Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Ötedenberi akıl ve nakil (haberin) çelişebileceği
iddia ve kabul edilmiş, böyle bir durumda hangisinin tercih
edileceği tartılmıştır.
Daha çok kelemcılarca benimsenen görüşe göre:
„Akıl ile nakil tearuz ettikde akl evvel, nakl muevveldir.“
(Akıl ile nakil çelişirse akıl esas alınır, nakil akla göre
te’vil edilir.)
Bu ğörüş sahipleri, - Kendilerince - akla aykırı
gördükleri nakilleri, ya delaletinde veya subutunda hata
yapıldığını ileri sürerek te’vil veya reddetmişlerdir.
Nakilciler (hadisçiler) ise aklın önceliğine
karşı çıkmışlar, naklin rivayet yönünden „sahih“ görülmesi
halinde, aklın artık söz sahibi olamayacağını
savunmuşlardır. Bazılarına göre ise „zaîf bile olsa nakil (hadis),
kıyasa (akla) tercih edilmelidir.
Örnek olarak: „ölen bir kimsenin oruç borcu
varsa velisi onun yerine oruç tutar.“ mealindeki hadisi
verebiliriz[3].
Bu hadis, hadisçilerce rivayet yönü „sahih“ görüldüğünden
-kıyas muhalefeti itiraf edilmesine rağmen savunulmuştur.[4]
AKIL VE
NAKİL ÇELİŞİR Mİ
Yukarda verdiğimiz tanımlardan, naklin (haberin)
ve tecrübe/müşahade’nin akla veriler sunduğunu; aklın ise,
kendisine sunulan bu verileri değerlendirerek sonuçlar elde
eden bir kabiliyet olduğunu; başka bir ifadeyle, aklın, ilk
iki veri kaynağından farklılığını öğrenmiş
bulunuyoruz.
O halde akıl, kendisiyle aynı türde olmayan
birşeyle nasıl çelişebilir? Sorumuza kuvvet kazandıracak bir
benzetme yapalım: Eşya’nın gözle görülebilmesi için iki şeye
ihtiyaç vardır; a)Sağlıklı göz, b) Yeterli ışık. Göz
olmaksızın ışığın, ışık olmaksızın gözün eşyayı görmemize
yeterli olamayacağı âşikardır. Bir kimse „Eşyayı görmemide
göz ile ışık çelişirse hangisini tercih edelim?“ diye bir
soru ortaya atsa herhalde çok abes buluruz. Hemen „Gözle
ışık nasıl çelişebilir ki? Bunlar hiçbir zaman çelişmeyeceği
gibi herhangibirinin yokluğu da diğerini -görme konusunda-
fonksiyonsuz bırakır. Bunlar birbirinin lâzımı - melzûmu (birdiğerini
gerekli kılan) şeylerdir. Ancak göz bozuklukları veya ışık
yetersizlikleri sözkonusu edilebilir ki bunların da
çelişkisiyle ilgisi yoktur.“ gibi bir karşılık verebiliriz.
Benzer şeyler „Akıl ile nakil hiçbir zaman çelişmezler. Bir
çelişme sözkonusu ise,bu akıl ile nakil arasındadır ya da
gene akla mukaddime olmuş tecrübe/müşahade veriler ile nakil
arasındadır. Akıl başka bir veri ile mukayese etmeden yeni
verilerin doğru veya yanlış olduklarına da hükmedemez. Öncül
verilerin doğru veya yanlışlığı, varılan sonucun da doğru
veya yanlış olasına sebep olur.“
Şimdi, bu söylediklerimizi iki örneğe
uygulayalım:
·
Ö r n e k : 1
Allah’ın „sürekli yaratmakta ve yoketmekte olduğu“
şeklindeki dini inançla „Hiçbir şey yoktan var olmaz, var
iken yok olmaz: ancak enerji bir halden diğer hale dönüşür“
şeklindeki ifade edilen, maddenin veya enerjinin sakımı
kanunu biribriyle çelişmektedir. Bu durumda akıl - nakil
çatışması mı sözkonusudur? Bizce hayır. Çünkü anılan fizik
kanunu, doğrudan - doğruya aklın ürünü değildir. Tabiatta
yapıldığı iddia edilen çok sayıda gözlem ve deneylerin
verilerini kendine baz alan aklın „tümevarım“ yoluyla elde
ettiği bir sonuçtur. Yani „madem ki şu kadar deneyle madde/enerji’yi
varedemedik ve yokedemedik; madem ki şu kadar gözlemle madde/enerji’nin
varolduğuna ve yokolduğuna şahit olmadık, o halde hiçbir şey
yoktan varolamaz...“ mantığı.
Biz ise, yine aklımızla, bu genellemedeki büyük
cür’eti ve hatayı görebiliyoruz:
Bütün bir kainata (evrene) teşmil edilen böyle
bir sonuç çıkarmamıza esas olacak gözlem ve deneylerin;
bütün kainatı temsil etmeye yeterli bir alanda, yeterli
sayılarda, yeterli deney ve gözlem araçlarıyla yapılması -
aklen - gerekmez mi? Bütün bir kâinata nazaran işkal ettiğimiz,
deney ve gözlemlerimize sahne olan alanın boyutu nedir?
Kâinata nazaran bu sonsuz küçük alanda, sonsuz küçük sayıda
ve sonsuz küçük imkanlarla yapılan deney ve gözlemlerin
sonuçlarından yola çıkarak bütün bir kâinata teşmil edilecek
bir kanun nasıl çıkarılabilmiştir?
Günümüzün birçok bilim adamı bu kabil
genellemelerin yanlış olacileceğini, istisnaların her zaman
bulunabileceğini artık kabul etmek zorunda kalmışlardır[5]:
Örneğin „Termodinamiğin Ikinci Kanunu“ nun
şumûlu hakkında tereddütler ileri sürülmektedir artık:
„Termodinamik yalnızca istatistiki bir ifadedir
ve istisnaları mümkündür.“[6]
„Kainatta
vuku bulan herşeyden haberimiz yok. Müşahade ettiğimiz
değişimlerein tamamı entropinin arttığı istikamette maydana
gelmektedir. Buna rağmen kâinatın herhangibir yerinde
anormal şartlara bağlı bazı değişmeler olabilir ve şimdiye
kadar hiç incelemediğimiz azalan entropi yönündeki olaylarla
karşılaşılabilir.“[7]
Varolma - yokolma konusunda da tereddütler
gözlenmektedir.
„Kainatın maddesi nereden gelmektedir? Eğer 0 = +1+(-1) ise,
„0“ olan birşey +1 ve -1 de olabilir. Belki sonsuz bir
hiçlik denizinde artı ve eksi enerji yığınları eşit
büyüklükte çiftler halinde devamlı olarak teşşekkül etmekte,
evrime maruz kaldıktan sonra bir kere daha birleşerek
kaybolmaktdırlar. Bizler hiçlikler arasında bir zaman
aralığında, bu yığınlardan birisinin içindeyiz ve merakla
bekliyoruz.“[8]
Görüldüğü üzere, örneğimizde nakil ile bizzat akıl
çelişmemektedir. Akıl, yetersiz bir öncülden hareket ederek
nakle (vahye) aykırı yanlış bir hükme varmıştır.
Yaratıcımız, yarattıkları hakkında yanlış bilgi
vermekten münezzehtir.
Ö r n e k : 2
Yukarıda zikredilen „ Ölen bir kimsenin oruç
borcu varsa velisi onun yerine oruç tutar.“ hadisiyle amel
etmeyi reddeden müctehidlerin gerekçeleri de mücerred aklın
kendisi değildir.
İmam Ebu Hanife (r.a.) - âdeti vechiyle - hep
Kur’anî verilerle mes’elelere bakmaktadır. Kur’an’da ise „Hiçbir
günahkar başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için
çalışmasından (amelinden) başka bir istihkakı yoktur.“ (Necm/39-40)
buyurulmaktadır. Bedenî bir borçun malî bir borca
benzetilemeyeceği gene Kur’an’dan çıkarılabilecek bir
sonuçtur.
İmam Malik (r.a.)’ in ise, „sünnet yurdu“ olan
Medine’deki uygulamayı esas alarak bu hadisle ameli reddettiği
bilinmektedir.
Ayrıca bu hadis hükmünü reddeden sahabe
fetvaları da vardır.
Görüldüğü üzere
gene nakle karşı duran, nakille çelişen mücerred akıl değil,
akla mukaddime olan nakil ve gözlemlerdir.
AKILSIZ OLUR
MU?
Akıl; vahiy dahil herçeşit haberi, herçeşit
tecrübe ve müşahade sonuçlarını değerlendiren yegâne
kabiliyet olduğuna göre akılsız hiçbir doğruya ulaşılamaz.
Akletmeden bir peygamberi bir şarlatandan
ayırdetmemiz, akletmeden vahyi kavramamız, akletmeden iman
etmemiz, akletmeden tevhide ulaşmamız mümkün değildir.
Bu ifadelerimizle vahyi ikinci plana atarak
küçümsüyor muyuz? Asla! Akıl göze, vahyi de ışığa benzeten
örneğimizi hatırlatsak akıl olmadan vahyin, vahiy olmadan da
aklın - sorumlı insan için - hiçbir değer ifade etmeyeceğini
zorunlu olarak kabul ederiz. Şunu da hatırlatalım ki,
Allah’ın sözlü ayetleriyle (vahiyle) muhatap olmayan akıl -
Kur’an’ın tekrar tekrar hatırlattığı - tabiattaki (sözsüz)
ayetlerden her zaman faydalanabilir. Yani faal akıl mutlaka
ayetleri bulabilecek ve tevhide ulaşabilecek imkan ve
kabiliyete sahiptir.
Aklı için sözkonus olabilacek bir zaaf varsa,
onun faal edilmemesidir ve bu faaliyetsizlikten irade sahibi
insan sorumludur. Kur’an’ı Kerim, aklı faal tutma yönünde
teşvik ve uyarılarla doludur. „Akletmez misiniz ?“ (14
yerde), „...ki akledesiniz.“ (8 yerde), „akleden bir toplum
için...“ (9 yerde), „ eğer aklederseniz...“
„Derler ki: Eğer (vahye) kulak verniş veya
akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin halkı arasında
bulunmazdık.“ (Mülk /10)
„....Onları birlik -beraberlik sanırsın, oysa
kalbleri birbirinen ayrıdır. Bu, onların akletmeyen
bir topluluk olmalarından ötürüdür.“ (Haşr /14)
Allah’ın emrine uyarak aklımızı faal tutmamız
kulluğumuzun gereğidir.
hikmet zeyveli
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
İslam
tarihinde Endülüs’lü İbn Rüşd, kâdî/yargıç olarak bilinir. Gerçekten de
İslam hukuku alanında yetkin bir şahsiyettir. Onun,
Bidâyetü’l-Müçtehid ve Nihâyetü’l-Muktesid adlı eseri, mukayeseli
fıkıh kitapları arasında en büyük eser olarak bilinir. İbn Rüşd felsefe
kültürüne de sahiptir. En büyük Aristo şârihlerindendir. İslam
felsefesi alanında özgün eserleri vardır: Tehâfütü’t-Tehâfüt,
Faslu’l-Makal ve Keşfu’l-Edille an Minhâci’l-Mille.. O, aynı zamanda
iyi bir tıp doktorudur. Onun yaşadığı dönemde Tıp ilmi, felsefenin bir
şubesi sayılırdı. Latinceye tercüme edilen Tıpla ilgili eseri olan
‘Külliyat’ı meşhurdur. Ortaçağ Avrupası bu eserden çok istifade etmiş
ve yüzyıllarca üniversitelerinde ders kitabı olarak okutmuşlardır. İbn
Rüşd’ün ilmi hayatında görülen bu çok renklilik, hiçbir zaman onda bir
çatışma ve çelişki doğurmamıştır. O, hepsinde de yararlanmasını bilmiş
ve kendini geliştirmiştir. Hiçbir zaman Filozof İbn Rüşd, fakih İbn
Rüşd’e karşı çıkmamış, aksine, o, felsefe ve din, akıl ve vahiy
arasındaki ilişkiyi çifte hakikat değil, tek bir hakikat olarak
görmüştür. Çünkü hak, hakla asla çelişmez. Onun yazmış olduğu, Din ile
Felsefe arasında mutabakat adını taşıyan Faslu’l-Makal adlı eseri bunun
en açık kanıtıdır. Akıl-nakil alanında ‘çatışmacı’ bir bakış
açısından uzak, din ve akıl bir başka ifade ile din ve felsefe
ilişkilerini “tevfîk” kavramı çerçevesinde ele alan İbn Rüşd, bu konuyu
çok güzel bir zemine oturtmaya çalışmıştır. İbn Rüşd’e göre felsefe,
varlığı akılla tetkik ederek hakikatin bilgisine ulaşmada epistemolojik
bir vasıtadır. Din ise, felsefe gibi varlıkları akıl yoluyla tetkik
ederek bunlar hakkında akılla bilgi sahibi olma arzusunda bulunmaya
insanları davet eder. Din ve felsefenin ortak alanı ve amacı,
varolanlar üzerinde düşünmek ve onları Allah’ın varlığına delâletleri
bakımından incelemektir. İbn Rüşd’ün aklî istidlâlinin referansı,
doğrudan Kur’an’dır. Bu sebeple O, Haşr Sûresi’nin 2. âyetinde geçen
“i’tibâr” sözcüğünü, kıyas ve istidlâl anlamında kullanır. Onun felsefî
terminolojisinde ‘i’tibâr’; bilinenden hareketle bilinmeyeni çıkarmak
ya da bilinen bir şeyden bilinmeyen bir şeyi ortaya koymaktır. Bundan
dolayı o, aklî ve şer’î kıyasları varlık üzerinde birlikte kullanmanın
gerekliliğinin dinî açıdan farz olduğunu savunur. Çünkü akıl gibi din
de varlığı akılla araştırmaya çalışmıştır. İbn Rüşd’e göre, hak, hakka
aykırı düşmez. Bu bir tür akıl ile din arasında bulunan ilişki
biçimidir. Hikmet, şeriatın dostu ve aynı memeden süt emmiş (öz)
kardeşidir’ diyen İbn Rüşd, dine ve felsefeye, iki ayrı aksiyomatik
yapı olarak bakmış, doğruyu, her ikisinin kendi sınırları içinde bulmak
gerektiğine inanmıştır. İbn Rüşd, akıl-vahiy ilişkisini taban tabana
birbirine zıt olan hususlar değil, birbirinin tamamlayıcısı unsurlar
olarak algılamıştır. O, hiçbir zaman aklın, bütün konularda kendi
kendine yeterli olduğunu iddia etmemiştir. Eğer akıl, kendi kendine
yeterli olsaydı, Allah’ın vahiy göndermesine gerek kalmazdı.
Dolayısıyla İbn Rüşd’ün çifte hakikat kavramını benimsediğini sanmak
yanlıştır. İkili hakikat kavramı İbn Rüşd’e değil, olsa olsa Avrupalı
takipçilerine atfedilebilir. İbn Rüşd, gerek yaşadığı dönemde ve
gerekse ölümünden sonraki yüzyıllarda muhalifleri tarafından sert,
belki de haksızlık derecesine varabilecek düzeyde eleştirel tepkiler
toplamıştır. Bunda siyasetin ve kıskançlığın büyük rol oynadığı
bilinir. Yaşadığı dönemde İbn Rüşd’ü kıskanan bir takım kimseler,
söylemediği şeylerle ithamlarda bulunarak, zamanın yöneticisine
şikâyette bulunmuşlardır. Bir zamanlar İslam dünyasında Gazali’nin
kitaplarının yaktırıldığı gibi, emir de tahkik yapmadan su-i zanla
hareket etmek suretiyle İbn Rüşd’e kızmış ve onun kitaplarını
yaktırmıştır. Hâlbuki İbn Rüşd, âlim, fâzıl, filozof ve dinine bağlı
bir şahsiyettir. Mısırlı entelektüel Hasan Hanefi’nin dediği gibi,
İbn Rüşd, Batı’da ilerlemeyi ve değişmeyi temsil ederken, Doğu’da ise
muhafazakârlığı temsil etmiştir. Niçin İbn Rüşd İslam âleminde hem
ilerlemeyi ve hem de muhafazakarlığı birlikte temsil etmemiştir? Umarım
bunun sebepleri Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin
düzenlemiş olduğu uluslar arası İbn Rüşd Sempozyumunda yerli ve yabancı
bilim adamları tarafından ele alınıp tartışılacaktır. Ben inanıyorum
ki, bu sempozyumdan çıkacak olan mesaj, kaotik bir süreçten geçen
Müslüman dünyanın açmazlarını çözmede yol gösterici bir rol
oynayacaktır. Bu sempozyumda emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
insan beyninde genetik olarak kodlu duran bilgileri açığa çıkarmak.
genel kanının aksine insan dışı bir varlıktan transfer değildir. aynı
bilgiler tüm insanların beyninde kodlu durduğu halde bunları insan
dilinde yazıya dökmek peygamberlere özgü bir yetenektir...
yukarıdaki ifade ekşi sözlükte dreamer nickli bir şahsa ait...
vahiyle ilgili enteresan bir düşünce gibi geldi bana...
vahyin ne olduğu konusunda bir çok görüş var...
fakat tam olarak kavranamayacak bir olay olduğu konusunda ortak bir kanaat var sanki..
vahiy sadece peygamberle allah arasında geçen bir olay olduğu için tüm ayrıntılarıyla sadece onlar bilir herhalde...
suruşun dile getirdiği görüşlere yakın bir şey yukarıdaki ifade...
üzerinde düşünmeye değebilir...
yüce allahın yaratmış olduğu şu alemin temel proğramını ana kitab olarak düşünürsek...
insanların genetik kodunu da bu kitaptan bir parça ....
proğramın yazılışında kullanılan işaretler de elif lam mim ta sin ya sin....
bunlar kitabın ayetleri...
yani proğlamlama dili...
bu işaretlerle proğram kurulduğunda ortaya bu görünene alem çıkıyor...
bu alemdeki her nesne de alemin temel kodları gizli...
ancak bunlara çok özel kişiler ulaşıp temel dile vakıf olabiliyorlar...
doğrusunu allah bilir...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
demir dünyada var olan bir şey ama insanların istifadesine sunulmasına indirilmesi deniliyor...
rızık ta dünyada zaten var olan bir şey ama birisi ona ulaştığında o indirilmiş oluyor...
sekine güven huzur kişinin bünyesinin bir kabiliyeti ama o hale geçtiğinde o indirilmekle ifade ediliyor...
vahyi bilginin insanda mündemiç olup ona ulaşabilmesi gibi bir durum mu var acaba...
onu insanın dimağına yerleştirip sonra beyin lambasının ışımasına yetecek temizliğe eren kişilerin etrafını aydınlatmaya başlamasını size vahiy indirdik diye mi ifade ediyor yüce rab...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
eğer bunlar aklımla kavrayamıyacağım şeyler olsaydı bana neden aklını kullanmıyorsun denmezdi...
öyleyse yapmam gerekenler de yapmamam gerekenler de akli olmak durumundadır...
tüm insanlarla eşit şartlarda imtihan ediliyorsam...
tüm insanların anlayıp kavrayabileceği ve akılların kullanmak zorunda oldukları konularla imtihan ediliyoruz...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
yani aklımla kavrayamıyacağım bir şeyden nasıl sorumlu olabilirim...
İşte
böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman
nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle
kılavuzladığımız bir nur yaptık. Hiç kuşkusuz, sen, dosdoğru bir yola
kılavuzluk etmektesin. Şura 52,
Hep birlikte
Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah'ın
üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Birbirinizin düşmanı idiniz, Allah
kalplerinizi uzlaştırıp kaynaştırdı da O'nun nimeti sayesinde kardeşler
haline geldiniz. Ateşten bir çukurun kenarında idiniz; sizi oradan
kurtardı. Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki, doğruya ve
güzele yol bulasınız.
Akletmek kılavuz olmadıkça fayda vermez olmuş. Onlar neden ateş çukurunun kenarında idiler? Neden seçilmiş insan kitap din iman nedir bilmezdi?
Kız çocuklarını diri gömmek hangi aklın vicdanın ürünüydü,bunlar insan değilmiydi? Ve neden sorumluydular?
Herkes akledebildiği kadar sorumlu olur diye bir mazaret yok..
Akletmiyorlar mı? Akıllarını işletmiyorlar mı? Neden akletmiyorlar?
sonra ne oluyor?
Akletmeyenler,akıllarını işletmeyenler,akıllarını işletmedikleri için kimi yerde topluca kimi yerde bireyce yok ediliyorlar.
Şöyle olmalı;İnsanlar aklettiklerinden sorumlu değildir, veya şöyle diyelim,akletdipte eyleme geçmediklerinden sorumludur,akletmede bir eylemdir öyleyse her ikisindende sorumludur. Akledemediklerinden sorumludurlar.Kuran bunun örnekleriyle doludur.
Asım beyin görüşlerine tam olarak katılıyorum. Bu düşünüş de aklın eseridir. Sonra yazı içeriğinde değinilmeyen vicdanın / adalet duygusunun da eseridir.
Akıl tek başına yetmez. Çünkü o, sadece mantıksal çıkarımlar yapar. Mantıklı olanı gösterir ama bu mantıklı olan her zaman doğru / güzel ve adil değildir. Bazen mantığın buyurduğu şey, vicdansızdır.
O halde aklın yanına bir de vicdan konulmalıdır. Böyle yapılmalıdır ki, atalarının ittifakla bildirdiği şeyi mantıken doğru gören kişi vicdan kapısından geri dönsün.
Akla, ne yüklersen o veriler istikametinde sana mantık yürütür. Bir zamanlar Rıdvan beyin bir imzası vardı. Bilgilerin yanlış olduğu yerde yorumların yanlış olmaması mümkün değildir. Önce veriler düzeltilmeli, sonra yorumlara bakılmalı.
Vicdan, içimizde "ah eden" bir yerdir. Sızım sızım sızlaması vardır. Üstelik hiç bir mantığı da yoktur. Kendisine kulak verildikçe sesi gürleşir, neşesi yerine gelir, her bir şeye karışmaya başlar...
Velevki onu dinlememeye başlarsanız küser darılır, konuşmaz olur. Sonra siz onun sessizliğine de alışırsnız. Sanki taş gibi kaskatı kesilmiştir.
Ama ona yönelmiş en ufak bir tebessüm, ona isabet eden en küçük bir yağmur damlası derhal canlanıp kabartır onu. Hem o öyle bir şeydir ki, gün gelir diğer insanlara da ah etmeye başlar... Bir de bakmışsınız ki, diğerlerinin / insanların / toplumun menfaatini sizin çıkarlarınıza tercih etmiş...
Gün gelmiş, ezgin erkekler, kadınlar ve çokcuklar, Rabbimiz bize katından bir yardımcı gönder diye yakaran biçareler için kendi kendisinin feda edilmesi kararını vermiş...
Mantık ne kadar çığrınırsa çığrınsın eğer kulak verilirse vicdanın sesi pek yüksektir...
Diri diri kız çocuklarını gömen bir bireye hayatı zindan eder... Mantığın "din" diye algıladığı şeyin bile sorgulanmasını ister...
Kendisine (vicdana) aykırı / tezat bir şeyin din olamayacağını söyler...
Hele akıl ve vicdan birlikte, iş birliği içerisinde olursa...
İşte bu İbrahim milletidir.
Eskimez dindir.
Esenlik dileklerimle...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
bir görüşe göre melek ve şeytan insandaki yeteneklerin kişileştirilmiş hali imiş...
yani insanın sahip olduğu yada onun emrine verilen yani ona secde eden yetenekleri kabiliyetleri melekeleri...
aklı fikri görmesi duyması anlaması kalbi vicdanı hepsi birer melek...
hırs şehvet kibir gibi duygularda şeytan...
bu duygular kuranda kişileştirilerek konuşturuluyor ...
şimdi bu anlayışa göre vahyi getiren melek hangisi...
yani cebrail akıl mı....
vicdan mı...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
قَالَ اَرَاَيْ 78;َ اِذْ اَوَيْنَ 75; اِلَى الصَّخْر 14;ةِ فَاِنّٖى نَسٖيتُ الْحُوتَ وَمَا اَنْسَان 22;يهُ اِلَّا الشَّيْط 14;انُ اَنْ اَذْكُرَ 07;ُ وَاتَّخَ 84;َ سَبٖيلَه 15; فِى الْبَحْر 16; عَجَبًا Yardımcısı): "Olacak şey mi, bu" dedi, "O kayanın yanında dinlenmek için durduğumuzda, nasıl olduysa, balığı unutmuşum. Bunu olsa olsa bana Şeytan unutturmuş olacak! Tuhaf şey, nasıl da yol bulup suya ulaştı!"
yusuf,42
وَقَالَ لِلَّذٖى ظَنَّ اَنَّهُ نَاجٍ مِنْهُمَ 75; اذْكُرْن 22;ى عِنْدَ رَبِّكَ فَاَنْسٰ 40;هُ الشَّيْط 14;انُ ذِكْرَ رَبِّهٖ فَلَبِثَ فِى السِّجْن 16; بِضْعَ سِنٖينَ Ve (bunun üzerine Yusuf,) iki mahpustan kurtulacağını düşündüğü kimseye: "(Buradan çıkacağın zaman) efendine benden söz et!" dedi. Ne var ki Şeytan berikine efendisinin yanında (Yusuf'tan) söz etmeyi unutturdu. Ve Yusuf bu yüzden hapiste birkaç yıl (daha) kaldı.
Şeytan insanın melekesi değildir ancak insanın şeytanlaşma eğilimi vardır.Ve şeytan fitne çıkaracak bir haberi,düşünen kişinin ihtimalleri arasına öncelikli sırada olacak şekilde koyar.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma