Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selamlar,
İştirak ettiğim görüşü paylaşmadan geçemeyeceğim…
III – Üçüncü tasavvur yeni oluşmaktadır. M.İkbal, Fazlurrahman,
H. Hanefi, M. Abid el-Cabiri, R.Garaudy, Ali Şeriatî, Abdulkerim Suruş, Mehmed
S.Aydın, Mehmet Hatiboğlu gibi Müslüman entelektüeller tarafından savunulmaktadır.
Bu tasavvurun ortak paydasını şöyle özetleyebiliriz: Mu’tezile’nin savunduğu
gibi Kur’ân Allah’ın fiil sıfatlarından olan irade ve kelâm sıfatının ürünüdür.
Yani ezeli değildir, yaratılmıştır. Mutlak olan Allah rölatif
olan varlıkla ilişkiye girdiği zaman, çıkan ürün rölatiftir, mutlak değildir.
Çünkü, Kur’ân’ı oluşturan dil (Arapça), Hz. Muhammed (insan) ve Arap toplumu
rölatiftir. Vahiy ilişkisi bir zamanda (7.yüzyıl) ve bir mekanda (Arap
yarımadası) vuku bulmuştur. Kur’ân, Lahûtî (ilahi) olduğu kadar
nasûtîdir(insanidir).
Allah insan aklı ve insan diliyle insana hitap etmiştir. Vahiy
ile insan aklı arasında mahiyet farkı değil, derece farkı vardır. Vahyin fikri
muhtevası Arap kültürünün ve Arap zihin dünyasının içindedir. Tevrattan, İncilden
dini fikirler içerdiği gibi, Arap cahiliye döneminin doğru fikir ve fillerini
de içerir. Başta Hz. Ömer olmak üzere Hz. Muhammed ve arkadaşlarının doğru
görüp uyguladıkları fikir ve fiiller vahiy tarafından onanır.
(Muvafakat-ı Ömer). Bundan dolayı Musa Carullah, bazı farzların
temelinin sünnet olduğunu savunur. Bu bakış açısına göre vahyin bir dudağı
gökte, bir dudağı da yerdedir. Yukarı aşağıyı belirler, aşağı da yukarıyı.
Kur’ân sadece gökten inmemiştir, aynı zamanda yerden bitmiştir.
Yerle gök arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. Tanrı’nın hakkı
Tanrı’ya insanın hakkı insana verilmiştir.(Esbab-ı Nuzul, Nesih-Mensuh,
Mekki-Medeni.) Allah, Araplara hitap etmiştir.
Arapça ile bütün insanlığa hitap etmemiştir. O günkü iletişim
imkânlarını ve yabancı dil bilme oranını göz önünde tutarsak bu son derece
doğaldır. Aksi, abes olurdu. Allah dini Arap olmayanlara yayma sorumluluğunu
(şahidlik.2/143) Araplara yüklemiştir. Kur’ânda tekrar hatırlatılan (tezkire)
‘ed-Din’ Hz. Ademden beri peygamberlerin tebliğ ettikleri dindir. Yani
İslâmdır. Ruh –beden metaforuna tekrar başvurursak, bu tasavvura göre Kur’ânın
ruhu Hz. Ademden kıyamete kadar sabittir. Bunlar da Tevhid, MEAD (ahiret),
ibadet (tapınma) ve Adalettir (salih amel/ahlak). Kur’ânın bedeni ise (şeriat)
tarihseldir.
Yani Kur’ândaki sosyal ve siyasi hükümler (muamelât) Arap
toplumunun maslahatları göz önünde tutularak oluşturulmuştur. Çünkü, sabit olan
ed-Din, indiği toplumun yapısına göre ‘tedeyyûn’ eder. Etini ve elbisesini
tarihten ve toplumdan giyer. Vahyi ve ilahî (semavî) anlamda din tektir.
Şeriatler ise muhteliftir. Son şeriatın (Kur’ân ve Sünnet) ismi de ‘Şeriat-i
Muhammedi’dir.
Ortaçağda ‘islâmi İlimler’i tedvin eden Müslüman alimler,
Arapların ihtiyacını karşılayan ‘Şeriat-ı Muhammedi’ (Kur’ân-Sünnet) den
ümmetin bütününün ihtiyaçlarını karşılayacak ‘islâm şeriatı’nı (İslâm
medeniyetini) inşa ettiler.
Geleneğin katılığı ve taklidin yaygınlığı nedeniyle yeniçağa
geçerken bu ortaçağ şeriatı aşılamadı. İslâm dünyasının her alanda yaşadığı
krizin anlamı budur. Bugün ‘şeriat’ denince herkesin şuuruna üşüşenler bunun
kanıtıdır.
Bu tasavvura göre Kur’ân güneşe benzer. Güneş sıcaktır,
dinamiktir varlık olarak sınırları belli olsa da ışıma yoluyla görülmez. Işıma
yoluyla kendinden bir şeyler kaybeder. Kur’ân’ın ışıması Müslüman entelektüelin
kalbi (aklı ve sezgisi) vasıtasıyla olur. Kur’ân’ı okuyan mümin entelektüel,
ondan kimliğini, kişiliğini, benliğini, karakterini ve bilincini oluşturur ve
dünyevi olgular, olaylar, fenomenler dünyasına dalar ve sorun çözer.
Kur’ân’ı tefsir etmez. Olayları tevîl eder (aslına, hakikatine
icra eder, çözer). Bundan dolayı peygamber “Ma raahu’l-muminune hasenen fehuva
intallahi hesanun= müminlerin iyi gördüğü, Allah indinde de iyidir” demiştir.
Bu durumda hata da yapılsa bir sevap alınır. Hz. Ömer böyle bir şahsiyet idi.
Bu tasavvura ‘fenomenolojik’ tasavvur ismi verilebilir.
Olguların özüne bakar. Kur’ân bütünüyle ‘ölçü’ değildir. Örnektir. Örneği
kavrayan, Allah’ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mümin,
Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar. Çünkü ‘her dönemin ayrı bir
hükmü vardır’(13/98).
Kitabı şerh etmez. Bulunduğu epistemolojik zemin yorumsamacıdır.
hermenötiktir. Rölativizm ile mutlak hakikat iddiasının arasında, dinlemeyi
bilen, hakikatin bulunabileceğine inanan, delile dayanan, iknai bir yoldur bu.
Bu tasavvuru bir başka metaforla da açıklayabiliriz. Bu
tasavvurun Kur’an kavrayışı ‘yağmur’a benzer. Yağmur rahmettir. Yağmuru
oluşturan su yeryüzünden gökyüzüne çıkar ‘bulut’ olur yoğunlaşır ve yere
‘yağar’. Vahyin, Kur’ân’ın fikri malzemesi de yerden alınır. Vahyin bütün
verileri yeryüzüne aittir. Olgular, niyetler, duruşlar, fiiller Allah
tarafından Semadan dinlenir ve Vahiy pasajları (ayetler) olarak ‘inzal’ edilir.
Vahiy, Kur’ân’da rahmettir(7/203).Yağmur humuslu topraklarda berekete dönüşür.
Vahiy de kalbi ‘yumuşak’ olan insanlarda hidayete dönüşür.
Bu bakış açısında merkez dinamik olduğu için çevre ve etraf da
dinamiktir. Hz. Muhammed ve Sünneti de ölçü değil, örnektir (usce). Kur’ân ile
sünnet arasındaki fark Allah ile Hz. Muhammed (halik-mahluk) arasındaki fark
kadar büyük değildir. Hz. Muhammed’in yanılabilirliği oranında azdır.
İnsanların en hayırlıları Sahabe, sonra tabiun, sonra etba-ı tebiun değildir.
İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir. En hayırlıları en muttaki
olanlarıdır.
Üçüncü tasavvura göre din, salt bir takım kutsal kişiler
(peygamber, sahabe, veli, şeyh, imam, ilahiyatçı,vs.) kutsal mekanlar (Kâbe,
Mescid-i aksa, cami,vs.), kutsal zamanlar (Ramazan, Cuma, Kadir gecesi vs.),
kutsal nesneler (Kur’ân, zemzem, tesbih, seccade, sarık, cübbe, vs.) değildir.
Din salt ahiret için (köşk, şarap, huri) yapılan bir takım özel
ibadetler (hacc, oruç, namaz, Kur’ân okuma vs.) de değildir. Din, Tevhid inancı
ile birlikte (iman) bunun zorunlu yansıması olan adalettir (salih amel). Din,
dünya içindir, dünya da ahiret içindir. Din, gün boyu iyiliği, adaleti
hakkaniyeti ayakta tutmaktır, bunları ikâme etmektir. Kötülüğü, haksızlığı,
zulmü engellemektir (emr-ibil ma’ruf ve nahye ani’l-munker). Sosyal ve siyasal
günah işlememektir. Çünkü bunlar büyük günahlardır. İnsan hakları ihlalleri
büyük günahlardır. Ahlâki her davranış, gün boyu işlenen daimi sevaptır,
ibadettir. Bir öneriyi, çözümü, fikri ve fiili ‘dini’ kılan şey, başına bir ayet
veya hadis yerleştirmek değildir. Muttaki bir bilinç, temiz bir vicdandan gelen
her öneri, çözüm, fikir ve fiil, dinîdir.,
İlhami GÜLER
Not:mavi ve italik
olanlar İlhami GÜLER’İN bir makalesinden alıntıdır.
Selam ve dua ile.
__________________ Ey inananlar, Allah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allâh büyük lutuf sâhibidir
|