluğa hakim olmuştur. Hayattaki iyi ve güzel şeylerin pek
az kimseye yetmesi ve çoğunluğa da sadece kırıntıların kalması, bu
kuralı yaratmıştır. Az sayıda kimse iyi ve hoş şeylerin tadını çıkarmak
ve bunun da ötesinde, çokluk olanların onlara hizmet etmesini ve onlar
için çalışmasını istemişse, bunun bir şartı vardı: Sayıca çok
olanların, itaati öğrenmeleri gerekiyordu. Şüphe yok ki itaat, sadece
kuvvet kullanılarak da sağlanabilir. Fakat bu yolun birçok sakıncaları
vardır. Çoğunluğun da azınlığı günün birinde aynı şekilde güç
kullanarak alaşağı edecek duruma gelme ihtimali, sürekli bir tehdittir.
Üstelik yalnızca korkunun yarattığı itaat ile yapılamayan pek çok iş de
vardır. Bu yüzden sadece kaba kuvvet kor¬kusundan kaynaklanan itaatin,
insanın içinden kaynaklanan bir itaate çevrilmesi gerekir. Sadece
itaatsizlikten korkmak yerine, insan itaat etmek istemeli, hattâ buna
ihtiyaç duymalıdır. Bunun gerçekleşmesi için, güçlü olanın "mutlak
iyi"nin ve "mutlak akıllı"nın özelliklerini taklit etmesi, "her şeyi
bilen" haline gelmesi gerekir. Bu olursa, güçlü olan (iktidarda olan)
itaatsizliğin günah, itaatin de sevap olduğunu açıklayabilir. Böyle bir
durumda, sayıda çok, güçte zayıf olanlar itaati, itaatin iyi olduğu
için benimser, itaatsizlikten de kötü olduğu için nefret ederler.
Korkak oldukları için, bu kararları dolayısı ile kendilerinden
tiksinmekten de kurtulurlar. Luther'den ondokuzuncu yüzyıla kadar
insanlar, açık ve ortada olan otoritelerle ilgilenirlerdi. Luther, papa
ve prensler ona (otoriteye) destek verirler; orta sınıf, işçiler ve
fîlozoflarsa bu eğilimi insanların içinden söküp atmak isterlerdi. Hem
devletteki, hem de ailedeki otoriteye karşı mücadele, aydınlanma dönemi
filozoflarının ve bilim adamlarının belirgin özelliği olan entellektüel
ruh halinden ayrı düşünülemez. Bu "eleştirici ruh hali", bir akla inanç
haliydi ve aynı zamanda geleneklere, boş inançlara, göreneğe ve
iktidara dayanan her söze ve düşünceye karşı şüphe etmek demekti.
"Sapere aude" (akıllı olmak cesaretini göster) ve de "komnibus est
dubitandum" (kalabalığın içinde en az bir kişi şüphe etmeli)
özdeyişleri, bu tutumu çok iyi özetliyordu. "Hayır" deme yeteneğinin
önünü açıp, onu teşvik eden de, işte bu akımdı.
Erich Fromm
vikipedi,özgür ansiklopedi
"itaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini
gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından
kendisini sorumlu hissetmemesidir.
A'raf/38 (Y.N.Ö.):Allah buyurdu: "Sizden önce gelip geçmiş cin ve insan
topluluklarıyla içiçe, girin bakalım ateşe." Her ümmet girdiğinde,
yoldaşına/kızkardeşine lanet eder. Nihayet, hepsi orada bir araya
gelince, sonrakiler öncekiler için şöyle derler: "Rabbimiz! Bizi bunlar
saptırdılar. Ateş azabını bunlara bir kat daha fazla ver." Allah
buyurur: "Her biri için bir kat fazlası var, fakat siz bilmezsiniz."
__________________ Herkes kendi ameliyle Allah’ın huzuruna gider
|
Yukarı dön |
|
|
|
|