HANiFDOSTLAR.NET

 

Kuran Müslümanı
 

(Şahıs odaklı din anlayışından Allah odaklı din anlayışına...)

Ana Sayfa Hanif Mumin  Iste Kuran Kurandaki Din  Kur'an Yolu  Meal Dinle Sohbet Odasi Hanifler E- Kitaplik Kütüb-i Sitte ?  ingilizce Site Kuran islami Aliaksoy Org  Hasanakcay Net Tebyin-ül Kur'an Önerdiğimiz Siteler Bize Ulasin

 

- Konulara Göre Fihrist

- Saçma Hadisler

- Hadislerin-Sünnetin İncelemesi

- Haniflikle İlgili Sorular Cevaplar

- Misakın Elçisi Kim?

- Kuranda Namaz/Salat

- Onaylayan Nebi

- Kuranda Namaz/Salat

- Enbiya 104

- Kuranda Yeminler

- Adem Hakkında Sorular

- Ganimetleri Resulün Eline Nasıl Vereceğiz?

- Allahın ındinde YIL ve DOLUNAYLAR

- Abese ve Tevella

- Hadisçilerce Tahrif Edilen Ayetler

- Mübarek Yer, Mübarek Vakit

- Arkadaş Peygamber

- Kuranın İndirilişinden Günümüze Gelişi

- Bir Türban Sorusu

- Kuran ve Bize Öğretilenlerin Farkı

- Namazın Kılınışı

- Hadislere Göre Namaz

- Kuranda Salat Namaz mıdır?

- Kuran Yetmez Diyen Uydurukçular

- Bizler Hanif Dostlarız

- Sahih Hadis mi İstersiniz?

- Hakkı Yılmaz'ın Tebyin Çalışması

- Kur'anı Anlamada Metodoloji

- Tarikatçıların Çarpıttığı Birkaç Ayet

- Nasıl Kur'an Okuyalım?

- Kur'anı Kerim Nedir?

- Kur'anda Oruç

- Allah'sız Bir Din ve Allah'sız Bir Kur'an İnancı

- Kuransız Bir İslam Anlayışı ve Müşrikleşme

- Meal Çalışmasına Davet

- Allah Şahit Olarak Kafi Değil mi?

- Doğru Hadisleri Ne Yapacağız?

- Kur'andaki Muhammed ve Peygamberlerin Misyonu

- Mahrem, Avret, Ziynet

- Nur Suresi Çeviri-Yorum

- Cilbab

- Resule İtaat Ne Demektir?

- Hadis Kalburcuları ve Kalburları

- Kur'anı Kerim'in İndiriliş Gayesi

- Kur'anda Amellere Karşı Cahili Yaklaşım

- İslamdışı İnanışlara Kur'andan Örnekler

- Biri Şu Haram Üretim Tesislerini Kapatsın

- Tasavvufta İslam Var mı?

- İslamda Delil Sorunu

- Kurban Kesmek

- İlahi Hitabın Serüveni

- Ecel Nedir?

- Şirk, İşrak, Müşrik, Müşareke, Müşterik

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Peygamberlere Karşı Rabbani Yaklaşımlar

- Salat-ı Tefriciye yada Zikri Çarpıtmaya Bir Örnek

- Mucize Nedir?

- Ayrılıkların Nedenleri

- Sıfır Hata veya Kur'an

- Haniflik Nedir?

- Rabıta İle Şeyhlere Tapanlar

- Hadis Zindanının Mezhepçi Mahkumları

- İslam Dininin Öğrenilmesinde Kaynak Sorunu

- Fasık ve Münafıkların Genel Tanımlaması

- Hadisler, Hıristiyanlık ve Selman Rüştü

- Kur'anı kerim'in İndiriliş Gayesi

- Müstekbirlere Karşı Cahili Yaklaşım

- Halis-Hanif İslam

- Kur'anda Şefaat

- Fuhuş Tellalı Tefsirciler

- Hayızlıyken Neden Namaz Kılınmasın?

- Cebrail, Vahiy, Melek

- Dindarlıkta Müşrikleşme Temayülü

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Yaratılış, Adem, Havva

- Kur'an Yerel mi, Evrensel mi?

- Reform Dinde mi, Dindarlıkta mı?

- Ne Mutlu Tağutu Olmayanlara

- Peygambere Saygı(?)

- Hadislere Kanıt Diye Gösterilen Ayetler

- Allah Nazara Karışmadı mı?

- Kur'anı Kerimle Amel Etmek Mümkün mü?

- Kur'anda İnkar Edenlerin Vasıfları

- Müminlerin Vasıfları

- Allah'ın Vasıfları

- Kur'anın Vasıfları

- Dine Karşı Cahili Yaklaşımlar

- Kur'an Merkezli Din

- İrin Küpü Patladı; Mevlana

- Hurafe ve Bidatlar

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Hz. İsa'nın Ölümü

- Allah'ın Mesajının Adı: Kelamullah

- Allah'ın Resule Uyarıları

- Kur'ana Göre Tenkit ve Eleştiri Nasıl Olmalı?

- Kur'anda Sevgi

- Sofuların Devlet Desteğiyle Desteklenmesi

- Hans Von Aiberg Aldatmacası

- Kabir Azabı Safsatası

- Kur'an Kıssalarının Önemi; Masal Değiller

- Kur'anda Toplumsal Sünnetler

- Tefsirde İsrailiyyat

- Kardeş Evliliği Olmadan Çoğalma

- Hans Von Aiberg Tutuklandı

- Kur'anda Tevbe Kavramı

- Yaşar Nuri Öztürk'ün Yorumuyla Namaz

- Karadelikler; Bir Büyük Yemin

- Mezhepçilerin Ümmi Açmazı

- Kabe Nedir? Mekkede midir, Kudüste mi?

- Kur'anda Ruh Kavramı

- Kur'anda Nefs Kavramı

- Amin Kavramı ve Putperestlik

- Diyanet İşleri Başkanlığının Sitemize Cevabına Cevaplar

- Resul ve Nebi -1

- Resul ve Nebi -2

- Sapık Bir Fırka: Hansçılar

- Cihad mı, Çapulculuk mu?

- Kur'an Deyip Namazı Yok Sayanlar

- Cennete Sadece Müslümanlar mı Girecek?

- Kur'anda El Kesme Cezası var mı?

- Nazar veya Göz Değmesi Var mı?

- Şehadet Getir, Münafık(?) Ol

- Kur'anda Eleştiri Metodu

- Hacc Mekkede mi, Bekkede mi?

- İslami Tebliğde Kur'an Metodu

- Saptırılan Kavram: Mekruh

- Kur'anda Cuma Namazı var mı?

- Of Be Kader, Allah mı Suçlu Yoksa Biz mi?

- Kader Açısından Cebir ve İhtiyar

- Baban Peygamber Olsa Ne Yazar

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Vahdet-i Vücud, Şirkin Alası

- Tasavvufi Bilginin Kaynağı Vahiy mi?

- İslam'da Resullük Son Bulmuştur

- Teveffi Kelimesi ve Arap Dili

- Tasavvuf Üzerine Düşünceler

- Nefis Mertebelerinin İç Yüzü

- Allah Rızası Anonim Şirketi; Tarikatlar

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -1

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -2

- Nakşi Şeyhi Allah'ın Avukatı mı?

- Kur'anda "ve+la" Öbeği

- Putlar ve Tapanlar

- Son Peygamberimizin Okuma Yazması

- Mesih ve çarpıtılan Bir Ayet

- Hac İzlenimleri

- "Üzerinde 19 var" da Son Nokta

- Secde Emri

- Kur'andaki Hac

- Aracıların Gaybı Bildiği İnancı

- Tarikatçı - Müşrik Karşılaştırması

- Gazali'nin Kadına Bakışı

- Kur'anda Kadına Verilen Önem

- Başörtüsü Allah'ın Emri Değil

- Başörtüsü Takmak Kur'anda Var mı?

- Kur'anda Kadın Dövmek Var mı?

- Cariye, Köle; Utanmaz Mealciler

- Kadına Yönelik Şiddet

- Sünnet Edilen Kızın Öyküsü

- Erkekçe ve Kadınca Meal Konusu, Nebe 33. Ayet

- Harem - Selamlık Kimin Emri?

- Zina, Evlilik ve Örtünme Adabı

- Cariyeleri Aç, Hür Kadınları Kapat (!)

- Çok Eşliliği Yasaklayan Ayetler

- Kur'ana Göre Evlilik Hukuku

- 2 Kadın = 1 Erkek, Uydurma mı?

- Danimarkalı mı Sapık, Buhari mi?

- Ebu Hanife, Cariyenin Avreti

- Nisa 25, Hür Kadın ve Fahişe İfadesi

- Maymunların Hadisi ve Recm Vahşeti

- Hz. Muhammed'in Tebliği

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Angarya Haline Getirilen İbadet

- Buhari'nin Hadislerini Buhari Yazmamıştır

- Hadis ve Sünnet Gerçeği

- Uydurma Hadisler, İslamın Kara Boyası

- Hadisler Dinin kaynağı Olamaz

- Uydurmaların Sınırı Yok; Şeytan Geyiği

- Beşeri Hükümler Neden Kutsal Oluyor?

- Hadis - Kur'an Çelişkisi

- Kur'anda/Dinde Olanlar ve Olmayanlar

- Cehennem'den Çıkış Yok

- Kur'anda Tağut

- Ebu Hureyre Gerçekte Kimdir?

- Hadis - Mantık Çelişkileri

- Kurban ve Kurban Bayramı Nereden Geliyor?

- Hadislere Göre Kur'an Eksiktir

- Bildiri: İslam Anlayışında Reform

- Arapça mı, Arap Saçı mı?

- Koca mı Üstün, Allah mı?

- Esbab-ı Nüzül Komedi Hadisleri

- İşte Geleneğin Dini

- Ulul Emir İle Kim Kastediliyor?

- Kul Hakkı

- Yezidi Bir Gelenek: Aşure Tatlısı

- Hz. İbrahim'den Asrımıza Dersler

- Taklitçiliğin Boyutları

- Seb-ul Mesani Nedir?

- Kelle Sayılarak Gerçek Bulmak

- Kıyamet - Mahşer Günü ve Sonrası

- Kur'anda Namaz Vakitleri

- Kur'anda Cuma Konusu

- Salih Olmak Yetmez

- Hudeybiye Anlaşması Uydurma mı?

- Kitap Yüklü Eşekler

- Kur'andaki Hac

- Hz. Nuh'un Oğlu Kimdi? İftira mı?

- Ruhun Ağırlığına Başka Bakış

- Hz. İbrahim Yalancı Değildi

- İncil'de Kadına Bakış

- Şirkin Büyüğü Küçüğü Olur mu?

- Kur'andaki Abdest ve Hijyen

- Din de Bir Araçtır

- Kur'an Okumanın Zararları

- Kur'anda Dua Ayetleri

- Kur'anda Tarih Kavramı ve Bilinci

- Şekilsel Secde Kur'anda Yok mu?

- Salat ve salatı İkame

- Kur'andaki Emr Kavramı Üzerine

- Dindar İnsanlar Şirk Koşar

- Alak Suresinin İlk Beş Ayeti

- Men Arefe'nin Çözümü

- Kur'andaki Av Yasağı

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Din Büyüklerini Tanrılaştırma

- Allah'a ve Muhammed'e Değil

- Kur'andaki Örnek Tevekkül

- Şekilsel Rüku Kur'anda Yok mu?

- Hz. İbrahim Kuşları Kesti mi?

- Ehli Sünnet Dininin Anayasası

- İnsan Allah'ın Halifesi mi?

- Kur'an Üzerinde Düşünmek

- Şirkin Kuyusuna Düşenlere Uyarılar

- Kur'an Ölülere Okunmak İçin mi İndirildi?

- Ayda Okunan Kur'an Masalı

- Hz. İbrahim, Safa ve Merve Masal mı?

- "Haç"er-ul Esved (!)

- Mevlana Sahte Bir Peygamber Değil mi?

- Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır

- Kur'andaki Tasavvuf: Teveccüh

- Önce Batıl ve Hurafe İle Savaşalım

- Resuller Haram Kılamaz mı?

- Elçi Muhammed ile İnsan Muhammed'in Farkı

- Tarikatlarda Aracılar Rezaleti

- Nur Suresi 31. Ayet Nasıl Çarpıtılıyor?

- Sırat Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin mi?

- Kur'anda Zalimler

- Bütün Mehdileri Çöpe Atıyoruz

- Kur'ana Göre Ramazan Ayı ve Haram Aylar

- Tasavvufçuların İlahı; Varlık ve Yokluk

- Tasavvufçuların Küçük Putları

- Sünnet Etmek yaratılışı Değiştirmedir

- Son Peygamberimizin Mektupları

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Mescid-i Aksa Nerede?

- Büyük Kandırmaca: Hadis

- Kur'an Neden Arapça Olarak İndirilmiştir?

- Kimin dini? Kimin Kitabı? Kimin Meali?

- Evliya Kelimesinin geçtiği Ayetler

- Şimdiye Kadar Yaşanan İslam

- Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur

- Kabe Dikili Taş Değil mi?


Up | Down | Top | Bottom
 
Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.

Yunus Suresi 105

Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.

Enam Suresi 79

İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.

Ali İmran Suresi 67

Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.

Nahl Suresi 123

De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.

Ali İmran Suresi 95

Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.

Hacc Suresi 31


Up | Down | Top | Bottom

HABERLER

 

 








 

 

  Hanif Islam

 

Genel Tartışma
 Hanif Dostlar Ana Sayfa -> Genel Tartışma
Konu Konu: kuran-fıtrat ilişkisi Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazanlarda
Gönderi << Önceki Konu | Sonraki Konu >>
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

FITRAT DİNİ

Yüce Allah Hanif olmanın aslında fıtrata en uygun olduğunu vurgular. Ve ardından: "İşte, değişmez/sarsılmaz/eğilmez =>QAYYUM olan din budur" der. Bakınız burası hayati önem taşır. Bunun daha iyi anlaşılması için, FITRATın ne olduğuna bakmamız lazım. Fıtrat hakkında çeşitli tanımlamalar var. Bunlardan bazılarını sayacak olursak:

1- Yaratılışta, Allah tarafından verilen yetenekler, kabiliyetler...
2- İnsanların kendine has değişmeyen karakterleri....


Kur'ani manada Kur'an bir bütün olarak bakıldığına özünde şunu taşır: Allah insanları yaratırken, İnsanın Özüne/Fıtratına kendi VARLIĞI ve TEKLİĞİ inancını, iyiliği kötülükten ayırt etme yeteneğini vermiştir. Bir insanı küçük yaşta ıssız bir adada yaşam koşuları vererek bıraksanız ve bu çocuk ne din/iman nede diğer bilgileri almadan, hiç kimse ile görüşmeden ve ona iyi davranış nedir-kötü davranış nedir hiç kimse tarafından öğretilmeden yetişkin hale geldiğini varsayalım. İşte böyle bir insan dahi, birinin haksız yere öldürülmesinin, başkasına ait bir malın çalınmasının, başkalarına zulmetmenin kötü bir şey olduğunu kalben bilir. Çünkü bu Allah tarafından verilmiştir. Kötü fiili yapanları Allah bile bile yapılmakla sorumlu tutar. Bu yüzden ölüm ötesi hayatta, işlenmiş kötü fiiller için "Rabb'im bilmiyordum" gibi bir mazeret Allah indinde geçerli değildir!

Allah: Hanif olma duygusunu ve salih ameller işleme yetilerini insana yaratılışta verdiği için eğer dileseydi insanlara hiç bir elçi göndermeyebilir ve yine de sorumlu tutabilirdi. Lakin Rahman bunu, engin rahmetiyle dilememiş ve insanlara belirli periyotlarla sürekli elçi göndermiştir. İşte ben Allah'ın, elçi (peygamber) göndermesini EXTRA/Fazladan bir rahmet olarak adlandırdım.


akik


__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Hanif(öz/çekirdek) iman = Fıtrat Dini = Kalu Belâ Bağlantısı

اعوذ بالله من الشيطان الرجيم

بسم الله الرحمن الرحيم

                  Hep fıtrat din dendi ama bunun açıklaması pek yapılmadı veya en azından ben görmedim. Bu fıtrat dini hanifliğin açıklaması; hemen herkesin bildiği A'raf/172. ayette yatmaktadır. Gelin birlikte Rum/30 ile A'raf/172. ayetlerinin bağlantısını birlikte inceleyelim. Önce Rum/30. ayeti 4 bölüm halinde inceleyelim:

فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّين 16; حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ

O halde yüzünü, HANIF olarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult.

 

لَا تَبْدِيل 14; لِخَلْقِ اللَّهِ

Allah'ın yaratışında tebdil/değişme olmaz.

 

ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّ 05;ُ

İşte *qayyüm/değişmez/şaşmaz olan din budur.

 

وَلَكِنّ 14; أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُ 08;نَ

Velakin, insanların ekserisi bilmezler.

Birinci bölümde, Hz. Muhammed şahsında tüm insanlığa Allah'tan bir emir vardır. Nedir o emir? "...yüzünü, HANIF olarak dine..." çevir diyor. Peki: 1-Hanif Din Nedir? ve 2-Niçin Yüzümüzü Hanif Dine  Dönelim?

1-Hanif Din Nedir? = " yüzünü.....Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult."

                                    " yüzünü, HANIF olarak dine...............................................doğrult."

Yani Hanif Din bizlerin öz dinidir. Fıtratımızın dinidir. Bizler bu fıtrat üzere yaratıldık ve "...Allah'ın yaratışında tebdil/değişme olmaz...." ....hülasa: Haniflik = Fıtrat Dini

(İnanan inanmayan bu fıtrat üzere nasıl olur? Bizlere nerden ne zaman verildi bu fıtrat. (Bunun yanıtı A'raf/172. ayettir.)

2-Niçin Yüzümüzü Hanif Dine  Dönelim?= "....İşte *qayyüm/değişmez/şaşmaz olan din budur...."

Allah: qayyüm/şaşmaz/değişmez dediği dindir bu! bunu bırakıp "islam" adı altında Kur'andaki İslama tamamen ters, türlü ana ve alt mezheplere bölünmüş, israiliyat yalanı ve emevi abbasi oynaması karıştırılmış, bir dini seçersek, qayyüm/şaşmaz olanı terk etmiş ve şaşmış olmaz mıyız?

Bu ayetin son ve acı kısmı, düşününce tüyler ürperten kısmı kısmı ki; buna hayretler içinde şahit oluyor ve yaşıyoruz. Yani:

Velakin, insanların ekserisi bilmezler.

Çünkü bırakın ateisti veya gayri müslimi, İslam kardeşlerimize; Allah'ın bu şaşmaz/qayyüm dediği ve adını hanif din(دِّينِ حَنِيفًا) koyduğu vede Fıtratımızın/özümüzün dini dediği bu dini, islam kardeşlerimize anlatınca, onların dahi ekserisinin yüz çevirdiğini, ayete sırt döndüğünü veya o kadar açık olmasına rağmen ayeti tevil yönüyle kotarmaya çalıştıklarını ibretle görmekteyiz. Rum Suresi 30. ayet, bariz bir şekilde tecelli ediyor. Yani insanların ekserisi  maalesef bunu bilmeyecek bilmek istemeyecektir. Bununla müşerref olana ve idrakinde olanlara ne mutlu!, Nasib edene ne kadar HAMD edilse, kuşkusuz eksik kalır.

وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنِي ءَادَمَ مِنْ ظُهُورِه 16;مْ ذُرِّيَّ&a mp;a mp;# 1578;َهُمْ وَأَشْهَ 83;َهُمْ عَلَى أَنْفُسِ 07;ِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّك 15;مْ قَالُوا بَلَى شَهِدْنَ 75; أَنْ تَقُولُو 75; يَوْمَ الْقِيَا 05;َةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِي&a mp;a mp;# 1606;َ

7/172- Rabbin, Âdemoğullarından, zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği zaman, "Evet (Rabb'imizsin), şahidiz" dediler. Kıyamet günü "Bizim bundan gafildik." demeyesiniz diye!

İşte fıtratımızda/özümüzde Allah'ın EN BAŞTA yarattığı öz/müşahhid imandır Hanif iman! Bu yüzden Allah Özümüze Dönmeyi, öz imanımıza dönmeyi emrederken, buradaki ve atıfta bulunduğu diğer ayetlerdeki "dönmek" fiilini, şirkin delili yapmaya çalışmak, Allah'a rağmen/Allah ismini kullanarak aldanmaktır-aldatmaktır. Öldüğümüzde ve hesap verdiğimizde YALNIZ başımıza olacağız. Yoktur o gün insanların, Gerçek iman + salih amellerden başka dostu! kimse kimseye yardımcı da olamayacaktır. O günün yürek kaldırmaz korkusundan, şefaat-cennet-yardım vaad edenlerin, kaçtıklarını göreceğiz, çetin bir gündür o gün ve dertleri kendi başından fevkâlade aşkındır.

 

وَاتَّقُ 08;ا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُ 08;نَ

2/48 Ve öyle bir günden *ittiqa edin/sakının ki; kimse, başka kimsenin yerine bir şey ödeyemez, ve hiç kimseden şefaat da kabul edilmez, kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım da yapılmaz.

 

وَاتَّقُ 08;ا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُ 07;َا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُ 08;نَ

2/123 Ve öyle bir günden *ittiqa edin/sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, ve hiç kimseye şefaat fayda vermez. Onlar hiçbir yardım da görmezler.

 

يَاأَيُّ 07;َا الَّذِين 14; ءَامَنُو 75; أَنْفِقُ 08;ا مِمَّا رَزَقْنَ 75;كُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ فِيهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَة&a mp;a mp;# 1612; وَالْكَا 01;ِرُونَ هُمُ الظَّالِ 05;ُونَ

2/254 Ey iman edenler, alış verişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızklardan infak edin, inkar edenler  zalimlerdir.


 

وَأَنْذِ 85;ْ بِهِ الَّذِين 14; يَخَافُو 06;َ أَنْ يُحْشَرُ 08;ا إِلَى رَبِّهِم&a mp;a mp;# 1618; لَيْسَ لَهُمْ مِنْ دُونِهِ وَلِيٌّ وَلَا شَفِيعٌ لَعَلَّه&a mp;a mp;# 1615;مْ يَتَّقُو 06;َ

6/51 Rabb'lerine toplanacaklarından korkanları Onun (Kur'an) ile uyar. O'ndan başka Veli ve şefaat eden yoktur. Umulur ki *ittiqa ederler/sakınırlar.

(Ayrıca bakınız: [006.070] , [006.094] , [007.053] , [010.003], [019.087] , [020.109] , [021.028] , [026.100] , [030.013] , [032.004] , [034.023] , [036.023] , [039.043] , [039.044] , [040.018] , [043.086] , [053.026] , [074.048] )
 

 Yüce Allah; Adem (AS) den son Elçi Hz. Muhammed (SAV)'e  ve aradaki tüm elçilere kadar, Qalu belada bizlere fıtrat olarak verileni  (hanif imanı) idrak etme reçeteleri (Kitap/suhuf) ile göndermiştir. Ama yüzünü Hanif olarak Din'e, " Belâ/Evet! Şehidna/Şahidiz" deyip ŞAHİD olduğumuz Mü-şahhid-Şaşmaz(Qayyüm) olan Din'e "Ekserennas" tan arta kalan istisnaların dışında kimse dönmemiştir. Adem'den, Muhammed'e (hepsine Selam & salat olsun) hep aynı espri vurgulanmış ve bu yüzdendir ki gelen elçi mutlaka kendinden öncekileri tasdik etmiştir. Sonra hep birileri çıkmış açıklama adına, bir şeyler yapmaya çalışmış ve dejenerasyon başlamış. Uzaydan birileri gelip muharref etmemiş dini! Allah; her dejenerasyonun ardından başka bir elçi gönderip, yeniden düzeltmiş/HATIRLATMIŞ/korkutmuş ve yine birileri..................................Tâ son Elçiye kadar!

Kişiler Akl-ı Selimi elden bırakınca hiç şüphesiz yerini iblis doldurur:

34/20 And olsun ki; İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmış; inananlardan bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardı.

Dikkat edin! insanlardan bir topluluk demiyor ayet! İnananlar içinde bir topluluk!  Yani insanların ekserisi nden arta kalan istisna diyeceğimiz azınlıktaki HANİFLER!  Ateistleri hariç tutarsak iki tür inanan vardır.

1-Müşrik = Allah'a da iman etmekle birlikte, şefaat/en doğru yolun göstericisi...vs gibi statü verilen insanları veli edinenler ve/veya  nasların sözlerini, Kur'anın ayetlerine/delillerine yeğleyenler, böylece Kur'andaki İslam'dan farklı bir dine tabi oldukları halde İslam dairesi içinde olduklarını sananlar ==> 6/23

2- Hanif = Qalu Belada Allah'ın, bizleri şahit tutmasının manasını, yani; doğan tüm insanların aslında bir elçi gelmese dahi Rabb'i bulabilecek şekilde donatılıp yaratıldığını(Bela Şahidna sırrı) ama dünyaya gelmekle beraber, üstüne düşmeden aklı ön planda tutup sorgulamadan hatırlayamayacağımız, "EVET ŞAHİDİZ" deyip, FITRATIMIZ haline gelen bu değişmez/qayyum imana yüzümüzü dönemeyiz! Yüce Allah ancak hanif olunarak Fıtratımız olan (EVET Şahidiz) dine dönebileceğimizi vurguluyor! İşte bu şekilde yüzünü dönene HANIF denir!

Birilerinin peşine takılıp "Bu bizi Allah'a yaklaştıracak" diyenlerin sonunu Allah Enam/23. ayette gayet NET açıklamıştır.

Kur'an verileri göz önüne alındığında; insanlar ya haniftir ya da müşrik! bunun ortası YOKTUR! Çünkü haniflikte şirke ASLA tolerans tanınmaz. Hanifliğin amacı/temeli/esprisi SIFIR şirkle iman etmektir. Bu gün artık şirk daha örtülü ve sinsi şekilde varlığını sürdürmekte, Allah'a da iman etmekle beraber, şirk içinde olduğunu kabul etmeyen/idrakinde olmayanlar ne acıdır ki  çoğunlukta. Ahrette Yüce Allah; kendisine inanmakla birlikte, şirk içinde olduklarını söylediğinde, müşrikler, hayretler içinde kalıp, yemin ederek şirk içinde olmadıklarını söyleyeceklerdir. İşte bu derece sinsidir şirk:

 

ثُمَّ لَمْ تَكُنْ فِتْنَتُ 07;ُمْ إِلَّا أَنْ قَالُوا وَاللَّه&a mp;a mp;# 1616; رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِكِ 10;نَ

6/23- Sonra, (Onlar): "Rabbimiz, Allah'a yemin ederiz ki, biz müşriklerden değildik" demekten başka bir özür bulamayacaklar.

Ve orada hiçbir özür/mazeret geçerli değildir. Bu yüzden inananlar, kendi gidişatlarını İbrahim (AS) misali sorgulamalı, sorgulamalı, sorgulamalı...................


 akik...

allah razı olsun...


__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

fıtrat dininin prensiplerinden....


"Kötülük yapmak seni üzüyorsa, artık sen müminsin" ....




"İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü bulandıran şeyi terket" ....



"Hayr, nefsin kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir. Şer de nefsin kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde tereddüt ve ıztırablar meydana getiren şeydir, her ne kadar müftiler hilafına fetva verseler de. " ....



"Müftiler sana fetva verseler de bir kere kalbine danış" .....



"Seni işkillendiren şeyi bırak, işkillendirmeyene geç" ....



"Kötülük, insanın içine sıkıntı verir" .....


__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Bir İnsanlık Vicdanı var mıdır?

,Acaba insanlığın tehlike anlarında kendi kendine harekete geçen bir koruma sistemi var mıdır? İnsan vucudunun mikroplara karşı bağışıklık ve koruma sistemleri olduğunu göre, manevi ve ahlaki hastalıklar, insanlığı uçuruma götüren yanlış yollar, batıl inançlar, sapkın ideolojiler, insanlıkla bağdaşmayan uygulamalar karşısında güvencemiz nedir? İnsan türü her canlı türü gibi doğal yaşama koruma refleksleriyle birlikte katıldığına göre ve insanların aralarındaki gen benzerliği % 98 olduğuna göre her insan olaylar karşısında aşağı yukarı benzer tepkileri verecek demektir. Çin'de, Meksika'da, Afrika'da, Asya'da vs. yaşasa da bazı çok temel durumlar karşısında insana "Hayır, olmaz, bu yanlış" dedirten şey gerçekten nedir?

Bu yazıda insanoğlunda yaratılıştan varolan bir kendini koruma iç güdüsü ve ahlaki refleks olduğuna dair Kur'an'dan bazı ayetler üzerinde yorumlar yapacağız.

DİLE GELEN FITRAT

Kur'an'da A'raf (sağduyu sahipleri) adında bir sure var. Adeta adına nispetle 172. ayetinde de şöyle bir ayet var; Harfi harfine çeviriyle "Hani Rabbin ademoğullarından onların sırtlarından, zürriyetlerini çıkarıp kendilerini kendilerine şahit tutmuş ve "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da "Evet, şahit olduk" demişlerdi. İşte bu kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindir."

Daha serbest çeviriyle; "Senin Rabbin Adem'in çocuklarını birbirinden doğup gelen kuşaklar halinde yarattı. Her doğanın fıtratına vicdan ve sağduyusunu yerleştirdi, ardından onları dile getirip sordu; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Dediler; "Evet, şahitlik ederiz!" İşte bu kıyamet gününde, "Biz bundan habersizdik" demeyesiniz diyedir."

Bu ayet "ahd-i misak" ayeti olarak bilinir. Müslüman halk kültüründe Allah'ın ezelde insanların ruhlarını yarattığında onlara "Elestü birabbikum" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) diye sorup "Galu Bela" (Dediler ki Evet) cevabını aldığı toplantı, meclis, ruhlar alemindeki konuşma (Bezm-i Elest) olarak meşhurdur…

Öyle görünüyor ki ayet Kur'an'ın "varlığın diliyle konuşma" uslubunun tipik örneklerinden birisidir. Görüldüğü gibi ayette "ruhlar alemi" diye bir tabir geçmiyor. Allah burada insanoğlunun yaratılıştan gelen Türkçe'de "fıtrat, vicdan ve sağduyu" dediğimiz melekelerini temsili olarak dile getirip konuşturmaktadır. Onlara soru sormakta ve cevaplarını -yaratan kendisi olduğu için- onlar adına yine kendisi vermektedir. Bununla sanki insanoğlundaki fıtrat, vicdan ve sağduyunun neler yapabileceğini, potansiyel imkanlarının neler olduğunu göstermek istiyor. Ki insan yarın kıyamet gününde "Bundan haberim yoktu, bilmiyordum" demesin.

Demek ki her insanda yaratılıştan varolan fıtrat, vicdan ve sağduyu Allah'ı bulabilecek güçtedir. Yeter ki dondurulmasın, üzeri heva ve hevesle, batıl bağımlılıklarla örtülmesin, ıssızlığa terk edilmesin, unutulmasın. Vahyin esas amacı işte insanoğlundaki bu fıtri melekeleri harekete geçirmek, açmak, vurulduğu zincirlerinden ve bağlarından kurtarmaktır. İnsan bu sayede içindeki bu fıtratın sesini dinleyecek ve "Allah'ını" bulacaktır. Türkçe'de "vicdanın sesini dinlemek", "sağduyudan şaşmamak" dediğimiz şey, temsili diyalogta (kinaye) işte bu "Evet, sen bizim Rabbimizsin, şahid olduk" şeklinde dile gelen fıtratın/vicdanın/sağduyunun sesidir. İnsanoğlu işte bu sese sık sık dönmeli, kulak vermelidir. Bu ses onu eğer vahim bir yanlışlık yapmazsa Allah'ına götürecektir.

Şu halde Türkçe'de yaratılış, karakter, yapı, tabiat, doğa anlamında (fıtrat), iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç duyu, ahlak şuuru, his, duyu manasına gelen (vicdan), mantıklı ve doğru düşünme melekesi, doğruyu yanlıştan ayırma özelliği, aklıselim, diri kalmış duyu anlamında kullanılan (sağduyu) Kur'an lisanında "Allah'ın ademoğullarının zürriyetine yerleştirerek kendilerini şahit tuttuğu sözleşme" (ahd-i misak) demek olmaktadır. Demek ki her doğan çocuk Adem gibi olmakta ve Adem kıssası her doğan çocukla yeniden başlamaktadır. Keza "Allah'ın ruhu" sadece bundan ikibin sene önce Meryem'in rahmine üflenmiş değil, şu an her dünyaya gelen her çocukla birlikte üfürülme durmaksızın devam etmektedir. Bu nedenle doğup gelen insan kuşakları insanlık vicdanının da rahmi olmaktadır. Ne olacaksa yine orada olacak, ne çıkacaksa yine oradan çıkacaktır. Çocuklar doğmaya devam ettiğine göre Allah insanlıktan ümidini kesmemiş demektir.

Yine Kur'an'da sıkça geçen "Allah'ın birleştirmesini istediği şey" ifadesi ile de bu vicdana atıfda bulunulmaktadır. Şöyle de denilebilir; Allah'ın insanoğlunun yaratılışına yerleştirdiği ve genellikle iç dünyamızda düşünme, anlama, akletme, tefekkür, korkma, titreme, ürperme, duygulanma vb. anlarında veya bir dış uyarıcının sarsıcı telkini ile ortaya çıkan, üzeri açılan, harekete geçen, inkışaf eden, vecde gelen işte bu fıtrat, vicdan ve sağduyunun sesine kulak vermeliyiz. Onu dinlemeli, kestirip atmamalı, onunla irademizi birleştirmeli, bir araya getirmeli, birlikte kullanmalıyız. Demek ki olası "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" muhtemel sorusu karşısında "Evet, Rabbimizsin, şahidiz! diye iç dünyamızda yankılanan bu ses Türkçe'de "vicdanın sesi" dediğimiz şeyin ta kendisidir. Gün içinde insanoğlu her yanlış yaptığında defalarca bu sesi içinde duyar. İşte o ses "gâlu, bela" sesidir. Şu halde "Ne zamandan beri Müslümansın?" sorusuna verilen "Galu beladan beri" cevabı "İçimdeki vicdanın sesine kulak verdiğimden beri, o sese her kulak verişimde" demek olmaktadır.

DİPDİRİ, SAĞLAM KAYNAK

Yine Kur'an'da sıkça tekrarlanan "lehv-i mahfuz" kavramı insanoğlunda böylesi "Dipdiri, sağlam bir menbağın" bulunduğunu gösteriyor; "Bilakis yalan dedikleri bu Kur'an, yüce bir hitabedir. Lehv-i mahfuzun içindedir ." (85/21-22) Lehv-İ Mahfuz sözlükte "korunmuş levha" manasına geliyor. "Levh" in kök anlamı "Belirmek, görünmek, ortaya çıkmak, meydana gelmek" demektir…

Kaldırmak, görmeleri için yukarı kaldırmak, ima etmek, değinmek, üstü kapalı olarak anlatmak (telvîhan), şerh, yorum, açıklama, dipnot (telvîhun), talimatname, katolog, liste, rapor, sunu (leiha, layiha), tabela, levha, pano (levha), düz tahta ya da tabela şeklinde olan her şey (levh) kelimeleri bu köktendir…

Yukarıdaki Buruc suresinin sondan bir önceki ayetinde "Bilakis bu (Kur'an) yüce bir hitabe (Kur'an-ı Mecîd)'dir" deniyor ve ardından "Lehv-i Mahfuz'dadır" denilerek sure bitiyordu. Bu durumda Lehv-i Mahfuz kavramı, esas kelimenin (levh) görünmek, aşikar olmak anlamına geldiğinden hareketle yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru iki anlamda yorumlanabilir. Aynı zamanda bu Allah'dan insana ve insandan Allah'a doğru iki yorum olacaktır. Birinci anlamda "Görünme süreci (inzali) korunmuş olan", ikinci anlamda "Korunmuş olandan (vicdan ve sağduyudan) çıkıp görünen" demek olur. Yani yukarıdan aşağıya "Sağlam bir yerden insana korunmuş olarak, sağlam bir yolla, şeytan, cin vs. karışması olmadan inen, insanların dünyasında böylece görünen, aşikar olan Kitap" demek olur. Ki Kur'an'ın başka yerlerinde müşriklerin "Muhammed cinlerle konuşuyor, söylediklerinde cin ve şeytan karışmaları var" iddiasına cevap olarak gelen "Açıkcası, o zikri biz indirdik Biz, onu (indirirken ) koruyacak olan da biziz"(Hicr; 9), "O meknun (korunan) bir kitap, şerefli bir Kur'an'dır" (Vakıa; 77-78), "Ona (indirirken) ancak tertemiz olanlar dokunabilir" (Vakıa; 79) ayetleri bu manadadır. Yani "Kur'an'ın iniş süreci tümüyle kontrol altındadır, endişeye gerek yok" denmek istenmektedir.

İkinci anlamda, yani aşağıdan yukarıya ise "İnsanlığın korunmuş, unutulmamış, diri kalan, hala sağ duran duyularından; sağduyusundan, vicdanın derinliklerinden fışkırarak çıkan, böylece görünerek aşikar olan, ortaya çıkan Kitab" demek olur. Kur'an'ın hem asil bir peygamberin sözü (kavli rasulün kerim) hem de Allah'ın sözü (kelamullah) olarak anılmasının nedeni işte bu ikili okumayı yansıtır.

Demek ki Lehv-i Mahfuz kavramı Allah ile insanlık vicdanının karşılıklı dinamik ilişkisini betimliyor. Zira Allah bizatihi korunmuş olup O'ndan tertemiz olan yayılıyor. Aynı şekilde vicdan da korunmuş olup, ondan da tertemiz olan fışkırıyor. Bu ikisi zaman zaman Tur-i Sina'da, Zeytin ve İncir ağaçlarının altında, güvenli şehir Mekke'nin Hira'sında buluşuyor ve insanlığa yepyeni levhalar yazıyor, layihalar getiriyor…

İNSANLIĞIN UYUMAYAN KALBİ

Bir başka ayet Kur'an'ı daha açık bir ifadeyle "insanlık için basiret" olarak tarif eder; "Bu Kur'an insanlığın vicdanı (basâirun li'n-nâs), bir yol gösterici (huda), şeksiz ve şüphesiz imana ulaşmak isteyen bir halk için sevgi ve merhamet (rahmet) kaynağıdır.( 45/20)

Basiret kökü sözlükte "Bakmak, görmek, bilmek" manasına gelir. "İleride olacakları şimdiden görebilme" yeteneği anlamındadır. Türkçe'de "Kalp gözü" dediğimiz şeyi çağrıştırır. Keza "İleri görüşlü, basiretle bakmak, tedbirli, sağduyulu, sağgörülü" deyimleri bu manadadır. Nitekim "Eğer basiret gözüyle bakmışsanız o kadar küçülürsünüz ki" (N. Topçu) cümlesindeki "basiret", "işin sonunu, ileriyi, gözün gördüğünün ötesini görebilmek" manasında ayette geçen "basâir" ile aynı anlamdadır. Bu ise Türkçe'de "Basiret gözü ile bakabilmek, kalp gözü açık olmak, vicdanının sesini duyabilmek" dediğimiz şeydir. Bu tabiri Kur'an topyekün insanlık durumunu (basâiru li'n-nâs) ifade için de kullanıyor. Bu durumda mana "insanlık vicdanı, insanlığın ölmemiş duyuları, insanlık sağduyusu, insanlığın körelmemiş vicdanı, iç görüsü, donmamış, diri kalabilmiş fıtratı" anlamına gelir. Bu ise Kur'an'ın kendi özel terminolojisi içinde "ahd-misak" dediği şeydir.

SAĞLAM GÖZETLEYİCİ

Başka bir ayette de harfi harfine çeviriyle; "Sağdan ve soldan oturmuş iki ulaştırıcı ulaştırdığı zaman, söz olarak sarfettiği her şeyde mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. Ve kendisini sarhoş eden ölüm hak olarak gelince, işte bu senin kaçıp durduğun şeydir (der.)" (50/17-19)

Daha serbest çeveriyle; "Sağlı sollu sağlamca akan iki kavuşturucu toplayıp attıkca İnsanın söylediği her şey kendinde yankısını bulur, bundan hiç şüpheniz olmasın . Ve sarhoş eden o ölüm gerçeği gelince ona; "İşte, kaçıp durduğun buydu!" der. (50/17-19)

Bu ayet iki şekilde yorumlanabilir;

1- İnsanın sağında ve solunda oturan iki melek vardır. Her ne söylerse onu kaydederler ve ölüm gelip çattığında "İşte kaçıp durduğun şey buydu" diye insana söylerler

2- İnsanın kalbi ile beyni arasında bütün kişiliğini ve benliği oluşturan bir "ana benlik arteri" (hablu'l-verid/şahdamar) vardır. Sağ şahdamar ve sol şahdamar olarak iki ana kanaldan beyne ve yüze atar/toplardamarlarla kan taşırlar (habl). İnsanın duygu ve düşünce dünyası, kişiliği , vicdanı, bütün benliği burada oluşur. İnsanoğlu her yanlış sözde, her günah işlediğinde kimselere söyleyemese de ona buradan bir ses yaptığının yanlış olduğunu söyler durur. Fakat insanlar bu sesi kendilerinde (ledeyhi) duydukları halde aldırış etmezler. Oysa o ses insana her gün her saat yanlışı, kötüyü, ölümü hatırlatır. Hiçbir suçlunun yaptığına "kötü" dememesi bu yüzdendir. Kötü olduğunu bile bile yapar fakat çıkarı onu inkar ettirmesini gerektirir. İnsan kendisinin de bir gün öleceğini bal gibi bilir. Fakat yine de aldırış etmez ve bu uyarıcı sesi can sıkıcı ve sevimsiz bularak ömrü boyunca ondan kaçar, hatta duymak bile istemez. Fakat bir gün ölüm bir yerlerden çıkar gelir ve "o ses" hemen vicdanında yankılanır; "İşte kaçıp durduğun şey buydu ey nefsim!" Zira insana şahdamarından (hablu'l-verid) bile daha yakın olan bu ses "Gâlu belâ" sesidir. Yani "Evet Allah var ölüm hak" diye derinlerde yankılanıp duran ve fakat bir türlü aldırış etmediği o ses… İşte bu da Kur'an'ın kendi terminolojisi içinde "ahd-i misak, lehv-i mahfuz, hablu'l-verid, basâirun li'n-nâs" dediği insanlık vicdanı, sağduyusu, doğası ve fıtratıdır…

Sonuç olarak demek ki böylesi bir insanlık vicdanı vardır. Eğer olmasaydı tarih boyunca bütün dinler ve devrimler hep aynı sloganlar etrafında gerçekleşmezdi. Latose'nin, Konfüçyüs'ün, Buddha'nın, Zerdüşt'ün, Mani'nin, İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın, Muhammed'in, Sokrat'ın, Eflatun'un, Aristo'nun söylemleri "on" şu kadar "kelime" etrafında dönüp durmazdı. Eğer olmasaydı "adalet" insanlığın uğruna en çok ter ve kan döktüğü büyülü kelime haline gelmezdi.

Demek ki bir insanlık vicdanı var ve o her çağda kendisine üfleyecek bir soluk bekliyor. Zira her şeye rağmen insanlık onunla ayakta duruyor. Ve "o ses" hiçbir yere sığmıyor fakat oraya sığıyor.

ihsan eliaçık


__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

aşağıdaki makalede eliaçık hocanın ...


bir daha hatırlayalım ...


'Galu Beladan Beri Müslümanım' Ne Demek?

- Söyle bakalım, İslam’ın şartı kaç?

- Hımm, imanın şartı kaç?

- Güzel… Peki ne zamandan beri Müslümansın, onu da söyle sana hediye vereceğim…

Bu tür sorularla çocukluk yıllarınızda çok karşılaşmışsınızdır.

Mesela son soruya verdiğiniz cevabı tahmin edebiliyorum: Gâlû beladan beri Müslümanım elhamdulillah…”

Çünkü biz de hep öyle derdik.

O çocuk aklımla hep düşünmüşümdür; “Gâlû bela ne demek, niye böyle diyoruz?” diye.

Gelin bir de birlikte düşünelim…

***

Şüphesiz bu kültür Kur’an’da geçen bir diyaloğa dayanıyor. Onun Müslüman halk muhayyilesinde şekillenişini ifade ediyor.

Bu diyaloğun geçtiği ayet şu:

“Hani Rabbin Ademoğullarından; onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da “Evet, şahit olduk” demişlerdi. İşte bu kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindir.” (Araf; 7/172).

İslâm kültüründe “ahd-i misak ayeti” olarak bilinen bu ayet, Allah’ın ezelde insan ruhlarını yarattığında onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” (Elestü bi Rabbikum) diye sorup “Dediler ki, evet” (Gâlû bela) cevabını aldığı ruhlar âlemi (ervâh-ı âlem) toplantısı, meclisi (bezm-i elest) olarak meşhurdur…

Şu halde, bu anlayışa göre “Gâlû beladan beri Müslümanım” demekle şunu demiş oluyoruz: “Dediler ki evetten beri Müslümanım…” Yani ruhlar aleminde Allah’a “Evet sen bizim Rabbimizsin” diye söz verdiğimizden beri Müslümanım manasında…

Böylece dünya hayatında da bu sözümüze aykırı davranmamalı, sözümüzün arkasında durarak Müslümanlığın gereklerini yerine getirmeliyiz denmek istenir.

***

Görüldüğü gibi ayette ne “Ruhlar alemi” (Ervâh-ı âlem), ne de “Değil miyim (diye sorulan) meclis” (Bezm-i elest) diye bir tabir geçmiyor.

Peki Kur’an burada ne anlatıyor?

Bu şunun için önemli; Kur’an’da sık sık bu ayetteki diyaloğa göndermede bulunulduğunu görüyoruz. Kur’an’ın dünyasında “Kendi nefsine zulmetmek, verdiği ahd-i misakı bozmak, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi ayırmak, kendi nefsine hainlik etmek” gibi tabirlerde hep bu diyaloğa göndermede bulunuluyor. (ör. Nisa; 5/105).

Hatta öyle ki bu ayet – Kur’an’da şifre olduğuna inanmam ama meramımı anlamak için söylüyorum- Kuran’ın şifresi dense yeridir. Çünkü sık sık bizi buradaki sözle yüzleşmeye çağırıyor, onu hatırlatıyor. Neredeyse bütün ahlaki emirleri buraya dayanarak ve burada verilen sözle gerekçelendirerek temellendiriyor.

Burada ister istemez şöyle sorulur: “Ruhlar aleminde verdiğim söz mü? Ben ne zaman söz verdim ki?”

Öyle ya, düşünün bakalım ruhlar aleminde verdiği sözü hatırlayan var mı?

Hatırlayamazsınız.

Çünkü burada sanıldığı gibi ruhlar alemi, bezm-i elest vs. diye bir şeyden bahsedilmiyor.

Ayetleri verili tarihten, yaşayan hayattan, somut insandan ve canlı tabiattan kopararak, uzaklara, çok uzaklara taşıyarak “ruhaniyat” oluşturduğunu zanneden anlayışın, burada da çok yakınımızda, bizzat içimizde, doğrudan doğruya hayatın içendeki somut insanın her gün her saat yaşadığı bir gerçekliği ıskaladığını ve ayeti ruhlar ve periler dünyası tadında bir masala dönüştürdüğünü görüyoruz.

Kanaatimce ayette anlatılan doğrudan doğruya “BEN, SEN, O” diye ifade ettiğimiz, gerçek hayatın içindeki o tek kişilik “yaşayan insan”dan başka bir şey değildir.

Demek ki, Kur’an’ın hitabında geçtiği gibi, burada adeta; “Dinle ey yaşayan insan! (Yâ-Sîn) Sağa, sola, arkana, uzaklara bakınma! Sana senden, evet senden bahsedeceğim. Anlattığım SENİN hikayen…” deniliyor.

O halde dinleyelim, görelim bakalım ne deniyormuş…

***

Öyle görünüyor ki ayet “Varlığın diliyle konuşan Kuran” dediğimiz üslûbun en çarpıcı örneklerinden birisidir. Burada insanoğlunun yaratılıştan (bellerinden zürriyetlerinden) gelen “fıtrat, vicdan ve sağduyu” dediğimiz melekeleri dile getirilip konuşturulmakta, onlara soru sorulmakta ve cevapları -yaratan kendisi olduğu için- onlar adına yine Allah tarafından verilmektedir.

“Sonra duman halindeki göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler” (Fussilet; 41/11) ayetindeki gibi…

Buna edebi anlatım sanatlarında konuşamayacak durumdaki olay ve varlıkları dile getirip konuşturma (intak) deniyor.

Çiçekle konuşan Yunus Emre’nin dizelerinde olduğu gibi;

“Sordum sarı çiçeğe annen baban var mıdır?

Çiçek dedi ey derviş baba annem babam topraktır”

Kur’an bunun örnekleriyle doludur.

Özellikle Mekki surelerde çarpıcı bir anlatımla gelen ve bir takım konuşamayacak durumdaki varlıkları, yemin ederek, yani kasem vavını “dile gelip konuşarak tanıklık yapma” tarzında bir edebi sanat ifadesine dönüştüren ayetlerde olduğu gibi;

Dile gelsin güneş! Dile gelsin yaydığı aydınlık!

Dile gelsin güneşe ram olmuş ay!

Dile gelsin açtıkça açan gündüz!

Dile gelsin örttükçe örten gece!

Dile gelsin o görkemli yapısıyla gökyüzü!

Dile gelsin o uçsuz bucaksız genişliğiyle yeryüzü!

Dile gelsin üzerine titrenerek yaratılan can!

Dile gelsin günahı da sevabı da esinleyen ilham ki;

“Kim kendini arındırıp temizlerse kurtulacak. Kim kendini kirletip günaha gömülürse mahvolacak!” (Şems; 91/1-10)

Veya Zilzal suresinde yeryüzünün konuşturulması gibi;

Yeryüzü o müthiş sarsıntı ile sarsıldığı zaman

Ağırlıklarını çıkarıp attığı zaman

İnsan “Ona neler oluyor?” dediği zaman

İşte o gün dile gelip haber verecek her şeyi

Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir

O gün insanlar yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için guruplar halinde ve tek tek gelecekler” (Zilzal; 99/1-6).

***

Şimdi…

İşte bu ayette de her doğan çocuğun, doğuştan (bellerinden zürriyetlerini alarak) fıtratına yerleştirilen tabiî melekelerin tıpkı yeryüzü, gök, dağlar, duman, güneş, yıldız, ay, eller, gözler, deriler gibi dile getirilip konuşturulduğunu görüyoruz.

Böyle yapmakla insanoğlundaki fıtrat, vicdan ve sağduyunun neler yapabileceği, potansiyel imkânlarının neler olduğu onları bizzat içinde taşıyan insanoğluna gösterilmek istenmektedir. Ki insan yarın kıyamet gününde “Bundan haberim yoktu, bilmiyordum.” demesin. Nitekim bir hadiste “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Sonra çevresi onu Hristıyan, Mecusi vs. yapar” buyurulur. Hadis tam da bu ayetin şahane bir tefsiridir.

Demek ki her insanda yaratılıştan varolan fıtrat, vicdan ve sağduyu Allah’ı bulabilecek güçtedir. Yeter ki dondurulmasın, üzeri heva ve hevesle, batıl bağımlılıklarla örtülmesin. Vahyin esas amacı insanoğlundaki bu melekeleri harekete geçirmek, açmak, vurulduğu zincirlerinden ve bağlarından kurtarmaktır. İnsanoğlu bu sayede içindeki bu fıtri sesi dinleyecek ve Allah’ını bulacaktır.

Türkçe’de vicdanın sesini dinlemek”, “sağduyudan şaşmamak” dediğimiz şey, işte bu “Evet, sen bizim Rabbimizsin, şahit olduk” şeklinde dile gelen fıtratın/vicdanın/sağduyunun sesini dinlemek, bundan şaşmamak demektir.

İnsanoğlu işte bundan şaşmamalı, bu sese sık sık dönmelidir. Bu ses onu eğer vahim bir yanlışlık yapmazsa Allah’ına götürecektir. Yine Türkçe’deki “zürriyeti bozuk, vicdansız, cibilliyetsiz” vs. deyimleri de “Bu sese kör ve sağır olmuş, bundan şaşmış, vicdanının sesini duymayan, oradan gelen sese kulak asmayan” anlamındadır.

Şu halde yaratılış, karakter, yapı, tabiat anlamına gelen “fıtrat”, iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç görü, ahlâk şuuru, his, duyu manasına gelen “vicdan” ve doğru düşünme melekesi, doğruyu yanlıştan ayırma özelliği, aklıselim, diri kalmış duyu manasına gelen “sağduyu”, burada, “Allah’ın, birbirinin belinden (sırtından) doğup gelen Âdemoğullarının özüne yerleştirerek bizzat kendilerini şahit tuttuğu şey” demek oluyor. Keza “Allah’ın birleştirmesini istediği şey” ifadesi ile de buna atıfta bulunuluyor.

Şöyle de denilebilir: Allah’ın insanoğlunun özüne yerleştirdiği ve genellikle iç dünyamızda düşünme, anlama, akletme, tefekkür, korkma, titreme, ürperme, sezme, duygulanma vb. anlarında veya bir dış uyarıcının sarsıcı telkini ile ortaya çıkan, üzeri açılan, harekete geçen, inkişaf eden, vecde gelen işte bu fıtrat, vicdan ve sağduyunun sesine kulak vermeliyiz. Onu dinlemeli, kestirip atmamalı, onunla irademizi birleştirmeli, bir araya getirmeliyiz.

Şu halde olası bir “Allah var mı?” sorusuna, yazılmamış bir şekilde iç dünyamızda bulduğumuz “Evet, O var” diyen ışıltı Türkçe’de “vicdanın sesi” dediğimiz şeyin ta kendisidir. Nitekim vicdanın kelime manası “bulma yeri” demek, vecd de “buluş”

Neyi buluyorsun?

İçinde bir fıtrat, vicdan ve sağ (diri kalmış, ölmemiş) bir duyunun, yanının olduğunu…

Gündelik hayatta insanoğlu her yanlış yaptığında bu yanından bir takım sesler duyar. İşte o ses “Gâlu, bela” sesidir. Yani “Evet var, Allah var, ölüm hak, bu yaptığım yanlış” diyen ses…

İşte budur ruhun derinliklerinden gelen evet sesi…

İşte budur insana şahdamarından daha yakın olan sesleniş…

Her insanın iç dünyasında yankılanır durur.

Bu ses kelimelere dökülmemiş ve fakat iç dünyamızda yankılanıp duran iyiliğin, merhametin ve adaletin sesidir. Fıtratın, vicdanın ve de diri, canlı, ölmemiş, yaşayan meleke anlamına gelen sağduyunun sesidir.

Allah, insana, işte buradan gün boyu, her an seslenip duruyor.

Duymuyor musunuz?

Müslüman işte bu sesi duyan, ona kulak verendir.

***

Demek ki vahiy (içteki fısıltı) ile vicdan (içte bulunan) dediğimiz şey nefes-i Rahmanî’nin yani sevgi ve merhamet ses ve soluğunun iki yüzü oluyor. Hz. Peygamber bunu kendi içinde buluyor ve o buluş (vecd) ile açılan kapıdan Allah ona fısıldıyor yani vahyediyor. Kur’an da işte bu vecd ile açılan kapıdan gelen vahiylerin toplandığı kitabın adı oluyor. Bu nedenle onda akla ve vicdana aykırı hiçbir şey yoktur, olamaz. Çünkü akıl, vahiy ve vicdan, üç farklı istikametten gelen aynı sesin üç yüzüdür. Her üçü de Kur’an’ın hiçbir yerinde olumsuz manada kullanılmamıştır.

Bu sebeple olmalı ki Kur’an kendini insanlığa şöyle tanıtır;

Bu, insanlığın vicdanı (basairun li’nnâs), yol gösterici ve kesin bir imana ulaşmak isteyen halk için sevgi ve merhamet kaynağıdır.” (Casiye; 20).

Yani: Bu Kuran, insanlığın basiret damarı, kalp gözü, ölmemiş duyuları, körelmemiş iç görüsü, donmamış vicdanı ve diri kalabilmiş, yaşayan sağduyusudur. Bunları uyandıran, harekete geçiren bir hatırlatmadır (zikra). Bir yol gösterme (huden), sevgi ve merhamet (rahmet) kaynağıdır. Hala akletmeyecek misiniz? Bu akıl tutulması neden?

Demek ki “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna verdiğimiz “Galu beladan beri” cevabını kırk yıl gecikmeyle de olsa yenileyelim: Fıtratımın ve vicdanımın sesini dinlediğimden beri… Ruhumun derinliklerinde yankılanan o sese kulak verişimden bu yana Müslümanım elhamdülillah…

R. İhsan ELİAÇIK



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Fıtrata muvafakat




AKLIN İHÂTA alanını aşmakla birlikte, akılla mütenâkız bir keyfiyet arz etmeyen İslâm dininin mümeyyiz vasıflarından biri, fıtrat dini oluşudur. Müdakkik bir nazar, Allah Resulü�nün (s.a.v) tebliğ ettiği hakikatler ile insan fıtratının temâyülleri arasında orijinal bir insicama rastlayacaktır.

İnsan fıtratına ters gelen birçok unsuru âkide formunda telkin eden nice inanç disiplini, fıtratla giriştiği bu savaşta yenilgiye uğramış; bağlılarını ise, sakındırmaya çalıştığından çok daha vahim yanlışların dolaşımda olduğu bir pozisyona savurmuştur.

Evet, meşrû taleplerin kısıtlandığı bir vasat, iç dünyasında gelgitler yaşayan bireyleri gitgide gayr-ı meşrû bir atmosfere sürüklemiş; benimsediği öğretinin insan fıtratıyla çelişen emirlerini her şeye rağmen hayata geçirmeye çalışan insanlar, zamanla, çok daha uç tasarrufların fâili olma bahtsızlığını yaşamışlardır.

Hıristiyanlık tarihi, bu anlamda nice ibret yüklü mesajı muhtevîdir; müslüman dünyanın aynı handikapları yaşamaması, mezkûr sürece vukufiyete vâbestedir.

Temel öğretileri açısından muharref Hıristiyanlık, özellikle iki konuda, şiddet ve itaat mevzuunda, insan fıtratını zorlayan bir yaklaşım benimsemiş; vetîre, bağlıların, söz konusu hassasiyete tam zıt kutba demir atması ve maksadın tam aksi ile yüzleşilmesi ile neticelenmiştir.

Takipçileri tarafından kaleme alınan İncil�lerde, Hz. İsa�nın (a.s) ağzından, âdeta pasifizmi telkin eden mesajlara yer verilmekte; kişinin düşmanını, hatta kendisine zulmedenleri de sevmesi gerektiği, kişinin komşusunu kendisi kadar sevmesinin, İlâhî yasada Tanrı�yı sevmekten sonra gelen en önemli ikinci emir olduğu dile getirilmektedir.

Ayrıca Yeni Ahit metinlerinden olan Matta�da, Hz. İsa�ya atfen; �Kötüye karşı direnmeyin; sağ yanağınıza bir tokat atana öbürünü de çevirin; size karşı dâvâcı olup abanızı almak isteyene mintanınızı da verin; sizi bin adım yol yürümeye zorlayanla iki bin adım yürüyün.� sözüne yer verilmektedir.* Aynı İncil�de, Hz. İsa�nın, kendisini tutuklamaya gelenlere karşı kılıç çeken ve zorbalardan birinin kulağını kesen havarisini uyardığı, �kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek� ihtarında bulunduğu anlatılır.

Prof. Dr. Şinasi Gündüz�ün isabetle teşhis ettiği gibi, hıristiyan teologlar, Eski Ahit�ten Yeni Ahit�e doğru, yargılayan ve intikam alınmasını telkin eden Tanrı imajının, bağışlayan ve sevgiyi öne çıkaran Tanrı imajına evrildiğini, bu anlamda bir tekâmülden söz edilebileceğini öne sürerler.

Yine Sayın Gündüz�ün dile getirdiği gibi, bugün eldeki İncil metinlerinde ve hıristiyanlığın temel öğretilerinde merkezî bir ağırlığa sahip olan Pavlus da, mektuplarında zaman zaman sevgi temasına yer vermekte, hatta Hz. Musa şeriatındaki tüm emirlerin �komşunu kendin gibi sev� ilkesinde özetlendiğini vurgulamaktadır.

Bir yanağına vurana öbürünü de çevirmeyi öğütleyen mezkûr telkinâtın, pratize edilmesi imkân dâhilinde olamamış; hıristiyanlık, tarihî ve doktrinel anlamda bahsi geçen tavsiyelerin rağmına hareketin ön plânda olduğu bir görüntü vermiştir.

Eldeki İncil metinlerinde, yine Hz. İsa�ya izâfeten, yukarıdaki alıntılarla zıtlık teşkil eden söz ve eylemlere de rastlanır. Zira bağlılarını eline kılıç aldığında ikaz eden ve alıntıladığımız gibi �Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek� diyen Hz. İsa, aynı zamanda, �Kılıcı olmayan abasını satıp bir kılıç alsın� da demektedir. Âdetâ pasifizmin temsilcisi gibi gösterilen Hz. İsa, yine aynı metinlere göre, yahudi din adamlarına (özellikle Ferisî�lere), �ikiyüzlüler�, �yılanlar�, �sizi engerekler soyu� diye hitab etmektedir. �Tapınağa giriş� kıssasında, tapınağı asıl işlevi dışında kullananlara karşı son derece agresif bir tutum takınır. Satıcıları kırbaçla kovalar, masaları devirir, paraları yere saçar vs� (Ş.Gündüz; İslâmiyât C.5-sayı 1)

Tıpkı bunun gibi, Pavlus�un mektuplarında, sevgi ve affedicilik yanında, gazap, farklı düşünenleri lânetleme temaları ile de karşılaşılmakta; �köpekler�, �iğrenç kişiler�, �sünnet bağnazları� türünden nitelemelere rastlanmaktadır.

Buradan iki neticeye ulaşmak mümkün görünüyor.

Birincisi, İlâhî mesajı tanınmaz hâle getiren, tenâkuzlarla mülemma bir mâhiyet�

İkincisi, insan fıtratının sınırlarını zorlayacak müfritlikte dile getirilen mülâyemet söylemlerinin hayata geçirilebilir olmadığı ve zamanla, muhatabları, şiddetin en ürkütücü tezâhürlerinin fâili konumuna sürüklediği gerçeği�**

Tüm dünya, Mesih�in gelişini hızlandırma gibi akıl almaz bir misyonla, şiddetin her nev�ini mâzur gören hıristiyan odaklı eylemlere sahne oldu, yirminci yüzyılın son çeyreğinde. Rahip Jim Jones önderliğindeki �Halk Tapınağı Kilisesi� üyelerinin 1978�deki toplu intiharları; 1993�te, Mesih olduğunu iddia eden David Koresh ve yandaşlarının çıkan çatışmada öldürülmesi; 1995�te, Timothy Mc Veigh adlı müfrit ve dindar bir gencin düzenlediği, 168 kişinin ölümü ile sonuçlanan Oklahoma Federal Binası�ndaki patlama; milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet veren �demokrasi götürme� gerekçeli (!) küresel işgaller ve daha birçok örnek, bir yanağına vurana ötekini de çevirmeyi salık veren teolojik doktrinin, muhatablarınca ne ölçüde hayata geçirildiğinin acı göstergeleri olarak karşımızda duruyor.

Uygulanabilirliği sorgulanmayan ve fıtrat yasaları ile te�lifi imkânsız, ölçüsüz ve mübalağalı bir mülâyemet telkini ile başlayan süreç, zaman içerisinde, ayarsız şiddet eylemlerine tanık olunan bir mecraya kayıyor.

Mübahı haram kılan her öğreti, bağlılarını, haramın mübah addedildiği bir akıl tutulmasına mahkûm ediyor.

İslâm, her mevzuda olduğu gibi bu konuda da muvazene eksenli bir duruşu benimsiyor. Şartların tahakkuk etmesi ve ahlâkî ölçülere muhalefet etmemek kaydıyla, barışa da, savaşa da meşruiyet tanıyor.*** Masumların hakkına tecâvüzle sonuçlanacak hiçbir eyleme cevaz vermiyor ama meşru müdafaayı da mezmum addetmiyor. Evlenmeyi bir beşerî realite olarak görüyor ve tavsiye ediyor. Efendimiz (s.a.v), hanımlarına yaklaşmayıp geceyi ibadetle geçireceklerini, her gün oruç tutacaklarını söyleyen arkadaşlarına, sünnetindeki ölçülülüğü hatırlatıyor; sık sık fıtrata vurgu yapıyor.

Hıristiyanlıkta, şiddet mevzuundaki muktezâ-yı hâle mutabık olmayan durumun benzeri, itaat meselesinde de karşımıza çıkıyor. Gerek Pavlus, gerekse Luther, dünyevî iktidar merkezli şiddete itiraz etmiyor; bilakis her hâlükârda dünyevî yönetimin meşruiyetini Tanrı�dan aldığını, dolayısıyla her tasarrufuna boyun eğilmesi gerektiğini öne sürüyor. �Herkes altında bulunduğu yönetime boyun eğsin. Çünkü Tanrı�dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle, yönetime karşı direnen, Tanrı�nın düzenlediğine karşı gelmiş olur.� sözü Pavlus�a aittir. Luther ise yaşadığı dönemde otorite temsilcilerinin köylülere yaptığı zulme, söylemleri ile dinî legalite sağlamış, köylülerin isyanında prenslerden yana tavır koymuştur.

Tebaayı bu denli pasifize eden ve yönetim odaklı her türden aykırı eyleme meşruiyet kazandıran bu tür bir dinî yaklaşım zaten uzun süre idâme-i hayat edememiş, yine Sayın Gündüz�ün belirttiği gibi, günümüzde temsil edilirliği sadece, Mennonitler ve Kuveykırlar gibi bazı marjinal kiliselerle sınırlı kalmıştır. Bunun dışında ana akım hıristiyan geleneğinde mâkes bulamamıştır.

Müslüman Sünnî gelenekte ise fitneye karşı son derece müteyakkız bir tavır alış ortaya konulmuş, ancak bu söylem hiçbir zaman, bazı yüzeysel anlamalarda rastlandığı türden, körü körüne itaatin dayatıldığı bir raddeye vardırılmamıştır. İmam-ı Âzam�ın, devrindeki bazı kıyamları desteklemesi bu açıdan hayli mânidardır.

Devrinde İslâmî ölçülere riâyette titizlenmesi ile temâyüz etmiş onlarca müslüman idâreci, yöneticinin kendisini dâimâ yönetilenlere karşı sorumlu hissettiği bir geleneğin temsilciliğini üstlenmiştir. Bu gelenekte, ahâli baskın unsurdur. Aynı gelenekte, bir idârecinin hakikatperestliği, halkın uyarılarına açık olup olmadığı, hatta bundan ne ölçüde memnuniyet duyduğu ile ölçülür olmuştur.

Tüm bunlar bize bir gerçeği ihtar etmiyor mu?

Fıtratla savaşanların asla muvaffak olamayacakları gerçeğini�

İnsan fıtratının realitelerini ıskalayan öğreti ve telkinlerin, maksadın tam aksine vücut verdirecek sapmaları muhtevî olduğu ayan beyan görünmüyor mu?

�Zorlaştırmayınız; kolaylaştırınız.� ihtarının önemi tebârüz etmiş değil midir?

Buradan dersler çıkarılabilir diye düşünüyorum.

Fetva değil takva dâiresine taallûk eden ef�ali, herkese teşmil etmeye dayalı zorlama teşebbüslerin sonuçsuz kaldığını müşahede ediyorum.

Üstesinden gelinmez bir takva anlayışı dayatmasının, fertleri daha onulmaz kopmalara sürüklediğini hatırlıyorum.

Mübahları terki bile vazife telakki eden kimilerinin, haramı, belli sözde zaruretlerin yedeğinde irtikâb etmede beis görmediğini fark ediyorum.


farzları yap kebairi terket,şeklindeki takva dâiresinin sınırlarını belirlemedeki bakış açısı, zihnimde daha bir anlam kazanıyor.

Muvazenenin başat faktör olduğu bir anlayışın, hepimize lâzım olduğunu düşünüyorum.



murat türker

* Hz. İsa (a.s), tebliği en kısa ömürlü olan peygamberlerdendir. (Kimi rivâyetlere göre üç yıl). Dolayısıyla bu tür sözlerin gerçekten Hz. İsa�ya (a.s) ait olup olmadığı tesbit edilemese de, bu kadar kısa süre tebliğ yapabilmiş bir peygamberin, tebliğin genel karakteristiği icâbı, ilk dönemler sabır ve mülâyemeti tavsiye bâbından bu tür sözler sarf etmesi mümkündür. Sorun, bunun kimi hıristiyanlar tarafından popülist gerekçelerle, ilânihaye devam eden bir yaklaşım olarak yansıtılmasındadır.

** Prof. Dr. İlhami Güler�in, Friedrich Nietzche�ye atıfla aktardığı şekliyle: �Savaş konusunda, İncil�deki yaklaşım, �azaltma�ya yönelik bir çabadır. Bu azaltma çabası, sonunda kendini hastalıklı bir barbarlık şeklinde örgütleyerek (Kilise) daha güçlü bir şekilde geri tepmiştir.�

*** İslâmî tasavvurda, savaşın meşruiyet zemininin sadece savunma amacına dayandırıldığını söylemek, eksik bir değerlendirme olacaktır. Kişilerin tevhidle buluşmasının engellendiği bir vasatta, sözkonusu engelleri bertaraf etme adına taarruza dönük bir savaş anlayışının meşruiyetinden de söz edilebilir. Sayın Güler, şunları kaydediyor: �Barış kavramı, özü itibariyle, savaşmama hâlinden öte; adâlet, emniyet ve özgürlük değerlerinin kâim olması ve bunun doğurduğu bir sonuçtur. Bu değerlerin kâim olmadığı yerde, kategorik olarak barışı savunmak, bu değerlere ihânettir.� (Güler; İslâmiyât C.5-sayı 1)

 


__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Bir İslam klasiğini okurken

"Sonsuzca hamdolsun o Allah'a ki, insanlığı teslimiyet dinine mensup olarak ve doğru yolu bulacak bir yetenekte yarattı ve onları hoşgörülü, kolay ve pırıl pırıl bir din üzere kıldı. Daha sonra onları koyu bir cehalet kapladı ve aşağıların en aşağısına düştüler de asi olup çıktılar. .."

Bu satırları, 18. yüzyılın yüz akı ve müceddidi Şah Veliyyullah Dihlevi'nin Huccetullahi'l-Baliğa isimli eserinin girişinden çevirdim.

Bazılarına sıradan gibi gelebilir. Fakat bu görünüşte "sade" birkaç cümle, yazarının insan ve İslam felsefesini arı duru ortaya koyan süzme bir içeriğe sahip. Birkaç satırda insan-Allah ilişkisinin serüvenini ve ilahi şeriatların maksatlarını ortaya koymak, ancak aklını vahyin inşa ettiği alimlerin yapabileceği bir iştir.

Şah Veliyyullah'ın bu birkaç satırından bakın neler çıkar:

İnsan için asıl olan sapma değildir.

Fıtrat, insana yaratılıştan sunulmuş "tabiî İslam"dır.

Din insanı dışında bir yerlere değil içine, kendi özüne (cibilliyet-fıtrat) yürüyüşe çağırır ve insanı kendisiyle buluşturur.

İnsan, sadece altyapı itibarıyla 'iyi 'olarak yaratılmakla kalmadı, eğer yanlış üstyapı onu doğru altyapıdan saptırırsa, yeniden doğru yolu bulabilecek bir yeti/yetenekle donatıldı.

Bu yeti ve yeteneği kullanarak "teslimiyet yolunu" yani insanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan İslam'ı bulabilir.

Bulacağı teslimiyet dininin en belirgin ilk üç özelliği "hoşgörülü", "kolay" ve "arı duru, aydınlık bir kaynağa sahip" (el-beydâ') olmasıdır. İslam hoşgörülüdür, çünkü İslam'ın sahibi olan Allah kullarına karşı şefkat, merhamet ve sonsuz bağış sahibidir. Kolaydır, çünkü "O kulları için zorluğu dilemez" (2.185). Arı duru, aydınlık bir kaynağa sahiptir, çünkü o kaynağa nesillerin karıştırdığı çer çöp vahyin arıtıcı ve damıtıcı müdahalesiyle temizlenmiş ve aynı temizlikte bize kadar gelmiştir.

...




sami hocaoğlu


__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

 

Evrensel doğrular,
Ne benim,
Ne senin,
Ne de onundur
Elbette herkesin,
Her topluluğundur,
O doğrulardır ki;
İnsanı insan yapar,
Belki de sultan yapar,
Sapmamalı hiç bir insan,
Sahip çıkmalı,
Önce kendi nefsine
Uygulamalı,
Yaşamalı,yaşatmalı,
Yaşarken örnek olmalı,
Örnek olarak anlatmalı,
Afrikada,Amerikada,
Asyada ve Avrupada,
Hayatın var olduğu her zerrede,
Zamanın akıp gittiği her kürrede,
İnsanlığın ortak paydası,
Evrensel doğrular,
Dört kitabın esasları,
Sosyolojisi,psikolojisi,
Edebiyatı ve de hayatı
Evrensel doğrular,
Evrensel kurallar,
Haş iki o gibi,
Değişmezler,
Değiştirilmezler,
İnsanın insana bakarken,
İnsanın hayvana bakarken,
İnsanın tabiata bakarken,
İnsanın kendine bakarken,
Doğruları
Yanlışları,
Yaratılışın gereği olan,
Elbette fıtratları,
Herkesin ortak alanı,
Herkesin uyması gereken,
Sahipleneceği,
Koruyacağı
Koruması gereken,
Evrensel doğrular,
Çalmayınız,
Hakaret etmeyiniz,
Hor görmeyiniz,
Kin gütmeyiniz,
Zulmetmeyiniz,
Zulme rıza göstermeyiniz,
Tahammül ediniz.
Tecavüz etmeyiniz,
Aldatmayınız,
Yalan söylemeyiniz,
Adam öldürmeyiniz,
İnsan olunuz,insan,
Bunu anlatmalı her insan,
Bunu dillendirmeli her lisan,
Budur insanı insan yapan,
Budur evrensel doğrular.
Sinan Karakaş
 

__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

vicdan hakkında demişler ki...


ilahi içgüdü, ölümsüz ve tanrısal ses! cahil, sınırlı fakat akıllı ve özgür varlığın tek kılavuzu, insanı tanrı'ya benzeten yanılmaz yargıç. insanın doğasını mükemmel, davranışlarını ahlaki yapan sensin. insanı hayvanlardan üstün kılan senden başka bir şey bulamıyorum. sen olmazsan bulabildiğim tek şey, kuralsız bir anlama yetisi ve ilkesiz bir akıl vasıtasıyla kendimi o hatadan bu hataya atma ayrıcalığı....


vicdan bir mahkemedir.
olan bitenin şahidi, hakimi, savcısı...
yargılar, en ağır azabı çektirir suçluya...


kötü biri olacaksanız bundan muhakkak kurtulmanız lazım.
eğer ki vicdanınız rahat değilse, hesap vermek adına korktuğunuz her şey başınıza bir bir gelir çünkü.

rahmetli dedemin babası, kendi babasını dövermiş. özellikle yaşlılığında, babasına cidden kötü davranırmış. baba, kendi oğlundan çektiği bu acıya isyan etmezmiş aslında ama, bir gün şurasına gelmiş olacak ki oğluna "kimsesiz, yalnız ölesin inşallah!" diye beddua etmek durumunda kalmış, içi yanarak.

bu beddua oğlana çok koymuş, bir şekilde, rahatsız hissetmiş. eskisi gibi de kötü davran(a)mamış babasına, ama bedduayı da yemiş bir kere. onun bilincinde. hem yalnız kalırım diye korkuyor hem de vicdan sızım sızım...

...

yıllar geçer tabi baba ölür, oğlan yaşlanır. son günlerinde aslında ona çok iyi bakılır. hayatı boyunca da yalnız kalmaz, hastalığında çocukları sırayla gider gelir ihtiyaçlarını görürler, evde de yalnız değildir. öldüğü gün, çocukları anadolunun dört bir yanında yaşıyor olmasına rağmen, o dönem bir şekilde hepsi yanında baş ucunda olurlar. bütün ailesi çevresinde, o ise yatakta ölüm döşeğinde, herkes ağzının içine bakmaktadır.

-beni yalnız kodunuz, yalnız bıraktınız siz...

diye diye ölür. öyle bir şey işte vicdan...





görecelik içeren "iyi" ve "kötü" kavramlarını rasyonel bir şekilde ayırt etmekte zorlandığımızda akılımızın ötesinde harekete geçen ve bize "doğru yolu" bulmamızda yardımcı olan, mistik olarak ruhumuza işlenmiş ve büyük bir gücün varlığını kanıtlar gibi bedenimizi zihnimizin ötesinde kontrol etme gücüne sahip kuvvet....


insanin icindeki allah korkusu. kimi zaman tum hayatimizi mahveder kimi zaman gecenin bir yarisi intirahara surukler...





en merhametsiz cellattır....


azap hali, gecenin sessizliğinde buruna alınan dirsek darbesi gibi...


vicdan asla adam kayırmaz.
bir sorun bakın, neyseniz onu söyleyecektir....

evrensel ahlak yasasının varlığının göstergesi/nedeni...


yeryüzünde geçerli olması gereken tek din....


 
kötü birşey yaptığınızda her gece uykularınıza giren,sizi günler hatta yıllar belki de ömür boyu inim inim inleten içinizdeki ses..

gün bitip,gece yatağa yattığımızda huzurlu ya da kabus dolu bir uyku uyumamıza sebep olan,sorgulama mekanizması....

düşmanı nefis olan kavramdır. nefisle vicdan insanın ömrü boyunca sürekli kavga halindedir. vicdanını dinleyen insan nefsine karşı galip olur ve kurtuluşa erer...

öyle bir olgudur ki, insanın ona danışmadan attığı her adım geri adımdır. .

tanrının insan icindeki eli...


hiç susmayan, insanın dünyasını bir anda değiştiren iç ses...


kötü bir işin en gizli şahidi vicdanımızdır...


Temiz bir vicdan kadar yumuşak bir yastık yoktur...

insanoğlunun default dini.




__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
muvahhit
Ayrıldı
Ayrıldı


Katılma Tarihi: 24 haziran 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 669
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı muvahhit

Milgram deneyi, insanların erk (otorite) sahibi bir kişi veya kurumun isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye ne ölçüde istekli olduklarını ölçme amacını güden bir deneyler dizisinin genel adıdır. Deneyi gerçekleştiren Yale Üniversitesi psikologlarından Stanley Milgram, bu araştırmasını ilk olarak 1963'te Anormal ve Sosyal Psikoloji Dergisi (İng.: Journal of Abnormal and Social Psychology[1] dergisindeki makalesiyle tanıtmış ve bulgularını 1974'te yayımladığı Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış (İng.: Obedience to Authority; An Experimental View)[2] isimli kitabında daha derinlemesine incelemiştir.


Deneyler Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann'ın Kudüs'te yargılanmaya başlamasından üç ay sonra, Temmuz 1961'de başladı. Milgram, deneyleri şu soruya cevap aramak üzere geliştirmişti: "Eichmann ve Yahudi Soykırımında yer alan yüzbinlerce yardakçısı sadece onlara verilen görevi yerine getiriyor olabilir miydi? Onların hepsi yardakçılık suçuyla suçlanabilir miydi?"[3]

Milgram ulaştığı sonuçları 1974 tarihli makalesi "İtaatin Tehlikeleri"nde (İng.: The Perils of Obedience) özetledi:

İtaatin hukuksal ve felsefesel açılardan devasa önemi bulunmaktadır, ancak bunlar çoğu insanın somut durumlarda nasıl davrandığı konusunda fazla bilgi vermez. Yale Üniversitesinde sıradan bir insanın sadece bir deney bilimcisinden aldığı emirle başka bir insana ne kadar acı çektireceğini ölçmek için basit bir deney düzenledim. Katılan deneklerin güçlü vicdani duyguları ile saf otoriteyi çeliştirdim, ve kurbanların acı dolu çığlıklarının eşliğinde genellikle otorite kazandı. Yetişkin insanların, bir erk makamının komutası doğrultusunda her şeyi göze almakta gösterdikleri aşırı isteklilik, çalışmamızın acilen açıklama gerektiren en önemli bulgusudur.

Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, korkunç bir yoketme işleminin bir parçası olabilmekteler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görüldü.[4]
Deneyin yöntemi [değiştir]

Yale'deki çalışma için denekler gazete ilanları ve posta yoluyla bulundu. Deneyler üniversitenin eski yerleşkesinde, Linsly-Chittenden binasının bodrumundaki iki odada gerçekleştirildi. Deneyin tanıtımında deneyin bir saat sürdüğü ve katılanlara deneyi tamamlamasalar bile 4,50$ ödeneceği bildirildi. Katılımcılar 20 ve 50 yaşları arasında, ilkokul terklerden doktora mezunlarına kadar her türlü öğretim geçmişine sahip erkeklerden oluşuyordu.[1]

Deney gözlemcisi rolünü bir teknisyen önlüğü giyen sert, hissiz görünümlü bir biyoloji öğretmeni oynuyordu. Kurban rolünü de bu rol için eğitilmiş, İrlandalı-Amerikan bir muhasebeci üstlenmişti. Kurban ile deney gözlemcisi aslında işbirlikçi olmalarına karşın bu gerçek katılımcıdan gizleniyor ve kurban, katılımcıya kendisi gibi gönüllü olarak katılmış başka bir denek olarak tanıtılıyordu, dolayısıyla katılımcının gözünde deney, deney gözlemcisi ve iki denekten oluşuyordu. Deney gözlemcisi, iki deneğe "öğrenmede cezanın etkisi" hakkında bir deneye katıldıklarını, birisinin "öğretmen" diğerinin de "öğrenci" rolünü üstlenecekleri bilgisini veriyordu.[1]

Sonra, iki deneğe birer yaprak kağıt veriliyordu. Katılımcının, bu kağıtlardan birinde "öğretmen" ve diğerinde de "öğrenci" yazdığına ve kağıtların rastgele verildiğine inanması sağlanıyordu. Gerçekte ise her iki kağıtta da "öğretmen" yazıyordu ve işbirlikçi denek kendi kağıdında "öğrenci" yazıyormuş gibi rol yapıyordu; böylece katılımcının hep "öğretmen" olması sağlanıyordu. Bu noktada "öğretmen" ve "öğrenci" birbirini duyabilecek ancak göremeyecek şekilde ayrı odalara alınıyordu. Deneyin sürümlerinden biri, işbirlikçi deneğin gerçek deneğe bir kalp rahatsızlığı olduğunu söylemesi gibi ek bir özellik taşıyordu.[1]

Deneyden önce "öğretmen"e 45 voltluk bir elektrik şoku uygulanarak "öğrenci"ye uygulayacağını sandığı şokun neye benzediği hakkında bir fikir verilmiş oluyordu. "Öğretmen"e daha sonra "öğrenci"ye öğretmesi amacıyla sözcük çiftlerinden oluşan bir liste veriliyor, öğretmen de bu listeyi önce öğrenciye bir kere okuyarak işe başlıyordu. Ardından öğretmen listeyi oluşturan sözcük çiftlerinin ilk sözcüklerini teker teker okuyor, okuduğu her sözcük için öğrenciye dört adet seçenek sunuyor, öğrenci de bu seçenekler arasından doğru olduğunu düşündüğü cevabı bildirmek için bir cevap düğmesine basıyordu. Verdiği cevap yanlış ise, her yanlış cevap sonucu giderek artan elektrik şoklarına maruz kalıyordu. Cevap doğru ise öğretmen sonraki sözcük çiftine geçiyordu.[1]

Denekler, öğrencinin verdiği her yanlış yanıta karşılık onun gerçek şoklara maruz kaldığını sanıyorlardı. Gerçekte ise şok uygulanmıyordu. İşbirlikçi denek gerçek denekten ayrıldığı zaman, geçtiği odada elektroşok makinesine bütünleştirilmiş bir ses kayıt cihazını çalıştırıyordu, bu cihaz da her şok seviyesine karşılık önceden kaydedilmiş bir çığlık sesini çalıyordu. Voltajın birkaç defa artırılmasından sonra aktör, kendisini yan odadaki denekten ayıran duvarı yumruklamaya başlıyordu. Birkaç defa yumrukladıktan ve kalp rahatsızlığını hatırlattıktan sonra ise artık sorulara cevap vermemeye ve şikayette bulunmamaya başlıyordu.[1]

Bu noktada pek çok denek, öğrencinin ne halde olduğunu öğrenmek için deneyi durdurmak istediklerini ifade ediyordu. Kimi denekler 135 voltta durup deneyin amacını sorgulamaya başlıyordu. Bunların çoğu sonuçlardan sorumlu tutulmayacaklarına dair güvence aldıktan sonra devam ediyordu. Birkaç denek, öğrenciden gelen acı dolu çığlıkları duyduklarında sinirli biçimde gülmeye başlıyor veya aşırı stres içinde olduklarını gösteren başka davranışlarda bulunuyordu.[1]

Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine aşağıdaki sırayı takip eden sözlü uyarılarda bulunuluyordu:[1]

1. Lütfen devam edin.
2. Deney için devam etmeniz gerekiyor.
3. Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.
4. Başka seçeneğiniz yok, devam etmek "zorundasınız".

Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyordu. Tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu 3 kere ardarda uyguladıktan sonra durduruluyordu.

Sonuçlar [değiştir]

Milgram, deney gerçekleştirilmeden önce Yale üniversitesinin 14 psikoloji yüksek lisans öğrencisiyle sonuçların ne olacağına yönelik bir anket yaptı. Katılımcıların tümü, sadece birkaç sadist eğilimli deneğin (%1,2) en yüksek voltajı uygulayacağını düşünüyordu. Milgram ayrıca meslektaşları arasında da sözlü bir anket yaparak onların da sadece birkaç deneğin çok kuvvetli şok uygulayacağını düşündüklerini gördü.[1]

Milgram'ın ilk deney dizisinde öndeneklerin %65'inin (40 öndenekten 26'sının)[1] deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu, her ne kadar epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da, uyguladıkları görüldü. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorgulamış, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylemişlerdi. Katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmedi. [1] Deneyin çeşitlemeleri daha sonra Milgram'ın kendisi tarafından ve dünya genelinde farklı psikologlarca gerçekleştirildi; sonuçlar birbirine yakındı.[kaynak belirtilmeli] Bu çeşitlemelerle deneyin özgün sonuçlarının onaylanmasına ek olarak deney düzeneğindeki değişkenlerin etkileri de ölçülmüş oldu.

Maryland Baltimore Eyaleti Üniversitesi'nden Dr. Thomas Blass, deney tekrarlarından elde edilen sonuçlar üzerinde bir meta-analiz yürüttü. Bulgularına göre ölümcül gerilimler uygulayabilen katılımcıların oranı, yer ve zamandan bağımsız olarak dikkat çekici bir biçimde sabitti: %61 ile %66 arasında seyrediyordu.[5][6]Şablon:Check

Philip Zimbardo'nun bildirdiğine göre, deneyin farklı şekilde bittiği durumlara pek rastlanmadı. Zimbardo'nun bu yöndeki sorusu üzerine Milgram'ın notlarına ve anılarına göre, son şokları uygulamayı reddeden katılımcılardan hiçbiri ne deneyin kendisinin durdurulmasını talep etti, ne de izin almadan odayı terkederek kurbanın durumunu kontrol etti.[kaynak belirtilmeli]

Milgram, İtaat isimli bir belgesel hazırlayarak deneyi ve sonuçlarını gösterdi. Toplumsal psikoloji üzerine ayrıca beş farklı film daha hazırladı; bunlardan bazıları deneylerine değiniyordu. [7]

Tepkiler [değiştir]

Milgram'ın deneyi, katılımcılar üzerinde yarattığı aşırı duygusal kaygı nedeniyle bilimsel deneylerin etiği konusunda kuşkular uyandırdı. Milgram'ın lehine bir gerçek: Katılanlar arasında yapılan ankete göre katılımcıların %84'ü bu deneye katılmış olmaktan "memnun" veya "çok memnun" olduklarını, %15'i nötr olduklarını (tüm katılımcıların %92'si ankete katıldı) ifade ediyorlardı.[8]. Pek çoğu sonradan teşekkür mesajları yolladı. Milgram eski katılımcılardan ardarda asistanlık ve ekibe katılma teklifleri aldı. Altı yıl sonra, Vietnam Savaşının en ateşli olduğu günlerinde, deneyin katılımcılarından biri Milgram'a bir mektup göndererek deneyde çektiği strese rağmen neden "memnun" olduğunu açıkladı:

1964'te deneye katıldığımda, her ne kadar birisine acı çektirdiğimi sansam da bunu neden yaptığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ne zaman kendi inançları doğrultusunda hareket ettiklerini ve ne zaman uysalca otoriteye itaat ettiklerini ayırt edebilen çok az insan var. ... Kendimi otoritenin çok yanlış şeyler yapmamı isteyen emrine teslim edeceğimi bile bile askere alınmama izin vermem, kendimden korkmama sebep olacaktı. Eğer bana vicdanî retçi statüsü verilmezse hapishaneye gitmeye tamamen hazırım. ... Bu gerçekten de inançlarıma sadık kalmamın tek yolu. Tek umudum, kurul üyelerinin de kendi vicdanlarına göre aynı şekilde hareket etmesi...

Ne var ki, eski katılımcılardan bazılarının hayatını değiştiren bu etki, herkeste aynı değildi. Deneyden sonra katılımcılardan çağdaş standartlara göre geribildirim alınmamıştı, ve ayrılırken yapılan mülakatlara göre pek çoğunun deneyin tam olarak neden yapıldığı hakkında bilgisi yoktu.

Deneyler ayrıca daha duygusal türden eleştiriler de uyandırdı, bunlar deney düzeneğinin etiğinden ziyade deneyden çıkarılacak sonuçlarla ilgiliydi. Yale'de 1961'de yapılan deneyin katılımcılarından Joseph Dimow, "Yahudi Dünyası" (İng.: Jewish Currents) sitesindeki yazısına göre "deneyin baştan beri Nazi dönemindeki Almanlar gibi Amerikalıların da ahlak dışı emirlere itaat edip etmeyeceğini görmek için yapıldığı"ndan kuşkulanıyordu.[9] Aslında bu, deneylerin açıkça ifade edilen hedeflerinden biriydi. Milgram'ın kitabı olan Otoriteye İtaat'tin önsözünden alıntı yapılacak olursa: "Bu soru, Nazi devrinin o çok lanetlediğimiz itaat şekilleri ile bizim laboratuvarda çalıştıklarımız arasında bir ilişki olup olmadığı meselesinden doğar."

Yorumlar [değiştir]

Milgram ulaştığı sonuçları açıklayan iki ana kuram geliştirdi.

1. İlki, S. Asch'in çalışmalarını temel alan Uyum Kuramı'dır. Milgram başvuru grubu ile birey arasındaki temel ilişkiyi tanıtır. Karar verme konusunda, özellikle bir kriz ortamında karar verme konusunda hiçbir deneyimi veya yeteneği olmayan bir denek, kararı gruba ve gruptaki hiyerarşiye bırakır. Grup bir davranışsal model oluşturur.
2. İkincisi ise Araçlaşma Kuramı'dır. Milgram'a göre, "itaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesidir. Kişinin bakış açısındaki bu kritik kayma gerçekleştiği zaman, itaatin tüm öznitelikleri bunu izler". Bu temel olarak askersel açıdan otoriteye saygının temelidir; askerler üstlerinin emirlerini ve komutlarını, sorumluluğun subaylarda olduğunu bilerek yerine getirirler.

Çeşitlemeler [değiştir]

Milgram, Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış isimli kitabında deneyin kendi yürüttüğü 19 çeşitlemesini anlattı. Genel olarak kurbanın ortamdaki varlığı arttıkça itaatin azaldığını, otoritenin ortamdaki varlığı arttığında ise itaatin yükseldiğini tespit etti (1-4 arası deneyler). Örneğin, deney gözlemcisinin yönergelerinin katılımcılara sadece telefonla iletildiği bir sürümde (2. deney), itaat %21 azalıyordu; ilginç bir nokta olarak, birkaç katılımcı deney gözlemcisini "deneye devam ediyormuş gibi yaparak" kandırmaya çalışmıştı. "Öğrenci"nin ortamdaki varlığının en yakın olduğu sürümde ise denekler öğrencinin kollarını kabakuvvet kullanarak şok cihazına temas ettirmeye çalışıyorlardı, bu da itaati düşürüyordu. Bu son sürümde deneklerin ancak %30'u deneyi tamamlayabilmişti.

8 numaralı sürümde, denekler kadınlardan seçildi (Milgram'ın diğer tüm deneylerinde denekler erkekti). İtaatte kaydadeğer bir farklılık gözlenmedi, ancak daha yüksek stres seviyeleri tespit edildi.

Bir sürümde (10. deney), Milgram Connecticut'taki Bridgeport şehrinde mütevazı bir ofis kiralayarak deneyin "Bridgeport Araştırma Kurumu" adında, Yale Üniversitesinden bağımsız bir ticari girişim tarafından düzenlendiği sanısını yarattı. Buradaki amaç, Yale Üniversitesi'nin sahip olduğu prestijin deneklerin davranışı üzerindeki olası etkisini safdışı bırakmaktı. Bu şartlar altında itaat %47.5'e düştü.

Milgram ayrıca otoritenin gücü ile uyuşumun gücünü birleştirdi. Bu deneylerde deneğin yanına arkadaş baskısı uygulamak üzere bir veya iki "öğretmen" daha kondu; bu öğretmenler de, öğrenci gibi, anlaşmalı aktörlerdi. Deneğin grup arkadaşları olduğunu sandığı bu kişilerin eklenmesi, deney sonuçlarını ciddi biçimde etkiledi. Ek iki öğretmenin emirleri reddettiği sürümde (17. deney) 40 denekten sadece 4'ü deneye devam etti.

Başka bir sürümde (18. deney), deneğe ek görevler verildi (soruları mikrofona okumak veya öğrencinin cevaplarını kaydetmek gibi). Bu deneyde de deneğe eşlik eden ve gözlemcinin tüm emirlerine itaat eden bir yalancı öğretmen bulunuyordu. Bu çeşitlemede 40 denekten sadece 3'ü gözlemcinin emirlerine karşı geldi.[10]

Milgram'ın deneyi üzerinde yakın geçmişte yapılan bazı çeşitlemeler farklı bir yorum öneriyordu. İtaat ve otorite kavramlarına yer vermeyen bu yoruma göre Milgram'ın denekleri, olayların gidişini kontrol edemeyeceklerini hissettikleri ve dolayısıyla sorumluluğu sırtlarından attıkları özel bir tür öğrenilmiş çaresizlik sergiliyorlardı.

Yakın geçmişteki başka bir deneyde şok yiyen bir aktör yerine bir bilgisayar simülasyonu konuyordu; şoku veren denekler karşılarında gerçek bir insan olmadığının farkındaydı ancak sonuçlar yine aynı çıktı.[11]

Buradaki kaydadeğer gözlem, bir insanın normal koşullar altında başka bir insana zarar vermek istemeyeceğidir. Ancak ciddi bir zorlama altında kişinin aklı karışabilmekte ve kişiyi kendi davranışları için bir otoritenin onayını aramaya sevketmektedir. Böylece emir verilen kişinin, davranışlarını açıklayacak bir otorite olduğu düşüncesiyle, sadece doğru olduğunu düşündüğü bir işi yaptığı bir durum ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucu olarak da kişinin başlangıçta kendi davranışlarını yargılayacak çok az veya hiç etik kuralı olmadığı için başka bir kişiyi etik dışı olarak incittiği görüşünü benimsemeyecektir.
ve Güçlü olana "hayır" demenin ve itaat etmeme cesaretini göstermenin bu kadar zor olmasının bir nedeni daha var. İnsanlık tarihinin büyük bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik de günahla özdeş kabul edilmiştir. Bunun sebebi de basittir: Şimdiye kadar tarih boyunca genellikle bir azınlık, çoğunluğa hakim olmuştur. Hayattaki iyi ve güzel şeylerin pek az kimseye yetmesi ve çoğunluğa da sadece kırıntıların kalması, bu kuralı yaratmıştır. Az sayıda kimse iyi ve hoş şeylerin tadını çıkarmak ve bunun da ötesinde, çokluk olanların onlara hizmet etmesini ve onlar için çalışmasını istemişse, bunun bir şartı vardı: Sayıca çok olanların, itaati öğrenmeleri gerekiyordu. Şüphe yok ki itaat, sadece kuvvet kullanılarak da sağlanabilir. Fakat bu yolun birçok sakıncaları vardır. Çoğunluğun da azınlığı günün birinde aynı şekilde güç kullanarak alaşağı edecek duruma gelme ihtimali, sürekli bir tehdittir. Üstelik yalnızca korkunun yarattığı itaat ile yapılamayan pek çok iş de vardır. Bu yüzden sadece kaba kuvvet kor¬kusundan kaynaklanan itaatin, insanın içinden kaynaklanan bir itaate çevrilmesi gerekir. Sadece itaatsizlikten korkmak yerine, insan itaat etmek istemeli, hattâ buna ihtiyaç duymalıdır. Bunun gerçekleşmesi için, güçlü olanın "mutlak iyi"nin ve "mutlak akıllı"nın özelliklerini taklit etmesi, "her şeyi bilen" haline gelmesi gerekir. Bu olursa, güçlü olan (iktidarda olan) itaatsizliğin günah, itaatin de sevap olduğunu açıklayabilir. Böyle bir durumda, sayıda çok, güçte zayıf olanlar itaati, itaatin iyi olduğu için benimser, itaatsizlikten de kötü olduğu için nefret ederler. Korkak oldukları için, bu kararları dolayısı ile kendilerinden tiksinmekten de kurtulurlar. Luther'den ondokuzuncu yüzyıla kadar insanlar, açık ve ortada olan otoritelerle ilgilenirlerdi. Luther, papa ve prensler ona (otoriteye) destek verirler; orta sınıf, işçiler ve fîlozoflarsa bu eğilimi insanların içinden söküp atmak isterlerdi. Hem devletteki, hem de ailedeki otoriteye karşı mücadele, aydınlanma dönemi filozoflarının ve bilim adamlarının belirgin özelliği olan entellektüel ruh halinden ayrı düşünülemez. Bu "eleştirici ruh hali", bir akla inanç haliydi ve aynı zamanda geleneklere, boş inançlara, göreneğe ve iktidara dayanan her söze ve düşünceye karşı şüphe etmek demekti. "Sapere aude" (akıllı olmak cesaretini göster) ve de "komnibus est dubitandum" (kalabalığın içinde en az bir kişi şüphe etmeli) özdeyişleri, bu tutumu çok iyi özetliyordu. "Hayır" deme yeteneğinin önünü açıp, onu teşvik eden de, işte bu akımdı.
Erich Fromm

vikipedi,özgür ansiklopedi

"itaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesidir.

A'raf/38 (Y.N.Ö.):Allah buyurdu: "Sizden önce gelip geçmiş cin ve insan topluluklarıyla içiçe, girin bakalım ateşe." Her ümmet girdiğinde, yoldaşına/kızkardeşine lanet eder. Nihayet, hepsi orada bir araya gelince, sonrakiler öncekiler için şöyle derler: "Rabbimiz! Bizi bunlar saptırdılar. Ateş azabını bunlara bir kat daha fazla ver." Allah buyurur: "Her biri için bir kat fazlası var, fakat siz bilmezsiniz."



__________________
Herkes kendi ameliyle Allah’ın huzuruna gider
Yukarı dön Göster muvahhit's Profil Diğer Mesajlarını Ara: muvahhit
 

<< Önceki Sayfa Sonraki >>
  Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazıcı Sürümü Yazıcı Sürümü

Forum Atla
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme
Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme
Sizin yetkiniz yok forumda konu silme
Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme
Sizin yetkiniz yok forumda anket açma
Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma

Powered by Web Wiz Forums version 7.92
Copyright ©2001-2004 Web Wiz Guide
hanif islam

Real-Time Stats and Visitor Reports Sitemizin Gunluk, Haftalik, aylik Ziyaretci  Detaylari Real-Time Stats and Visitor Reports

     Sayfam.de  

blog stats