Deli Laz Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 09 nisan 2006 Gönderilenler: 40
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Neyzen kardes senin yazinda aynen Gazalinin dustugu hata dustugunu saniyorum. yani su "Evet, Gazali'nin sebep olduğu tehlike işte budur. Müslümanlara tasavvufu zehirden arınmış cennet şarabı olarak tasvir etmiş, onlar da içmiş ve başlarına ne geldiyse gelmiştir."
Alintiya devam
TASAVVUFUN TANRISI İKİ ZITTIR
Tasavvufçuların, zihinden geçen bütün şeylerin ve birbirine zıt bütün nesnelerin aynısı olan bir tanrıya inandıklarını görüyoruz. Bununla beraber tanrılarının zatında zıt iki şeyi ve birbirinin karşıtı iki sıfatı birleştirdiğini söylemekten geri durmazlar. el-Cîlî şöyle diyor: 'Allah Muhammed'in nefsini kendi zatından yarattığı -ki Allah'ın zatı iki zıddı bulundurmaktadır- zaman, hidayet, nur ve güzellik sıfatları bakımından melekleri Muhammed'in nefsinden yarattığı gibi zulmet ve celal sıfatları bakımından İblis ve tabilerini de Muhammed'in nefsinden yarattı.' (1) Şöyle devam ediyor: 'Bil ki varlık ve yokluk iki karşıttır ve uluhiyet feleği ikisini kuşatır. Çünkü uluhiyet eski-yeni, hak-halk, varlık-yokluk gibi iki zıddı birlikte bulundurur. Onda vacip, vacip olarak zuhur ettikten sonra müstahil olarak zuhur eder ve müstahil, müstahil olarak zuhur ettikten sonra vacip olarak zuhur eder.' (3) 'Uluhiyet kendi içinde iki zıdda şamil olmayı ve iki zıddı birlikte bulundurmayı gerektirir.' (4) 'Zıtlar bir ilahta birleşmiş ve onda toplanmıştır. O onlardan ortaya çıkmıştır.' (5) Çok tuhaf bir tanrı! Böyle bir tanrıyı ancak tasavvufçuların çarpık mantığı ve sakat aklı icadedebilir. Var ve yok, vacip ve müstahil, eski ve yeni, diri ve ölü bir tanrı. Bir anda hem diri hem ölü. el-Cîlî'nin uydurduğu ve tasavvufçuların iman edip taptığı tasavvuf tanrısı işte budur!
YA GAZALİ NE ÂLEMDEDİR? (1)
Tasavvufçuların, müslümanların kalbinde kalmış nûr parıltılarını da söndürmek için tarihte en büyük lakap olarak 'Hüccetü'l-İslâm' lakabını verdikleri Gazali gibi bir insanın bu gibilerle bir arada anılması belki tuhafınıza gidecektir. Ama ne yazık ki onlarla aynı akıntıda kürek çektiği realitesini de gözardı etmek mümkün değildir. Belki de Hüccetü'l-İslâm yerine Hüccetü't-Tasavvuf demek daha uygun düşen Gazali'nin sözlerine bakalım. Tevhid ve mertebelerinden söz ederken şöyle diyor:
'Tevhidin dört mertebesi vardır....... İkincisi, lafzın manasını kalbinin tasdik etmesi, umum müslümanların tasdik ettiği gibi. Bu da avamın itikadıdır. (2) Üçüncüsü, bunu hakkın nuru vasıtasıyla keşf yolu ile müşahade etmesidir. Bu da mukarreb olanların makamıdır. Bu da birçok şeyler görmesi, ama hepsinin bir ve kahhar olandan sadır olduğunu görmesidir. (3) Dördüncüsü, âlemde sadece bir varlığı görmesidir. (4) Bu da sıddıkların müşahadesidir. Tasavvufçular buna 'tevhidde fena' adını verir. Çünkü bir varlıktan başkasını görmediğinden kendini görmemektedir. Tevhidle kuşatıldığı için kendini göremediğinden tevhidinde kendi (nefsi) nden de fani olur. Yani kendini ve halkı (alemi) görmeme fenalığına ulaşır (artık kendini ve alemi görmez) '. Daha sonra Gazali her mertebede muvahhidlerin makamlarını anlatarak dördüncü mertebe sahibinin tevhid durumunu şöyle açıklamaktadır: 'Dördüncüsü, muvahhiddir. Yani şuhudunda birden başkasını bulundurmaz. Çok olması açısından küllü 'bütünü' görmez, sadece bir olması açısından görür. İşte tevhidde en yüksek nokta budur. Gök, yer, müşahade edilen diğer cisimler gibi varlıklar çok oldukları halde nasıl oluyor da sadece biri görür? diyeceksiniz.
Çok varlıklar nasıl bir olur? Bilin ki bu mükaşafe ilimlerinin son noktasıdır (1) , ve bu ilimlerin sırlarının, kitaplarda yazılması caiz değildir. (2) Nitekim arif olanlar 'Rububiyetin sırlarını ifşa etmek küfürdür' demişlerdir.' (3) Sonra vahdette kesretin müşahadesine dair misal vererek şöyle demektedir: 'Ruhu, cesedi, organları kasları, kemikleri ve iç organları itibariyle insan çok (çokluk) iken, başka açıdan ve başka müşahade ile o tektir. Aynı şekilde halik ve mahluk olarak alemde ne varsa, hepsinin çok itibarları ve farklı müşahadeleri vardır. İtibarlardan birine göre tek (bir) dir, başka itibarlara göre ise çoktur. İnsan misalinde olduğu gibi. Gerçi ikisi tıpatıp değildir. Ancak genelde, müşahade etibariyle çokluğun nasıl tek hükmünde olacağını gösterir. Ulaşamadığın bir makamı inkâr etmeyi bırakıp tam tasdik ile iman etmen gerektiği bu sözlerimizle anlaşılmıştır.
(1) el-Hüseyin İbni Mansur el-Hallâc (2) buna işaret etmiştir. Havvâs'ın (3) Tevrat'ı karıştırdığını görünce, sormuş: Ne yapıyorsun? Tevrat'ı karıştırıyorum, tevekkülde durumumu düzeltmek istiyorum, demiş. Hallac ona şöyle demiştir: İçini imar etmek için ömrünü tükettin, hani tevhidde fena? Sanki Havvas üçüncü makamın tashihinde bulunuyordu da dördüncü makamda olmasını kendisinden istemiştir.' (4) Müslümanları Allah'ın hidayetinden saptırmak için tasavvufçuların büyük lakaplarla adlandırdığı kişiyi görüyor musunuz? Gazali'nin vahdet-i vücut veya vahdet-i şuhud, ne derseniz deyin, inancına nasıl sahip olduğunu müşahade ediyor musunuz? İslâm'a aykırılıkta iki hurafe de birleşmektedir. Vahdet-i vücudun bir başlangıç ve vahdet-i şuhudun bir sonuç olduğunu söylemeyin. İsimleri ve renkleri farklı da olsa ikisi de tasavvufi bidattir ve tevhid inancına aykırıdır. Gerçekleri gören bir insan elbette zehire balın adının verilmesine aldanmaz. İkisi de yırtıcı hayvanın avına çaldığı müziktir. Birisi billur kadeh içinde sunulurken diğeri altın tabak içinde sunulmaktadır. (1) Gazali, Hallac'ın tevhidini örnek vererek sırrını açığa vurmuştur. Hallac'ın yolunu ve metodunu Gazali'nin tasvip ettiğine delil olarak bu yeter.
GAZALİ VE ORYANTALİSTLER
Gazali'nin bu sakat anlayışını ve tasavvuf mikrobunu canlandırmasını oryantalist Nicholson kavramış ve şöyle demiştir: 'Şüphesiz Gazali, 'Hür Din' sözünün tam anlamıyla ifade ettiği hür dinde kardeş olan İbn Arabi ve benzeri vahdet-i vücutçu tasavvuf çevrelerinin alanını genişletmiştir.' (2) Gazali'yi göğe çıkaran birtakım çevrelerin bunu kavraması ve Hıristiyan oryantalistin anladığı kadar anlamasını isterdik. (3) Goldziher de şöyle demektedir:
'Gazali'den açıkça etkilendiğine daha önce işaret ettiğimiz İbn Arabi tevil metodu izlediği tefsirinde Gazali'nin bakış açısına tamamen uymaktadır.' (1) 'Gazali, tasavvufu içinde bulunduğu uzletten kurtarmış, resmi diyanetten kopukluğuna son vermiş, İslâm'da ve dini hayatta onu ülfet edilen bir unsur haline getirmiş, donuk dini tezahürlere can katmak için tasavvufla ilgili görüş ve öğretilerden yararlanmayı teşvik etmiştir.' (2) 'Gazali, tasavvufi görüşlerin şanını yüceltmiş ve İslâm'ın dini hayatında etkin amillerden yapmıştır.' (3)
Bu şekilde Gazali denilebilir ki İslâm'dan çok tasavvufa hizmet etmiştir. Müslümanlar tasavvufun zehirlerine karşı çok dikkatli ve ona tamamen sırt çevirmiş iken, büyüleyici ifadeleriyle tasavvufun hurafelerine inanmaya ve sarılmaya onları sürüklemiştir.
Carl Bockr da şöyle demektedir: 'Agnostizm ruhu İslâm'ın ilk dönem fırkalarına hakim olmuş, başlangıçta dinden çıkaran bir bid'at sayılan tasavvufa da sonra hakim olmuştur. Ama tasavvuf Gazali sayesinde zehirden arınmış ve ehli sünnet tarafından kabul edilmiş bir vaziyet kazandı.' (4) Evet, Gazali'nin sebep olduğu tehlike işte budur. Müslümanlara tasavvufu zehirden arınmış cennet şarabı olarak tasvir etmiş, onlar da içmiş ve başlarına ne geldiyse gelmiştir.
VAHDET-İ VÜCUD'UN TEHLİKESİNİ NİCHOLSON ANLATIYOR
Nicholson şöyle diyor: 'Şüphe yokki 'Lailahe İllallah' kelimesinin ifade ettiği tevhidin anlamı 'Allah dışında gerçekte hiçbir varlık mevcut değildir' şeklinde olursa, İslâm tek kelimeyle bütün anlamını yitirir ve müsamması olmıyan bir isimden ibaret kalır. Mücerred (yorumsuz) şekliyle vahdeti vücudu kabullenmek, indirilen dinin bütün hususiyetlerini ve ayırıcı özelliklerini tümden yok etmektir.' Bir hıristiyanın itiraf ettiği, ama dinin imam ve bilginleri olduklarını iddia eden anlı şanlı şeyhlerin bir türlü kabullenmediği apaçık gerçek! Acaba Gazali'nin sözünü ettiği dördüncü makam 'Allah'tan başka varlık yoktur' diyenlerin makamından başka bir şey midir? Onların makamı olduğu ve tasavvufçuların sabah akşam dillerine doladıkları apaçıktır.
Allah için dile getirdiğim bu gerçeklerle şöhreti ufukları dolduran şeyhleri kızdırdığımı biliyorum. Çünkü İhya kitabı onların birinci kutsal kitabıdır. Allah'ın kitabını İhya kitabına göre tevil veya tahrif ederler. İhya kitabından hurafeler ve Mişkât kitabından evham mitolojilerle Allah'ın kitabına karşı çıkarlar. Ama küplere binenlerin yüzüne hakkı haykırarak onlara 'Yavaş olun' diyorum. Allah'tan başka kimseyi tanrılaştırmıyoruz, onun kitabından başka bizleri hidayete kavuşturacak bir kitap tanımıyoruz, Rasûlullah'tan başka bir liderabul etmiyoruz, hiçbir puta secde etmiyoruz, hiçbir tağuta boyun eğmiyoruz, velev ki bu Gazali ve kitapları da olsa!
'Vahdeti vücudun tevhide aykırı ve şirk bir inanç olduğunu oryantalistler kavradığı gibi tasavvuf meşhurlarından İmam Rabbani de kavramış ve mektubatında yer yer eleştirmiştir. Gerçi vahdeti vücut yerine vahdeti şuhud adını verdiği ve 'Salik aradığı hakiki varlığa o kadar çok bağlanmalıdır ki her şey var olduğu halde, o hiçbirine bakmamalı, belki hiçbir şeyi görmemeli, onun kalb gözüne hiçbir şey gelmemelidir -Nasıl mümkün oluyorsa-' şeklinde açıkladığı inancı getirmektedir kendisi. Bununla beraber bir tasavvufçu olarak vahdeti vücud inancını eleştirmesi ve İbn Arabi ile onun gibi düşünenleri tasvip etmemesi, gerçeği ancak bazı ağızlardan duymaya alışmış ve ancak onlardan gelirse kabul eden birtakım çevrelere gerçeği göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu açıdan vahdeti vücut ve savunucuları hakkında söylediklerinden bir kısmını burada aktarmayı yararlı görüyoruz. Başka yerlerde de birtakım eleştiriler yöneltmektedir.
Şöyle diyor: (1) 'Tenzih ile teşbihi kendinde toplıyanlardan birçoğu da diyor ki, bütün müminler tenzih ile, görmeden iman ediyorlar. Bu iman ile birlikte teşbih imanına da kavuşan ârif olur. Bu arif, mahlukları Allah'u Teâlâ'nın zuhuru olarak görür. Mahlukları, vahdetin muhtelif şekiller almış hali olarak bilir. Yaratanı yarattıklarının içinde görür. Bunlara göre, yalnız tenzih ile olan, yani yaratanı hiçbir şeye benzemeyen, anlaşılamayan bir varlık olarak inanmak noksanlıktır. Bir olan varlığı bu çokluktan ayrı olarak düşünmeyi ayıp bilirler. Hiç bir şeyle bağlı olmıyan, hiçbir şeye benzemiyen bir varlığa inananları aşağı derecede sanırlar. Çokluğu düşünmeden, yalnız bir varlığı düşünmeyi sınırlı, dar bir çerçeve içinde kalmak sanırlar.
Süphanallah! Allah'u Teâlâ'ya hamd olsun! Peygamberlerin hepsi âfakî, yani insanın dışında olan ve enfüsî, yani insanın içinde olan putları yok etmeye uğraştılar. Bu putların yok edilmesini herkesten istediler. Hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlaşılamayan ve varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu bildirdiler. Hiçbir peygamberin mahluklara benziyen bir yaratana iman edilmesini emrettiği ve mahluklar yaratanın görünüşleridir, dediği hiç işitilmemiştir. Bütün peygamberler, varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Ondan başka hiçbir şeye tapılamıyacağını söylemişlerdir.
Bu tasavvufçular, peygamberlik derecesini anlıyamamış olacaklar. O büyükler, iki varlık (yaratan ile yaratılan) bildirmektedir. Bu iki varlık birbirinden başkadır demişlerdir. Peygamberlerin sözlerinden tevhid ve ittihad manalarını çıkarmak boş yere uğraşmaktır. Onların dediği gibi var olan, bir olsaydı ve her şey onun görünüşü olsaydı, mahluklara ibadet etmek, ona ibadet etmek olurdu. Böyle yanlış söyliyenler de yok değildir. Peygamberler böyle bir şeyi çok sıkı yasak etmişlerdir. Allah'u Teâlâ'dan başkasına tapınanlara sonsuz azap yapılacağını bildirmişlerdir. Mahluklara tapınanların Allah'ın düşmanı olduklarını bildirmişlerdir.
Bu tasavvufçulara yanlış anladıkları bildirilmediği için ve cahillikle yaratanı yaratıklarına benzetmek felaketinden kurtarmadıkları için ve mahluklara ibadeti Allah'u Teâlâ'ya ibadet sanmaktan vazgeçmedikleri için birçoğu diyor ki: Peygamberler kalın kafalıların yanlış anlamamaları için ince olan tevhid-i vücud (vahdeti vücud) bilgilerini sakladılar. Çok varlık bulunduğunu söylediler. Bu sözler, şiilerin, alevilerin Hz. Ali'yi iki yüzlü yapmalarına benziyor ki elbette kulak verilmez. Peygamberlerin her şeyin doğrusunu bildirmesi lazımdır. Varlığın bir olması doğru olsaydı ve ondan başka hiçbir şey varolmasaydı, bunu elbette saklamazlardı. Doğruyu bırakıp yanlışı bildirmezlerdi.
Hem de Allah'u Teâlâ'nın zatı ve sıfatları ve işleri için olan bilgide doğruyu söylemeye titizlikle çalışacakları meydandadır. Kalın kafalılar anlıyamasa da, doğruyu söylemekten çekinmezlerdi. Görmüyorlar mı ki Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şerîflerde müteşabihat denilen ince bilgiler vardır. Müteşabihatı değil kalın kafalılar, keskin görüşlüler ve ince düşünüşlü büyükler bile anlayamamaktadır. (Bu anlayış eksiktir) Bununla beraber bunları bildirmekten çekinmediler. Cahiller anlıyamaz diyerek bildirmekten vazgeçmediler. Bu tasavvufçular, varlığın iki olduğunu söyliyenlere ve Allah'u Teâlâ'dan başkasına ibadetten kaçınanlara müşrik diyorlar. Varlık birdir, diyen bir kimseye, binlerce puta tapınsa bile muvahhid diyorlar. Bunlara göre o putlar Allah'u Teâlâ'nın görüntüleridir. Onlara tapınmak, Allah'u Teâlâ'ya ibadet etmek olur, diyorlar. İnsaf olsun ki, bu ikisinden hangisi müşriktir ve hangisi muvahhiddir? Peygamberler vahdeti vücud bildirmediler. Varlık ikidir diyenlere, yani Allah'tan başka varlıklar kabul edenlere müşrik demediler. Mabudun, tapınacak varlığın bir olduğunu söylediler. Ondan başkasına tapınmaya şirk dediler. Bu tasavvufçular, mahlukları Allah'u Teâlâ'dan başka bilselerdi, başka şeylere tapanlara müşrik olmaz demezlerdi. Onlar bilse de, bilmese de, mahluklar mahluktur. O (Allah) değildir. Bunlardan sonra gelenlerin birkaçı, bu alem, Allah'u Teâlâ'nın görünüşü değildir, dediler. Her şeye O demekten kaçındılar. Herşey odur, diyenleri beğenmediler. Bunun için Şeyh Muhyiddin İbn Arabi ve onun yolunda olanları inkar ettiler ve ayıpladılar. Fakat bunlar, bu alem Allah'dan başkadır da demiyor. O değildir, ondan başka da değildir, diyorlar. Bunların sözü de doğru değildir. İki şey elbet birbirinden başka olur. İkiliğe inanmak, akla uymamak olur. Evet, ehli sünnetten kelam alimleri, Allah'u Teâlâ'nın sıfatları O değildir, ondan başka da değildir, dedilen ise de, buradaki başka sözü, lügat manasında değildir. Başka olan iki şeyin birbirinden ayrılması caiz olur, demektir. Çünkü Allah'ın sıfatları zatından ayrılmış değildir ve ayrılmaları caiz değildir. Bunun için Allah'ın sıfatları O değildir. Ondan başka da değildir, sözü doğrudur. Alem ise böyle değildir. Allah var idi. Hiçbir şey yok idi. Bunun için alem, ondan başka değildir, demek, hem lügat bakımından hem de inanç bakımından doğru olmaz. Bunlar, ilerliyememiş olduklarından, alemi, yani mahlukları Allah'ın sıfatları gibi sandılar. Sıfatlar için söylemesi caiz olanı, alem için de söylediler. Alem odur, demediklerine göre, ondan başkadır, demeliydiler. Böylece tevhid-i vücudi (vahdeti vücud) yolundan kurtulmalıydılar. Varlığın çok olduğunu anlamalıydılar. Tevhid-i vücudi sahipleri mesela Şeyh Muhyiddin ve onun yolundan gidenler, herşey odur, diyorlar. Bu sözleri, alem Allah'la birleşmiş demek, değildir. Haşa ve kellâ! Bu sözleri alem yoktur, ancak Allah vardır, demektir. Mektuplarımda bunu uzun uzun açıklamıştım... Vahdeti vücudu ilk olarak açıklayan, kısımlara ayıran, bir gramer kitabı gibi parça parça anlatan Şeyh Muhyiddin Arabi'dir. Bu bilginin birçok derin ve ince yerlerini yalnız ben buldum, demiş, hata peygamberlerin sonuncusu, ince bilgilerin bir kısmını velilerin sonuncusundan almaktadır, demiştir. Velayeti Muhammedi'nin sonuncusu olarak da, kendini bilmektedir. Sözün kısası şudur ki, fena ve bekaya kavuşmak ve velayeti suğra ve velayeti kübranın derecelerine yükselmek için tevhidi vücudi hiç lazım değildir. Tevhidi şuhudi (vahdeti şuhud) lazımdır. Yani var olanı bir bilmek değil, bir görmek, ondan başkasını görmemek lazımdır. Böyle görmekle fena hasıl olur. Allah'u Teâlâ'dan başka her şey, yani masiva unutulur. Bir salik baştan sona kadar ilerler de tevhidi vücudi (vahdeti vücut bilgileri) kendisine hiç gösterilmiyebilir. Hatta o bilgilere inanmıyacak gibi olur...' Mektubat Tercemesi, 1/440-443, Terceme, Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1968, Mektup, 272. Biraz dikkatli bakılırsa vahdeti vücut ile vahdeti şuhud'un netice itibariyle aynı şey olduğu görülür. Ancak birisi temelde ikiliği red ederken, diğeri mevcut olan ikiliği (yaratan ile yaratılan ikiliğini) ortadan kaldırmaya çalışmakta ve görülmemesi gerektiğini savunmaktadır. (Çeviren)
GAZALİ VAHDETİ VÜCUDU TERENNÜM EDİYOR
Şöyle diyor: 'Hakikat semasına yükseldikten sonra arifler bir hak (Allah) dışında alemde birşey görmediklerinde ittifak etmişlerdir. Ancak bu durum bazıları için ilmi bir ifran (1) iken, bazıları için de zevk ve hâl (2) olmuştur. Onlar için kesret tümden yok olmuş, mahza ferdiyetle kuşatılmış ve onlar için Allah dışında birşey kalmamıştır. Öyle bir sarloş olmuşlar ki akıllarının egemenliği ona teslim olmuştur. Kimi 'enel hak' (ben Allah'ım) (3) , kimi 'sübhâni mâ a'zama şe'nî' (noksan sıfatlardan kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir!) (4) , kimi de 'mâ fi'l-Cubbeti illallah' (cübbenin içinde Allah'tan başka birşey yoktur) (5) demiştir. Âşıkların sekr (sarhoşluk) halinde söylediği sözler gizlenir ve anlatılmaz. (6) Sarhoşlukları azalıp akılları başlarına geldiğinde bunun hakikaten ittihad olmayıp ittihada benzediğini anladılar. Aşk derecesi yükseldiği zaman aşıkın 'Sevgilim benim, ben de oyum, biz bir beden içinde iki ruhuz' (7) sözü gibi birşey. Bu hâl, kuşattığı kişi ile beraber, mecaz dilinde 'ittihad', hakikat dilinde 'tevhid' diye adlandırılır. Bu gerçeklerin arkasında öyle sırlar varki onlara dalmak caiz değildir.' (1) Kimin tevhidi? Rasûlullah'ın tevhidi mi? Yoksa nezih ve temiz ashabının tevhidi mi? Ey Gazali ve benzerlerinin kurbanları, ey bu zındıklıkları kutsallaştıranlar veya İslâm olduğunu söyleyenler, cevap veriniz?
http://forum.antoloji.com/tartisma/tartisma.asp?forum=15601& amp;page=6&mesaj=0&aragun=&ara =
|