Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
M. Kürşad Atalar, Düşüncede Devrim, Anlam Yayınları.
'Tasavvuf, hayatla bağların koptuğu ve çözümsüzlükle yüz yüze kalındığı anda ortaya çıkar.'
Tasavvuf, düşün literatüründe üzerinde önemle durulan tartışmalı ve müşkil bir alandır. Tasavvuf alanında şimdiye değin çoğunlukla bir içerik analizi yapılma yoluna gidilmiş ve onun ne kadarı ile İslamın içinde ne kadarı ile dışında olduğuna karar verilmeye çalışılmıştır. Büyük bir çoğunluk tarafından tasavvuf için İslamın 'içinden' çıkmış bir kurum yorumu yapılırken, son zamanlarda tasavvufun itikadî ve kurumsal açılardan İslamla taban tabana zıt olduğu görüşü, özellikle de düşünen ve tartışan kesimlerde ağırlık kazanmaya başlamıştır. İslam konusundaki bilinç arttıkça tasavvufun geleneksel anlamda bilinen itikadî görüşlerine rağbette azalmaya başlamıştır. Türkiye itibarıyla söyleyecek olursak, İslam adına çaba gösteren, faal, dinamik ve 'radikal' akımlarda bugün bilinen anlamıyla tasavvufun yön verici bir etkisinin olmadığı/kalmadığı görülmektedir. Bu tespit, -bu yazının ortaya koymaya ve bir nebze de olsa ispatlamaya çalışacağı bir tez için temel gözlemlerden birisini oluşturmaktadır. Yazımız boyunca bu tespiti açmaya ve temellendirmeye çalışacağız. Ancak bundan önce tasavvuf konusunda kendi anlayışımızı özetlememiz, ortaya atacağımız tezin daha rahat anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Tasavvuf, öz itibariyle, İslam’ın içinde ve bu dini pratize eden peygamberin söz ve eylemlerinde yer almayan, amelî açıdan ise, İslam’ın istediği ve emrettiği toplumsallığı şu veya bu biçimde iptal eden bir ayrı düşünce ve eylem sistematiğidir. İtikadî açıdan, ledünnî, vehbî ve batınî ilmi 'mümkün' ve 'asıl' gördüğü için, İslam’ın ilim ve 'hikmet' merkezli itikad inancına ters düşmektedir. Tasavvufî bilginin testi mümkün değildir; doğruluğu 'kendinden menkul'dür. İslam ise ölçüyü belirlemiştir: bunlar Kur'an ve onunla uyumlu sünnettir. Tasavvuf, hayatı küçümser; bu küçümseme, hayattan uzaklaşma ve riyazet ile sonuçlanır. Tasavvuf, itidal üzre ibadeti 'avamın pratiği olarak niteler ve gerçek ibadetin 'fena' noktasına ulaşıldığı anda mümkün olabildiğine inanır. Bu bağlamda İslam ölçülü olmayı emrederken, tasavvuf İfratı (haddi aşmayı) getirir. Kurumsal açıdan da, tekke-zâviye örnekleri İslamın mücadeleci-toplumcu yanının İptali anlamını taşır; zühdü yücelteceğim derken, hayatı önemsememeyi ve terk etmeyi kurumsallaştırır. Uzlet ve riyazet gibi kurumsallaşmış davranış biçimleri işte bu hayat dışılığın birer ürünüdür. Bu özellikler, tasavvufun yapısını özetlemek için yeterlidir. Tasavvufun bir başka özelliği de 'İnsanın iç dünyası'yla ilgilenmesi ve maddî dünyadan ve onu anlamanın aracı olan akıldan ziyade manevi dünyaya ve onun açıklayıcısı olan duygu, kalp ve gönüle önem vermesidir. Bu Önem, aklı hakikate ulaşmada yetersiz görmenin ötesinde, onu neredeyse 'zararlı' addetme şeklinde tezahür etmektedir, ve bu bağlamda hakikatin bilgisine ancak kalp ile ulaşılabileceğine vurguda bulunmaktadır. Bu yönüyle tasavvuf 'akılcı' bir yol-mezhep değil, bilakis 'duygusal' bir yol olmaktadır.
Özet olarak tasavvuf, yukarıda açıkladığımız şeydir. Onu 'hayattan kopuk' ve 'duygusal' bir yol olarak yukarıda tanımlarken onun şirke düşmüş bir 'ayrı' din olduğu gerçeğini yadsımıyoruz, ama tezimiz itibarıyla konunun bir başka yönüne vurguda bulunuyoruz. Bu yazıda tasavvufu İslamın gayri İslami kategorileri içine yerleştirmektense, ona fert ve toplum hayatında bir yer tayin etmekle ilgiliyiz. Bu bağlamda konuya şu soruyu sorarak girmenin doğru olacağına inanıyoruz. Soru şudur:
Acaba tasavvuf, gerçekte insan-ı kâmil olmanın yolu mudur, yoksa fert ve toplum hayatında belirli bir evrede ortaya çıkan bir anlayış ve pratik midir?
Sorunun İlk bölümü de ayrı bir araştırmayı gerektirmekle beraber, asıl üzerinde durulması gereken konu, tasavvufun 'hangi aşamada' ortaya çıktığıdır. Bu İse gerek fert gerekse toplum hayatının derinlemesine ve biraz da tarihsel sürecin dikkate alınarak irdelenmesi ile tespit edilebilecek bir husustur. Pek çok insan, 'kuru' akıl sahiplerinin hakikati anlamada yetersiz kaldıklarını ve 'nefsi tatmin olmuş' (nefs-i mutmainne) İnsanların, 'kalp gözleri açık' kişiler olduklarını İleri sürmektedirler. Burada bir 'akıl-kalp ikilemi' vardır ve hayatın pek çok evresinde pek çok yerde birey ve toplumun yüz yüze kaldığı bir soruna çözüm bulma arayışı karşımıza çıkmaktadır. Akıl 'hayat'tır, 'başarı'dır, 'bilim'dîr, kimi yerde zekilik' kimi yerde modernizmdir. Kalp ise 'bir başka' hayatın adıdır; duygusallıktır', 'bilim dışılıktır; kimi yerde 'aşk', kimi yerde 'hüzün' kimi yerde de 'bilinemezcilik'tir. İkilem bazen aklın ve kalbin o kadar başka başka şeyler olduğu noktasında yoğunlaşır ki, varlığın bu İki 'ayrılmaz' mütemimi, 'bağdaşmazlık' sınırına kadar dayatılırlar. Öyle olur ki aklını çok iyi kullanan biri şeytani bir zeka sahibi olarak, duygusallığa sahip olan biri de 'âvâre' ve 'meczup' olarak nitelenir. Bu tür tanımlamalar ikilemin tutarlı bir çözümleme ile neticelendirilememesinin doğal ve hatalı sonuçlarıdır. Pek çok başka ikilemlerde olduğu gibi burada da insanlar yanılgıya düşmektedirler. Kimi insanlar, hakikatin yalnızca akıl ile bilinebileceğine hükmederken, kimileri de yalnızca kalp ile gerçeğe ulaşılabileceğine İnanırlar. Bazıları da çıkıp bu iki zıt düşünceyi uzlaştırmaya ve bir orta yolu bulmaya çalışırlar, insanî düşünsel faaliyetlerin genel tablosu budur. Bunların dışında da birileri çıkıp bu üçlemeyi kökünden reddeder ve daha farklı ve özgün bir fikir ortaya atar ki bu da yeni bir tartışmayı başlatır ve üçlü sorunsallık yine işlemeye devam eder. Halbuki gerçeklik bu üç yaklaşımın hiçbirinde tümüyle içkin değildir; bir başka yerdedir. Belki üçlü çözümü tümüyle reddeden Yeni' bakış açısı gerçekliği yansıtabilir ama onun da kendisini tartışmanın boyutlarını aşmadan ifade etmesi gerekir. Yani gerçeklik, aklı ve kalbi ait oldukları yere koymakla elde edilebilir. Ne akıl ne de kalp gereksizdir ve onların her birinin hayatın 'bütünselliği' İçinde yerleri vardır. Aklı yerli yerinde kalbi de yerli yerinde kullanmak gerekir.
Tasavvuf için düşünecek olursak, onun sürekli kalp boyutuna önem verdiğini ve aklı küçümsediğini söyleyebiliriz. Bu bir tercihtir ve önemli bir yanlışı İfade eder. Felsefe ve bilim için düşünürsek de, bunların da aklı tercih ettiklerini ve akla hak etmediği bir konum biçtiklerini söyleyebiliriz. Bu da hatalı bir tercihtir. Bilinmelidir ki, akıl bir melekedir; fonksiyon icra eder. Akıl bizatihi bir değer değildir. İslami açıdan söyleyecek olursak, akıl mutlak olarak doğruyu eğriyi tayin edemez; bunu tayin eden Vahiydir. Akıl vahyi anlama işlevl görür. Zira aklın 'mahiyetini' kavrayamadığı, fakat 'mevcudiyetini' anlayabildiği konular vardır: Cennet-cehennem; melekler-Arş; Allah'ın zâtı-Cebrail'in zâtı gibi... Akıl bunları 'mahiyetleriyle' kavrayamaz ama bu kavramlara belirli bîr yer bulur ve mevcudiyetlerini ve fonksiyonlarını anlayabilir. Aklın işletilmesinin bir ürünü olan 'bilim', bazı sorulara cevap aramaz, çünkü bunlara akılla cevap bulmanın mümkün olmadığını bilir. Bunları felsefenin konuları veya parapsikoloji veya astrolojinin ilgi alanına giren sorunlar olarak görür. Ne felsefenin ne de diğerlerinin bu gaybî sorunlara çözüm bulması mümkün değildir. Çünkü bu soruların cevabını ancak ve ancak mutlak ilim sahibi olan Allah verebilir ve gönderdiği Kitaplar vasıtasıyla bu cevaplar verilmiştir. İnsan bu varlıkların gerçekliğini aklıyla anlar ve İman ederek sorunu çözer. Kalbin ise bu alanda yapabileceği hiçbir şey zaten yoktur. Ledünni ilim vehbi bilgi diye bir şey olmadığı için, aklın yapamadığını kalple yapma çabaları boştur. Kur'an vehbî ilim ayrıcalığını hiç kimseye vermemiştir. Kur'an insanlara ancak çalıştıkları kadarını yani 'kesbî' ilmi alabileceklerini bildirir. Hakikatin bilgisi Kur'an'dadır ve 'hikmet' ve ilim İle hakikat bilinebilir. Çalışmakla kazanılmayacak tek şey peygamberliktir. Onun dışında hiçbir alan yoktur ki insanoğlu onu, imkanları ölçüsünde ve Allah'ta izin verdiği zaman elde edemesin. Bu açıdan kalbin özel bir fonksiyonu yoktur. 'Kalp gözü açık olanlar' diye bir tabirin bu açıdan bir değeri ve hakikati de yoktur.
Tasavvufun 'akla güvensizliği' onu bir başka yanlışa düşürmüş ve bu güvensizlik sonuçta 'aklı iptal etmiştir'. Tasavvufun duygusallığını aklın iptaline bağlamak işte bu açıdan isabetli olmaktadır. Duygusallık olarak tanımladığımız kalp ve onun işlevlerine örnek olarak, ilme dayalı olmayan samimilik, ölçüsüz coşkunluk (cezbe) , ifrat derecesinde zühd, şiirsellik ve aşk edebiyatı verilebilir. Samimiyet, heyecan, şiir, aşk ve coşku esas itibariyle insan hayatının zenginlikleri olmakla birlikte tasavvufta bu boyutlar, olması gerekeni çok aşmıştır. Denge ve ölçülülük bozulduğu için, aşırılığa kaçılmıştır. Evet insan amacı yönünde samimi bir şekilde çalışmalıdır, ama ne yaptığını ve neye dayalı olarak, hangi delile dayanarak yaptığını da bilmelidir. Evet insan ne yapıyorsa ona tat verecek heyecanı olmalıdır ama 'İşin tadını kaçıracak' kadar değil. Evet insan ibadetini Allah'ı görüyormuşçasına yapmalı ve O'na gönülden bağlılardan olmalıdır, ama yemekten İçmekten kesilecek kadar değil. İnsan seviyorsa candan sevmelidir ama Mecnun'un Leyla'yı sevdiği gibi değil. İnsan dengeli ve ölçülü hareket etmeli ve haddi aşmamalıdır. Her şeyi yerli yerine koymalı ve bu anlamda 'hikmeti' düşünmeli ve 'hikmetli' davranmalıdır. Bu bağlamda kanaatimizce akıl ile kalb arasındaki ilişkinin çözümü şöyledir.
İnsan 'iman' edince, 'aşık olmuştur'. Samimi olarak kendini Allah'a teslim etmiştir. Onun için hayatın bir 'anlamı' vardır ve bu anlamın gereğini, her işinde Maşukunu gözeterek amel işlemekle yerine getirmeye çalışır. Kalbi imanla dolmuştur onun ve aklı da mutmain olmuştur. İmanı temelsiz değildir. Hakikate aklıyla ulaşmıştır ve bir kez mutmain oldu mu, artık 'ikilem' onun için çözümlenmiş olur. Bu bağlamda iman Önce akıl, sonra kalp işidir. Akla dayalı olmayan bir imanın 'safdillik', kalbe yerleşmemiş bir inancın da lakırtıdan öte bir anlamı olamaz. Ama akıl tatmin olmuşsa ve tatmin olunan şey pratize edilmişse kalp de mutmain olur ve bütünsellik tamamlanmış olur. işte akıl ve kalbin gerçek yeri budur.
Akıl ve kalbin yerini böyle belirledikten sonra konumuzun başındaki soruya artık dönebiliriz. Tasavvuf belki 'kuru akılcılığa' tepki olarak doğmuş bir 'duygusallık' örneği olarak görülebilir ve 'kalp boyutu'nu önde tutması da buna bağlanabilir, ama biz tasavvufu bir başka faktörle daha bağımlı görüyor ve onun çıkışını daha farklı bir temele oturtuyoruz. Evet tasavvuf 'kalp yolu' olarak nitelenip, insan-ı kâmil olma sürecinin son mertebelerinin mezhebi şeklinde görülebilir, ama tasavvufun 'iç dünyaya' önem vermesinin altında daha başka ve önemli nedenler vardır. Tasavvufun doğuşuna neyin sebep olduğunu ve tasavvufun nerede başladığını incelemeden önce 4 örnekten bahsetmenin yararlı olacağına inanmaktayız. Bunların İkisi kişisel bazda, ikisi de toplumsal bazda ele alacağımız örneklerdir. Burada ilk önce İmam-ı Gazali ve Abdülkadir Cezairî'yi tahlil edecek, sonra da bunların tecrübeleriyle uyumlu iki toplumsal deneyimi izah etmeye çalışacağız. İlk toplumsal deneyim tasavvuf ekolünün artık net olarak kurumsallaştığı hicrî 5-6. yüzyılların deneyimi olurken, ikincisi de Türkiye'deki 'İslam’ın yeniden canlanış' sürecinin çok önemli bir dönemecini teşkil eden, 80'li yılların sonunda belirginleşen 'irfanı' eğilimlerin temsil ettiği deneyim olacaktır. İki kategoride inceleyeceğimiz bu dört örnek bize tasavvufun neliği ve yeri konusunda bir fikir verecektir.
Bilindiği gibi İmam Gazalî, Yunan felsefesinin Müslüman kelamcıların yoğun olarak tartıştığı konular üzerinde derinlemesine ve sistematik bir araştırma yapıp, önemli ve değerli sonuçlar çıkaran ve bu önemli işi bir biçimde sonuçlandıran, İslam tarihinin önemli simalarından biridir. Gazali'nin bilinen İki önemli yönü vardır: İlki felsefeci-kelamcı yönü, İkincisi de tasavvuf yönü. Gazalî îlkin modernisttir ve kelam konularıyla ilgilenmektedir. Parlak bir zekası vardır ve o dönemin bilimi sayılabilecek felsefe ile yoğun olarak ilgilenmekte ve Aristo'nun ve onun İslam dünyasındaki tilmizleri İbni Sina ve Farabî'nin görüşlerini tahlil edip eleştirmektedir. Sonunda Makasidü'l-Felasife ve Tehafütü'l-Felasîfe isimli iki yapıtıyla felsefe hakkındaki görüşlerini sistemleştirir. Bu kitaplar göstermektedir ki Gazali önce felsefeyi anlamak istemiş ve bunu orijinal kaynaklarından öğrenmiş, böylece sağlam bir zemine dayanarak, İslam ile felsefenin mukayesesini yapmıştır. Bu işi öylesine mâhirane bir şekilde becermiştir ki, kimileri onun felsefeye ve akla büyük bir darbe indirip İslam dünyasında 'akılcılığın' önünü kestiğini ileri sürmüştür. Gazali'nîn felsefeyle olan bu yoğun teşrik-i mesâisi bir müddet sonra kir başka alana yani Tasavvufa yönelmiştir. Bu yöneliş, kendi deyimiyle 'uçurumun kenarına geldiği' 1095 yılının Temmuz ayında (37 yaşında iken) başlamış ve bu tarihte Gazali, hem ruhsal hem de fiziksel olarak bir buhran dönemine girmiştir. Daha sonra da tasavvufa olan meyli artmış nihayet ömrünün son döneminde evinin yanında bir tekke ve medrese yaptırarak, geri kalan hayatını burada öğrencileriyle birlikte geçirmiştir. Kendi hayatını anlattığı EI-Munkızu Mine'd-Dalâl (Dalaletten Hidayete) adlı eserinde de niçin tasavvufa yöneldiğini, akla niçin güvenilemeyeceğini, sezgisel bilginin niçin hakikate götüren tek yol olduğunu izah etmeye çalışmıştır. Kitabının adından da anlaşılacağı gibi Felsefe ile ilgilendiği yılları 'dalalet yılları' olarak nitelemekte ve tasavvufa yöneldiği dönemi de 'hidayet' yılları olarak tanımlamaktadır. Gazalî, görüldüğü gibi 'dış dünya ile ilgilenmenin faydasını görememiş ve kendi 'iç dünyasına' çekilmiştir. Burada sorulması gereken soru şudur: Gazalî niçin böyle bir tercih yapmıştır? Acaba hakikatin yolunun tasavvuf olduğunu mu anlamıştır. Yoksa bir başka sebep mi vardır?
Aynı soruyu yineleyeceğimiz diğer örnek şahsiyetimiz de Abdülkadir Cezairî'dir, Abdülkadir, Fransızların 1830'da Cezayir'i fiilen işgal etmelerinden iki yıl sonra babası Muhyîddin'den direnişin Öncülüğünü devralmış ve 1846 yılına kadar 14 yıl başarılı bir mücadele vermiştir. Zeki ve aydın bir kişidir; heyecanlıdır ve şiirde ve söz söylemede ustadır. Etkin kişiliğiyle halkı peşinden sürüklemesini bilmiştir ve Cezayirlilerin adını daima hayırla andıkları tarihsel bir şahsiyet örnekliği sunmuştur. Fakat Abdülkadirin hayatında da bir dönemeç noktası vardır. 1846 yılında Fransızlara teslim olduktan sonra hayatı birdenbire değişmiştir. Altı yıl kadar Fas ve Fransa'da tutulmuş, sonra Bursa'ya, oradan da Şam'a gitmiştir. Ömrünün sonuna kadar da Şam'da yaşamıştır. Şam'da iken yazdığı Zikru'l-Akîl ve Tenbihu'l-Gafil (Akıllılara Hatırlatma, Gafillere Uyarı) adlı eserinde tasavvufa meylettiğini açıkça ifade etmiştir. Daha sonra da Nakşibendilik ve Şazelîliğe İntîsab etmiştir. Yine sürgünde iken yazdığı EI-Mevakıf (Manevî Durak Noktaları) adlı eserinde tasavvuf yolunda başından geçenleri aktarmış ve Fransızlara karşı yürüttüğü 'cihad' yıllarını bu kitabında 'kendimi bilmediğim yıllar' olarak tanımlamıştır. Nihayet Öldüğünde de vasiyeti gereği, Muhyiddin Arabî'nin yanına gömülmüştür. Abdülkadir de Fransızlara teslim olduktan sonra, tıpkı Gazalî gibi, dış dünya ile bağlantılarını kesmiş ve iç dünyasına yönelmiştir. Burada yineliyoruz: Onun için de yine aynı soru sorulmalıdır: Acaba Abdülkadir niçin tasavvufa meyletmiştir? Pek çok kişinin ileri sürdüğü gibi, tasavvuf insanî mertebelerin en yücesi olduğu için mi, yoksa bir başka nedenden dolayı mı?
Burada toplumsal bağlamdaki örneklerimize geçmeden sorduğumuz sorunun cevabını vermek istiyoruz. Yukarıda kısaca giriş yapıp örneklerde de değindiğimiz gibi, tasavvufun çıktığı yeri 'hayat tecrübelerinin en üst mertebesi' olarak görmüyoruz. Tasavvuf, hayatın bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunun bilincine varıldıktan sonra ortaya çıkmaz; tasavvuf, tecrübelerin insanı zorunlu olarak götüreceği nihaî mertebe değildir ve tasavvuf hakikatin bilgisinin içinde gizli olduğu bir yol da değildir.
Tasavvuf, Gazalî ve Abdülkadir örneklerinde görüldüğü gibi, uğraşılan sorunlar karşısında âciz kalındığında yada sorunların yükünün ağır gelmesi halinde ortaya çıkar. Kişi veya toplumun hayatla bağları kesildiğinde mistik bir yaşam başlar ve kişi iç dünyasına, toplum da durağanlık noktasına çekilir. Bu aşamada artık 'aklı' kullanmanın fazla bir anlamı yoktur, 'kalp'tir asıl önemli olan ve kişi ve toplumun rahatsızlıklarını dindiren; bir nevi anastezi (uyuşturucu) görevi gören..
Gazalî hem uğraştığı felsefenin ona 'tat' vermediğini görmüş hem de 'uçurumun kenarına geldim' dediği yıllarda saltanatın el değiştirmesiyle, siyasal desteğini kaybetmiştir. Sonra da hayata küsmüştür. İşte Gazalî'nin sufiliği bu aşamada başlamıştır. Abdülkadir Cezairî'nin tasavvuf yaşamı ise, ilginçtir. Yine Fransızlara teslim olduktan sonra, yani fiilî mücadelenin sona erdiği ve hayatla bağlarının koptuğu yıllarda başlamıştır. O da sorunu çözememenin doğurduğu çaresizlik içinde iç dünyasına çekilmiş ve huzuru orada aramıştır.
İnsan hayatında tasavvufun ortaya çıkışı böyleyken toplum hayatında da tasavvufun yer edinmesinin temelinde aynı sâikler yatar. Aslında toplum da insanlardan müteşekkil bir yapıdır ama onun kendine has bir organizması ve bu organizmanın da kendine has işleyiş mekanizmaları vardır. Bu bağlamda tasavvuf, toplumun 'genel iradesi' haline geldiği zaman, toplum, içine kapanır ve hayatla bağlantılarını koparır. İslam ümmetinin her alanda büyük bir atılım içerisinde olduğu ve dünya liderliğini elinde tuttuğu ilk 5 asır süresince, toplum muazzam bir devinim ve hareketlilik içindedir. Bilimde, sanatta, edebiyatta, düşüncede ve teknolojide büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Fakat bu atılım dönemi 5 asır kadar sürmüştür ve sonra İslam medeniyetinin bu ilk parlak dönemi nihayete ermiştir. (İkinci atılım dönemi Osmanlı, Timur, Safevî devletleriyle özdeşleştirilse bile, bunlar için ancak türev medeniyetler denilebilir; çünkü özellikle düşünsel alanda ilk parlak dönemden sonra daîmî bir gerileme sürecine girilmiştir, Afganî ve Abduh'ların başlattığı 'diriliş' dönemine kadar da bu süreç devam etmiştir. Dikkat edilirse tasavvuf ekolleri bu 5. asırdan sonra kurumsallaşmış ve daha sonraki asırlarda da toplumun hakim eğilimi haline gelmişlerdir. Önemli bir iddiadır ama. İlk parlak dönemin ardından yine parlak bir medeniyet kurulamamasında tasavvufun yapısal özelliklerinin etkili olduğu da söylenebilir. Hicri 2. yüzyılda İslam ümmetinin birliğinin iyice bozulmaya yüz tutması ve 3. 4. ve 5. yüzyıllarda da bu bozulmanın artık iyice netlik kazanması sonucunda ümmet büyük bir kaos ortamına girmiştir. Hayat boşluk kabul etmediği için, boşluğu 3. Hicri asırdan itibaren önemli gelişine kaydeden tasavvuf doldurmuş ve 6. Hicri asırda hakimiyetini ilan etmiştir. Aslında tasavvufun hakimiyetini ilan edişiyle birlikte İslam ümmeti de yaratıcılık özelliğini kaybetmiş, hayata küsmüş ve çekilmiştir...
Bu konudaki yargımızı biraz daha somut hale getirmek için 80'li yıllan yaşayan Müslümanların âşinâ oldukları bir vakıaya değinmek yararlı olacaktır. Toplumsal bazda tasavvufun ne zaman ve nerede başladığını araştırırken, bu örnek yeterince anlamlı olabilecektir. 80'li yıllar herkesin yakından bildiği gibi, hem dünyada hem de Türkiye'de 'İslam’ın canlanış' dönemi olarak nitelendirilmektedir. Türkiye bazında söylenecek olursa, Türkiye'li Müslümanlar bu süreç içerisinde düşünsel bağlamda gerçekten önemli mesafeler kaydetmişlerdir ve 90'lı yıllara gelindiğinde bu birikim, kendisini siyasal ve toplumsal gündemin ilk sıralarına taşımıştır. Müslümanlar bu süreç içerisinde en çok okuyan ve tartışan kesim olmuşlardır. Canla başla çalışmışlar ve bu gayretlerinin sonucunu da devşirmişlerdir. Kısaca bu süreç içerisinde Müslümanlar hayatla bağlarını yeniden kurmuşlardır. Hayatı anlamaya ve onu çözmeye çalışmışlar ve bu alanda büyük mesafeler kat etmişlerdir. Biz diyoruz ki, bu anlamda bir hareketlilik başladığında tasavvufi eğilimler kan kaybına uğrar. Zira çalışan ve sorunlarına çözüm arayan kişi, köşesine çekilip kendi halinde birtakım ritüellerle meşgul olamaz. Hayat buna müsaade etmez. Bu İnsan, tekkede yatıp-kalkmaz, zira onun diğer insanlarla bağı vardır, onlarla ilgilenecek ve onlara doğrularını anlatacaktır. Bu insanın hayatı, iman ve cihad'tan ibaret olacaktır. Cihad etmesi için illâ da bir 'dış gücün' ülkesine saldırması gerekmez, zira o her anını cihad içinde geçirecek ve her an inkılap yaşayacaktır. Onun için İslam iki günün birbirine denk olmadığı sürekli bir inkılaptır.
Yalnız burada önemli bir başka tespit yapmanın gerekli olduğunu da düşünüyoruz. 80'İi yılların sonlarında, biraz da dış dünyadaki İslami hareketlerin genel yapısında görülen değişimin etkisiyle, Türkiye'de 'irfan' adıyla tasavvufi eğilimlerin yine yer edinmeye başladığı görüldü. Radikalizmin insanı kuru bir akılcılığa ittiğini ve slogancılıkla bir yere varılamayacağını söyleyen Müslümanlar, kendilerini Devrimci İslamın kurumsallaşmış mekanı olan İran kaynaklı 'tasavvufi' kavramlarla ifadelendirmeye başladılar. Aslında niyet samimiydi; hiçbir şey yapmayan fakat ortalıkta asıp-keserek Müslümanlık iddiasında bulunan tipler türemişti. Bunlar esasında radikalizmin işportacılığını yapıyorlardı ve her değerli malın bir işportacısı olacağı gibi, yeni filizlenen radikalizmin de işportacıları olacaktı. Bunun doğallığını görmek yerine, Müslümanlar arasında bir grup, sorunun aslında sahip olunan düşünce ve ilkelerden kaynaklandığını düşündüler ve çözümü de 'irfani' boyutu güçlendirmede aradılar. Sonuçta şu pratikler ortaya çıktı: Farz ve sünnet namazlarla mücahidlik olmazdı, bir de evvâbin, kuşluk ve teheccüd namazları kılınmalıydı... Cumalara gitmemek çözüm değildi; halkla birlikte Cumalar kılınmalı ve halkla birlikte olunmalıydı... Anlamı bilinmese bile, yeniden, günde veya haftada belli miktarda Kur'an'dan cüzler okunmalıydı... Herkes 'yolunu bulur, bir yere kapağı atarken', radikallik yapılmazdı, ya filanca partiye ya da falanca cemaate bağlanılmalıydı... Modernizm bizim radikalliğimizin içine işlemişti, ondan kurtulmak gerekirdi. O halde mitik, ritik ve mistik bir dünyaya doğru yelkenler fora edilmeliydi... Bu pratikleri uzatmak mümkündür ve 80'lî yılları yaşayan bütün Müslümanlar, insanı ve toplumu değiştirme arzularıyla yola çıktıktan bir müddet sonra işlerin bir biçimde yolunda gitmediğini fark etmiş ve buna çözüm aramışlardır. Biz yukarıda verdiğimiz birkaç bilinen örnekle, işlerin yolunda gitmemesinin sonucunda bu tür 'tasavvufî' eğilimlerin ortaya çıktığını düşünüyoruz. Tıpkı 2. ve 3. asırlarda Müslümanların Emevî ve sonra da Abbasî tahakkümüne karşı dirençlerinin kırılmasıyla tasavvuf eğilimlerin ortaya çıkması gibi... Evet Müslümanlar 80'li yılların başında enerjilerini ekonomik olarak kullanamamışlar ve yorulmuşlardır. Bilinmelidir ki, her organizma bir müddet sonra yorulur.
Müslümanlar da 80'li yılların başlarında çok çalışmışlar ve 90'lı yıllara gelirken, fazla enerji tükettikleri için yorulmuşlardır. Eğer bir sorun varsa, o da belki budur ve Tasavvufi eğilimlerin ortaya çıkmasının da asıl nedeni budur.
O halde sorunun çözümünü tasavvufta 'irfani' eğilimlerde aramak boştur. Müslümanlar yapılması gerekeni yapmalıdırlar, Bunu yaptıklarında inanıyoruz ki, iç dünyalarına kapanmayacak, romantizme bel bağlamayacak, 'ilahî aşk' hikayeleri ile kendilerini tatmin etmeyeceklerdir. Zira 'dışarıda' onları bekleyen işler olacak, çözülmesi gereken sorunlar onları bekleyecektir. Eğer imanları sağlamsa, eğer 'gönülden Allah'a bağlıysalar' (Kanıtın) , eğer 'seher vakitlerinde Allah'tan bağışlanma dileyenler' (Müstağfirine bi'l-ebsâr) iseler, eğer 'mallarından infak ederlerse' (münfıkîn] eğer 'zikir ehliyseler', eğer 'Allah'tan hakikaten korkanlar iseler' (ulema) ... İşte o zaman hayata 'hikmet' penceresinden bakabilecekler ve ne akıl-kalp ikilemi yaşayacaklar, ne de kendi iç dünyalarına kapanıp, hayata küseceklerdir.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma