Rabıta; iki şeyi birbirine bağlayan ilgi, bağ, münasebet gibi manalara gelir.
Tasavvuf yolunda ise rabıta; Allah-u Zülcelal’e O’nun Resulüne ve Peygamber Efendimiz -sav-’in varisleri olan salih kimselere duyulan bir sevgiden ibarettir. Nasıl ki sevgi; sevgilinin hayalini, güzelliğini, hal ve hareketlerini düşünerek kalbi sevgiliye bağlamak anlamına geliyorsa; rabıta da insanın Allah-u Zülcelal’in rızasını kazanmak için O’nun salih kullarına gönülden bağlanmaktır.
Yani rabıta, muhabbet ve hürmetle kalbi bağlamaktan ibarettir. Rabıtanın özü şudur: Peygamber Efendimiz -sav-’in varisi olan alim ve salih bir kimseyi düşünmek, sadece onun şahsını hayal etmek ve müstakil olarak ondan bir şey istemek değildir. Bilakis aslında her şeyi yaratan ve yapan faili hakikinin Allah-u Zülcelal olduğuna itikat ederek, Allah-u Zülcelal’in o alim ve salih kimseye ihsanda bulunup, o insanda ortaya çıkardığı fazileti düşünmektir.
Bu durum şuna benzer. Bir fakir ihtiyacını karşılamak için bir zenginin karşısına gelip talepte bulunur. Fakat o fakir bilir ve inanır ki, gerçekte veren ve ihsan eden Allah-u Zülcelal’dir. Çünkü yerlerin ve göklerin hazineleri O’nun elindedir. O’ndan başka faili hakiki yoktur. Fakir, zenginin kapısında ancak, Allah’ın nimet kapılarından bir kapı ve oradan kendisine bir nimet vermesinin mümkün olduğunu bildiği için durur. İşte rabıtanın özü de budur.
Lakin günümüzde bazı kimseler:
“Allah-u Zülcelal’den başka varlık düşünülür mü? Niçin Allah’ı düşünmüyoruz da, bir insanı düşünüyoruz? Bu şirk değil midir? Allah-u Zülcelal’in sevgisi bölünmüş olmuyor mu?” gibi aklın kabul etmeyeceği yanlış bir takım fikirler öne sürerek, samimi olarak Allah-u Zülcelal’in rızasını arayan insanların kafalarına şüphe sokmaya çalışıyorlar.
Öncelikle şunu belirtelim ki, zat ve sıfatları ile hiçbir benzeri ve eşi, ortağı bulunmayan Allah-u Zülcelal’i düşünmek, O’nun zatını hayale getirmeye çalışmak değildir. Çünkü insanın bir zatı düşünebilmesi için, onu görmesi gerekir. Onun için insan ne kadar istese de Allah-u Zülcelal’i hayal edemez ve zaten hayal etmesi de caiz değildir. Çünkü Peygamber Efendimiz -sav- bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın zatını tefekkür etmeyin. O’nun nimetlerini ve yaratıklarını düşünün. Çünkü siz Allah’ın zatını düşünmeye güç yetiremezsiniz.” (Beyhaki, Şihabu’l İman; Ahmet bin Hanbel, Müsned)
Hal böyle olunca, insanlar içinde Peygamber Efendimiz -sav-’in varisi olmuş alim ve salih olan ve Allah-u Zülcelal’in:
“...Ben onları severim, onlarda beni sever...” (Maide 54) iltifatına ulaşmış ve hayatlarının her anını insanlara faydalı olabilmek için harcayan, kalpleri ilahi nurla dolu olan salih kimseleri sevmenin, bu sayede Allah-u Zülcelal’in rızasına doğru gitmeye çalışmanın gerekli olduğu açık olarak anlaşılmaktadır. Çünkü onlar Allah’ı hatırlatır, Allah’ı sevdirir ve herkesi Allah’a sevketmeye çalışırlar.
Bu da Allah-u Zülcelal’in bir vergisidir. Bunca alim ve salih kimselerin ısrarla söylediği, büyük menfaatleri olan bir şeyi, ancak ahiretinin üzerinde meraklı olan kimselere nasip etmektedir.
Herkesin şunu iyice bilmesini istiyorum ki, bu kadar alim ve salih kimselerin tasavvuf ve Tasavvuf’un kural ve kaideleri hakkında kitaplar yazmaları, bunları savunmak için değil; insanı Allah-u Zülcelal’in rızasına götüren bu yola bilmeden veya bilerek düşmanlık eden kötülemeye çalışan kimselerin içinde bulundukları bu büyük yanlıştan dönmeleri içindir.
İnşallahu Teâla bu yazılanları okuyup hakikati idrak edebilenler, tuttukları bu yanlış yolu bırakacaklardır. İnatçı olanlara ise söyleyecek bir sözümüz yoktur. Çünkü inad, tedavisi olmayan bir hastalıktır.
En büyük hidayet ve nur kaynağı olan Peygamber Efendimiz -sav-’i görüpte iman etmeyenler, o güneşten zerre kadar ışık alamadan ölüp gitmişlerdir.
Şüphesiz bir kişi, istifade etmek amacıyla Peygamber Efendimiz -sav-’in varisi olan alim ve salih kimselere baktığında, sohbet meclislerinde bulunduğunda istifade eder. Onu düşündüğünde de durum aynıdır. Görmesi ile düşünmesi arasında fark yoktur. Şu örnek bu meseleyi daha iyi açıklar.
Ebu’l Hasan el-Harkani (rh.a)’ in yanına bir kişi gelir ve bir müddet oturur. Sonra Ebu Yezid-i Bestami (rh.a) hakkında ne düşündüğünü sorar. Ebu’l Hasan Harkani de:
“O, öyle bir zattır ki, onu gören hidayet bulur.” diye cevap verir. Adam:
“Bu nasıl olur? Ebu Cehil bile Peygamber Efendimiz -sav-’i gördüğü halde iman etmed.i” deyince; Ebu’l Hasan Harkani der ki:
“O, Ebu Talib’in yetimi Muhammed’i gördü. Peygamberi görmüş olsaydı, imanla şereflenirdi.” Yani Peygamber Efendimiz -sav-’i, Allah’ın Resulü olarak görseydi, iman ederdi. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa onlar görmezler.” (Araf; 198)
Yani Allah-u Zülcelal’in sevdiği kimseleri sevmek, onlara uymak ve onlara benzemeye çalışmak, Allah-u Zülcelal’i sevmenin alametidir. Rabıta da bu sevgiyi kazanmaya çalışmanın yollarından biridir.
Rabıta, bir ibadet değildir. Ancak Allah-u Zülcelal’in rızasını kazanmanın, O’na ulaşabilmenin ve yakın olabilmenin bir yoludur. Rabıta haktır ve Kur’an-ı Kerimde ve Peygamber Efendimiz -sav-’in hadis-i şeriflerinde pekçok delilleri vardır.
Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اتَّقُوا اللّهَ وَكُونُو 75; مَعَ الصَّادِ 02;ينَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tövbe; 119) Sadıklarla beraber olmak iki kısımdır:
1- Cismani yani zahiri beraberlik: Sadıkların meclislerine devam ederek onlardan ilim ve fazilet almaktır. İlimsiz hiçbir şey olmaz. İnsan istikamet üzere yaşamayı ilim öğrenerek elde edebilir. Onun için ashab-ı kiramlar, Peygamber Efendimiz -sav-’in etrafında pervane gibi dönerek, daima O’nunla beraber olmaya çalışırlardı.
2- Manevi beraberlik: Sadıkların gıyabında, daima onları düşünmek, fikren ve ruhen onlarla beraber olmak ve onların güzel halleri ile hallenmeye çalışmaktır.
Salih kimselerle zahiri ve manevi olarak beraber olmaya çalışanlar, ne kadar hata ve günah sahibi olsalar da, bu salihlerin nasihatleri ve duaları ile tövbekâr olurlar.
Günah ve bidat ehli insanlarla beraber olanlar ise, kendileri iyi bir halde olsalar bile, onlardan etkilenip bozulurlar. Onun için Peygamber Efendimiz -sav- bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“İyilerle dost olan, misk satanla beraber olan gibidir. Onun güzel kokusu diğerine bulaşır. Kötülerle dost olanda demirci çırağı ile beraber olan gibidir. Onun isi ve pis kokusu da diğerine bulaşır.” (İbn-i Mübarek; Kitabü’z Zühal; Hd. No: 358)
Diğer bir hadis-i şeriflerinde ise:
“Kişi, arkadaşının dini üzerinedir. O halde, herkes kiminle arkadaşlık ettiğine baksın” (Tirmizi; Zühd,45) buyurmuştur.
Diğer bir hadis-i şeriflerinde ise:
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhari; Edeb, 96) buyurmuştur. Bu hadis-i şeriflerden de anlaşıldığı gibi, kişi kiminle beraber olursa yavaş-yavaş onlar gibi olmaya başlar. Onun için insan daima zahiri ve manevi olarak iyi kimselerle beraber olmaya çalışmalıdır.
Rabıta; kötü kimselerin dolayısı ile de şeytanın insana verdiği vesveselerden kurtulmanın bir yoludur. Çünkü:
“Şayet Rabbinin burhanını (delilini) görmeseydi.” (Yusuf; 24) ayet-i kerimesinin tefsirinde müfessirlerin çoğunluğu, manevi tasarruf ve yardımın varlığını açık olarak söylemişlerdir.
Bu alimlerden Keşşaf kitabının yazarı Zemahşeri, Mutezile mezhebinden olduğu halde, bu ayet-i kerimede rabıtanın işaret edildiğini söylemiştir.
Hz. Ebu Bekir (r.a), kaza-i haceti anında bile Peygamber Efendimiz -sav-’in hayalini gözünde canlandırdığı için, bu halden rahatsız olmuş, bu durumu Peygamber Efendimiz’e -sav-bildirdiği zaman Peygamber Efendimiz -sav- bunun sevgiden dolayı olduğunu ve bir sakıncasının olmadığını hacetini yapabileceğini söylemiştir.
İmam-ı Azam (rh.a), Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret ederken yaptığı münacaatta şöyle demiştir:
“Duyduğum zaman ancak senden hoş sözleri duyuyorum. Baktığım zaman da ancak seni görüyorum.”
Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s) şöyle demiştir:
“Yalancı vasıtalar kul ile Allah-u Zülcelal arasında perde olurlar. Ancak enbiya ve evliyaya rabıta yapmak böyle değildir. Bilakis o rabıta perdeleri yırtıcı, alaka ve sebepleri kesicidir.”
Hanefi imamlarından Taceddin el-Hanefi (rh.a), Taciye adlı risalesinde, Allah-u Zülcelal’e ulaşan yolları anlatırken şöyle demiştir:
“Üçüncü yol müşahede makamına ulaşmış ve zati sıfatlar üzerinde tahakkuk etmiş olan salih bir kimseye yapılan rabıtadır. Zira bu sıfatlarla sıfatlanmış salih kişiyi görmek:
“Onlar o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” (Fethu’l Kadir; 3/458) mealindeki hadis-i şerif gereğince kalpte Allah’ın zikrine karşı sevgi meydana getirir. Böyle bir salih kimsenin sohbetinde bulunmak ise:
“Onlar Allah ile sohbet kuranlardır.” (Buhari; Ashabın Fazileti, 4) mealindeki hadis-i şerifin gereğince Allah-u Zülcelal ile kalbi beraberliğin oluşmasını sağlar.
Yani rabıta hakkında daha bir çok deliller vardır. Fakat bu kadarı ile yetiniyoruz. Allah-u Zülcelal’in rızasını samimi olarak arayanlar için bu kadarı yeterlidir.
Burada mümin kardeşlerime şunu söylemek istiyorum. Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede:
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّو 06;َ اللّهَ فَاتَّبِ 93;ُونى يُحْبِبْ 03;ُمُ اللّهُ
“Deki! Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah’ta sizi sevsin.” (Âl-i İmran 31) buyurmuştur.
Bir kimseye uymak onun yaptıklarını yapmakla mümkündür. Bu da ya bizzat o kimsenin görülmesini veya hayal edilmesini gerektirir. Böyle olmadan o kimseye uymak mümkün değildir.
Peygamber Efendimiz -sav-’in varisleri olan alim ve salih kimselerde, Allah-u Zülcelal’e giden yolun rehberleridir. Her kim zahiri veya manevi olarak onlarla beraber olmaya ve onlara benzemeye çalışırsa kurtuluşa erecektir, İnşallah! Çünkü Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
وَمَنْ يُطِعِ اللّهَ وَالرَّس 15;ولَ فَاُولئِ 03;َ مَعَ الَّذينَ اَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِ 05;ْ مِنَ النَّبِي 17;نَ وَالصِّد 17;يقينَ وَالشُّه 14;دَاءِ وَالصَّا 04;ِحينَ وَحَسُنَ اُولئِكَ رَفيقًا
“Kim Allah ve Resulü’ne itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine iyilik ettiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Ve bunlar ne güzel arkadaştırlar.” (Nisa; 69)
Rabıta, kalbi gaflet çukurundan çıkarıp, ona ilahi kemalatı ve Rabbani tecellileri aksettirir, kalp sahibini de yüksek derecelere çıkarır. Onun için bir kişinin kendisini böyle menfaati açık bir işten mahrum edip uzak durması veya inkar etmesi, nefsine karşı yapmış olduğu çok büyük bir haksızlıktır.
Başta da dediğim gibi sevgi, sevdiğinin hayalini, güzelliğini, hal ve hareketlerini düşünerek kalbi sevgiliye bağlamak anlamına geliyorsa, rabıta da insanın Allah-u Zülcelal’in rızasını kazanmak amacı ile O’nun salih kullarına gönülden bağlanmaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz -sav-, Hz. Ömer (r.a)’e:
“Ya Ömer! Beni nefsinden çok sevmedikçe kamil bir iman sahibi olamazsın.”(Ebu Davut) buyurmuştur.
Mademki alim ve salih olan evliyalar da Peygamber Efendimiz -sav-’in varisleridir, öyleyse onları sevmek ve onların hal ve hareketleri ile hallenmek, onlara benzemeye çalışmak da insanın kamil bir iman sahibi olmasına sebep olmaktadır. Bu sevginin bir yolu da, onları düşünmek suretiyle yapılan rabıtadır.
Bu tasavvuf yoluna ve tasavvuf ehline dil uzatan kimseler, eğer vicdanlı ve Allah-u Zülcelal’in rızasını arayan kimselerse, bu yazmış olduklarımızı okuduktan sonra, kendilerinin yanlış bir fikrin peşinde gittiklerini anlayıp doğru yola dönmekten başka çarelerinin kalmadığını anlayabilirler. Çünkü onların fikirleri Allah-u Zülcelal’in emir ve nehiylerine, Peygamber Efendimiz -sav-’in ve seleflerin sözlerine tamamen ters düşmektedir.
Bu kimselerin fikri şuna benzer:
Geçmişteki bütün alimler, bir Mürşidi kamilin yanına gitmenin ve ona rabıta yapmanın çok menfaatli bir şey olduğunu İslam’ın özüne aykırı olmadığını kitaplarında belirtmişler, diğer insanlara tavsiye etmişler ve kendileri de bunu bizzat yapmışlardır.
Şimdi bugün; Rabıta yapan kimse, ‘ben Mürşidimin muhabbetini kazanmak için ona rabıta yapıyorum (onu düşünüyorum)’ diyor. Rabıtaya karşı çıkanlar ise; sanki geçmişteki bütün alimler hatalı, sadece kendileri doğruymuş gibi;
‘Hayır, siz ona ibadet ediyorsunuz. Bu yaptığınız İslam’a aykırıdır’ diyorlar.
Onların bu tespiti çok yanlış bir tespittir. Şimdi bir kimse eline bir tas su alıp;
‘Ben su içiyorum’ dese; bir kişi de;
‘Hayır sen zehir içiyorsun’ dese; ama o kişi ısrarla;
‘Çeşmeden suyu ben aldım, içen benim, sen değilsin ki. Buradaki herkes bu suyun temiz olduğunu söylüyor, ve bu suyun temiz olduğunu mühendisler dahi söylüyorlar’ dediği halde, o kişi yine dese ki;
‘Hayır, sen zehir içiyorsun.’
Peki şimdi size soruyorum. Bu yanlış değil midir? Herkes diyecektir ki evet, o kişinin ısrarı yanlıştır. Çünkü elinde tas olan kişi su içtiğini söylemektedir. Karşısındaki ise, onunla hiçbir alakası olmamasına rağmen, yapmış olduğunu reddederek başka bir şey söylemektedir.
Geçmişteki alimler de sanki bu dinin mühendisleri idiler, onlar ilimleri ile amildiler. Şimdi onların söylediklerine mi inanalım, yoksa, ne amel olarak; ne de ilim olarak onların yanından dahi geçemeyecek olan kimselerin sözlerine mi inanalım? Tabi ki, biz alimlerin sözlerine itibar ediyoruz ve onların yaptıkları menfaat veren amelleri yapmaya gayret ediyoruz.
Eğer Allah’tan başkasını düşünmek dinen caiz olmasaydı, sahabe-i kiramlar, Peygamber Efendimiz -sav-’i düşündükleri zaman, ona olan sevgilerini dile getirdikleri zaman Peygamber Efendimiz -sav- bu yaptıklarının yanlış olduğunu onlara söylerdi.
Sonuç olarak, rabıtaya karşı çıkan kimseler ne söylerlerse söylesinler, onların bu fikirlerinin yanlış olduğu bu yazdıklarımızla meydana çıkmaktadır.
İNSANLARI ALDATARAK DOĞRU YOLDAN UZAKLAŞTIRMAYA ÇALIŞANLARA BİR KAÇ SÖZ
Cezbe ve Vecd Hali
Tasavvuf ve tasavvuf ehline karşı çıkanların bir kısmı; bazı zatların cezbe ve vecd halinde söylemiş oldukları sözleri öne sürerek tasavvuf yolunun yanlış bir yol olduğunu iddia etmektedirler.
Ama o zatlar bu sözlerini cezbe veya vecd halinde; yani Allah-u Zülcelal’in tecellisi onların üzerine geldiğinde kendilerinden geçmiş bir halde iken söylemişlerdir.
Biz tasavvuf ehli olduğumuz halde onların bu sözlerini eğer cezbe halinde bulunmazsak söylemek bizede caiz değildir
Bu hal ile ilgili İmam Şârâni (rh.a) şöyle buyuruyor:
İbnu Abbas (r.a):
اَللّهُ الَّذى خَلَقَ سَبْعَ سَموَاتٍ وَمِنَ الاَرْضِ مِثْلَهُ 06;َّ يَتَنَزّ 14;لُ الاَمْرُ بَيْنَهُ 06;َّ لِتَعْلَ 05;ُوا اَنَّ اللّهَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ وَاَنَّ اللّهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَىْءٍ عِلْمًا
“Allah, o (Zat-ı Kibriya) dır ki, yedi göğü ve yerden de onların mislini yaratmıştır. Allah’ın fermanı bunların arasından iner ki, böylece Allah, her şeye kadir olduğunu veher şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz” (Talak; 12) ayetini okuduktan sonra şöyle dedi:
“Ben size يَتَنَزّ 14;لُ الاَمْرُ بَيْنَهُ 06;َّ (Talak 12) ayet-ini kendi anladığım gibi tefsirini yapacak olsam, beni mutlaka taş yağmuruna tutardınız.
Yani: Size bu anlatılanlar sanmayın ki bilinmiyor. Fakat bunların hepsini size açmama imkan yok, çünkü dimağınız almaz buyurdu. (İmam Şarani (k.s) El Yekâdü Vel Cevâhir Fil Beyani Akâidi Ekâbir sayfa 21)
Ahmed bin Hanbel (rh.a)’in müsnedinde de şöyle bir hadis-i şerif zikredilmektedir:
“Peygamber Efendimiz -sav- Hz. Ali (r.a)’e şöyle buyurdu:
-Sen bendensin. Hz. Cafer (r.a)’a:
-Senin ahlakın ve yaratılışın, benim ahlakım ve yaratılışım gibidir. Hz. Zeyd (r.a)’e de:
-Sen benim azadlığım (azad olmuş kölemsin) demiştir. Bu şekilde söylemesi üzerine bu üç sahabe vecde gelerek tek ayak üzerinde dolaşmaya başlamış-lardır” (Ahmed b. Hanbel)
Sahabe-i Kiram Peygamber Efendimiz -sav-’in huzurunda edeplerinden öyle hareketsiz bir şekilde oturuyorlardı ki, onları görenler sanki üzerlerine kuş konmuşta o kuşları ürkütmemek için böyle hareketsiz olarak oturduklarını zannederlerdi. Ama Peygamber Efendimiz bu üç sahabeye böyle buyurunca kendilerini tutamamışlar ve ayağa kalkarak tek ayak üzerinde dönmeye başlamışlardır.
Eğer kendilerini tutabilselerdi bu hareketi yapmazlardı. Peygamber Efendimiz -sav-’in huzurunda böyle bir olay zuhur edebiliyorsa, günümüzde de bu türlü olaylar zuhur edebilir.
Yine Hz Ebubekir (r.a)’in hilafeti zamanında Yemenden gelen bir gurup müslüman Kabe-i Muazzamayı gördükleri zaman titremeye başlamışlar, bazı sahabeler yemenlilerin bu halini Hz. Ebubekir (r.a)’e şikayet ettiklerinde, Hz. Ebubekir (r.a)’de onlara:
“Siz ne çabuk unuttunuz bizde İslam’a ilk girdiğimizde böyle değil miydik” diye cevap vermiştir.
İşte bu verdiğimiz örnekler cezbe ve vecd halidir.
Burada şunu bilmek lazımdır ki; cezbe haktır ve Allah-u Zülcelal tarafından kuluna verilen bir ikramdır.
Çünkü Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Allah dilediğini kendisine çeker” (Şura; 13)
Yani bir kişi sohbet, zikir meclislerinde bulunduğu zaman Allah-u Zülcelal’in rahmeti, feyzi, bereketi onun kalbine gelir, gelen bu rahmete ve feyize dayanamayan kişi iradesinin dışında bağırma, ağlama, titreme gibi haller gösterir.
Demek ki, zaman zaman Sahabe-i Kiram’dan da söz olarak ve fiil olarak diğer insanların anlayamayacakları ama Allah-u Zülcelal’in tecellisinden kaynaklanan haller zuhur etmiştir.
Bu şuna benzer:
Nasıl ki tazyikli akan bir çeşmenin altına küçük bir bardak konulduğu zaman bardak sarsıntı geçirir ve su bardağın dışına taşarsa, kalbine Allah’ın rahmeti ve feyzi gelen kimselerde dayanamayarak cezbeye vecde düşerler. Bu durumda diğer insanların dimağlarının almadığı hallere girebilir ve söz sarfedebilirler.
Cezbe hali aynı sıtmaya tutulmuş veya felçli olan bir kimsenin hali gibidir. Sıtmaya yakalanan bir kimse titremesine nasıl engel olamazsa cezbe haline giren bir kimsede aynı şekilde kendisine hakim olamaz.
Tabiki en güzeli; insanın cezbeye hakim olmaya çalışmasıdır. Ancak buna takat getiremeyip cezbe haline düşerse kimse ona bir şey diyemez.
Allah-u Zülcelal’in rahmetinin ağırlığına dayanmak kolay bir şey değildir.
Onun için bu örneklere bakarak cezbe halinin İslam dininin içinde olan bir olay olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden bu gibi durumlara dil uzatmamak lazımdır.
BUYURUN ARKADAŞLAR BİRAZ UZUN AMA İNŞALLAH FAYDALI OLMUŞTUR SİZLERİN ACISINDAN BAZI SORU İŞARETLERİ KAFANIZDAN SİLİNMİŞTİR İNŞALLAH....