Yazanlarda |
|
baybora Ayrıldı
Katılma Tarihi: 06 eylul 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 547
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
“Sözü anlamak” ve “Söz anlamak” (6)
“Söz” ve “Yazı”:
“Ey iman edenler! Allah'a ve resulüne itaat edin. İşitiğiniz halde ondan sırt çevirmeyin.” (8:20)
“Ayetlerimiz onlara okunduğunda şöyle derler: “Elbette işittik. Eğer dilersek bunun benzerini söyleriz; bu öncekilerin saçmalıkları” (8:31)
Konuşan-işiten:
“İlahi Söz” “İlk muhatablarına” hep bir “Söz” olarak “Canlı bir ortam”da “Seslenmiş” karşılıklı “Söz mübadelesi” ile “İşitme” önplana çıkmıştır.
Yazan-okuyan:
“İlahi Söz” “Hatib”in “Vefatıyla” “Yazı” ile sabitlenmiş “Canlı ortam” metinin dışında kalmış “Görme” önplana çıkmıştır.
Elbetteki artık anlam “dilin kensinde yoğunlaşarak” aranır olmuş “Söz”deki “Bağlam” bir çok kez göz ardı edilmiştir.
“Bugün”; “Söz” ve “Yazı” üzerine bir çok şey “yazılmış” ve “konuşulmuştur”.
“Bugün”; “Söz’ün düşüşü”nden bahsediliyorsa yazının “sabitleme” özelliğinin çok fazla öne çıkması “Hafıza”ya değil “Satırlara” güvenilmesi ve “Rakamların” önemli hale gelmesindendir.
“Bugün”, “Söz’ün teknolojileşmesi”, “Sanal yazılar”, “Sanal Muhatablar” bulunduğumuz sosyo-ekonomik ve kültürel yapının bizi “Sarmal”lamasıdır.
O halde;
“İlahi Söz” henüz “Sözken”;
“Nasih ve Mensuh”
“Muşkil’ul-Kur’an”
“Okuma farklılıkları”
“Yedi Harf”
“Tematik bütünlük”
“Sebeb-i Nuzül”
“İcaz”
“Yabancı Kelimeler”
“Kur’an-Sünnet gerilimi”
“Vakf ve İbtidâ”
“Vücuh ve Nezair”
“Hakikat ve Mecaz”
“Kısasu’l-Kur’an”
“Garibu’l-Kur’an ”
“Muhkem-Muteşabih”
benzeri ilimlerin “İlahi Söz”ün “Sabitlenip” “yazıya” geçirilmesinden sonra ortaya çıkmış olmasının izahı nedir?
“İlahi Söz”ün “Söz” olmaktan çıkarıp “yazılı” “bir metin” gibi algılamalarımızın bazı meseleleri izah edememizde tetikleyici rolü var mıdır?
“İlahi Söz”ü “yazılı bir metin” gibi “anlamaya çalışmamız” “anlamayı” sadece “dil’e” sıkıştırıp, “anlamayı” “filolojik” ve “linguistik” bir mesele olarak daraltıp, bilmeden kendi ayağımıza bağcıklar eklediğimizin ne kadar farkındayız?
Misal;
Ulemanın ekserisi “Nasih ve Mensuh” meselesini “olgusal olarak” “yazılı metinde hissederken” bunları “Nesh meselesi akidevi bir konudur” veya “Yahudileşme temayülü” ile izah etmek ve “tedricilik” gibi “bir şey söylüyormuş gibi yapıp bir şey söylememek”le çözülebilir mi?
“Nasih ve Mensuh” meselesi “Söz” ve “Yazı” arasında
“Tekrarlar” meselesi yine “Söz” ve “Yazı” arasındaki farktan kaynaklanmış olma ihtimali var mıdır?
Gerçekten “İlahi Söz”ün “Söz” olması ıskalanarak ve “Yazıya geçirilmesiyle” başlayan sorunlar nasıl izah edilecektir?
Meslelerimiz çok ve yerimiz dar…
“Sözün özü”;
“(İnsanları) Allah’a davet eden, doğru olanların yapan ve “gerçekten ben Müslümanlardanım” diyenden güzel sözlü kim vardır?” (41:33)
Bitti..
Alim olan Allah(a.c)’dır.
Cehd bizden Tevfik Allah(a.c)’den
__________________ Tanrı'ya inanan adam olmak kolay, ve fakat Tanrı'nın inanacağı adam olmak zor!
|
Yukarı dön |
|
|
malik bin nebi Uzman Uye
Katılma Tarihi: 24 kasim 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 439
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam Sevgili Rıdvan Abim,
Paylaşımlarınız için teşekkürler,
"Sözün değeri" hakkında söyleyecekleriniz nelerdir,
Bir sözü ötekinden daha değerli kılan nedir ?
İddiası, kaynağı, gerçekle uyumu, söyleyenin değeri, amacı, dinleyeninin sayısı,
------------------------------------------------------------ -------
Söz'ün yazı ile sabitlenmesi gerçekten çok önemli bir sorun,
Sesin rengi vardır, ama yazının rengini göremezsiniz,
"Aloo" yazılı ifadesi,
öfke, heyecan, şefkat, aşk vb anlamlara gelecek şekilde seslendirilebilinir, ve aslında sözü bağımsız kılmış olursunuz yazıyla,
Yazı sesin rengini silmektir,
Söz durumlara verilen sembollerdir, söze hayatı hatipten önce muhattap verir, zira hatip kelimeleri muhattaba göre seçer, muhattaplar sözü hak eder ve durumları sözün rengini yaratır,
Mekan olmadan zaman olmuyorsa muhattap olmadan söz de olmaz,
Söz kulağa değmeden önce görüntü göze değer,
Hatipsiz hitap ikinci kere kafeslenmiş olur, gözlerdeki rengi bedendeki renginden, sesin renginden önce duyumsarsınız,
Ki bu düşünüş neticesinde, kur'an'ı
Dönemin toplumu, muhammed resul ve "O" tarafından oluşturulan ortak bir ürün olarak görüyorum.
"O" her dönem söylediği sözü söyler "adalet"
Resul her dönemde olduğu gibi içinde yaşadığı topluma yansımasını yapar,
Toplum her dönemde olduğu gibi kendisine gelen sözcükleri belirler,
Kur'an Allah'ın seviyesini göstermez,
Dolayısıyla şu anda elimizde bulunan yazılı hitap bu hali ile bizi muhattap kabul etmez,
"O"'nun sözü asla kaybolmaz, yok olmaz, korunmuştur, "gayb olmuştur"
Resul'ün sözü "kaybolmuştur" hapsolmuştur,
Resül "gayb olan" sözü ortaya çıkartır,
Beytin temelidir "O"'nun sözü,
Elçi O temeli bulur ve Temelleri yükseltir,
Bir önceki elçinin Yükselttiği bir önceki devirle kayboldu,
Ama gelen elçi "gayb olan"'ı buldu ve "karea" etti.
"O" vahiy ile konuşur ve vahiy evrenin işlemcisidir.
Dil kültürdür,
Kültür toplumdur,
Toplum değişir de kültür nasıl değişmez,
Kültür değişir de dil nasıl değişmez,
Dil değişir de "söz" nasıl değişmez,
Esenlikler diliyorum,
Sevgi ve Saygılarımla
__________________ bildiklerimizle değil yaptıklarımızla, ellerimizin neleri ile değil hayatlarımızın nasılları ve nedenleri ile,,,
Beni bir yere oturtmaya çalışmayın,çünkü ben bir yerde oturmuyorum, sadece yürüyorum
|
Yukarı dön |
|
|
baybora Ayrıldı
Katılma Tarihi: 06 eylul 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 547
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selam değerli kardeşim,
20.eylül.pazar, d.cündioğlu yazısının bir kısmı, (vurgular bana ait)
"İnsan nefsinin en belirgin vasfı: yaşama güdüsü.... ne pahasına olursa olsun yaşamda kalma arzusu... her hâlukârda yaşamı sürdürme azmi.... mümkün olduğunca en uzun süre... olabildiğince... gidebildiğince...
İşte insanın ölümü kabullenemeyişinin ardındaki en temel güdü!
İnsan organizması hayatta kalmak üzere kodlanmıştır, hem de bütün hücreleriyle... 'Süreklilik' duygusu da bu güdünün eseridir. Biyolojik süreklilik, yani beka duygusu...
Birey olarak sürekliğini sağlayamayacağını bilen organizma, bu ihtiyacını türün sürekliliği üzerinden tatmin eder.
Nasıl?
Elbette üreme yoluyla. İştah ve şehvet de böylelikle yaşamda kalmanın en temel koşulları hâlini alır.
* * *
İnsan yaşamını kavramaya yönelik bir bilincin, her hâlukârda kendileriyle hesaplaşmak zorunda olduğu iki kavram vardır: mülkiyet ve cinsiyet.
Mülkiyet, yani sahip olma isteği, gerçekte, yaşama güdüsünün dönüşmesiyle ortaya çıkıyor. Çünkü yaşama güdüsü veya yaşamda kalma/yaşamı sürdürme arzusu, en temelde biyolojiktir. Yani türsel bir zorunluluktur, bireyin istek ve seçimiyle alâkalı değildir. Mülkiyet ise biyolojik değil, psikolojiktir. Tenin değil, tinin isteğidir. Yani bedenin değil, cânın...
Yaşamı sürdürme isteği, yaşam için gerekli vasıtaları sağlama almak gayretine dönüştüğü an, işte o an, mülkiyet duygusu da oluşuveriyor.
Mal mülk edinme arzusunun temelinde, kuşku yok ki sıhhatini kaybetmiş bir yaşama hırsı vardır; aracı amaç hâline getiren bir bilinç kayması... güya yaşam adına yaşamın kendisini ıskalama zavallılığı...
Azim ve gayret sözcüklerinin yerine, bir çırpıda hırs ve ihtiras sözcüklerinin geçmesi hiç de sebepsiz değil.
Hırs ve ihtiras, en nihayet çalışıp çabalamanın beyhûdeliğini vurgulamaya yarıyor; beka bulmak isteyen fânilerin çırpınışlarındaki boşunalığı...
* * *
Üreme yetisi, en nihayet insan türüne yaşama ve yaşamda kalma imkânı bahşediyor. Pek tabii ki burada bireylerin payına düşense soy sop aracılığıyla süreklilik kazanmak...
Ben öleceğim ama çocuklarım yaşayacak. Ben çocuklarımda yaşayacağım... Onlar da kendi çocuklarında...
Soy bu duygularla koruma altına alındığında, zorunlu olarak tür de kendini korumuş oluyor. Elde edilen mallar miras (hukuk) yoluyla çocuklara kaldığından, mülkiyet duygusunun sadece toplumsal değil, aynı zamanda ruhsal bir gerçeklik kazanması da kolaylaşıyor.
* * *
Yaşamı sürdürme arzusu en temelde biyolojik bir karakter taşırken (doğal/hayvanî bir güdünün eseriyken), bu arzunun insan zihni tarafından mal-mülk avcılığının gerekçesi hâlini alması tamamen psikolojik mahiyettedir. Vehmîdir yani.
Üreme gücünün kendi doğal hedefinden sapıp bağımsız bir zevk oyunu hâlini alması nasıl ki psişe'nin (nefsin) bir marifeti ise, yaşamı sürdürme güdüsünün kendi doğal mecrasından çıkıp mal-mülk biriktirme hırsına yol açması da benzer bir mekanizmanın ürünüdür. Yani modern insanın geçmişte hiç olmadığı şekilde yeniden kurguladığı ve tanımladığı mülkiyet ve cinsiyet oyunlarının hiçbiri 'doğal' değildir.
Din dili, bu oyunları hiç çekinmeden 'şeytanî' olarak tasvir ve tarif etmiştir. Çünkü süreklilik vehmine meşruiyet kazandıran çabaların rahmanî olması —sahih dinî gelenekler açısından— aslâ mümkün değildir.
- Baki olan sadece O'dur! (Hüve'l-Baki)
- Herkes/herşey helâk olacaktır, bir tek O müstesna!
Kendisini Tanrı'nın yüceliğine nisbetle hizalayan dinî bilincin, yaşamı ölümle, dünyayı öte-dünyayla anlamlandırmasının nedeni, insana en çok zarar veren duygunun kibir olduğunu bilmesidir. Maksad, kibrin şifası olan tevazuyu insana öğretmektir.
Dünya da fanidir, insan da. Şeytansa insana bu hakikatin zıddını fısıldar durur.
Hatırlanırsa, Şeytan'ın tatmaları için Adem ile Havva'ya telkin ettiği ağaç, Kur'an'da "ebedilik ağacı" (şeceretu'l-huld) olarak adlandırılmaktadır. Şeytan insana süreklilik (ebediyet) vehmini aşılamaya çalıştı ve başarılı da oldu. Nitekim hâlâ da oluyor."
Üzerinde konuşmaya başlanacak ilk şeylerden biri "doğum-ölüm", "cinsiyet" ve "mülkiyet"
selam ve dua ile,
rıdvan
__________________ Tanrı'ya inanan adam olmak kolay, ve fakat Tanrı'nın inanacağı adam olmak zor!
|
Yukarı dön |
|
|
malik bin nebi Uzman Uye
Katılma Tarihi: 24 kasim 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 439
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
--------Üzerinde konuşmaya başlanacak ilk şeylerden biri "doğum-ölüm", "cinsiyet" ve "mülkiyet" -----------
Selam Sevgili Rıdvan Abi,
Yukarıda bahsettiğin konularda başlayabileceğim bir noktam yok, sadece beynimde gezinip duran hezeyanları biliyorum, doğum,ölüm cinsiyet diyince, mülkiyet belki diğerlerine nazaran daha farklı olsa da benim için,
Başlangıç, son, tür, edinim, doğum, ölüm cinsiyete mülkiyet konuları, sanki beynimin içinde bir kan pıhtısı, hep düşünürken beynimin içinde o pıhtıyı hissediyorum sanki burnumdan akınca durulacağa benziyor ama bir türlü pıhtı akmıyor ordan,
Sadece soruyor ve gözlemliyorum ve henüz paylaşacak kadar derli toplu görgülerim yok bu konularda, ve kendimi tatmin etmek ve rahatlatmak adına da kandırmaya hiç niyetim yok,
Ve senin yapacağın açılımı zevkle dinlemek isterim,
Şu anda insanı doğal anlamaktan başka bir çıkar yolum yok, insanı doğaya teslim etmekten başka bir açıklamam yok,
"O"'na yaratıcı diyebiliyorum ancak,
Yaratmak O'nun fıtratı, geri kalan herşey tek bir noktanın açılımı ama henüz orasını da kestirebilmiş değilim,
Bu düşünüşleri de diğerleri makul gelmediği için mi düşünmekteyim yoksa gerçekten hak ettiği için mi bilmiyorum ki bu yüzden çıkar yolum yok diyorum,
Bir düşünceye mecbur kaldığım için değil hak ettiği için inanmak isterim, başka açıklaması yok olduğu için değil gerçekten eşya ile eşleştiği için inanmak isterim, olmayanları bularak olanı işaretlemek,
Yanlışların neden yanlış olduğunu bilmek ve kalanın doğru olduğunu bilmek ama doğrunun neden doğru olduğunu bilmemek,,,
Önüme 20 yılı koyunca ömür çok uzun, ama
Önüme evreni koyunca hayatım çok kısa,
Hayatım kısa çünkü anlayışım kısa,
Ki bundan olsa gerek öğüt alamayanların ömürlerinin de alınmaması,
Dinliyorum abi,
Esenlikler diliyorum
Sevgi/Saygı/Muhabbetlerim ile
__________________ bildiklerimizle değil yaptıklarımızla, ellerimizin neleri ile değil hayatlarımızın nasılları ve nedenleri ile,,,
Beni bir yere oturtmaya çalışmayın,çünkü ben bir yerde oturmuyorum, sadece yürüyorum
|
Yukarı dön |
|
|
baybora Ayrıldı
Katılma Tarihi: 06 eylul 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 547
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam Ünal kardeşim,
Her “İnsanoğlunun/Adem oğlunun” “bildiği” “ilk bilgi” “Beliğini Bilmesi”dir ve hep “benliğimizi biliriz/fark ederiz”. “Kendi kendimizi akıl ederiz”.
“Cogito ergo sum” “Düşünüyorum o halde varım”
Yunus’da şöyle demiş;
İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmez isen,
Bu nice okumaktır.
Yani,
Bilmek, “bilmeyi bilmektir”.
Bilmek, “kendini bilmek/tanımak”tir.
Sen “kendi (sınırını) bilmez isen”
Bu nice “Okumaktır.”
Yunus’da, Descartes’da “özne/alîm” önceliklidir. Yani “bilen”
Elbette ki, “bilgi” söz konusu olduğunda birde “bilinen” yani “malum” söz konusudur.
Bunlara “süje” ve “obje” adı verilir. Obje var olan şeydir. Bende size göre “obje”yim.
“Bilgi” ise “bilen ile bilinen” arasındaki “bağdır”
Bu noktada “bilenin de” “bilineninde” daha önce “var olmuş olması” gerekir.
Bileni de, bilineni de var eden nedir?
Bilen ve bilinen tesadüfen mi var olmuşlardır?
Bilen ve bilineni, “bilen” bir var eden mi vardır?
Kendimi akıl edebiliyorsam/düşünüyorsam, akıl etmem/düşünmem kendi kendine mi olmuştur?
Düşünmemin/akıl etmemin sınırları var mıdır?
Nereye kadar akıl edebilirim/düşüne bilirim?
Meşhur bir söz de vardır; “Benliğini bilen rabbini bilir” bu ne demektir?
“benliğini bilmek” gerçekte “neyi bilmektir”?
Devam etmek umuduyla,
Selam ve dua ile,
rıdvan
__________________ Tanrı'ya inanan adam olmak kolay, ve fakat Tanrı'nın inanacağı adam olmak zor!
|
Yukarı dön |
|
|
malik bin nebi Uzman Uye
Katılma Tarihi: 24 kasim 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 439
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bir Ben Vardır Bende Severim ben seni candan içeri Yolum vardır bu erkândan içeri.
Beni bende demen bende değilim Bir ben vardır bende benden içeri.
Nereye bakar isem dopdolusun Seni nere koyam benden içeri.
O bir dilberdürür yoktur nisâni Nisan olur mu nisandan içeri.
Beni sorma bana bende değilim Sûretim hoş yürür don'dan içeri.
Beni benden alana ermez elim Kadem kimbasa sultandan içeri.
Tecelliden nâsib erdi kimine Kiminin maksudu bundan içeri.
Kime dîdar gününden sûle deyse Onun sû'lesi var günden içeri.
Senin aşkın beni benden aliptir Ne sirin dert bu dermandan içeri.
Seriat, tarikat yoldur varana Hakikat mârifet andan içeri..
Süleyman kuş dilin bilir dediler Süleyman var Süleyman'dan içeri..
Unuttum din diyânet kaldı benden Bu ne mezhepdürür dinden içeri..
Dinin terkedenin küfürdür işi Bu ne küfürdür îmandan içeri..
Geçer iken Yunus sas oldu dosta Ki kaldi kapida andan içeri.... Yunus Emre
Abi ben henüz "Ben" tanımlayabilmiş değilim,
İnsanı tanımak adına, alet yapan hayvan, düşünen hayvan, baş kaldıran hayvan gibi isimler kullanmışlar ama ben hayvanlarda bu özelliklerin hepsini görüyorum,
Ali aksoy abi ile konuşurken ticaret diyordu, ben de farklı olarak giyinme diyorum, ama hem ticaret hem de giyinme biri açlık, öteki korunma güdüleri,
Kısaca basbaya hayvan olduğumuzu düşünüyorum bazı yönleri ile çok bazı yönleri ile az gelişmiş hayvanlar,
ama bu gene beni tanıtmıyor, dün çok değerli bir abimizle konuşuyorduk, "ben nerdeyim" diye soruyordu, ulaşabildiğim tek cevap "beden içerisinde" idi, bedenlere hapsolmuş "?" olarak biliyorum kendimi,bedenim içindeki ben kimim, ve hangi yasa ile işliyorum,
Bedenimin ham maddesi ile
"?" hammaddesi aynı mıdır henüz çözemedim,
Hiç bir şey yok olmuyorsa, yok diye bir şey yok ise,yoktan var olmak ve yokta var etmek nasıl olabilir ki ancak yokluğun var olduğu bir yer olur( böye bir yeri öğrendiğimde beynimden vurulmuştum boşluğun kendisi ve yasası ile ilgili yaptığı açıklama için cin13 kardeş'e tekrar teşekkürler.) ki oda hem var hem yok hem zahir hem gayb olanı anlatır ve herşey bir dönüşüm içerisindeyse, ben ancak yokluktaki var'ın üflemesi olurum,peki O'nun kendi yasası ne, şu anda bildiğim tek yasası var o da yaratması, Yaratıcının tek yasasını biliyorum O da yaratmak,
Ama ben "O", "O" da ben olamam,
Bu durumu ancak insanın yemek yemeden gaz çıkartmasına veya geğirmesine benzetiyorum, ( lütfen gülme ancak bu geliyor aklıma :)
Gaz insan değil, insandan bağımsız da değil,
Şahsım adına Muhammed'in "O" dediğini evreni doğuran boşluk olarak bakıyorum, yani yasaları ile beraber boşluğun kendisi,
Yaratıcının tasarım, plan, muhakeme, mukayese yaptığını düşünmüyorum, yoksa yaratıcı da algılar üzerinden mi yargılara varır ya da "zeka", ben O'nun bir yasa olduğunu düşnüyorum abi, ama O yasa ne onu da bilmiyorum :), bilmediğim o kadar çok şey var ki, önümde olandan geriye veya ileriye gittikçe küçülüyorum, önümde duranı anca kekeleyerek anlayabiliyorum,
Tek bir noktanın mükemmeliğinin açılımı olarak bakıyorum evrene, tıpkı bir uranyum çekirdeği gibi,
Ama evrenin işleyişindeki temel yasayı henüz "adalet" olarak isimlendirebilmiş durumdayım, herkesin sebep olduğu işin neticesini görmesi, herbir ögenin kendi yasası bir bir başka ögeye yasa oluşturması,
Boşluğun yasası enerji dalgalanmaları ile sanal parçacıklar oluşturmaksa, bu sanal parçacıklar, zincirler neticesinde evreni oluşturmakla yasalanmışsa, bu şekilde bir dönüşümün neticesiyiz diye düşünüyorum,
Doğum doğal bir sonuç, ölüm doğal bir sonuç, cinsiyet doğal bir ayrışma, doğal farklılık, mülkiyet doğal bir dürtünün yansıması,
Göz görmüyor, kulak duymuyor, el oynamıyor, beyin düşünmüyor, aslında her biri kendi içindeki bir yasayı işletiyor,
İbrahimim abimiz soruyordu beyin nakli gerçekleşse, benlik kendini nakledildiği vücutta mı hisseder di gene,
O zaman neyiz biz abi,
Sadece bir "his" mi sadece bir "algı" mı düşünüyorum o halde varım, hiç bir algı olmazsa insan nasıl düşünebilir ve hayal edebilir ki, algılara kapalı bir ortamda bir birey yetişse var olduğunu bilir mi ??
Algıları olmayan var olduğunu nasıl bilir,
Koklamayan, duymayan, görmeyen, dokunmasına imkan tanınmayan varlık, al abi bunları benden ve senden o zaman kalan ne olur, işte biz o olmalıyız ama o ne?
Ben neyim bilmiyorum, ben başlangıçta neyden dönüşerek bu hali aldıysam işte oyum ama o ne, O'nun üflediği, insanın yasası nedir abi, canlılık nedir abi, fikizsel canlılık değil şuur, bilinç,,,
Tek bir nokta ama öyle açılıyor ki muazzam bir evren ve varlıklar, kim bilir o noktanın yasasını ve rengini bulursak kendi rengimizi de buluruz,
Veyselle bitireyim abi :)
Yıllarca aradım kendi kendimi Hiçbir türlü bulamadım ben beni Hayal mıyım ürüya mı bilinmez Hiçbir türlü bulamadım ben beni
İnsan mıyım mahluk muyum ot muyum Ekilir biçilir bir nebat mıyım Yoksa görünüşte bir sıfat mıyım Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Leyla mıyım Mecnun muyum çöl müyüm Arı mıyım çiçek miyim bal mıyım Köle miyim bir güzele kul muyum Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Varlığım yokluğum bir Veysel adım Gök kubbede kalacaktır ses kadim Elli üç yıl kendi kendim aradım Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Aşık Veysel
http://www.youtube.com/watch?v=ikWy3Nhn3cs
(Lütfen dinle abi küçük bir hediye olarka kabul buyur.)
(Bunlar sadece düşünüşlerim ve sorularım, belki umuma asmakla hata ediyorum ama sesli düşünmekten öte değildir bir iddia taşımamaktadır.)
Esen kalasın abi,
Beni konuşturma abi :), daha çok seni dinlemek istiyorum müsadenle:)
Sevgi/Saygı/Muhabbetlerimle
__________________ bildiklerimizle değil yaptıklarımızla, ellerimizin neleri ile değil hayatlarımızın nasılları ve nedenleri ile,,,
Beni bir yere oturtmaya çalışmayın,çünkü ben bir yerde oturmuyorum, sadece yürüyorum
|
Yukarı dön |
|
|
baybora Ayrıldı
Katılma Tarihi: 06 eylul 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 547
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam Ünal kardeşim,
Acaba bilgilerimiz “bir kuruntu”dan mı ibaret?
Herkesin kendine göre bir bilgisi vardır. “Özneler arası ortak bir bilgi” var mıdır?
Ya da “Bilginin olanağı var mıdır?”
Ben İhsan bey’in(eliaçık) “mülkiyet” meselesinde ortaya koyduklarına tamamen katılmakla birlikte öncelikle cevab vermemiz gereken şeyin evrende durumumuzun netleştirilmesiyle başlanacağına inanıyorum,
Yani Adam/insan ilk önce, “bahçede adil paylaşım”dan önce “Bahçede ne işim var?” sorusuna cevab vermelidir. Yani “Senlik-Benlik kavgasından önce” Adam/İnsan “ ‘ben’liğiyle kavgasını” halletmelidir.
Çünkü Senlik-Benlik kavgasına neden olan “kök sebeb” insanın “benliğini bilmemesidir”
“Zihimizin ve eşyanın dışına çıkamayacağımıza göre” veya “Matrix’te Kırmız Hapı yutmadığımıza göre”(belkiide maviydi) “bilgi”de özneye/süje veya nesneye/obje öncelik veren veya bilgiyi imkan dışı gören felsefelerde son sözü söylemek zor olsa gerek (kaşık mı eğiliyor, eğilen zihnim mi?). Ben bu noktada Kant’ın “Transendental İdealizm”in yanında yer alıyorum. Yani “Süje ve Obje” veya “Alîm ve ma’lum” ortaktır. Kant “İçeriksiz düşünceler boş, kavramsız sezgiler kördür”der.
Bu noktada D.Cündioğlu’nun şu tespitleri paylaştığımı belirmeliyim (vurgular bana ait); (ki bu Gökhan(cin13)’le aramızda duyu-duygu kavramlaştırması üzerinde yazışmamıza neden olmuştu)
“Birçok dilde `duyu` ve `duygu` karşılığında genellikle bir tek sözcük (sens) kullanıldığından, her iki yeti türünü ve tabiatıyla işlevlerini birbirinden ayırmakta/ayrıştırmakta zorluk çekildiği malumdur. Nitekim bugün Türkçe`de -biraz da Batı dillerinin etkisiyle- duymak`tan türetilen `duyu, duyum, duyumsama` sözcüklerinin yanısıra `duygu, duygulanmak, duygulanım` gibi sözcükler de kullanılmaktadır. Tam da bu bağlamda, Arapça`dan Osmanlıca`ya, Osmanlıca`dan da günümüz Türkçesine geçen `his` (çoğ. havass) veya `hissetmek` sözcükleri hatırlanabilir; zira `görme hissi` dediğimiz gibi, `Ne hisli bir kadın!` da der ve fakat her iki kullanımda da -ilkinde `duyu`, ikincisinde ise `duygu` anlamında olmak üzere- farklı manalar kastederiz. Aynı kökten türeyen `ihsas, ihtisas, hissiyat, mahsüs, mütehassis` sözcükleri gündelik dilde umumiyetle anlamları birbirine karıştırılarak kullanıldığı gibi, Latin alfabesi yüzünden his`ten türeyen sözcüklerle has`tan türeyen sözcükler (msl. husus, ihtisas, mahsus, mütehassıs) dahi birbirine karıştırılmaktadır. `Havass-ı hamse-i zahira` (beş dış duyu) başlığı altında, klasik metinlerimiz beş yeti sayarlar: 1. Kuvve-i basıra (görme yetisi); 2. Kuvve-i samia (işitme yetisi); 3. Kuvve-i şamme (koklama yetisi); 4. Kuvve-i zaika (tat alma yetisi); 5. Kuvve-i lamise (dokunma yetisi)... [Bu yetiler tümevarım yöntemiyle tesbit edildiğinden, Kelamcılarımız, `beş` sözcüğünün, `dış duyularımız beşten fazla olamaz` anlamına gelmediğini, bilakis kastedilenin `Tesbit edilebilen şimdilik beş tanedir` demek olduğunu hususan belirtmek ihtiyacı duymuşlardır.] Kant bu beş duyuyu/yetiyi `genel` ve `özel` olmak üzere ikiye ayırıp görme, işitme ve dokunma`yı `genel duyular` (sensus comminus), tatma ve koklama`yı ise `özel duyular` (sensus privatus) başlığı altında inceler ki İskoç felsefesinin yaptığı bir yanlışı, başka bir yoldan kendisi de sürdürür. Çünkü İskoçlar, geleneksel olarak `hiss-i müşterek` (ortak duyu) şeklinde adlandırılan bir psikoloji terimini (sensus comminus), yanlış olarak bir sosyoloji terimine (common sense) dönüştürüp bu terime `kamuoyu` veya `efkar-ı umumiye` manası verirlerken, Kant, gereksiz yere aynı terimi bu sefer üç iç duyuya/yetiye tahsis etmiş, böylelikle algı (verstehen) sürecinin iç duyulardaki en önemli aşamasını dış duyular (sinnlichkeit) ile karıştırarak klasik psikolojinin, beş duyudan gelen verileri süzen hiss-i müşterek`ini çok farklı bir biçimde yorumlamıştır. `Terimlerde tartışma olmaz!` Evet, bu bir kaidedir. Bir düşünür kendi kullandığı terimlere özel anlamlar yüklemekte özgürdür. Muhatablarına düşen, o düşünürün terimlerini, öncelikle kendisinin kasdettiği anlamda anlamaktır. Lakin unutulmamalıdır ki sözcükler veya terimler değişirken, o sözcüklerin anlam ve kavramları da ister istemez değişir. Aynı terimlerle farklı manalar kastedilebileceği gibi, aksi de mümkündür. Sözgelimi bugün `algı` veya `algılama` terimiyle kastedilen nedir? İlim adamlarımız bu soruya, Batı dillerine müracaat etmeden cevap veremiyorlar. Bazıları da dostlar alışverişte görsün kabilinden sadece `idrak` deyip geçiyorlar. Oysa `ihsas` da bir algıdır ve fakat duyuların algısıdır. Hangi duyuların? Elbette iç duyuların. Şayet dış duyuların algısından söz ediliyor olsaydı, `ihsas` değil, `ihtisas` denmesi gerekirdi. (Birinin aktif, diğerinin pasif olduğuna dikkat edilmelidir.) Doğru, `idrak` da bir algı türüdür, ama duyuların değil, aksine aklın (müdrike`nin) algısı... Bu farklılığı farketmiş olan eski ustalarımız, bu nedenledir ki `idrak` ile `idrak`ul-idrak`i birbirinden ayırmak zorunda kalmışlardır; tıpkı `bilmek` ile `bilmeyi bilmek`i birbirinden ayırdıkları gibi. Eh bir de `iz`an` var; zira iz`an da bir algı türüdür. Öyle ki biraz dikkat edilirse iz`anın eşlik ettiği idrak ile iz`ansız idrak`ın birbirinden çok farklı oldukları görülür. Bir dilden başka bir dile, bir kültürden başka bir kültüre geçerken yapılacak kazalar öyle saymakla, sıralamakla bitirilecek gibi değildir. Nitekim klasik psikoloji`nin çok bilinen iki terimini hatırlayalım: `hayal` ve `vehim`. Mesela `hayal` (hayalhane) başka, `mütehayyile` (hayal yetisi) çok daha başkadır. İlki, iç duyulardan hiss-i müşterek`in kayıt yeri iken; ikincisi, bizzat vehim düzeyinde iş gören kuvve-i mutasarrıfa`nın adıdır. `Vehim` ile `mütevehhime`ye gelince, Batı dillerinde karşılığını bulana aşk olsun! Babanzade Ahmed Naim(öl. 1934) bile çaresiz `imagination` karşılığını önermiş. Oysa bu sözcük, aynı zamanda `hayal etme`nin karşılığı. Dahası, bunlar da birer idrak türü... Kaybettiğimizin ne olduğunu bilmek için kendimizi zorlamaya gerek yok! Çünkü biz kendimizi kaybettik!”
Yukarıda Veyselin yazdıklarına benimde bir katkım olsun,
Uzun ince Bir Yoldayım Gidiyorum Gündüz Gece Bilmiyorum Ne Haldeyim Gidiyorum Gündüz Gece
Dünyaya Geldiğim Anda Yürüdüm Aynı Zamanda İki Kapılı Bir Handa Gidiyorum Gündüz Gece
Uykuda Dahi Yürüyom Kalmaya Sebep Arıyom Gidenleri Hep Görüyom Gidiyorum Gündüz Gece
Kırk Dokuz Yıl Bu Yollarda Ovada Dağda Çöllerde Düşmüşüm Gurbet Ellerde Gidiyorum Gündüz Gece
Düşünülürse Derince Uzak Görünür Görünce Bir Yol Dakka Miktarınca Gidiyorum Gündüz Gece
Şaşar Veysel İş Bu Hale Kah Ağlaya Kahi Güle Yetişmek İçin Menzile Gidiyorum Gündüz Gece
Devam etmek umuduyla
Selam ve dua ile,
rıdvan
__________________ Tanrı'ya inanan adam olmak kolay, ve fakat Tanrı'nın inanacağı adam olmak zor!
|
Yukarı dön |
|
|
baybora Ayrıldı
Katılma Tarihi: 06 eylul 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 547
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selam değerli kardeşim,
Veyselin "varoluşu" anlatığı mısraları meteforlarla dolu, (tefsiri güzel olurdu).
Bu akşam "Şems Suresini" ve "qaf suresindeki" "iki ilqa ediciyi" tekrar okumanın zamanıdır.
selam ve dua ile,
rıdvan
__________________ Tanrı'ya inanan adam olmak kolay, ve fakat Tanrı'nın inanacağı adam olmak zor!
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
can ulu bir kimsedir beden onun atıdır...
yunus...
ey insan sen sadece duyuş ve sezişten ibaretsin gerisi toprak ve sudur....
celaleddin rumi...
duyuş ve seziş yada bilinç diyelim...
bizi biz yapan ben dediğimiz şey bilincimiz olmalı...
bilincin varlığını devam ettirmesi için maddeye ihtiyacı var mıdır ki...
bilinç tanrının bilincine karışıp onda yok olup onunla ebediyete yürür mü...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
mistikbalim Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 agustos 2009 Yer: Turkiye Gönderilenler: 401
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
baybora Yazdı:
Selam ünal kardeşim,
Daha önce yazdığım 6 küçük makaleyi daha asıp, imkanım olursa karşılıklı devam ederiz İnşAllah, düzenli yazma sözü veremesem de imkan oldukça yazmayı düşünüyorum, Allah(a.c) bizi mahçup etmesin,
Sorduğunuz ve dile getirdiğiniz konuları "önemsediğimi" belirt meliyim ve bana görede "hayati" sorular.
Müslümanlar geçmişte kendilerine olan güvenle hertürlü fikirle hesablaşmışlardır, bugünde hesablaşabilirler, kendilerini ikna edemeyenlerin bir başkasını ikna etmeleride mümkün değildir. Ve anlayışlarımız birileri tarafından mutlaka hesabada çekilecektir. Bu nedenle hesabı verilemeyecek/verilmemiş fikirlerin ve anlayışların "entel" "lak lakları" olmaktan öte gidemediğini, kendine ve çevresine faydalı olm(a)yacağını düşünüyorum. Hesablaşmamız gereken o kadar çok şey var ki, batı tarzı biyo-seküler yaşam ve onun altındaki felsefe, doğunun miskinliğinden tekrar uyanması, tekrar bir dil inşası, inançlarımızı yenileme vs.
devam etmek umuduyla,
selam ve dua ile,
rıdvan
|
|
|
çok doğru söylemişsin bu yüzden bazan aynada karşılaştığınız zamanda aynıcümleleri tefekkür edin artık saçmalamayı bırakın ve teslim olun mutlak mutluluk şurdan geçiyor birde şurdan görmeniz için birez el ile yordam birazda göz ile fehm gerekir dokunun bakın ve UCB DENEN HASTALIĞI ATIN ÜZERİNİZDEN ve kendinizi bi ikna edin artık açıklanmış açıklanmıştır bakan her gözün göreceği kadarıyla dokunan her elin hissedeceği kadarıyla sen gördün mü nasılmış sen dokundun mu nasılmış çok gülünç duruma düşüyorsunuz eden kendiniz düşünemiyorsunuz arkadaş neden bu kadar puta tevessül mevlana yunus şems deskartes einstein nE kadar çok aklınız daha nasıl karışmasın ANLAMAK İÇİN TEK DEĞERLİ KABUL ALLAH TIR...
__________________ bekir
dediğin gibi Allah'ım
aynen; yar, rab...
|
Yukarı dön |
|
|
|
|