Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Muhtevaya suret giydirme sorunu: vahiy nasıl tecelli ediyor?
Abdulkerim
Suruş’un Kur’an ve vahyin niteliği üzerine serdettiği görüşü İran’da
tartışmalara yolaçtı. Gerçi bu görüşlerini biraz daha kapalı biçimde
“Nebevî Tecrübenin Açılımı (Bast-i Tecrube-i Nebevî)” isimli kitabında
zikrediyordu. Ama Hollanda radyosuna verdiği röportajda bazı noktaları
gayet açık biçimde dile getirmiş oldu. Bu konunun geçen hafta
İstanbul’da, önde gelen bazı hocaların ve İslamcı entelektüellerin özel
sohbetinde de konuşulduğunu, orada da ortaya ilginç bir soru atıldığını
kaydetmemde yarar var. Soru şuydu: Kur’an nomatif düzenleme
getiren bir kitap mıdır (vahyin amacı bu mudur), yoksa referans mı
gösterir? Vahiy eğer kendinden önceki uygulamalara referans gösteriyor
ve yepyeni bir şey ikame etmiyorsa referans gösterilen şeylerin
maksadını tesbit ettiğimiz takdirde normun muasır biçimini biz de
kararlaştırabilir miyiz? Farkedileceği gibi soru hayli ilginçtir. Meseleye muhteva-suret ilişkisi bakımından bakan Suruş’un sorusuyla bu soru aslında meselenin iki boyutuna işaret etmiş oluyor. Suruş’un
vahye ilişkin görüşünün temel sorusu şu gibi gözüküyor: Vahiy konu
olduğunda muhtevaya suret nasıl giydiriliyor? Bir başka ifadeyle, vahiy
nasıl tecelli ve tezahür ediyor? Klasik kelamın rivayetlere ve
ayetlere dayanarak yaptığı tasnifleri de gözardı etmeden sorarsak,
acaba vahiy elimizdeki mushafta kayıtlı kelimeler ve cümleler olarak mı
geldi Rasulullah’a? Eğer böyle geldiyse “yedi kıraat”ın izahı
nedir? Arapça’da farklı aksanlara/lehçelere göre ayrı ayrı vahiy inmiş
olmadığına göre (en azından rivayetlerde böyle bir kayıt yok) değişik
okuyuşların caiz görülmesi ile vahyin suret bulması arasında nasıl bir
ilişki vardır? Eğer vahiy kelime ve cümle olarak gelmediyse Rasulullah’ın (sav) vahyi aktarmadaki rolü nedir? Suruş’un
görüşünde, iddia edilenin aksine vahyi inkar değil, onu Rasulullah’la
özdeşleştirmeye varan (“o heva ve hevesinden konuşmaz”) bir yorum
vardır. Rasulullah’ın Allah’la ilişkisini tarif eden Suruş, bu durumda
onun sadece aktaran bir elçi olamayacağını öne sürüyor. Aslına
bakılırsa bu yaklaşım geleneksel vahiy ve peygamber kavrayışına
uygundur. Sünneti teşri kaynağı görmeyen ve onu vahyin içinden
çıkartarak yalnızca elçilikle sınırlayan modern görüşün kabul
edemeyeceği bir yorum öne sürüyor Suruş. Geleneksel görüş
Rasulullah’ın da teşri yetkisi bulunduğundan sözederken sünnete vahiy
değeri vermekle suçlanmıştı. Sünnetin teşri yetkisi olmadığını, esasen
“sünnet” diye bir delil bulunmadığını ve sünnetin de ancak herhangi bir
tefsir kadar yorum olabileceğini savunanlara karşı Suruş, sünnetin
teşri yetkisi bulunduğu müdafaa etmekle kalmıyor, sünneti vahyin sureti
kabul ediyor. Öyleyse asıl sorumuz, sünnetin vahyin sureti olup olmadığıdır. Bu
durumda “sünnet”i Kur’an dışında aramak, ya da Kur’an’da kayıtlı olan
ile orada kayıtlı olmayan sünnet arasında metodolojik ayrım yapmak
hatalı bir bakış haline gelecektir. Acaba Abdullah b. Mesud,
Felak ve Nas surelerinin Kur’an’dan olmadığını, Rasulullah’ın onları
dua olarak okuduğunu söylerken böyle bir zihinsel hazırlık nedeniyle mi
bu görüşünü dile getiriyordu? Ve acaba, onun bu görüşüne itiraz
edenler, yine aynı zihinsel hazırlık nedeniyle mi onu vahyi reddetmekle
suçlamadılar da sadece yanıldığını söylediler? Hadis ve tarih kitapları
İbn Mesud’un bu görüşünü sapkın ve heretik bulmayıp asırlar boyunca bu
nedenle mi aktarageldiler? Bu felsefi mesele, içinden kolay
sıyrılınacak bir konu değildir. O nedenle bu türden görüşleri ilk
okuduğumuzda hemen o görüş sahiplerinin karşısına herkesin ilk aklına
gelen ayetleri çıkarmak (“Kur’an’ı biz indirdik, koruyacak olan da
biziz”), sorunu felsefi ve kelami boyutlarıyla kavrayamamaktan
kaynaklanmaktadır. Hele meselenin alfabesinde olanların, ilk iş
olarak itirazlar yükseltmek yerine, sükunet içinde tartışmayı
izlemelerinde ve alternatif okumalarla bilgilerini ve sistemli bakış
kabiliyetlerini güçlendirmeye çalışmalarında yarar var. Bendenizin
işin başındaki kanaati şudur ki, Hıristiyanlıkta vahyin sureti İsa
Mesih’tir. İslam’da ise vahyin sureti dildir. Suruş, Hz. Peygamber’in
vahiydeki rolünü tarif ederken galiba Rasulullah’ı suret yapmaya
varacak bir yorumun kapısını açıyor. Acaba tarihte Hz.
Peygamber vahyin sureti olarak algılandı mı? Bunu tesbit edebilmek için
konuyla ilgili rivayetlere tekrar dönüp bakmakta kuşkusuz yarar var. Suruş’un
Rasulullah’ı suret kabul etmesindeki saiklerden biri de, dilin
yeteneğinin, vahye suret olmaya yetmeyecek seviyede bulunması olabilir.
(“Yerdeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, hatta yedi deniz daha
olsa, Rabbinin kelimeleri tükenmez” ) Tartışmanın şimdilik dinî
yönünü münakaşa ettiğimiz farkedilmiştir. Ama bir de İslam’ın yaşayan
politik modeli olarak İran’ı ilgilendiren siyasî yönü var. Vahyin muhteva-suret ilişkisine dair Suruş’un görüşünün siyasî bakımdan ne anlama geldiğini başka bir yazıda anlatacağım.
www.fikritakip.com
kenan çamurcu
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
|
|
|
Dinî düşüncenin ihyası bahsi olarak “Kelam-ı Muhammed” tartışmasıHilal
TV’de 10 Nisan 2008 Perşembe akşamı Ali Bulaç ve Abdurrahman Aslan’ın
katıldığı bir programda, Abdulkerim Suruş’un, fikritakip.com için
tercüme ettiğim “kelam-ı Muhammed” çerçevesinde dile getirdiği görüşler
tartışıldı. Daha doğrusu programın tartışma konusu buydu ve Ali Bulaç
bu meseleyle ilgili görüşünü açıkladı. Konuyla ilgili görüş belirtmeyen
Abdurrahman Aslan ise başka konularda daha önce de defalarca ifade
ettiği düşüncelerini açıkladı.
Programı izlerken konunun bir önceki hafta da ele alındığını
öğrendim. Geçen haftaki programı izlemediğim için o konuşmalar hakkında
görüş belirtemeyeceğim. Fakat 10 Nisan tarihli programda konuşmacılar
tarafından Suruş’a fazlasıyla haksızlık edildiğini gördüğüm için bu
yazıyı yazma ihtiyacı hissettim.
Programın katılımcılarından Abdurrahman Aslan, “kelam-ı Muhammed”
üzerine hiç konuşmadığı için onun sözlerini değerlendirmeyeceğim. Ama
Aslan’ın konuşmasındaki bir konuya değinmeden de geçmemek gerekiyor.
Aslan, Suruş’u Türkiye’ye ilk davet ettiğim 1994’teki kimi
konuşmalarına dayanarak yaptığı eleştirilerini 94’ten bu yana
tekrarlıyor. Yani söylediklerinde yeni bir şey yok. Ayrıca o
eleştirileri de, benim ya mütercim ya da sohbetin katılımcısı olarak
bulunduğum yüzyüze konuşmalar sırasında Suruş tarafından ikna edici
biçimde cevaplanmıştı. Her ne kadar Aslan, dediği dedik tavrını
sürdürse de önemli olan yöneltilen soru ve eleştirilere Suruş’un
verdiği cevaplardaki yeterlilik olmalıdır.
Bu eleştirilerin başında Suruş’un Popper’i izleyerek görüşlerini
ortaya koyduğu iddiası geliyor. Benim de hazır bulunduğum sohbetlerde
Suruş, Aslan’a, İslami bilginin mutlak hakikati temsil etmediği
düşüncesinin İslam tarihi boyunca müfessirler, fakihler, mutasavvıflar
ve filozoflar tarafından açıkça dile getirildiğini, bunun için Popper’e
ihtiyacımız bulunmadığını örnekleriyle anlatmıştı.
Müfessirlerin bütün ayetlerin tefsirinden sonra “en doğrusunu
Allah bilir” notu düştüklerini hatırlatan Suruş, içtihadı teşvik eden
“hata edene bir, isabet edene iki sevap” ilkesini de mutlak hakikati
bilemeyeceğimizin, ama onu anlamak için çaba göstermenin gerekliliğine
kanıt olarak göstermişti. Suruş’un verdiği pek çok alimden kavilleri,
fıkıh usulünden delilleri, tefsirden örnekleri hiç saymıyorum.
İslam düşünce tarihinde güçlü yeri olan bu tutumu, yani hakikate
ulaşma veya onu temsil etme iddiası karşısındaki dinî anlayış, edep ve
tevazuyu bir yöntem olarak dile getiren; bunu, bilgiyi elde etme ve
onun tüm tecelli ve tezahürlerini de buna göre düzenlemenin yöntemi
olarak savunan Suruş’u Poppercilikle suçlaması, Aslan’ın bıkmadan dile
getirdiği eleştiridir. Ancak görüldüğü gibi, hem İslam fıkıh
metodolojisi bakımından, hem de Suruş’u, Batılıların beklentisi
doğrultusunda İslam’ı görecelileştirmeye çalışan komplonun içinde
gösterme gayreti bakımından hayli zayıf bir eleştiridir. Kaldı ki
Popper’in pozitivizmi altetmesine medyun olarak modernizm eleştirisi
yapanlar ve modernite eleştirisi yaparken post-modernliğin tüm
verilerini İslamileştirme (bilginin İslamileştirilmesi yönteminin
tıpatıp aynısı bir tarzdır bu) yolunu tutanlar Suruş’u Poppercilikle
suçlama hakkına sahip midir?
Bahsi geçen programda Aslan’ın Suruş’tan sözederken, “İki program
boyunca Suruş’un görüşlerini değerlendirmekle ona fazla değer
veriyoruz. Bunu hakeden biri değil” demesi, İslami terbiye ile ilgili
olduğu kadar, ihata sorunuyla da doğrudan alakalıdır. Suruş’un felsefe,
fıkıh, irfan, tefsir, tarih vs. alanlarda yaptığı geniş ve derin
gezintiyle görüşlerini ortaya koymasına karşın, ona itiraz eden
Aslan’ın bu ihatanın ne kadarına ulaşabildiğini tarafların ortaya
koyduğu görüşlerin satır aralarından kolaylıkla çıkarmak mümkündür.
Kaldı ki Aslan’ın eleştirisine temel olan bakışaçısı bütünüyle
politiktir ve bu yönüyle de entelektüel bir tartışmada dikkate alınması
zordur.
Galiba unutulan çok önemli nokta, Suruş’un, başta Amerika olmak
üzere Batı ittifakının nüfuzuna ve hegemonisine karşı İran’da
gerçekleşen görkemli devrimin 70’li yıllarda fikrî önderliğini yapmış
Müslüman aydın hareketinin en önemli isimlerinden biri olduğudur. Aynı
Suruş, devrimden sonra yeni nizamın kültür ve eğitim alanındaki
bakışaçısını oluşturmak ve hatta üniversitelere varıncaya kadar
müfredat hazırlamak gibi çok mühim bir görev kendisine emanet edilmiş
mütefekkirlerden biridir. İşte devrimin lideri rahmetli Humeyni’nin bu
mühim göreve layık gördüğü böylesine donanımlı bir şuur ve basireti,
neredeyse Batının ajanı (veya en iyi ihtimalle modernizme gönlünü
kaptırıp savrulmuş tipik aydın) saymak, iyimser tepkiyle insanı
gülümsetebilir. Bu suçlamayı yöneltenlerin İslam düşünce tarihi
bakımından anlam arzedecek nasıl bir teori ve pratik içinden
geldiklerine bakıp heybelerindeki birikimi terazinin diğer kefesine
koyarak Suruş’u ne kadar tartabileceklerini test etmek mümkündür.
Programda, Türkiye'deki İslam düşüncesinin önde gelen
isimlerinden Ali Bulaç’ın yaptığı eleştiriler Suruş’la aynı atmosferi
teneffüs eden yönteme dayanılarak yapılmış olmakla birlikte, bilgi
hatası diyebileceğimiz bazı noktaların etkisiyle Bulaç'ın asıl
tartışılması gereken mevzuları ele almaktan uzaklaştığını
söyleyebiliriz.
Bilgi hatası dediğimiz yerler; Suruş’un “kelam-ı Muhammed”
görüşünü değerlendirirken onun “vahyin dilinde hata”dan sözettiği,
“Peygamber’in (sav) vahye müdahil olduğu”nu savunduğu, “Kur’an’da hata
bulunduğu”na inandığı gibi noktalara yoğunlaşarak, daha doğrusu bu
ifadelerle Suruş’u özetledikten sonra eleştirilerini sıralamış
olmasıdır.
Böyle olunca Suruş’un görüşüne karşı “vahyin korunduğu” ilkesini
başlangıç noktası seçerek yapılan eleştiriler hem Suruş’u İslam
dairesinin dışına çıkaran bir tavra yolaçıyor, hem de aslında
tartışılması gereken başlıkları tartışmanın dışında bırakıyor.
Böyle olduğunun kanıtı da, programda “kelam-ı Muhammed” görüşünün
tartışılacağı söylenmesine rağmen bu bahsin hiçbir sorusunun ele
alınmamış olmasıdır.
Oysa cevabı verilmesi gereken bazı temel sorular şunlardı:
- Vahiy nasıl suret bulur? - Lafız ve mana aynı ve bir midir? - Allah’ın kelamı, elimizdeki mushafın ta kendisi midir? Yahut kelam, mushaftaki biçimiyle mi nazil olmuştur? - Tamamen beşeri bir yönteme dayanılarak oluşturulan hadis-i kutsi kategorisine neden ihtiyaç duyulmuştur? -
Bütün alimler, ilgili hadislere dayanarak Kur’an’ın yedi farklı
okuyuşundan bahsederken ilahi kelam (zât) ve vahyin nüzulü (araz)
arasındaki farklılığa işaret etmiş olmuyorlar mı? - İbn Mesud’un
Felak ve Nas surelerini vahiy kabul ettiği halde Kur’an’dan
saymamasının yönteme ilişkin manası nedir? İbn Mesud, neden bu
surelerin hadis-i kutsi olduğunu söylememiş de Kur’an’dan olmadıklarını
savunmuştur? - Mahiyet ve suret, muhteva ve biçim tartışmasının
felsefi-irfani anlamları İslam düşünce birikimi içinde en az fıkıh ve
diğer ilimler kadar meşru değil midir? - İslam düşüncesinde fıkıh, dini anlamanın tek mümkün ilmi; usul-i fıkıh da tek mümkün yöntemi midir?
Soruları çoğaltabiliriz. Fakat bahsettiğim programda bu soruların
hiçbirinin tartışılmadığını, böyle olunca da aslında değerlendirilmesi
gereken bahsin ele alınmadığını söylemek zorundayız.
Neticede tartışma dönüp dolaşıp Abdulkerim Suruş isimli filozofun
görüşleri, bu görüşleri neden serdettiği, biraz komplo, biraz politika
ve sonuç olarak da modern dünyada İslam’ı savunabilmek için İslam
düşünce tarihinde belli bir görüşü temel alıp onun tarihsel birikimini
tekrarlamaktan başka yolumuz bulunmadığı çözümüne geldi.
Abdurrahman Aslan, Ebu Hanife’nin el-Ta’lim ve’l-Müteallim’de
geçen ünlü sözünü hatırlatırcasına, havuzda boğulan birine kurtulmaya
çalışmamasını öğütleyerek, İslam’ı modern saldırılara karşı korumanın
içe kapanmayla mümkün olabileceğini tuhaf bir şekilde tekrarlamaya
devam ediyor. Bin küsur yıllık İslam tarihinde her dönemde dinî
düşüncenin ıslahı ve tecdid yanlısı fikirler, görüşler ve akımlar
olduğu gibi, yeniliklere hiçbir şekilde muhatap olmamayı öneren akımlar
da ortaya çıktı. O nedenle Aslan’ın kendisine uygun bulduğu seçeneği
işaretlemesinde makul olmayan bir taraf yok. Ama makul ve meşru
olmayan, bu seçeneğin dinin ta kendisi olduğunu iddia etmesi ve bu
vehme dayanarak da mesela Suruş’u İslam dairesi dışına çıkarmaya
yeltenen vahim hataya kapılmasıdır. Hele bunu bir de günümüzün gündelik
politik diliyle bir komplonun parçası haline getirerek yapınca neyin
dinle ilgili olduğunu bile ayırtedemez hale gelmekten
kurtulamayabiliriz.
Bu vesileyle sözkonusu programda dile getirilen bazı görüşlere
(Ali Bulaç’ınkiler ağırlıklı olmak üzere) değinmekte yarar vardır.
Ama her şeyden önce anlaşılan odur ki, Suruş’un “kelam-ı Muhammed”
görüşünün daha iyi anlaşılması için “Nebevî Tecrübe (Bast-i Tecrube-i
Nebevi)” isimli kitabının tercüme edilmesinde yarar vardır. Kısmet
olursa bu çeviri işini bizzat ben üstleneceğim ve kitabın en kısa
zamanda yayınlanması için gayret göstereceğim. (Kitabın aslında nebevî
tecrübenin genişlemesini ifade eden başlığını “Nebevî Tecrübenin
Açılımı” şeklinde çeviriyor olmakla birlikte Türkçe’deki “açılım”
kelimesinin Arapça “bast”taki genişleme, yayılma ve kapsamının
büyümesini ifade eden sürece karşılık gelmediğini de belirtelim. Belki
bu nedenle sadece “Nebevi Tecrübe” diye bırakmak daha doğrudur.)
Abdulkerim Suruş, İran İslam devriminden sonra yeni dönemin
“kültür devrimi” iddiasını gerçek yapmak üzere bizzat İmam Humeyni
tarafından görevlendirilmiş kurulun üyesiydi. Bu amaçla ülkeye davet
edildi ve İngiltere’de üniversitedeki görevini bırakıp İran’a döndü.
İmam Humeyni’nin, Kültür Devrimi Şurası’na, Haddadadil (2004-2008
döneminde Meclis başkanlığı yaptı) ve Suruş gibi edebiyat, irfan ve
felsefe alanında temayüz etmiş isimleri alması manidardır. Özellikle
Suruş, Batı felsefesine olan hakimiyetini İslam felsefesi, irfan ve
klasik ilimlerdeki vukufiyeti üzerini kurmuş bir isim olarak o vakitler
İran’ın en popüler Müslüman aydınıydı. Daha da ilginci, hep Şeriati’nin
devamı gibi algılanmasına rağmen Şeriati’nin dini ideolojileştirmesine
(dolayısıyla da sekülerleştirdiğine) yönelttiği eleştiriler nedeniyle
geleneksel İslami görüşün aydınlar arasındaki parlak temsilcisi olarak
medrese tarafından ayakta selamlanıyordu.
Tabii ki İranlı geleneksel ulemanın büyük açmazı şuydu ki, bir
yandan Şeriati’nin yenilikçi fikirlerine karşı çıkıp onun yorumlarının
İslam’ı geleneksel anlayıştan uzaklaştırıp seküler ideolojiler arasına
soktuğu itirazını yaparken (ve burada da en büyük yardımı merhum
Ayetullah Mutahhari’den alırken), öte yandan İmam Humeyni’nin velayet-i
fakih teorisinin “İslam devleti”ne temel oluşturacak zeminini
savunmakla (ve bu teoriyi modern siyaset teorisine bakarak yeniden
üretmekle) Şeriati’den çok da farklı bir kavram evreninde
durmuyorlardı. Suruş, tam da bu çelişkiye dikkat çektiği ve dini din
olmaktan çıkaran ideolojileştirme süreçlerini analiz ettiği
“İdeolojiden de Gürbüz (Ferbihter ez ideoloji)” isimli kitabında
geleneksel ulema ile arasının neden açıldığının ipuçlarını ortaya
koymaktadır.
Bu açıdan bakıldığında Suruş, İran’daki modernist akımlar
tarafından gelenekçi düşünür muamelesi görmektedir. Esasında Suruş’un
kendisinin de bu nitelemeye bir itirazı yoktur. Fakat Seyyid Hüseyin
Nasr gibi isimlerin gelenekçi (tradisyonalist) tarzından ayrıldığını
söylemek istediğinde, tarihte vuku bulan ve yaşanan şeyi, doğrunun
yegane kaynağı kabul etmediğini hatırlatmaktadır.
Abdurrahman Aslan’ın, Suruş’u eleştirirken bilerek veya bilmeyerek
Nasr’ın tradisyonalist akımında olduğu gibi, tarihte vuku bulan ve
yaşanan şeyi doğrunun, hatta hakikatin yegane temsilcisi gördüğünü
tespit edelim. Suruş ise, her ne kadar kendi görüşünün tarihteki
temellerini göstermeyi asla ihmal etmiyor ve kendi gelenekçiliğini de
uzun tarihsel sürece dayıyorsa da, tradisyonalist ya da tarihin
doğruluğuna itikat eden akıma mukabil, tarihsel olanı tarihte bırakmayı
veya en azından tarihe eleştirel bakmayı önerdiğini görüyoruz.
Eleştirel tutumuna dikkat kesilindiğinden çoğu kere Suruş’un
gelenekçiliğinin dikkatlerden kaçtığı doğrudur. Halbuki o, İslam
düşüncesinde güçlü biçimde dile getirilen ihya ve tecdit icabını,
sanıldığının aksine, tarihten koparak değil, tarihteki köklerinden
başlatarak modern dünyaya getirme yanlısıdır.
Suruş’u mesela Fazlurrahman’dan ayıran önemli nokta da burasıdır.
Çoğu yenilikçi ve reformist din bilgininin tarihten ve gelenekten
kopmaya daveti ile Suruş’un çağrısı arasında hiçbir ilişki
bulunmadığını anlayamayan eleştiriler ısrarla onu “modernist” olarak
tanımlamakla gerçekte tam da onun eleştirdiği kıyafeti zorla ona
giydirmeye çalışıyorlar.
Suruş’un ajandasında İslam’ı modern dünyaya nasıl uyduracağı
sorusu değil, İslam’ın modern dünyaya cevabını hangi tarihsel köklere
dayanarak vereceği tartışması vardır.
Aynı soruyu Muhammed İkbal’in de, Mehmet Akif’in de, Cemaleddin
Esedabadi’nin de, Said-i Nursi’nin de sorduğunu hatırlayalım. Hepsi de
soruyu cevaplarken kendilerine, İslam düşünce tarihinden selefî akımın
yeniliklere karşı sükût yöntemini değil, İslam’ın içtihadla sorunların
üstesinden gelebileceği görüşünü seçtiler.
Şu halde Suruş’u suçlayanlar esas itibariyle ihya ve tecdit
hareketlerinin dayandığı güçlü damarı ve o damarın seçkin isimlerini
itham etmiş oluyorlar.
Suruş, İslam düşünce tarihindeki gerilimde fıkhın karşısına geçip
felsefenin tarafında yeralmak (Gazali’ye karşı İbn Rüşdçülük yapmak)
yerine farklı bir yöne gidiyor ve felsefe ile irfanı biraraya
getirerek, en az usul-i fıkıh kadar saygın ve anlamlı alternatif
yöntemi ihya etmeye yöneliyor. Oysa tarihteki gerilimde irfan, fıkıhla
birlikte Gazzali’nin elindeydi, İbn Rüşdçüler ise sadece felsefe ile bu
yönteme karşı mücadele veriyorlardı.
Suruş’un düşünce temellerinde İslam felsefesi kadar, hatta daha
fazla irfanın yer tuttuğuna ve bu metodolojinin din anlayışıyla
sorunları değerlendirmeye yöneldiğinde fıkıhçıların tepkisini çektiğine
dikkat edilmelidir. Suruş’un karşısında irfan ve felsefeye soğuk bakan
fıkıh vardır ve mesela İran’da politik iktidarı elinde tutan bu akım,
Suruş’un Kur’an okumalarına da, din anlayışına da bu nedenle hiçbir
şekilde geçit vermemeye azimlidir.
Suruş, kendisine fıkıh cenahından gelen tepkinin aslında irfan ve
felsefeye yönelik olduğunun farkındadır. Çünkü aynı tepki, 60’lı
yıllara kadar Kum’da, sonrasında da Necef’teki sürgün yıllarında
(fıkhın kalesi Necef medrese havzasında) İmam Humeyni’yi hedef almıştı.
Ama rahmetli Humeyni, bütün bunlara rağmen Gorbaçov’a yazdığı davet
mektubunda onu İbn-i Arabi’ye, Sadru’l-müteellihin’e ve Molla Sadra’ya
yönlendirdi.
Bazı kimseler Suruş’u değerlendirirken muhtemeldir ki irfanı dini
anlamada bir yöntem olarak değil, en çok edebiyatın konusu olabilecek
bir düşünce alanı görüyorlar. Dolayısıyla Suruş, bu yöntemi kullanarak
bazı yorumlarda bulunduğunda bu hem fıkıhçıların yöntemini ve
görüşlerini, hem de dünyevi iktidarlarını sarsabiliyor. Hilal TV’deki
programda Suruş’un dilinin ilim dili olmadığı söylenirken düşülen hata,
irfanın bir usûl ve dinî anlayış evreni değil, olsa olsa edebiyata dair
bir mesele görülmüş olmasıdır. Böyle olunca Suruş ilmin dilini değil,
edebiyatın dilini kullanarak dinî anlayış sahasında konuşan bir
mütefekkir haline gelmektedir. Oysa Suruş’un kullandığı dilin belki
fıkhın dili olmadığı, ama her halükarda onun ilmin diliyle konuştuğu
görülmeli ve ifade edilmeliydi. İddianın aksine, Suruş’un dili ilim
dilidir; felsefe, irfan ve tasavvufun diliyle dinî bilgi üreten bir
alimin dilidir.
Ali Bulaç’ın gayet iyi bildiği gibi (“Din-Felsefe, Akıl-Vahiy
İlişkisi” kitabına bakılabilir), İslam düşünce tarihindeki bu
tartışmanın bir tarafında yeralan Suruş, bugün “vahyin suret bulması”
meselesine getirdiği yorumla tarihsel gerilimin aktüel tezahürleri için
de sonuçları olabilecek bir girişimde bulunuyor kuşkusuz. Fakat
unutmamak gerekir ki, İbn Bacce (Ali Bulaç bu filozofun önemine dikkat
çeker), İmam Şatibi, Şah Veliyyullah Dehlevi, Muhammed İkbal,
Cemaleddin Esedabadi ve başkaları da kendi dönemlerinde farklı
meselelerde de olsa aynı yöntemi doğal sonuçlarına vardırdıklarında
tepkilerle karşılaşmalarına rağmen, kendi mecrasında oluşan bilinen
usûl’den farklı bir metodoloji bulunduğunu bize aktarmaktan
vazgeçmediler.
Suruş’un “kelam-ı Muhammed” görüşünde tecelli eden de gerçekte o
yöntemin ve dinî anlayış farkının veraset intikal örneğinden başkası
değildir. İşin asıl önemli olan yanı budur ve görüşün kendisi aslında
bu önem sıralamasında altta yeralmaktadır.
Madem meselenin aslında bir yöntem, usûl ve metodoloji meselesi
olduğunu tespit ediyoruz, o halde “kelam-ı Muhammed”le ilgili
tartışılması gereken birinci sorunun şu olduğuna karar verebiliriz:
- İslam kitap eksenli bir din midir, yoksa peygamber eksenli bir din mi? - İlahi vahyin maksadı, kitap göndermek midir, yoksa peygamber göndermek mi? - İlahi mesaj, kitap yoluyla mı, yoksa peygamber yoluyla mı insanlara ulaştırılmaktadır? -
Hz. Musa’nın (a) peygamberliği, ilerlemiş yaşında elinde levhalarla Tur
dağından kavmine indiği sırada mı anlam ve değer kazandı? Eğer ilahi
mesajın ekseninde Tevrat ya da levhalar vardıysa neden Nil nehrine
bırakıldığı andan itibaren Hz. Musa’nın hayatının bütün safhalarını
izliyor ve peygamberlik tecrübesinin açılıp genişlemesine, kapsamının
büyümesine tanıklık ediyoruz? Hatta Hz. İsa’yı ana rahmine düştüğünden
itibaren takip etmiyor muyuz?
Bu sorulara verilen cevaplar, dinde hangi yöntemi takip ederek
bilgi ürettiğimizi gösterecektir. Eğer o yöntemin tüm gereklerine uygun
davranır ve seçtiğimiz usûlün mecrasından çıkmazsak, ne kadar çarpıcı
ve şaşırtıcı olursa olsun, uygulamalı alanlarda karşılaşacağımız
sonuçlara da sahip çıkmamız gerekir.
Suruş, İslam’ı peygamber eksenli bir din kabul ettiği anlaşılan
“kelam-ı Muhammed” görüşünde vahyin nasıl suret kazandığı meselesine
cevap verirken Hz. Peygamber’in vahiy sürecindeki rolünü bu nedenle
“üretici” olarak tarif ediyor.
Hıristiyan kelamında da Hz. Mesih’in böyle algılandığını, ama Hz.
Peygamber’in konumundan farklı olarak, vahiyle içiçe olmasının aşamalı
şekilde önce vahiyle özdeşleştirildiğini, sonra da ilahi zâta ilişik ve
giderek de onun hem aynı, hem gayrı olduğu karmaşasına ulaşıldığını
söyleyebiliriz. İslam kelamında ise Rasulullah (sav) kesin olarak
beşerdir. Suruş’a göre de Hz. Peygamber (sav) beşerdir ve ilahi zât ile
mesafesi havsalanın almakta zorluk çekeceği yakınlıkta olmasına karşın
(Miraç’ta Cebrail Sidre’de durmak zorunda kalmışken O yoluna devam
edebildi) iki varlık düzeyi arasında kesin bir sınır vardır.
Burada belki akla gelebilecek soru, nasıl olup da İslam’ın
peygamber eksenli bir din olmaktan kitap eksenli bir din haline
geldiğidir. Acaba, özellikle tefsire giren “İsrailiyyat”ın bunda etkisi
var mıdır? Zira Yahudilik, tıpkı Sih dini gibi peygamber eksenli değil,
kitap eksenli bir dindir. Yahudilikteki Musa, Hıristiyanlıktaki İsa
gibi değildir.
Peki, Muhammed (sav) hangisi gibidir?
Kitap eksenli din anlayışının en çarpıcı örneği Sih dini olsa
gerektir. Monoteist bir din sayılan Sih dini, bilindiği gibi, gurular
aracılığıyla insanlara ulaştırılmış bir dinî metne dayanır. Sih dininin
peygamberi yoktur, bu nedenle “Kitap” bu dinin ekseninde yeralır. Hatta
Sih mabetlerinde “Kitap” kıble tarafında hayli süslü bir yatak içinde
muhafaza edilir, gece olduğunda ise bulunduğu yerden alınıp arka odada
uyumaya götürülür. Sihlerde “Kitap” canlı bir organizma gibidir. Yaşar,
nefes alır, uyur, konuşur.
İslam’da da böyle midir? Kitap dinin ekseninde midir, konuşur mu?
Yoksa sessizdir de sorulara mı cevap verir; yani insanlar mı onu
konuşturur?
Suruş’un önemli sorularından biri de Kur’an’ın sessiz bir kitap mı
(sâmit), yoksa konuşan bir kitap mı (nâtık) olduğudur. Ali Bulaç, buna
benzer bir tartışma ortamında Kur’an hükümlerinin normatif değer mi,
yoksa referans değeri mi taşıdığını sormuştu.
Kur’an eğer konuşan bir kitapsa dinin ekseninde yeralıyor demektir ve bu durumda kitap, peygamberin de önüne geçer.
Kur’an eğer konuşan bir kitapsa vazettiği hükümler normatif değer
taşır, yani bütün zamanlar ve mekanlar için geçerli ve hiçbir değişkene
bağlı olmaksızın varolan hükümler içerir. Bu durumda metnin dili de,
muhtevası da, kullandığı kültürel öğeler ve örnekler de lafızda geçtiği
şekliyle normatif hüküm anlamı taşır. Bu açıdan bakıldığında Kur’an’ın
kadim olmasından başka seçenek yoktur. Yani Kur’an yaratılmış değildir
ve beşer tozuna bulanmamıştır. Geldiği aşkın mertebede durmakta, oradan
insanlığa konuşmakta, yaşamakta ve nefes alıp vermektedir.
Ali Bulaç, Mutezile’nin “halku’l-Kur’an” bahsinde açtığı
tartışmayı Suruş’un çarpıttığını, Mutezile’nin Suruş’un sandığı gibi
vahyin tarihselliği veya beşeri özelliği üzerine bir şey söylemediğini,
dolayısıyla da Mutezile’nin sadece kelami bir tartışma yaptığını öne
sürüyor. Fakat sıra Suruş’un “kelam-ı Muhammed” görüşüne geldiğinde bu
görüşün masum bir entelektüel arayış olarak görülemeyeceğini,
Batılıların İslam’ın modern hayata ayak uydurması için Suruş’unki gibi
girişimleri teşvik ettiğini söylüyor.
Suruş’un, Mutezile’nin “halku’l-Kur’an” tartışmasını salt kelam
veya entelektüel bir tartışma olarak yapmadığını söylemesine itiraz
ettikten sonra Suruş’u başka niyetler taşımakla suçlamak adil mi?
Halbuki dikkatli bakıldığında Kur’an’ın yaratılıp yaratılmadığı
meselesinin, -iddia edildiği gibi sadece kelami bir tartışma idiyse
bile- entelektüel sahada hapsolup kaldığı nasıl savunulabilir?
“Halku’l-Kur’an” gibi sarsıcı bir tartışma, şişede durduğu gibi masum
durabilir mi? Şişenin kapağı bir kez açılıp cin serbest kaldıktan sonra
dışarıda kopacak fırtınalar belli değil midir?
Tartışmanın Allah ve fiilleri ile ilgili olduğunu hesaba katarsak,
nasıl olur da toplumsal hayata, anlayışlara, siyasete, din anlayışına,
dinî metodolojiye vs. yansımalara olmayan ve entelektüel alanda sessiz
sedasız bir köşede oturabilecek bir tartışmadan sözettiğimizi
söyleyebiliriz?
Zira Kur’an’ın Allah’ın fiili olarak onun zâtından bir parça mı,
yoksa yaratılmış fiili olarak zâtından gayrı mı olduğunu sorguluyoruz.
Bir şeyin yaratılması, o şeyin Allah’ın zâtı ile özdeşlik
ilişkisinin kesildiği anlamına gelmez mi? Allah’ın yaratılmış fiilinin
zâtın aynı olduğu nasıl söylenebilir? Yaratılmış bir fiil olarak
Kur’an, zâtın aynı ve onunla bir değilse beşer düzeyindeki bu olgunun
hem tarihselliğinden, hem beşeriliğinden, hem de peygamberin ardından
geldiğinden bahsetmek gerekmez mi?
Yok eğer “kitap”, Yahudilik ve Sihlikte olduğu gibi zâtın bir
parçasıysa, yaratılmamış ve kadimse ve beşerî unsurlarla tarif edilmesi
mümkün değilse, bu durumda “kitap”, dinin eksenine yerleşecek ve
yöneltilen sorulara cevap veren bir metin olmaktan çok, nâtık bir kitap
olacaktır. Böyle bir metnin konuşabilmesinin mümkün yolu, belli bir
dinadamı kesiminin hakikati yorumlama yetkisiyle doğruyu temsil
makamına oturmak zorunda kalmasıdır. Bu evrilmeden sonra insanın
hakikat karşısındaki tevazusundan eser kalmayacaktır.
Hiç kuşku yok, İslam’da vahyin bu şekilde tanımlandığı bir görüş
elbette vardır. Ama vahyi böyle görmeyen bir görüş ve yöntem de vardır.
Suruş ikincisinin muasır temsilcisi olarak temayüz ediyor ve bu eski
görüşü yeni tartışma konularıyla ihya ediyor.
Suruş’un, Peygamber’i (sav) dinin eksenine oturtan “kelam-ı
Muhammed” görüşüne ancak Peygamber’i (sav) dinin ekseninden çıkartarak
itiraz edilebildiğini görmek gerekir. Bunu yaparken vahyin korunmuşluğu
prensibini hatırlatmak ve Peygamber’in vahiyde aktarma ve aracılık
dışında herhangi bir rolünün bulunmadığını öne sürmek itiraza haklılık
kazandırmaya yetmez. Zira “Peygamber vahye müdahil değildir” dedikten
sonra, İslam’ı bütünüyle Rasulullah’ın etrafında ören anlayış gerçekte
Suruş’unkinden farklı ne söylüyor?
Suruş’un tartışması, öncelikli olarak vahyin değil, peygamberliğin mahiyetiyle ilgilidir.
Görüldüğü gibi “Kelam-ı Muhammed” çok önemli bir bahistir ve işin
ehli kalemlerin konuyla meşgul olmaları, dinî düşüncenin ihyası ve
tecdit bâbında usûle dair kıymetli katkıların kapısını aralayabilir.
| | | |
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
Saffet Metin Uzman Uye
Katılma Tarihi: 07 ekim 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 672
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
merhaba Asım arkadaşım,
Şimdi yazılarda gördüğüm, Muavvizeteyn sureleri ile ilgili bazı kısımlarla ilgili bir katkıda bulunmak istiyorum.
O da bir yazıda Abdullah bin Ömerin, diğer bir yazıda İbni Mesud un bu surelerin Kur'an dan olmadığını iddia etmesidir.
Ben her ikisinin de öyle bir şey dediğini düşünmüyorum. Demişlerse Kur’an da fazlalık olduğunu iddia etmiş demektir. Kur’an da fazlalık ta, eksiklikte olduğunu iddia etmek, hem peygambere, hem Allaha iftiradır. Ayrıca Bu sahabiler fazlalık veya eksiklik iddia edebilecek kimseler değildir. Çok bilgili, ilim sahibi sahabeler olup, böyle bir lafın nereye gideceğinin bilincinde saygın insanlardır.
Böyle bir şey olamaz. Bunu kabul edersek, veya birazcık ciddi bulsak şöyle şeylere de kapı açarız.
işte Tevbe suresinin son iki ayeti 19 mucizesine uymuyor Kur'an dan değildir. Çıkaralım. Bu Amerikada Submission org taki kurucusu Reşat Halifenin , Edip Yükselin de savunduğu fikir olup. Şu anda Amerikada bu kesim kendileri için Tevbe suresin son iki ayeti olmayan Kur'anlar bastırıp kullanmaktadır.
Yok efendim Kur'an da recm ile ilgili ayet varmışta, hatta bunu okurlarmışta, keçi gelmiş yemiş.
Yok Kur'an daki Ahzap suresi bugünkünün iki katıymışta, yarısı kaybolmuş.
Kur'andaki her ayet iki kişinin şahitliği ile yazılmışmışta, Yok sadece Tevbe Suresinin son iki ayeti Huzeyme bin Ensari adlı bir Medineli tarafından Kur'an komisyonuna bildirilmiş. Peygamberin bu kişiyle ilgili hadisi varmış güya, Huzeymenin şahitliği iki kişinin şahitliği gibidir. Diye.
Onun için komisyon onun tek kişilik rivayetini kabul etmiş te, Güya Hz. Ömerin tek kişi olan recm ile ilgili rivayetini kabul etmemiş. Hz. Ömeri herkes bilir. Nasıl bir iman sahibi, tevhid eri olduğunu herkes bilir. Ama komisyon ona güvenmiyor, Huzeymeye güveniyor. Bak bak.
Hadi recm ayetini keçi yedi. Madem okuyordunuz da bir Hz. Ömer mi hatırladı yani başka biri hatırlamadı. Recm olayına bir tek Hz. Ömer mi taktı yani.
Hadi keçi yedi, komisyona siz yazılı bir metin mi getiriyordunuz yani. İki kişinin hatırlayıp yazdırdığını komisyon kabul ediyordu. İster keçi yesin, ister kedi köpek yesin.
Madem Ahzap suresi, bugünkünün iki katıydı. Madem böyle okuyordunuz da, o kadar hafız vardı. Hiç birimi hatırlamadı. Bu ayetlerden herhangi biri için iki şahit bulunamadımı.Laf.
Ben böyle bir komisyona da inanmıyorum. Varsa da bu şekil çalıştığına inanmıyorum.
Ya bunlar hadislerde var, tarihi olaydır. Hz. Ebubekir , Zeyt bin Sabit başkanlığında bir komisyon kurdu, efendim savaşlarda hafızlar ölüyordu. Yoksa Kur’an ciddi bir yerde yazılmamıştı. Kemikler üstüne bile kazınmıştı. Bu iş yapılmasaydı maazallah Kur’an ortadan kalkardı.
Siz bunlara inanıyormusunuz. Safi yalan, iftira, çelişki dolu ifadeler.
Ben inanmıyorum . NEDEN .
Bakara Suresi
282. Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın, Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (olsun). Çağırıldıkları vakit şahitler gelmemezlik etmesin. Büyük veya küçük, vâdesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şehadet için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. Ancak aranızda yapıp bitirdiğiniz peşin bir ticaret olursa, bu durum farklıdır. Bu durumda onu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. (Genellikle) alışveriş yaptığınızda şahit tutun. Ne yazan, ne de şahit zarara uğratılsın. Eğer bunu yaparsanız (zarar verirseniz) şüphe yok ki bu, sizin yoldan çıkmanız demektir. Allah'tan korkun. Allah size gerekli olanı öğretiyor. Allah her şeyi bilmektedir.
283. Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.
Şimdi Müslümanlar, birbirine borçlandığı zaman bunları yazdırıyorlar. Bu tip şeyleri yazmak için ceylan derisi, papirüs, parşömen neyse o zamanın kağıdı olan şeyleri buluyorlar da. İş Kur’an ayetlerini yazmaya gelince, kemiklere yazıyorlar.
Milletin borcunu, harcını , sözleşmesini yazmaya gelince yazacak ortam var.
Ayrıca Bu iş için yazıcılar diye bir meslek erbabı var, bir esnaf sınıfı var yani. Osmanlı döneminde bile bu işi böyle yapan yazıcı esnafı vardı. Hatta Karagöz , Hacivat oyunlarında Karagözün Yazıcılığı diye bir oyun vardır.
Tacirlerin ikiside okuma, yazmayı bilmeyebilir. Onun için yazıcı, katip mesleğindeki adam onlar ne istemişse, ne kastetmişse dosdoğru olarak yazsın diyor ayet. Yazıcıya sorumluluk yüklüyor.
İş Kur’anı yazmaya gelince peygamber yazdırmıyor. Öylemi. Tabii yüce Allah sadece sözleşmelerinizi yazdırın dedi.Benden korkun borcunuzu eksik yazdırmayın dedi ama Kur’anı yazdırmak gibi bir işi bunun dışında tuttu, ÖYLEMİ. Peygamber de bu işi ihmal etti. Ortalıkta tacirlerin sözleşmelerini yazıp, bundan para kazanan yazıcı esnafı dururken, bu işi yapmadı, yapamadı. Hafızların hafızasına bıraktı.Ortalıkta tacirlerin sözleşmesi için yeterince araç bulunurken, artık o devirde ne kullanıyorlarsa ceylan derisi, parşömen, papirüs vb. millet te neye yazacağını şaşırdı gitti kemiklerin bile üstüne yazdı. Hz. Peygamber bu işi kendinden sonra halife olan Hz. Ebubekir’e bıraktı. ÖYLEMİ.
Bunun böyle olduğunu anlatan hadis profesörleri falan vardır. Ama bunların hepsi koca bir PALAVRA dır.
Bakara 282 bunun böyle olmadığını gayet güzel anlatıyor.
Yazacak ortam yoktu. Kemik üstüne bile yazdık. YALAN.
Okuma yazma bilen azdı. Onun için ezberlendi. Daha sonra yazıya geçti. YALAN.
Bir komisyon toplandı. İki kişinin şahitlik ettiği her ayet yazıldı. YALAN.
Yüce Allah Kur’anı böyle koruyor işte. Bakara 282 ile.
Hz. Ebubekir ve Hz. Osman döneminde yapılan iş, peygamber döneminde yazdırılan Kur’anı kopyalatma ve bu şekilde eyaletlere göndermedir.
Biz peygamber döneminde şöyle okurduk, şimdi yok. Yok şu sure kısa. Yok şu ayet vardı şimdi yok. Yok keçi yedi. Yok bir şahitle yazıldı falan . Bunların hepsi PALAVRA, büyük cür’et ve İFTİRA.
Olayları hadislerde falan bu şekilde anlatmak, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer , Hz Osman’a bazı faziletler atfetmek için, Ümeyyenin yaptığı faliyetlerdir. Çünkü siyaseten bunlara karşı, bunlardan hoşlanmayıp onları kötüleyen oldukça kuvvetli bir kesim vardı. Bu insanların ilk ikisi Hz. Peygamberle kayınpederlik ilişkisi olan (hz. Ayşe ve hz. Hafsa ), Üçüncüsü de Hz. Peygamberin damadı olan şahıstır. İslam tarihinde olumlu karakterlerdir. Her ne kadar Şia, siyaseten bunların hilafetine gıcıksa da,
Kur’anı çoğalttırmışlardır, TAMAM. Ama yazıya geçirtmeleri ve yok olmaktan kurtarmaları da büyük İDDİAdır.
Herkese Selamlar,
__________________ Allah Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam Saffet Metin;
Yazdıklarınıza katılıyorum. Peki, "harekelendirme" ve "kıraat farklılıkları" konusu bu "yazma" işi ile nasıl izah edilebilir ? Bu konudaki görüşlerinizi, mümkünse ayrı bir başlık altında açıklarsanız memnun olurum.
Esenlik dileklerimle...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
suruş kafamı karıştırdı...
söylediği şeyleri iyice anlamaya çalışıyorum...
iyice anlamadan redetmek yada kabul etmek istemiyorum...
düşünmeye devam...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Dostlar, zülfü yârın düğümünü çözün Bir nefes hoştur, şu kıssayı daha bir uzatın Halvette olmak ünsiyettir, dostlarsa birarada “İnne yekâdu”yu okuyun ve başınızı kaldırın Rubâb ve çeng yüksek sesle söyler namelerini Ki sırlar ehlinin mesajıyla kendinizden geçesiniz Bu halkada olmayanlar aşkla diri Yürüyün ölmeden, fetvamla namaz kılın Müslüman
aydın olmak, dindar aydınların tarikatıdır. Hem beşeri tecrübeden, hem
de nebevi tecrübeden faydalanan bir düşünce okuludur. Bunların herhangi
birini, diğeri için kurban etmez. Eski vahyin modern zamanlarda da aynı
şekilde söyleyecek ve öğretecek çok şeyi olduğuna ve ifade
dağarcığının boş olmadığına inanır. Müslüman aydın olmayı, her ne kadar
siyaset ve diyanet alanında büyük değişimler yaratma kabiliyetine
sahipse de, dinî bir fırka veya siyasi bir parti seviyesine indirmek
insafsızlık olur. Dindar aydın; vahiyden bağımsız akla inanan,
bundan beslenen ve elinde akıl lambasıyla hakikati bulmak ve karanlığı
aydınlatmak için ilerleyen aydın gibidir. Ve dindardırlar; çünkü
tahkikle edindikleri imanları, ne taklide ve taabbude, ne mirasa ve
zorlamaya, ne heves ve âdete, ne korku ve tamaha dayanmaz. Aksine,
akılcı bir ölçüp biçme ve ruhani bir tecrübeden çıkarılmıştır,
kesintisiz biçimde ayıklanıp temizlenmekte ve geliştirilmektedir. Dindar
aydın, sel gibi akışkan bir kimliktir. Çünkü akıl yürütme, hakikati
arama ve hurafe yıkma işi selden başkasıyla yoldaş değildir. Dinadamı
değildir. Çünkü herkes o okulda kendisinin din adamı olabilir. Dergahı
olmayan şeyhlerin oturduğu şeyhsiz bir dergahtır orası. İrtidad,
bidat, kafir, mümin vs. gibi kategorilerin yolu oraya çıkmaz. Çünkü bu
kategoriler, mevcut siyasî ve dinî güce tabidirler. Maişetin
derdindeki dindarların kollektif kimliğine ait dindarlık ise zorlama,
nedensel, miras, maişetçi, kimlikçi, taabbudi ve taklittir. Her gün
yüzlerce Nuh tufanı ve ruh tuğyanının baş gösterdiği ve haşin fikrî
gezintilerin mesire yeri olan dindar aydın, harabeye dönmekten korkup
da küfür ve bidat namına sellerin yoluna nasıl baraj kurabilir? Ben virane olmuşum ne gam Asıl virane olacak sultanın hazinesi Fakat
Müslüman aydının dinden bağımsız bir maneviyata inancı da yoktur. Dinî
ibadetlere, daima koruyucu kabuk anlamı verir. Bu koruyucu ibadetleri
işrak tecrübesinin öğretmenlerinden ve mukaddes gül bahçesinin
kuşlarından, yani peygamberlerden almak en iyisidir. Çünkü onlar, süluk
sahasının en tecrübeli şehsüvarları ve soyutlama ufkunun
fatihleridirler. Müslüman aydınlar, dindardırlar, din yapıcı değil.
Vahiy okulunda tecrübe aktarma ve bilgi öğretmeleri, maslahat gözeterek
değil, sadakat ve hakikat nedeniyledir. Rasûl-i Ekrem’in azim ve aziz
şahsiyeti, Allah Teala’nın Müslümanlara bahşettiği bir nimettir. Bu
azim ve aziz şahsiyetin tecrübe ve taliminden, tamamen ve kemal manada
yararlanmak gerekir. Bütün iyiler yaratılışa yaraşır Ki sahibimiz huzurunda el bağlasınlar Kamer onun karşısında uluorta görünemez Görünse de herkes onu ayıplar Dindar
aydın olmak, marifet ve tecrübeye dayalı düşünce olması hükmüne göre
ideoloji değildir. Yani seçkincilik, hareket yanlılığı ve silahlı
mücadele ideolojisi. Varolan düşmana karşı hareket, ayaklanma
ve yaka paça olmayı düşünen ideolojiler hakikate pek az şefkatlidir,
savaş alanları çok dardır ve düşmanın yenilmesiyle kendileri de yenilir
ve çökerler. Tasfiye ile ve seçkin sınıfın ortaya çıkarılmasıyla geçici
olarak üretilen silahlar, uyum kaybına uğrar ve izi kalmamacasına
silinir gider. İmamet silsilesinde istisna oluşturan İmam
Hüseyin (a) ve şehadeti, Şeriati’nin seçkinci öyküsünde kurala dönüşür
ve İran kültürünün iftihar ettiği Ebu Ali Sina, Ebuzer’in ayakları
altında aşağılanır. Böylece saltanatı ezmek ve devrimci İslam’ın
seküler saltanata karşı zafer kazanması için gerekli ideolojik silah
hazırlanmış olur. İyi niyetin, doğru olmayan tavırla yoldaşlığında en
küçük eksiği, kalıcı olmamasıdır. Müslüman aydın, geçici şer’i
hilelerle fıkhı sözde yenileyen ahaliden de değildir. Günümüzde aydın
ve yenilikçi lakabı alan bazı fakihler, mesela Kayıp İmam’ın gaybetine
tevessül ederek veya İslam’ın zaafından kaçınarak recm cezası, göz
çıkarma ve benzerlerini lağvedebiliyorlar. Fakihlerin saygınlığını
koruyarak söylersek, bunlar her ne olurlarsa olsunlar ne aydındırlar,
ne de yenilikçi. Çünkü usulde içtihadın çocukları değildirler. Dindar
aydın, usulde içtihada inanır. Yani kelamda ve ahlakta içtihad ve
nübüvvet, vahiy, mead, Allah vs.’nin yeniden anlaşılması. Mürtedin
ve bidatçinin hükmü ancak insan, bilgi, tarih ve topluma dair yeni bir
kavrayışla gözden geçirilebilir. Aksi takdirde her şeyi eski usule göre
halletmek ve kınayıcıların kınaması nedeniyle bu konudaki fıkhî hükmün
süresini geçici olarak uzatmak ne bir çaba gerektirir, ne de içtihad.
Bu, basit ve durumu idare eden maslahatçılıktan başka bir şey değildir. Kelamcı
Mutahhari, bir vakitler ‘son din’ meselesine eğilmişti. Modern dünya
ile son din İslam arasındaki tek sorunun fıkhî ve hukukî gerilim
olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle de geri kalmanın sıkıntısını fıkhın
desteğiyle söküp atmaya çalışıyordu. “Lâ harac (zorluk yoktur)” ve “lâ
darar (zarar yoktur)” gibi kuralları hatırlatarak modern hayatın
sorunlarını çözmede fıkhın gücünü göstermek istiyordu. Oysa fıkhın
hiçbir zaman kendi ayakları üzerinde durmadığı ve duramayacağı, tek
başına kendisini destekleme veya kendisini savunma gücü bulunmadığı,
eğer kelam, ahlak vs. ilimlerinden yudumlamazsa susuzluk ateşini
bastıramayacağı gibi apaçık bir nokta galiba Mutahhari’nin kuvvetli
dikkatinden kaçmıştı. Eğer fıkıhta yenilik yapılacaksa fakihlerin
Tanrı’sı, fakihlerin Peygamber’i vs. de yenilenmelidir. Bu, tam da
dindar aydının istediği şeydir ve Mutahhari gibi Mutezili bir
kelamcının zihni bile onu bulamayabilir. Dinî geleneği
yüceltse, onu bilmeyi aydın olmanın rüknü saysa ve seküler aydınların
bilgisini ve pratiğini de bu nedenle eksiklik ve zayıflığa müptela
görse de Müslüman aydının okulu, geleneksel ve gelenekçi de değildir. Bununla
birlikte ne geleneği diriltmeyi mümkün görür, ne de geleneği tekrar
ihya etmeyi günümüzün sorunlarını çözecek formül sayar. Bugünün dünyası
da dünün dünyası kadar gerçek ve en az onun kadar yaşanan bir hayat.
Geleneğin moderniteye üstünlüğüne veya modernitenin geleneğe
üstünlüğüne kail olacağımız daha temelsiz ve daha az ikna edici bir
kanıt yok ortada. “Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların kazandıkları
kendilerine, sizin kazandıklarınız ise sizedir.” (Bakara 134) Müslüman
aydın, geçmiştekilerin dini anlayışının en az bugünkülerin dini
kavrayışı kadar kendi zamanlarının etkisi altında olduğunu ve kendi
çağlarının varsayımlarıyla paralel bulunduğunu vurgular. İnandıkları
şey, “Onlar adamsa biz de adamız”dır Acaba geçmiştekileri sırf önce geldikleri için kutsallaştırmak, akılsızlığın ta kendisi ve düşünceyi donuklaştırmak değil midir? Ne
modernite cennetin eşiğidir, ne de gelenek avucunda cenneti tutuyor.
Babamız Âdem’i cennetten çıkarın şeytan, bugün de onun torunlarını
kandırmakla meşgul. Dindar aydının nazarında dinin en önemli
hizmeti ne siyasete, ne ticarete, ne de bilgiye değil ahlakadır. Dinden
ahlak beklentisi içinde olunmalıdır ve onu ahlaki eleştiri yapmak
gerekir. Fıkhı da ahlaki eleştiriden masun tutmamalıdır. Nitekim bugün
en çok ihtiyaç duyulan da budur. Böyle bir ahlaki eleştiri,
fıkhı hem daha güçlü, hem de daha donanımlı kılacaktır. Böylece
sorunların düğümünü Kayıp İmam çağına bağlanarak değil, hak ve adalet
ilkesine sarılarak çözmek mümkün olacaktır. Dindar aydın, aydın
olması hasebiyle itiraz ve eleştiri öğelerini haizdir; hem dünyadaki
siyasi sisteme, hem de İran’dakine. Özellikle de dinî temellere göre
kurulmuş ve görünümü modern, özü ise şer’i ve geleneksel olan İran’ın
bugünkü sistemine. Görünümü de, özü de dindar aydınların
beğenisini kazanamamış bir sistem! Bu bakımdan dindar aydınlar, bu
sistemde ne takdir görürler, ne de gönüllerde yer bulurlar. Ne siyasi
eleştirmenlerin mesut ikbaline sahiptirler, ne de geleneksel müminlerin
nazar boncuğudurlar. Varlıkları nasıl günahsa, sözleri de öyle. Fakat
egemenlere söylemek gerekir ki, eğer bir zamanlar Müslüman arifler,
irfanın güler yüzüyle fıkhın asık yüzünü İslam kültürünün çehresinden
giderebildiler, ona şık ve ölümsüz bir cazibe kazandırabildiler ve onu
Yahudileşme afetinden kurtarabildilerse bugün de sadece dindar aydınlar
dini yeni bir okumayla iman için yeni bir saray ve atmosfer inşa
edebilirler. Sebepleri bilmenin hayreti öldürdüğü böyle bir zamanda,
sebepleri bilen ve hayrete âşina akılcılığı kurabilirler. Bu kavmin niyeti hataysa, aman dikkat onu yapmayasın Görüldüğü
gibi, dindar aydın uzun bir geçmişe ve yüksek ikbale sahiptir. Vahiyden
bağımsız aklı onurlu kimlikleri yapan Mutezililerden tutun, irfani
tecrübe, burhani tefekkür ve vahiy öğretilerini yan yana getirip din ve
tefekkürün uyuşmazlığı bâtıl fikrini rüsvay eden Sadruddin Şirazi’ye
kadar. Onlar, kendi zamanlarının çocuklarıydılar. Bunlar da kendi
tuzaklarının esiri. Dindar aydınlar, kendilerini ve kendi
tarikatlarını iyi tanımalı, hürmet göstermeli, kınayanların
kınamasından ve lanet edenlerin lanetinden çekinmemelidirler.
Peygamberlere gönül vermenin, hakimleri izlemenin, ariflerle oturup
kalkmanın ve mücahitlerle ortak ses vermenin utanılacak nesi var? Dindar
aydını tehdit eden felaket ve afetlerden biri kendini ciddiye
almamaksa, diğeri de endama uygun olmayan kıyafet giymektir. Bu tarikat
ne ideoloji, ne fıkıh, ne gelenek, ne mezhep, ne de siyasi partiye
yaslanır. Aksine, Mutezili kötülüklerle birlikte Mustafa kandilidir! Aşk noktası gösterdim sana, sakın gaflete düşme Yoksa hariçten bakanlar gibi olursun 6 Eylül 2007, Leiden “Hum
ricâl nahnu ricâl”. Ebu Hanife’nin (699-767), bir konuda görüşünü
açıkladığında bu görüşün tabiinden rivayet edilen görüşe aykırı olduğu
söylendiğinde sarfettiği ünlü sözü.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Abdülkerim SuruşKuranıkerim yoruma açık okunmalı
Reformcu düşünür ve filozof Abdülkerim Suruş, İran'da açıkça insan
haklarını ve laikliği savunan ilahiyatçılardan. İranlı muhalif aydının
bir portresi. Katajun Amirpur
Soruş, İslamın katı bir çerçevede değil, daha liberal yorumlanmasından yana.
İslam'ın radikal bir şekilde yorumlandığı İran İslam Cumhuriyeti, birçokları için köktendinci bir devlet.
Ancak
İranlı ilahiyatçılar arasında bu yorumlamaya karşı bir hareket oluştu:
Bu hareket, İran toplumundaki toplumsal reform yandaşlarına destek
olurken, İran'ın sınırlarını aşarak İslam dünyası için büyük önem
teşkil etmektedir.
Değişim geçiren dini anlayış
Bu hareketin baş aktörlerinden birisi Abdülkerim Suruş. Suruş'un ana bilimsel tezinin içeriği, dini anlayışın değişkenliği. İnsanların
anlayışı değişken olduğu için, insanların dini anlayışları da
değişiyor, çünkü anlayış zamana ve bilime bağlı. Suruş, zaman içinde
inancın da hep farklı yorumlandığını, bu yeni bakış açılarının da,
yorumcuların içinde bulundukları şartlara uydurulduğunu belirtiyor. Suruş,
Müslüman, ama aynı zamanda da demokratik bir siyasal sistemi
kanıtlamaya çalışıyor. Çıkış noktası ise şu: anlayışın sonuca
yakınlaşabilme özelliği. İnsan, Allah'ın kendisinden tam olarak ne
istediğini hiçbir zaman öğrenemeyecek. Allah'ın kanunu gerçekte nedir
ve neyi amaçlamaktadır, insanoğlu için bu hep bir bilinmeyen kalacak.
"Allah'ın işine akıl ermez." Kuranıkerim – Yorumlara açık İnsan,
Allah'ın sadece hedefini görüp anlayabilir. Daha fazlası mümkün değil.
Ve dinin hedefi ile hümanist konseptler kesinlikle birbirleriyle
çelişki içine giremezler. Kuranıkerim metni, diğer tüm metinler gibi
açık bir metin ve yoruma davet ediyor. Suruş, inancın katı
yorumlanmasının modern çağa özgü bir olgu olduğunu söylüyor ve eskiden
dini anlayışın hep bir değişkenlik içinde olduğundan yola çıkıldığını
kaydediyor. Bu değişkenliğin yeni yorumların önünü açtığını belirten
Suruş, bu nedenle de demokrasi, İslam ve insan haklarının
bağdaştırılabileceğini savunuyor. Bu duruş, tartışmaların
gidişatını hala devlet kurucusu Ayetullah Humeyni'nin görüşünün
belirlediği İran'da, tabii ki, hoş karşılanmıyor. Humeyni'nin insan ve
Allah'a yaklaşımına göre, sadece Allah'ın hakları var, insanın ise hiç
hakkı yok. Bunun ana sebebi de insan olması. Fakat insanın
Allah'a karşı yükümlülükleri var. Allah veya yeryüzündeki temsilcileri,
gerektiğinde insanlara haklar verebiliyor, ama verilen bu hakları aynı
şekilde geri de alabiliyor, çünkü bunlar Allah'ın takdiri. Yani doğal
haklar değil. Humeyni'ye göre, insandan önce ümmetin esenliği
ve refahı geliyor. Bu anti-liberal dünya bakışı, kişisel hakların ümmet
için ihlal edilmesine de izin veriyor. Çünkü, ümmetin her zaman için
önceliği var. Eğer ümmetin esenliği için gerekirse, sansür, zorlama ve
insan hakları ihlalleri haklı kabul ediliyor. İnsan hakları ile din ahenk içinde Suruş
ise buna karşı çıkıyor: onun için insan hakları, insan aklının
kuralları. İnsan haklarının din ile çelişki içine düşmesi imkansız,
çünkü, prensipte akla uymayan hiçbirşey Allah'ın iradesi olamaz. İnsan
haklarının din dışı bir çerçevede oluşmuş olması, Suruş'u, bu hakların
İslami bir devlet sisteminde de hayata geçirilmesini mümkün ve hatta
gerekli olarak görmekten alıkoymuyor. Suruş'a göre insan haklarını
insanların düşünmüş olmasına rağmen, bu haklar dinle çelişmediği için,
Allah'ın hukuku da korunmuş oluyor. Bu akıl yürütmeden çıkan
mantıksal sonuç ise şu: Hırsızlık yapanın elinin kesilmesi gibi, birçok
şeriat kanunu, artık geçerli olamayacak. Suruş zaten, tüm İslami
kanunların en ince ayrıntısına kadar uyulmasına gerek olmadığı
görüşünde. Bunu kanıtlamak için, değerleri birinci ve ikinci
derece olmak üzere ikiye ayırıyor. İkinci derece değerler sadece,
inancın ayrıntılarına yönelik kurallar ve böylece dinden dine
değişiyor. Adalet gibi birinci derece değerler ise gerçekten önemli
olan değerler. Dogmalar yerine öz arayışı
Yani
İslam'daki ceza hukuku veya kılık kıyafetler hakkındaki kurallar gibi
ayrıntılar, o kadar önemli değil. Bunlar dini dışarıya karşı bir bütün
olarak tutmaya yarayan bir "çerçeve", ve dinin özü ile ilgileri yok.
Suruş, Allah'ın birliğine, peygamberlere, 12 imama, Ahiret Günü'ne ve
hayrın ve şer'in Allah'tan geldiğine inanan herkesin Şii olduğunu
belirtiyor. İnanç kurallarına katı bir şekilde uymanın ise mutlaka
gerekli olmadığını savunan Suruş, bu nedenle İslami bir sistemde de
insan haklarına uyulabileceği kanısında. Suruş böylece temelde,
insan hakları konusunda sadece laikler tarafından savunulan bir bakış
açısına sahip, çünkü o da insanın – sadece insan olduğu için – dini
haklar dışında da haklara sahip olduğunu kabul ediyor. Böyle
bir tasarım, Kuranıkerim'in yorumlanmasını geçip, Yaratan'ın asıl
iradesine odaklanıyor ve böylece diğer liberal İslam söyleminden farklı
bir yere oturuyor. Liberal İslamcı düşünürler, savunmacı bir
akıl yürütmede, Müslümanların aslında tarih boyunca diğer dinlerin
mensuplarına ne kadar hoşgörülü davrandığını göstermeye çalışıyor. Bu
arada da Müslümanlıktan çıkanlara yapılan müdaheleler hasıraltı
ediliyor, konu edilirse de bu müdahelelerin pek seyrek olduğu ve dini
olmayan, siyasi gerekçeleri ön plana çıkarılıyor. Suruş ise,
İslam'ın tarih boyunca hoşgörülü olup olmadığı sorusuna hiç eğilmiyor
bile. İspanya'daki Yahudiler'in durumunun Müslümanların
hükümranlığında, Hristiyanların iktidarına oranla daha iyi olduğu
yönündeki popüler argüman, Suruş tarafından kullanılmıyor. İranlı
ilahiyatçı, gayrimüslimlerin daha yüksek vergi ödemek zorunda
kaldıkları ya da aldıkları kan akçesinin daha düşük olduğu
gerçeklerini, olumlu göstermeye çalışmıyor. Din anlayışını, modern
insan hakları konseptine uydurmaya çalışması nedeniyle, Suruş'un akıl
yürütmesi için bu noktalar önemsiz. Bunun modern dünyada bir
zorunluluk olduğunu söyleyen Suruş, alternatifinin olmadığını
vurguluyor ve İran'daki İslamcı deneyin başarısızlığa uğradığını
göstermek için başka kanıta gerek olmadığını söylüyor. Katajun Amirpur Almanca'dan çeviren: Aydın Üstünel
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
HAKgelenek Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 611
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
merhaba
Sanki kuran el kesin diyor,
Sanki kuran recm edin diyor,
Sanki kuran dinden çıkanı öldürün diyor,
Mezheplerin türettiği ne kadar yanlış varsa kurana boca edip sonra işin içinden çıkamayınca net inkar yerine aa,bakın laiklik ve demokrasi aslında dine hiçte ters değilmiş demek zorunda kalıyorlar.
Bu adam ve benzerleri (sünni versiyonları dahil) Kuranı yalnız başına algılamayı deneme cesaretini gösterebilmiş değiller.sorun burada.
Bu sitede de benzerleri gittikçe çoğalmaktadır.ama kimse endişelenmesin Musanın asasını kafalarına yemeleri an meselesidir inşallah.
__________________ Nahl.6:Bir güzellik de vardır onlarda sizin için: Sabah saldığınız sırada, akşam topladığınız sırada. Ve lekum fîhâ cemâlun hîne turîhûne ve hîne tesrehûn
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam Asım bey;
Suruş'un her düşüncesine karşı çıkıyor değilim. Ancak, asıl tartışılmakta olan görüşlerine katılamıyorum.
Ben size bir özet yapayım.
Aşağı yukarı şöyle söylüyor suruş:
"Biz, Kuran'ın lafzı ve manası ile birlikte Allah'tan olduğuna iman etmiştik. Hakbuki, Kuran'ın lafzı peygamberdendir. Yani, manayı Allah'tan ilham yolu ile alır, onu toplumunun (ve dolayısı ile kendinin) dili ile söyler. Kelimelerin ve misallerin seçimi Peygamberin takdiridir.
Çünkü diyor, Kuran'ın lafzında ve kullandığı bir çok misalde, bilimsel verilere aykırı düşen unsurlar var. Allah hata yapmayacağına göre bunlar bir beşere, Resule ait olmalıdır.
Resul, manayı "nebevi tecrübe" ile elde eder. O, bu tecrübeye erişip bu manaya vakıf olduktan sonra artık her ne dese Allah'tandır. Yani vahyin Allah ile olan ilgisi, onun özü itibariyledir. Yoksa, misaller ve kelimeler Hz. Peygamber'in zatı ürünüdür. Yani Kuran, kelam-ı Muhammed'dir.
Allah'ın ilhamı ile dolan bir tek o değildir. Mesela Mevlana da böyle manalara vakıf olmuş biridir"
...
İşte özetle böyle söylüyor. Yukarıdaki manayı içeren sözlerini şu linkteki söyleşisinden izleyebilirsiniz.
Tabi ben böylesi bir inanışı asla kabul edemiyorum. Çünkü, bu sözün sonu çok başka yerlere gider. Az zorlasan "deistliğe" kadar uzanıverir.
Suruş'un bu görüşlerine karşı şunları sormuştum:
...
Selam;
Sayın Suruş'un savunduğu fikrin daha önce başkalarınca da savunulmuş olması kanımca hiç bir şeyi değiştirmez.
Kuran vahyini değerli kılan, öncekileri tasdik etmesi yahut öncekiler gibi olması değil bizatihi Allah kelamı olmasıdır.
Bu nedenle, bir şeyin değeri ona itibar edenler yönüyle değil, mahiyeti itibariyle "eskimez din / mutlak doğru" kapsamında kalıp kalmamasına göre değerlendirilmelidir.
Öyle ise, sayın Suruş kendine öncekilerden misal aramak yerine kendi özgün fikir ve delillerini savunabilmelidir. Bir başka kesime "şirin" görünme çabası ile öncekilerde de böyle şeyler söylenmiştir demek kınayanların kınama derecelerini azaltma çabasından başka bir şey değildir.
Savunduğu şeyin esası ise çetin sorulara kurban gidecek açmazlar barındırmaktadır
Mana Allah'tan lafız Resul'den olunca pek çok müşkil durum ve sorular ortaya çıkar:
1) Korunan zikir lafız mıdır, mana mıdır ?
2) Hatasızlık sadece Allah'a mahsustur. Şu halde, lafızda ortaya çıkan hatalar Allah tarafından görülememiş yahut görmezden mi gelinmiştir ? Halbu ki, bu görüşe inanan bir kimse Allah'ın her şeyi görücü, işitici ve Kaadir olduğuna inandığına göre vukuu bulduğu anda lafızdaki hatalara da müdahil olacağını, Allah'ın kötülüğü / çirkinliği emretmeyeceğini bilir. Bu bakış açısıyla dahi vahyin lafzını hatalı görmek, düşünürün kendi inancı ile çelişir.
3) Hadis ile vahyin farkını kim takdir etmektedir ? Zira Suruş, hadisleri de birer vahiy gibi telakki etmektedir. Bu söylem, aynı manadan çıkan birden fazla lafız, birden fazla Kuran demektir. Acaba kendileri salatta hangi Kuran'ı okuyorlar ? Nede olsa her ikisi de aynı mananın aynı dilden doğmuş eseridir...
4) Eğer insan Kuran'ın her ayetini tam olarak anlayabilecek idi ise müteşabih ayetler hususunda Rabbin öğrettiği dua ne işe yarar ? Gereksiz midir ?
5) Kuran'da kullanılan ve Arapların bilmediği bir kısım kelimeler nereden gelmiştir ? Uydurma yahut icad diyebilir miyiz ?
6) Allah'ın lafız buyurması Allah için imkansız /yakışıksız yahut mantık dışı görülüyor ise Musa'nın işittiği şey nedir?
7)Suruş bilimsel verilere aykırı gördüğü ayetlerin lafzını değil de manasını mı Allah'a layık görüyor ?
8)Yok eğer bir kısım deistlerin iddiasında olduğu üzere bu Kuran, kainata dair beşeri bir okuma idi ise yüce Yaratıcı ne zamandan beri, "Bu Allah katındandır" diyerek kendi namına -haşa- yalan söyleyen Resuller göndermektedir ?
Vakit darlığından şimdilik bu kadar sordum. İlerleyen zamanlarda Allah izin verirse bu görüşe başka sorularım da olacak...
Muhabbetlerimle...
xxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Bu sorularım üzerine fikri takip sitesinin sahibi Kenan Çamurcu şu yanıtı verdi:
...
Tahmin edileceği gibi, İranlı düşünür Abdulkerim Suruş’un “kelam-ı Muhammed” görüşü büyük tartışmalara neden oldu. İran’daki tartışmaları ve eleştirilerin bir bölümünü fikritakip.com için tercüme ettim. Şimdilerde eleştirilerin tamamını, Suruş’a destek yazılarını ve konuyla ilgili başka makaleleri de çeviriyorum. Ben de bu meseleyle ilgili uzun bir makale yazıyorum. Nasip olursa bütün bu birikimi, “Kelam-ı Muhammed: Suruş’a göre Kur’an’ın oluşumunda Hz. Peygamber’in rolü” adı altında kitap olarak yayınlayacağım. Suruş’un görüşü İstanbul’da bazı ortamlarda da değerlendirmelere konu oluyor. Kısmet olursa Ali Bulaç, Abdurrahman Aslan, Ahmet Baydar gibi önde gelen isimlerin katıldığı bir sohbette bu meseleyi ele alıp enine boyuna tartışacağız. Sohbet gerçekleştiğinde ya tamamını, ya da özetini yayınlamayı planlıyorum. Bu bilgilendirme girişinden sonra, belki önce Suruş’un ne dediğiyle ilgili algı ve anlayışların konuşulması ihtiyacından bahsederek fikritakip.com’da yayınlanan “Yasin”in eleştirisine dair birkaç şey söylemek istiyorum. Suruş’un görüşüyle ilgili algı ve anlayışın her şeyden önce değerlendirilmesi ihtiyacından sözetmemin sebebi, Ayetullah Subhani’nin eleştirisi ve Suruş’un ona cevabında da görüldüğü gibi, esasında sözün ne olduğu, ne söylendiği ve hakikatte ne kasdedildiği gibi meselelerde bile büyük anlaşmazlık var. Gerçek ismi bu mudur bilmiyorum, “Yasin” adıyla yazan kardeşimizin 4 Nisan 2008 Cuma günü gönderdiği yorumunda sorduğu sorular, aslında Suruş’un iki söyleşi, bir de yazıda gayet açıklıkla ifade ettiği görüşünün iyi anlaşılamamış olduğunu gösteriyor. “Yasin”in sorularını takip edersek: 1) Korunan zikir lafız mıdır, mana mıdır? Suruş Hz. Peygamber’in Allah’la ilişkisi üzerine fıkıhçıların pek benimsemediği irfani görüşünü dile getirirken ısrarla belirtmesine rağmen, Hz. Peygamber’in dilinden dökülen sözlerin mana ve lafız ayrımına tabi tutularak, birini Allah’a, ötekini Peygamber’e izafe etmek hâlâ mümkün olabilir mi? Hal böyle olunca (böyle bir peygamber telakkisiyle) korunan zikrin lafız mı, mana mı olduğu sorusunun anlamı kalır mı? 2) Hatasızlık sadece Allah'a mahsustur. Şu halde, lafızda ortaya çıkan hatalar Allah tarafından görülememiş yahut görmezden mi gelinmiştir ? Halbuki bu görüşe inanan bir kimse Allah'ın her şeyi görücü, işitici ve Kaadir olduğuna inandığına göre vukuu bulduğu anda lafızdaki hatalara da müdahil olacağını, Allah'ın kötülüğü / çirkinliği emretmeyeceğini bilir. Bu bakış açısıyla dahi vahyin lafzını hatalı görmek, düşünürün kendi inancı ile çelişir. “Vahiyde hata” tarifine indirgenen şeyin ne olduğunu Suruş açıklıkla ifade ediyor. Hata, Allah’tan gelen vahyin Peygamber’e ulaşması sırasında veya ulaştıktan sonraki anlayış esnasında ortaya çıkan bir yanlışlık değildir. Zaten Suruş’un peygamber telakkisi böyle bir tarife izin vermez. Heva ve hevesinden konuşmayacak ilahi mertebedeki bir peygamber nasıl olur da vahyi alırken veya aktarırken hata edebilir? Suruş’un bu soruyu başta fıkıhçılar olmak üzere, Peygamber’i birbirinden kesin olarak ayrı farklı kategorilere (insan, devlet başkanı, peygamber vs.) ayıran herkese sorduğunu görmüyor muyuz? Suruş, başkalarından farklı olarak Peygamber’i vahyin sadece aracısı kabul etmemesi itibariyle vahiyde hata olabileceğine inanmayanların başına yazılması gerekir. Suruş’un “hata” ile kasdettiği, vahyin, indiği sırada cahiliye Arapları arasındaki yanlış bilgileri tashih etmekle meşgul olmadığı, dolayısıyla yanlış bilgiyi tevhidi anlatmak için kullandığı meselesidir. Buna örnek olarak da “cin/şeytan çarpma” meselesini veriyor. Başka örnekler de bulunabilir. Suruş, özellikle de bilimsel konularda böyle hatalı bilgiler bulunabileceğini söylüyor. Ama ilahi mesajın asıl konusu olan tevhid, ahret, nübüvvet gibi konularda asla yanlış bilgi olamaz. Çünkü zaten vahiy bu sahadaki yanlışları düzeltmek üzere gelmiştir ve insanların bu asıl konuya odaklanmalarını istediği için astronomi, yerbilim, genetik vs. konularındaki bilgi hatalarını düzeltmeye çalışarak konu dışına çıkmak istememiştir. 3) Hadis ile vahyin farkını kim takdir etmektedir? Zira Suruş, hadisleri de birer vahiy gibi telakki etmektedir. Bu söylem, aynı manadan çıkan birden fazla lafız, birden fazla Kuran demektir. Acaba kendileri salatta hangi Kuran'ı okuyorlar? Ne de olsa her ikisi de aynı mananın aynı dilden doğmuş eseridir... Hadis (kelam-ı Muhammed) ile vahiy arasında fark bulunduğu düşüncesi bir görüşten ibaret değil mi? Bu kesin doğru mu ki Suruş’un görüşüne karşı “hadis ile vahyin farkını nasıl bileceğiz?” sorusunu sorabilelim. İbn Mesud ile diğerlerinin Muavvezeteyn sureleri ile ilgili tartışmasında soru sizce “hadis mi, vahiy mi?” idi, yoksa “Kur’an’dan mı, değil mi?” idi? Tabii ki ikincisiydi. İlk neslin soruyu nasıl sorduğu bizim için iyi bir ipucu olabilir. Ayrıca Suruş, vahyin “Kur’an” olarak Mushaf haline getirilmesini inkar mı ediyor ki ona böyle bir soru yöneltiyoruz. Ortada Hz. Peygamber tarafından yazıya geçirilmiş ve sonra da mushaflaşmış bir metin var ve onun adı da tevatüren “Kur’an”. Bu hakikat tesbit edildikten sonra Hz. Peygamber’in bütün sözlerinin kendi peygamberlik tecrübesinin tezahürü olarak vahiyle içiçe olmasının kime ne zararı var? Bir kimse Hz. Peygamber’in hayatının tamamını vahyin ocağında ve mecrasında pişmiş ve olgunlaşmış bir meyve olarak görüyorsa bundan dolayı suçlanmalı mıdır? Ortadaki yanlış anlamanın büyüklüğüne belki bu soru iyi bir örnek olabilir. “Yasin”, Suruş’un, kelam-ı Muhammed’i vahiyle iç içe saymakla Rasulullah’ın bütün sözlerinin Kur’an gibi olması gerektiği mantıksal sonucuna varıyor ve bu kendisinin çıkardığı sonuçla Suruş’u yargılıyor. Oysa Suruş ne böyle bir mantıksal sonuç çıkarıyor, ne de Kur’an’ı, bilinenin dışında bir hükümle tanımlıyor. 4) Eğer insan Kuran'ın her ayetini tam olarak anlayabilecek idi ise müteşabih ayetler hususunda Rabbin öğrettiği dua ne işe yarar? Gereksiz midir? Bu sorunun esasa ilişkin bir itiraz veya eleştiri olmadığını söylemek mümkün. Ayrıca Kur’an’ın her ayetini tam olarak anlamak ya da anlamamak, görebildiğimiz kadarıyla Suruş’un görüşüyle doğrudan ilgili değildir. Buna ilave olarak, Suruş’un bu yönde bir iddiasına da rastlamadım. 5) Kur’an'da kullanılan ve Arapların bilmediği bir kısım kelimeler nereden gelmiştir? Uydurma yahut icad diyebilir miyiz? Eğer bu itiraz, vahyin cahiliye Araplarının kültürünü temel alarak indiği fikrini çürütmek üzere dile getiriliyorsa Kur’an’ın tamamına yakını Hz. Peygamber’in kültür ortamıyla ilgiliyken çok az sayıda yabancı kelimenin bu gerçeği değiştirebileceğini düşünmek pek sağlam bir zemin gibi gözükmüyor. Bahsi geçen yabancı kelimeleri Hz. Peygamber’in aslında bildiği, ya da bir yerlerden öğrendiğini ispata kalkışmak da en az bu kadar zayıf ve gereksiz bir çaba olur. Ama burada söylenmesi gereken şey şudur ki (yine anlayış hatasına dönersek), Suruş’un vahyin suret kazanmasıyla ilgili görüşü, onu Hz. Peygamber’in yazarlığına tevdi etmek olarak algılanmaktadır. Suruş, “Beşer ve beşîr” yazısında, böyle olmadığını uzun uzun anlatıyor. 6) Allah'ın lafız buyurması Allah için imkansız /yakışıksız yahut mantık dışı görülüyor ise Musa'nın işittiği şey nedir? “Allah’ın lafız buyurması”nın yakışıksız görüldüğünü düşünmek, Suruş’un meseleye irfani bakışındaki derinliği pek bir yüzeye hapsetmek manasına gelebilir. Onca incelikli değerlendirmelerden ve muhtelif anlam katmanlarını hesaba katan yorucu çabadan sonra “Allah’ın lafız buyurması neden yakışıksız olsun” denirse hem Suruş’un gayretine, hem de bu konuya tahsis edilmesi gereken anlayış miktarına yazık olabilir. İyisi mi şöyle denmelidir: Allah neden lafzı tayin etmiyor? Buna karşı şu sorulabilir: Allah neden lafız tayin etsin? Lafız tayin edecekse neden peygamber göndersin? Üstelik o peygamberi neden beşer ve kavmi arasında dolaşan biri olarak göndersin? Görüyorsunuz ki bu mesele aslında peygamber telakkisiyle ilgilidir. Eğer peygamberi vahyi alan ve ileten, sonra da insan olarak (seküler kategorik ayrıma dikkat!) yaşamına devam eden biri olarak görüyorsanız (yani usve-i hasene değilse) tabii ki sorarsınız: Allah neden lafız indirmesin ki?! Buna mukabil karşı tarafın peygamber telakkisi farklı olduğu için o da size soracaktır: Peygamber gönderdi ya, neden lafız indirsin? Musa’nın işittiğine gelince; dağda Musa’ya “seslenildi”ğini biliyoruz da, lafız indirildiğini bilmiyoruz. Bildiğimiz, bir süre sonra levhalarla insanların arasına indiği. Öyle değil mi? 7) Suruş bilimsel verilere aykırı gördüğü ayetlerin lafzını değil de manasını mı Allah'a layık görüyor? “Layık görüyor” diye başlandığında iş münazara olmaktan çıkıyor ve usul usul husumete ve hakarete doğru gidiyor demektir. Kendisininkini kesin inanç, mutlak doğru, vahyin tek hakikati olarak görüp de öteki görüşü bu hakikate saldırı olarak algılayan bir zihinle de hiçbir şey konuşulmaz. Öyleyse buraya yazdıklarımızın tümü manasız ve gereksiz demektir. Eğer emek harcıyor ve yazıyorsak, demek ki önce o emeğinin gerektirdiği üslup, ahlak, edep ve düzeyi özenle koruyacağız. Bu mevzuyu halledersek Suruş’un ayetleri bilimsel verilere aykırı görmediğini, bu konulardaki ayetlerin bilimsel bulgulara uymayabileceğini, bunun vahye halel getirmediği gibi, böyle bir mecburiyeti de olmadığını söylediğini kavrarız. Türkiye’de de Hıristiyanlıktan tercüme anlayışla, Kur’an’ın bilimsel bilgileri bin küsur yıl önce dile getirdiği, dolayısıyla ilahi bir kitap olduğu savunmasının yaygın biçimde yapıldığını biliyoruz. Bir vakitler, bu konularda çalışan bir arkadaşım latife yapıp, “Mümkün olsa Allah’ın fotoğrafını çekip ateistlerin önüne koymayı nasıl da istiyorlardır” demişti. Kur’an’da bilimsel bulgulara aykırı bilgi bulunabilecek olması, Kur’an’ın, indiği dönemdeki bilimsel bilgileri verili durum olarak kullanmasındandır. Bunda hiçbir kusur veya sakınca yoktur, çünkü vahyin amacı insanların bilimsel araştırmalara konu olacak meselelerdeki yanlış bilgilerini düzeltmek değildir. Şu halde peygamber telakkisi kadar, Kur’an anlayışı ile ilgili olarak da iyi bir tartışma yapmak icabediyor. 8)Yok eğer bir kısım deistlerin iddiasında olduğu üzere bu Kuran, kainata dair beşeri bir okuma idi ise yüce Yaratıcı ne zamandan beri, "Bu Allah katındandır" diyerek kendi namına -haşa- yalan söyleyen Resuller göndermektedir? “Yasin” kardeşim, bu cümleyi muhtemelen yazmamış olmayı dilemiştir. Çünkü kendi vehmiyle vardığı sonucu Suruş’a yakıştırıp, sonra da onu itham etmek ancak psikiyatrinin ilgilenebileceği bir sorun olur. Sonuç itibariyle, “kelam-ı Muhammed”, fıkıh ile irfan/tasavvuf arasındaki felsefi gerilimin önemli ve kritik anlarından birine işaret ediyor. Bu konularda herşey gün gibi açık olsaydı tarih boyunca insanlar bu meseleleri konuşmaz, tartışmaz, elimizde bunca bilgi ve belge birikmezdi. Meselenin çok boyutlu yansımaları bir yana, sadece bir din (kelam) tartışması olarak yapılması bile mühim gözüküyor.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Bu tenkide karşı ben şu şekilde cevap vermiştim:
...
Eleştiriye cevaplarım Selam Kenan Bey;
3 nolu sorumun sebebi şu satırlarıdır:
"Muhammed Rasulullah’ı (sav) sanatkâr bir âşık gibi sinesini ruhani tecrübeye açmış, bâtın gözlerini dikmiş ve gönlü Allah’la dolmuş bir halde görüyorum. Bundan sonra artık ne görür ve ne söylerse Allah’tandır. İnsanı ve dünyayı (isterse yedi veya yetmiş gök, dört veya yüzdört unsur olsun) Allah’a asılı ve ona doğru yürüyor görmektedir. Bu nebevî keşifle dolup taşarak ve sevinç içinde kendi tecrübesini başkalarına aktarmaktadır. Böyle olunca da meftun gönülleri mıknatıs gibi kendine çağırmakta ve onların kirlerini temizleyen deniz olmaktadır."
Bakınız burada vahiyden etkilenen bir Resul'den ziyade her dediği Allah'tan kabul edilen bir Resul var. Peki Tahrim 1'de Allah neyi eleştiriyor ? Ya değilse Hz. Resul kendi "tecrübesi"ni mi kınıyor ?
Beni kınadığınız son sorum da zaten bu "tecrübe" lafzına dayanır.
Yine şöyle söylüyor: "Allah’ın velileri Allah’a öyle yakındırlar ve onda fânidirler ki kelamları aynı Allah’ın kelamıdır; emir ve nehiyleri, sevgi ve buğzları aynı ilahi emir ve nehiy, sevgi ve buğzdur. İslam’ın aziz Peygamberi bir beşerdi. Bizzat kendisi beşer oluşunu ikrar edip dile getirdi. (De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Nihayet ben de, peygamber olan bir insandan başka bir şey değilim. / İsra 93) Ama aynı zamanda, bu beşer, öyle bir ilahi renk ve vasıfla donanmış ve onunla Allah arasındaki vasıtalar (Cebrail bile) öylesine kalkmıştır ki ne söylüyorduysa hem insani kelamdı, hem de Allah’ın vahiy kelamı. Bu ikisi birbirinden ayırılamazdı."
Ben bu sorumda Suruş'un vahiyden ziyade hadisi nasıl tanımladığına değindim. Yazdıklarından anlaşılan, hadis de Kuran da aynı nebevi tecrübenin farklı ifadeleridir. Sözün özü, ikisinin de kaynağı aynıdır. Benzer değildir, aynıdır. Yani, nebevi tecrübedir.
Hamdolsun okuduğumu da yazdığımı da biliyorum.
5. soruma verdiğiniz cevapla şu aşağıdaki satırları kıyaslayınız.
"Kur’an, Muhammed’in (sav) şahsına ait ve Allah’ın izniyle meyve veren “şecere-i tayyibe”nin meyvesidir. (Rabbinin izniyle her zaman meyve verir. / İbrahim 25) Bu, vahyin nüzulü ve ilahi tasarrufun ta kendisidir."
Kuran, Peygamber'in şahsına aitse, sizin deyiminizle "yazarı" neden olmasın ? Bunu ben değil, sayın Suruş söylüyor. Eğer bir yazısındaki sözü bir başka yazısındakini tutmuyorsa bu herhalde benim sorunum olmasa gerektir.
2. sorum ve cevabınıza yanıt ve 7. sorumun sebebi hakkında:
Şöyle diyor Suruş:
"“Kur’an kelam-ı Muhammed’dir (sav)” dediğimizde bu tıpkı “Kur’an Muhammed’in (sav) mucizesidir” dememiz gibidir. Her ikisi de aynı ölçüde Muhammed’e (sav) ve Allah’a nisbet edilebilir. Birini yapılacak vurgu, diğerini yoksaymak anlamına gelmez. Alemde ortaya çıkan her şey, Bâri-i Teala’nın ilmi, izni ve iradesiyledir. Bir muvahhidin bunda şüphesi olamaz."
Yani az önce ne kadar şahsına aittir dediği Kuran'ın, bir o kadar Allah'a aidiyeti mümkündür diyor.
Peki, tevhidi açıklamada "hataen" kullanılan "o devre ait yanlış inanışlar" da bir o kadar Allah'a nisbet edilmiş olmuyor mu böylelikle ?
Konunun önem ve hassasiyeti "nisbet edilme" ile "layık görülme" arasındaki farkı sıfırlayacak derecededir.
4. sorumun sebebi:
Şöyle diyor Suruş;
"Sâlisen, öyleyse kendiniz sağlam ve sarsılmaz bir kriter gösterin ve ayağımıza dolanan bu müşkülleri önümüzden çekin. Gözleri aydınlatın, kalpleri yatıştırın ve Kur’an-bilim çatışması krizinden çıkış yolunu gösterin. (Ben, kültürel tercümeden bahsediyorum, zamanın diline tercümeden değil. Bu mesele, ayrıntısıyla Nebevî Tecrübenin Açılımı kitabının “Dinlerde zâti ve arazî öğeler” makalesinde anlatılmıştı.)"
Demek ki ortada bir müşkil durum var. Aslında sayın Suruş "bana kalsa yok ama size kalsa var" diyor ama, şu veya bu şekilde bir kısım ayetlerin zahirinin çağdaş bilimsel verilerle örtüşmediğini kabul ediyor. Kuran'ın Resul'ün şahsına ait olmasını zaruri görmesi biraz da bundan olabilir. Zaten böyle gördüğü için de "bana göre sorun yok" tarzında yazıyor. Biz de diyoruz ki, Kuran peygamberin şahsına aittir demek başlı başına bir sorundur zaten. Bir sorundan kaçış, başka sorunu doğuruyorsa, "benim için sorun yok" demek te çözüm olmuyor.
1,2,7 ve 8. sorularımla ilgili olarak:
Şimdi sayın Suruş, nebevi tecrübenin insanlara iletilmesinden bahsediyor.
Kuran'ın manasını Allah'tan lafzını Resulden bilen görüşler başkalarınca da zikrediliyor. Ama bunlar, genellikle her bir ayetin manasının ayrı ayrı Resulün kalbine indirildiğini, bu mananın orada kelama döndüğünü söylerler. Yani bu söylem, nebevi tecrübe değildir aslında. Ve, Kuran'la da muhaliftir. Zira, Kuran'ı arapça yapan fail, Kuran'a göre Allah'tır, Resul değildir. Çünkü O, dileseydi onu başka bir dilde Kuran yapabilirdi. Kuran'ı, "pürüzsüz bir Arapça ile indiren" fail de Allah'tır. İçine hiç bir eğrilik koymayan da...
Bu aşamada, sayın Suruş'un verdiği "hoporlör" benzetmesine de değinmek istiyorum.
Diyor ki, size göre Kuran kalbe değil de dile inmiş gibidir. Sanki Rasul bir hoporlördür.
Bir defa bu misal, misal olmaz. Çünkü mantık hatası barındırıyor. Hiç bir canlının konuşan şeyi dil değildir. Konuşan, onu konuşturan iradedir.
Eğer konu vahiy ise, evet Resul ancak bir hoporlördür. O'nun vahyin ne manasında ne lafzında hiç bir şeyi ne eksiltme, ne arttırma ne de değiştirme yetkisi yoktur. Çünkü O, bir Resul'dür.
Bu Resul, hem manası hem lafzı ile Allah'tan olan vahyi kalbinde / aklında hisseder / kavrar ve beyan eder. Hz. Musa'nın işittiğini bilirim de ne ile / nasıl işittiğini bilemem. Allah O'nunla konuşmuştur. Amma seslidir, amma sessizdir. Bu benim dinimin konusu olsa idi Allah elbette O'nu daha açık beyan ederdi.
Şimdi bu saydıklarım mana Allah'tan, lafız Resul'den diyenler içindi.
Fakat, sayın Suruş'un deyişi, söyleyişi bende başka şeyleri çağrıştırıyor.
Bu "nebevi tecrübe" ve "tevhidi anlatmak isterken hatalı misaller kullanma" işi başka başka noktalara götürüyor beni...
Yani bu söylem esasen "her bir vahiy için mana Allah'tan, lafız Resul'den" de demiyor aslında...
Tevhit konusu / imana götüren gözlem Allah'tan, misaller, lafızlar Resul'den diyor.
Bu söylem günümüzde "Yalnız Kuran" söyleminden "deistliğe" yatay geçiş yapan bir kısım insanların söylemi ile tıpa tıp uyuşuyor.
Evet, sayın Suruş kelimesi kelimesine benim az önce dediğimi söylemiyor ama kurduğu cümleler, konuyu taşıdığı noktalar nihayetinde işi buraya getiriyor.
Çünkü, tevhidi anlatırken yanlış misallerin seçilmiş olması misallerin takdirinin de Resule ait olduğunu anlatır. Misalin takdiri Resule ait olunca lafız zaten Resule ait olacaktır.
Bu hususta daha fazla şey yazmadan önce sizin bu ayrıma ilişkin yanıtınızı bekleyeceğim.
Olur ki, "yine" yanlış anlamışımdır.
Muhabbetlerimle...
Not: Yorumlarım hususunda cevap hazırlama nezaketini gösterdiğiniz için teşekkür ederim. Allah, Kuran'ın mesajları daha iyi anlaşılsın diye çaba sarfeden her kişiden Razı olsun.
6. soruma verdiğiniz cevap hakkında yazmayı unuttuğum bir şey var:
Bu cevabınızı Enam,8-9 ile kıyaslamanızı dilerim.
Allah'ın sünneti şu; Allah beşere bir beşer göderecek. O beşere vahyedecek. Bu beşer, vahyi olduğu gibi iletecek. Bu vahiy sayesinde gaybden haber verecek. Hem kendisinin hazır olmadığı hadiseler hakkında beyanda bulunacak hem de gelecek adına müjdeci ve korkutucu olacak. Sonra hüküm verecek, çözüm getirecek. Bunların hepsi Allah'ın indirdiği ile yapılacak.
Sonra, bu beşer Resul'ün muhataplarından bir kısmı O'nun beşer olmasına çeşitli mülahazalarla itiraz edecekler de kafir olacaklar.
Bu Allah'ın sünnetidir. Niye böyledir ? Faile sormak lazım.
Sanırım bu, indirilen açık seçik deliller uyarınca kimlerin gayba iman edeceğinin sınanması için böyledir.
Muhabbetlerimle...
...
Esenlik dileklerimle...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
hasakcay Uzman Uye
Katılma Tarihi: 22 ocak 2008 Gönderilenler: 1236
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
aliaksoy Yazdı:
Selam Saffet Metin;
Yazdıklarınıza katılıyorum. Peki, "harekelendirme" ve "kıraat farklılıkları" konusu bu "yazma" işi ile nasıl izah edilebilir ? Bu konudaki görüşlerinizi, mümkünse ayrı bir başlık altında açıklarsanız memnun olurum.
Esenlik dileklerimle...
|
|
|
Merhaba.
Arap yazısının nasıl "hareke"lendirildiği Kûfi el yazmalarında görülen aşağıdaki Besmeleler ile açıklanabilir. (1)9. Yüzyılın başında hiç hareke yok. (2)Abbasi dönemi olan 9-10. yüzyıllara ait el yazmalarında kırmızı noktalar var, ki bunlar kısa ünlüleri gösteriyor. (3)Sonra siyah noktalar eklenmiş. (4)11. yüzyılda noktalar harflere dönüştürülüp uzun ünlülerin belirli hale gelmesi sağlanmış. Bugün kullanılan sistem. http://en.wikipedia.org/wiki/Arabic_alphabet
Ayrıca, İslam öncesine ve İslamî döneme ait örnekler şu adreste görülebilir: http://www.islamic-awareness.org/Quran/Text/Mss/vowel.html
Sevgi ile.
__________________ hasanakcay.net
allahindini.net
|
Yukarı dön |
|
|
|
|