Sevr Dağı efsanesi de ilginç gelir bana. O yüzden, Hicret sırasında Hz Peygamber'in saklandığı söylenen o dağdaki mağarayı hep görmek istedim.
Aklıma sorular geliyordu.
Örneğin Medine, Mekke'nin kuzeyinde; Sevr mağarası ise güneyde. Kuzeye kaçarken neden güneye gitmiş? Cevap: müşrikleri şaşırtmak için.
Olabilir. Bence mantıklı bir açıklama.
Soru: Hicret sırasında Hz Muhammed orta yaşın hayli üstündedir; ömrü kahır çekerek, işkence görerek geçmiştir; yorgun, bitkindir. Sırtında 470 kilometrelik upuzun bir yolun azığı ve yükü ile o dik ve uzun tırmanışın nasıl üstesinden geldi?
Cevabı kendim tepeye varınca öğrendim.
Soru: Gerçek Sevr Dağı, Medine'dedir. Uhud Dağı'nın hemen yanında. Efsaneyi Kur'anî anlatıma uyarlamak için Mekke'deki bu dağa Sevr adı sonradan verilmiş olabilir mi? Bu mağara gerçekten o mağara mı?
Siz ona yardım etmeseniz de ona Allah yardım etmişti. Hani kafirler onu ikinin ikincisi olarak sürüp çıkarmıştı da ikisi mağarada iken arkadaşına, "Üzülme," demişti; "Allah bizimledir."
"Fi'l gâri: mağarada.
Bize hac rehberliği yapan Diyanetin bazı din görevlileri "Hayır!" diyordu. "Mekkedeki Sevr mağarası, Tevbe 40'taki o mağara değil. Bu yalancı Sevr'e tırmanıp kendinizi boşuna yormayın."
Çoğumuz yine de tırmandık.
Yolda başka uluslardan bir sürü hacı gördüm. Bazı Keşmirliler İngilizce biliyordu. Onlarla sohbet ettim. Aklımı tırmanışın zoruluğundan başka şeylerle meşgul edeyim diye.
Tepeye varınca ilk dikkatimi çeken şey, Hz Muhammed'e vahyin inmeye başladığı yer olan Nur Dağı'nın buradan görünüyor olması idi. Oradaki fotoğrafçıya "Çek bakalım bir foto!" dedim. "Ama arka planda Nur Dağı görülsün."
Adam İngilizce bilmiyordu. Elimle Nur Dağı'nı gösterdim. Kare işareti yapıp "Background!" dedim.
O, fotoğrafı soğuturken ben tırmanmayı sürdürdüm. Ve birden allı pullu bir deve çıktı önüme. Parayla deveye biniliyordu orda. Ama benim için önemli olan, devenin oraya çıkabilmiş olmasıydı.
Evreka!
"Hz Muhammed o zor tırmanışın üstesinden nasıl geldi?" sorusunun cevabını bulmuştum. Fotoğrafçıya "Koş, koş!" dedim. "Bu devenin yanında da çek fotoğrafımı."
"Önemli olan bu deve!" diye ekledim. Keşmirliler "Deve önemliymiş, deve!" dediler birbirlerine.
Fotoğrafçı ilk fotoğrafı getirdi. Düş kırıklığı. I-ıh anlamamış. "Bu değil!" dedim. "Arka planda Nur Dağı olacaktı..." Adamın yüzünde "Amaaan, ne önemi var? Böyle oluversin!" der gibi bir ifade. Badır badır etti. Her halde Urduca.
Kendileriyle tırmanış boyunca sohbet ettiğim Keşmirliler adama fena kızdılar; bağırdılar. Bana "Sakın kabul etme!" dediler.
Adam o yanlış fotoğrafı yırttı; bir daha çekti. Sonra soğutup getirdi. Keşmirliler benden önce atılıp incelediler. "Tamam," dediler. "Şimdi oldu."
Mağaranın önünde efendi efendi sıraya girdik. Ben fotoğraflarımı yerleştirmeye çalışırken Keşmirli dostlarım mağaranın bu ucundan girip öteki ucundan çıkıp gitmişlerdi.
Buna çok üzüldüm ve şaşırdım.
Şaşırdım çünkü orda gerçek bir mağara yoktu. Mağara dediğin tek ağızlı bir oyuktur; loşçadır; arkası kayadır. Oysa bunun iki ucu açıktı. Şöyle üç metre kadar bir tünelcik. Bu ağzından bakınca öteki ağzı rahat görülüyor.
Hani mağaranın ağzına örümcek ağını germişti? Hani mağaranın ağzında bir ağaç bitivermişti de güvercinler yuva yapmıştı oraya?
Müşrikler mağaranın ta ağzına kadar o zor yokuşu tırmandıktan sonra eğilip mağaraya şöyle bir göz atmaya da mı üşendiler? Baksalar, değil orada saklananları mağarayı bir ucundan öteki ucuna santim santim görürlerdi. Loş moş değil, pırıl pırıldı içerisi.
Üzüldüm çünkü Keşmirli dostlarıma teşekkür edemedim. Fotoğrafçıya karşı beni savunmaları insanlığın, metliğin ta kendisiydi.
Sevgiyle, Hasan Akçay
|