Yazanlarda |
|
alpozan61 Newbie
Katılma Tarihi: 18 nisan 2007 Gönderilenler: 1
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
ÖRTÜNME
Örtünme konusu, fıkıh ve İlm-ü Hâl kitaplarında “setr-ü avret” başlığı altında ele alınmış ve namazın haricî şartlarından birisi olarak zikredilmiştir. Halbuki, halk arasında ayıp yerlerin örtülmesi olarak bilinen “setr-ü avret” hakkındaki talimatlar ile ziynet sayılan yerlerin örtülmesi hakkındaki talimatlar sadece namaz için verilmemiş, hayatın her anı için verilmiştir. Yani bu talimatlar, Müslümanların yaşadıkları her saatte, her dakikada ve her saniyede uymak durumunda oldukları, hayatlarının her anını ilgilendiren talimatlardır. Ayrıca, bu konunun dinî kitaplarda “setr-ü avret” konusu olarak değil de, Kur’an’ın konuya yaklaşımını kapsayacak şekilde “avret ve ziynetleri açığa vurmama” adıyla ele alınması daha uygun olacaktır.
Örtünmenin tarihi
Örtünmenin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Çünkü örtünme Rabbimizin buyurduğu gibi, tabiat şartlarına ve her türlü dış etkilere karşı korunmak için yapılmaktadır:
Nahl; 80, 81: Allah size, evlerinizden huzur ve sükûn yeri yaptı. Hayvan derilerinden de size, gerek göç gününüzde gerek konduğunuz sırada rahatça taşıyacağınız evler de yaptı. Ayrıca hayvanların yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından belli bir süreye kadar kullanabileceğiniz giyimlikler, döşemelikler ve kullanım eşyası verdi.
Allah yarattıklarından sizin için gölgeler oluşturdu. Dağlardan sizin için sığınak evler yaptı. Sizin için sıcaktan koruyacak elbiselerle savaşta koruyacak elbiseler de yaptı. İşte nimetini üzerinizde böyle tamamlıyor ki, O’na teslim olup esenliğe ulaşabilesiniz.
Örtünmenin zaman içerisinde gösterdiği gelişme ise sadece korunmaya yönelik olarak; bulunulan bölgeye, iklim şartlarına göre olmamış, meslek, statü, yaş gibi sosyal yaşam içindeki farklılıklar da örtünmeyi değişik şekillerde etkilemiştir. Bazı kıyafetler belirli işleri yapanlara özgü kılınmış ve kıyafet farklılıkları yasal müeyyidelerle korunmuştur. Meselâ, Osmanlı imparatorluğunda halkın ancak tek sorguçlu sarık sarmasına izin verilmiş, iki sorguçlu sarık sadrazama, üç sorguçlu sarık da padişaha özgü kılınmıştır. Halkın içinde ayrı dinlere mensup erkek ve kadınlar, saraya mensup kimseler, esnaf… da, hep bu özelliklerini belli eden kıyafetler giymek zorunda bırakılmıştır. Kişilerin özelliklerini belli eden kıyafetler giymeleri, tüm dünya ülkelerinde günümüze kadar sürdürülmüş bir uygulamadır. Nitekim bugün mesleği askerlik, polislik, doktorluk, hemşirelik, hâkimlik, avukatlık, itfaiyecilik… olan kimseler, bu özelliklerini tanıtan kıyafetler giymektedirler.
Kıyafet şekillerinde belirleyici olan bir başka sosyal olgu da kölelik müessesesidir. Kölelik, Kur’an’ın indiği dönemde, dünyanın hemen her tarafında olduğu gibi Araplar arasında da yaygın bir uygulama olup, bu statüdeki insanların diğer insanlardan hemen ayırt edilmesi için kıyafetlerine bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Meselâ hür erkeklerin sarık sarmaları ve hür kadınların başlarına örtü almalarına karşılık kölelerin başlarını örtmelerine izin verilmemiştir. Araplar arasındaki başın örtülmesi ile ilgili kıyafet düzeni ise onlara geçmiş kültürlerden intikal etmiştir. Sümer tabletlerinin okunmasıyla Sümer tapınaklarında kadınların örtündükleri ortaya çıkmış, Asur kanunları da evli ve dul kadınları başlarını örtmeye mecbur etmiş, kızların, cariyelerin ve sokak fahişelerinin ise örtünmesini yasaklamış, bu yasağa uymayanlara da ceza verileceğini hükme bağlamıştır (Prof. Mebrure Tosun - Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, Sümer, Babil, Asur kanunları ve Ammi-Aduqa Fermanı, Ankara, 1975, s.252, madde 40). Yani, Araplar arasındaki, kadınların başlarını örtmesi şeklindeki yerleşik alışkanlık, aslında bölgede çok eskiden beri uygulanmakta olan bir kıyafet şeklidir.
Yahudilikte ise “peçe” şekline dönüşmüş bir örtünme söz konusudur. Ama Yahudilikteki uygulama mahiyet itibariyle Sümer ve Asur’dan gelip Araplar arasında devam eden örtünmeden önemli bir farklılık arz eder. O zamanın örfüne, törelerine göre, toplum içindeki kötü kadınların, fahişelerin örtündükleri anlaşılmaktadır:
Tekvin 38. Bab’dan:
“.........Ve işte, kaynatan sürüsünü kırkmak için Timnat’a çıkıyor, diye Tamar’a bildirildi. Ve üzerinden dulluk esvabını çıkardı, peçesiyle örtündü, ve Timnat yolu üzerinde olan Enaim kapısında sarınıp oturdu; çünkü Şelanın büyüyüp kendisinin ona karı olarak verilmediğini gördü. Ve Yahuda onu görünce, kendisini kötü kadın sandı; çünkü yüzünü kapatmıştı. Ve yolda onun yanına inip dedi. Rica ederim, gel senin yanına gireyim. Çünkü onun kendi gelini olduğunu bilmedi. Ve dedi: Yanına girmek için bana ne verirsin? ....”
Tekvin 24. Bab, 65. cümle:
“Ve köleye dedi: bizi karşılamak için tarlada yürüyen bu adam kimdir? Ve köle: Efendimdir, dedi. Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.”
Kitab-ı Mukaddes’in, Tesniye bölümünün, 23. Bab’ında da, İbranilerin içinde kendini fuhuşa vakfetmiş kadınların bulunduğu, İsrailoğullarından böylelerinin bulunmaması ve fuhuştan kazanılan paranın Allah için harcanmaması istenmektedir.
Hıristiyanlıkta da örtünme konusu İncil’e girmiştir.
İncil, Korintoslulara 1. mektup, 11. Bab, 4-6. cümleler:
“Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak duâ eden, yahut peygamberlik eden kadın, başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir nevi aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise, örtünsün. Çünkü erkek Allah’ın sureti ve izzeti olduğu için, başını örtmemelidir. Fakat kadın erkeğin izzetidir.”
Özetlemek gerekirse örtünme, İslâm öncesi devirlerde, o günün yaşamındaki sosyal farklılığın bir nişanesi olarak kanunlara konmuş ve üniforma niteliği kazanmış bir uygulamadır. Kur’an’ın indiği dönemdeki Arap toplumunda da örtünme, evli ve hür kadınlar ile hür olmayan kadınları ayırt etmektedir.
Arapların, örtünmeyi gelenekleri doğrultusunda uyguladıkları başka kaynaklarda da yer almaktadır. Meselâ, Sahib-ül Keşşâf; Zemahşerî, o dönemi şu sözlerle anlatmaktadır:
“Arap kadınlarının yaka yırtmaçları genişti. Aradan gerdanları, göğüsleri ve göğüslerinin çevreleri görünürdü. Baş örtülerini arkalarına sarkıtırlar, fakat önlerini açık tutarlardı. Boyun, göğüs kısmındaki açıklıkların kapanması için örtülerini yaka yırtmaçlarının üzerinden örtmeleri emredilmiştir.”
Bu ifadeler, Araplarda geleneksel olarak baş örtüsünün var olduğunu göstermektedir. Zaten ayette de “hımarlarını yaka yırtmaçlarının üzerine salsınlar.” denilerek “hımarın/ başörtüsünün” Araplar arasında kullanılan bir örtü olduğu vurgulanmıştır.
Yine, eserlerinde Arapların İslâmiyetten evvel başörtüsü kullandıklarına yönelik bir çok açıklama bulunan İbn-i Kesir şöyle demiştir:
“Başörtülerini, gerdanlarını gizleyecek biçimde göğüslerinin üstüne koymaları emredilmiştir ki cahiliye kadınları gibi yapmasınlar. Çünkü o dönemde kadın, gerdanı açık şekilde erkekler arasında dolaşırdı. Hatta boynunu, saçının örüklerini, kulağının küpelerini gösterirdi. Allah, inanan kadınlara, heyetlerini ve hâllerini örtmelerini emretti”
İbn-ül Esir’in, Usd’ul ğâbe fi Ma’rifetisahabe adlı eserinde (1/321, el-Mektebetül İslamiyye) yer alan şu tarihî olay da, daha Nur suresi inmeden, o günkü kıyafet hakkında dikkat çekici bilgiler vermektedir:
“Henüz Müslüman olmazdan evvel, babasıyla birlikte Mekke’ye gelip orada insanların, bir zatın başına toplandıklarını gören Hâris el Ğâmidî şöyle demiş. Babama:
– Şu topluluk nedir? dedim. Babam:
– Onlar, içlerinde bir Sâbiî’nin başına toplanan kimseler, dedi.
Yaklaştık, bir de gördük ki: Allah’ın elçisi, halkı Allah’a kulluğa ve inanmaya çağırıyor, onlar da ona eziyet ediyorlar. Nihâyet güneş yükseldi, halk onun başından dağıldı. Elinde bir su kabı ve mendil bulunan bir kadın geldi. Ağladığı için gerdanı açıldı. Allah’ın elçisi kabı aldı, içti, abdest aldı, sonra başını kaldırıp kadına:
– Kızım, başındaki örtüyle gerdanını kapat, babanın yenilip ezileceğinden korkma! dedi.
Bu kadın kimdir? dedim.
– Bu, kızı Zeynep’tir, dediler.”
Ahkâm-ül Kur’an’da da (3/1575), Ömer’in çarşıda örtüsüz bir kadını tartakladığı, konu peygamberimize intikal edince peygamberimizin Ömer’in bu davranışını onaylamadığı, Ömer’in de “Ben onu örtüsüz görünce cariye sandım” diyerek kendini savunduğu ve yine Ömer’in hür kadınlar gibi örtünen bir cariyeyi “örtünmemesi, hürlere benzemeye çalışmaması için” azarladığı bildirilir. Bütün bu tarihî olaylar Arap toplumunda hür kadınların başlarına örtü aldıklarını, bunun çok eski bir gelenek olduğunu kanıtlar. Çünkü Ömer, yukarıda anlatılan davranışlarını, o zamanlar örtünmeyle ilgili, kılık kıyafetle ilgili herhangi bir ilâhî hüküm olmaması sebebiyle sırf toplumun geleneklerine aykırı bulduğu için yapmıştır.
Kısacası başörtüsü, hür kadınlar ile hür olmayan kadınları birbirinden ayırt eden ve iffetle hiç alâkası olmayan bir cahiliye dönemi simgesidir. Yani o dönemde yaşayan bütün hür kadınların (iffetli veya iffetsiz) mutlaka başlarını örtmeleri söz konusudur. Hür olmayan kadınların ise (iffetli veya iffetsiz, Müslim veya gayrimüslim) başlarını örtmeleri kesinlikle mümkün değildir. Kadınlara ait bu ayırt edici özelliğin zaman içinde çarpıtılarak değişik kurgulara alet edilmesine karşılık erkekler için aynı ayırt edici özellik olan sarık üzerinde herhangi bir kurgulama yapılmamıştır.
İslâm’daki örtünme ve amacı
Erkek ve kadın arasındaki karşılıklı cinsel eğilim yaratılıştan mevcuttur. Yüce Allah bu eğilimi, yeryüzünde hayatın devam etmesi ve insanoğlunun yeryüzünde halifeliğini gerçekleştirmesi için bir sebep yapmıştır. Dolayısıyla bu fıtrî eğilim, fizikî fonksiyonlar tamamen tükenene kadar sürmektedir. Ancak dinimiz, iki cins arasındaki bu fıtrî arzunun yapay yollarla kışkırtılmadan, doğal mecrasında, yani güvenli ve temiz konumda gelişmesini ve tatminini düzenlemiş, bireylerin bu arzuların esiri olmak suretiyle alt yapısı aile olan toplum düzenini çökertecek davranışlardan uzak durmasını istemiştir. Dolayısıyla da, karşı cinsler arasındaki davetkâr arzularla doğrudan ilişkili olan kıyafet konusunda bir takım düzenlemeler yapmıştır.
Demek oluyor ki getirilen esasların amacı, ilkel kanunlar ve kültürlerde olduğu gibi, toplum bireyleri arasındaki sosyal farklılığın gösterilmesi değil, toplumda barış ve mutluluk içerisinde bir hayat tarzı sağlamak üzere fitne ve fesadın önlenmesidir. Çünkü bu arzuların toplum yaşamının her anında çeşitli yöntemlerle uyarılması hâlinde şehvete dönüşmesi, toplumun çekirdeği olan aile düzenini bozacak iffetsiz davranışlara, taciz, tecavüz ve kıskançlık kaynaklı huzursuzluklara yol açması hiç de zor değildir. Oysa İslâm dini, şehvetin her an uyarılmadığı, bu gibi tahriklerin et tutkusuna dönüşüp kan dökme tepkileri oluşturmadığı, temiz bir toplum amaçlamaktadır. Devamlı tahrik edilen arzular, sönmeyen ve doyulmayan bir şehvet azgınlığını meydana getirecek, toplumda fitne ve fesat çığ gibi büyüyecektir. Tarihte fuhşiyat bataklığına düşen, buhranlar içinde yok olan bir çok toplumun varlığı bilindiği gibi, günümüzde de bu yolda olan toplumlar dünyanın her tarafında görülmektedir.
İslâm’ın insanlar için seçtiği yol, yöntem ise bellidir: İnsan, gücünü hayatın zorluklarıyla uğraşmaya yöneltmeli, fıtratındaki gerek cinsel gerekse diğer bencil arzularını şehvete dönüştürmeden terbiye etmelidir. Yukarıda Nahl suresinin 80 ve 81. ayetlerinde görüldüğü gibi, örtünmenin, giyinmenin asıl amacının, sıcak-soğuk gibi tabiat şartlarına ve herhangi bir fiilî müdahaleye karşı bedenin korunması olduğunu bildiren Kur’an, giyinip kuşanırken nelere dikkat edilip toplumdaki nezahetin sağlanması gerektiğini de bildirmiştir.
Giyim kuşamı belirleyen ayetler
Bu konudaki ayetler Ahzab ve Nur sureleri içinde yer almakta olup, her iki sure de Medine’de inmiştir.
O günün şartlarında evlerin içinde tuvalet olmadığı için herkes def’i hacet için yerleşim yerlerinden biraz uzakta, tenha bir yerde ihtiyacını giderirdi. Bu durum ise Medine’nin berduşlarını, zamparalarını harekete geçirir ve bunlar evli olmayan cariyelere veya fahişe görünümlü kadınlara (cariyeler de fahişeler de örtüsüz olurdu) sarkıntılık ederlerdi. Kadının evli ve sahipli olduğu belli ise tacizde bulunamazlardı. Yani özellikle, başlarını örtmeleri yasak olan cariyeler ile fahişe görünümlü kadınlar, bu saldırıların hedefi durumundaydılar.
İşte böyle bir ortamda peygamberimizin eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, “cilbab”larını üzerlerine almalarını söyleyen ayet inmiş ve tanınıp sataşılmaması için böyle yapmalarının uygun olacağı bildirilmiştir:
Ahzab; 59: Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine alsınlar. Tanınıp incitilmemeleri için bu daha uygun bir yoldur. Allah Gafur’dur, Rahîm’dir.
Ayette açık ve net olarak “cilbab”larını/ ev dışı elbiselerini giyen kadınların tanınacağı, bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir. Yani bu ayete göre kadınların örtünmelerinin gerekçesi incinmemektir, yoksa daha dindar, daha namuslu ve daha takvalı olacakları değil.
Bu ayetin iyi ve doğru anlaşılması için öncelikle “cilbab”ın ne olduğunun bilinmesi ve sonra da “cilbab” giymenin gerekçesinin, Kur’an’da bildirilenin dışına çıkarılmaması gerekmektedir.
Bazıları “cilbab”ı Arapların bugün “abâye” dedikleri; baştan aşağı salınan, dış giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık bırakmak suretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak tanımlarlar. Bu tanımlar örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya atılmış görüşler olup, aslında Kur’an ile bağdaşmayan tanımlardır. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık kıtafet konusunu belirleyen diğer ayette (Nur; 31), “... örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar/ salsınlar.” denilmektedir. Eğer “cilbab”, bazılarının dediği gibi baştan aşağı vücudu örten bir elbise olsaydı, o elbise göğüslerdeki yırtmaçları da kapatır ve Rabbimizin Nur suresinin 31. ayetindeki emrine gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer haricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün giyilmesi anlamsız olacağına göre, “cilbab” Kur’an’a göre de vücudu baştan aşağı örten bir örtü olarak kabul edilmemektedir.
“Cilbab”, Ragıb’ın ifadesi ile; “Gömlek ve örtünün adı”, Ikrime’nin tarifine göre de; “Boyundan aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtüdür.”
Bu durumda “cilbab”, o günün Araplarının gelenekleri gereği giymiş oldukları -başlardan aşağı değil, boyunlardan, omuzlardan aşağıyı örten- bir elbise çeşidi olup, bu günkü ceket, pardösü, manto gibi giysilerin yerini tutmaktadır. Ayetten anlaşıldığına göre “cilbab” (pardösü, ceket) giyenler göğüs yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklardan da göğüsleri, gerdanları gözükebilir. Yani, “cilbab”ın mutlaka tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde olması lâzım diye bir kayıt yoktur. Zaten o günün Arap kadınlarının bir kısmının çıplaklığa yakın, göğüsleri açıkta dolaştığı da bilinmektedir. Hatta İslâm’ın hâkimiyetinden önce putperestlerin Kâbe’yi çırılçıplak olarak tavaf ettikleri hem Kur’an’da hem de tarihî kaynaklarda yer almaktadır. (Geniş bilgi için: Kurtubî, el-Cami lil-Ahkâm-il Kur’an 7/189)
Her ikisi de Medenî olan Ahzab ve Nur sureleri arasındaki iniş sıralaması farkını ileri sürerek, Nur suresinin 31. ayetinin daha evvel inmiş olduğunu ve bu ayetin daha sonra inen Ahzab suresinin 59. ayeti ile neshedilmiş olduğunu iddia etmek ve bu iddiaya dayandırmak suretiyle “cilbab”ın, başı da örten bir elbise olduğunu savunmak, ayetin tümünün ahkâmını göz ardı etmek demektir. Hele bu iddia, ayetleri bir takım yanlış inançlara uydurmaya çalışmak için yapılıyorsa çok korkunç bir cinayettir.
Sonuç olarak Ahzab suresinin 59. ayetinin amacı, mümin kadınların cariyelere veya fahişelere benzetilmesini ve incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri en aza indirmektir.
Konumuz ile ilgili olan diğer ayetler Nur suresinin 30 ve 31. ayetleridir:
Nur; 30, 31: Mümin erkeklere söyle:
bakışlarının bir kısmını kıssınlar.
Irzlarını/ bellerini korusunlar.
Bu onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan haberdardır.
Mümin kadınlara da söyle:
Bakışlarının bir kısmını kıssınlar.
Irzlarını/ eteklerini korusunlar.
Ziynetlerini -görünenler hariç- açmasınlar.
Örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.
Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler:
Kocaları,
Yahut babaları,
Yahut kocalarının babaları,
Oğulları, yahut kocalarının oğulları,
yahut kardeşleri,
yahut kardeşlerinin oğulları,
yahut kadınlar,
yahut ellerinin altında bulunanlar,
yahut kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar,
yahut kadınların avretlerini/ cinsel organlarını henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar.
Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar.
Ey Müminler, hepiniz topluca Allah’a tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz.
Görüldüğü gibi bu ayetlerde iffet kuralları, kapsamı ve istisnaları ile açıklanmıştır. Ancak, bu konu kapsamında değerlendirilmesi gereken bir istisna daha mevcut olup, bu istisna da yine Nur suresinde yer almaktadır. Bu istisnanın baştan açıklanmasında, Nur suresinin 30 ve 31. ayetlerinin bütünlüğünü bozmaması bakımından yarar vardır:
Nur; 60: Artık nikâh arzuları kalmamış, hayızdan ve evlâttan kesilen kadınların, süslerini göstermek için ortalıkta dolaşmamaları şartıyla örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmak için titiz davranmaları, onlar için daha hayırlıdır. Allah, her şeyi işitir, her şeyi bilir.
Bu ayette, ziynetlerini açığa vurmama talimatından müstesna kılınan kimseler bildirilmiştir. Gerçekten de yaşlı, menopoza girmiş kadınların sağlık yönünden (kemik erimesi) Güneş ışını almaya başkalarına nazaran daha fazla ihtiyaçları vardır ve ayet, müstesna kılmak suretiyle onlara bu imkânı sağlamıştır. Ama ne yazık ve ne gariptir ki kendilerine bu imkân sağlanmış olan kadınların çoğu, Yüce Allah’ın verdiği bu ruhsattan yararlanacakları yerde gençlerden daha fazla örtünmektedirler.
Yukarıdaki istisna dışında kalan mümin kadınların örtünmelerine ilişkin hükümleri içeren Nur suresinin 31. ayetini cümle madde madde tahlil etmekte yarar vardır:
Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarından bir kısmını kıssınlar.
30. ayette mümin erkeklere de aynı talimat verilmiştir. Dikkat edilirse, yasaklanan bakışların tamamı değil, bir kısmıdır, bazılarıdır. Ayetin sadedinden, bu bakışların, davetkâr, tahrik edici, şehvet uyandırıcı bakışlar olduğu anlaşılmaktadır. Yani, hem kadının hem erkeğin, fıtratlarında var olan arzuları uyandırarak şehvete dönüştürecek tarzda birbirlerine bakmamaları, iffetlerini korumaları gerekmektedir. Bu arzuları uyandırmadan birbirlerini görmelerinde ise sakınca yoktur. Fakat Âl-i Imran suresinin 14. ayetinde bildirildiği gibi erkek ile kadın arasındaki çekim, her ikisinin de fıtratlarında olduğu için, sürekli bakışların bu arzuları uyandırması kuvvetle muhtemeldir.
Irzlarını/ eteklerini korusunlar.
Yani, zina ve zinaya uzanan hareketlerden kaçınsınlar.
Ziynetlerini -görünenler hariç- açmasınlar.
Ziynet; Kur’an dilinde, güzelleştirmeye, güzel ve çekici göstermeye, hoşlanacak hâle getirmeye yarayan süs demektir. Nitekim dinimizde de bir takım süs eşyalarına “ziynet eşyası” denilmektedir. Sözcük Kur’an’da hem olumlu hem de olumsuz olarak bu anlamda kullanılmıştır.
Şeytanın, inkârcılara, kendi kötü amellerini güzel-hoş gösterdiğini bildiren En’âm suresinin 43. ve Enfal suresinin 48. ayetleri ile Karun’un, kavminin karşısına ziyneti ile çıktığını bildiren Kasas suresinin 79. ayeti, sözcüğün olumsuz anlamda kullanılışına birer örnek teşkil etmektedir. Olumlu anlamda kullanıma örnek ayetler ise; Allah’ın imanı müminlere sevdirerek kalplerini süslediğini bildiren Hucurat suresinin 7. ayeti, gökyüzünün kandillerle süslendiğini bildiren Fussılet suresinin 12. ayeti ile Mülk suresinin 5. ayeti ve Musa peygamberin, Firavun’un büyücüleriyle buluşma gününün -kendi zaferinden emin olduğu için- “ziynet günü” olmasını istediğini bildirdiği Ta Ha suresinin 59. ayetidir.
“Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür.” (Kehf; 46) ayeti de, hem ziynet sözcüğünün kapsamını belirtmekte ve hem de Arapların ziynet sözcüğüne nasıl bir anlam yüklediğini en iyi şekilde anlatmaktadır.
Ancak, konumuz olan ayette, kadınlardan namahrem olanlara göstermemeleri emredilen ve ayaklarını yere vurmak suretiyle belli etmemeleri istenen ziynetler, hiç şüphesiz, bilezik, kolye, küpe, halhal, hızma, pazubent ve gerdanlık gibi takılar değildir. Bu ayetteki ziynetin bu çeşit takılar olduğunu düşünmek, ayetin hedefi açısından son derece isabetsiz olur ve ayet hiç anlaşılamaz. Çünkü, bir an için ziynet sözcüğü ile takıların kastedildiği düşünülecek olursa, Allah’ın bu ifadeyle kadınların takı takmalarını esasında uygun görmüş olduğu zımnen kabul edilmiş olur. Bu takdirde ise hem takı takmanın sakıncasız görülmesi hem de takıların saklanmasının istenmesi gibi bir durum ortaya çıkmaktadır ki bu düpedüz tutarsızlıktır. Zira takı, göstermek için takılır. Görünmemesi gereken takının herhangi bir anlamı olmaz.
Bu ayetteki “ziynet” sözcüğünden, takı türü eşyaların anlaşılması, ayetin bütünselliği açısından da mümkün değildir. Şöyle ki: Kadınların taktıkları süs eşyaları, cinsel tahrik unsuru olmaktan çok gururlanmak, büyüklenmek, argo tabiri ile hava basmak amacı ile takılan eşyalardır. Eğer bu ayet ile böbürlenmenin, hava basmanın önüne geçilmek istenseydi, ziynetlerin herkesten saklanması talimatı verilmesi gerekirdi. Oysa ayette kadınların ziynetlerini diğer kadınların yanında açabilecekleri ifade edilmektedir. Şu halde bu ayette konu edilen “ziynet”, gösterişe yönelik takılar değil, erkeklerin yanında açığa vurulmaması gereken, bu sebeple de cinsel arzu uyandırdığının düşünülmesi gereken başka “ziynet”lerdir. Ayrıca da Rabbimiz, A’râf suresinin 31 ve 32. ayetlerinde “Ey Âdemoğulları! Tüm mescitlerde süslü, güzel giysilerinizi kuşanın. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı süsü, güzel ve tatlı rızıkları kim haram etmiş? ...” demek suretiyle, takı türünden olan ziynetlerini, kadın-erkek herkesin mescit gibi en kalabalık yerlerde teşhir etmelerini istemiş, hem de buna altın veya gümüş gibi bir istisna getirmemiş, kısıtlamamıştır. Demek oluyor ki, bu ayetteki “ziynet” sözcüğü süs eşyası değil, sözlük anlamına uygun olan bir mecazî anlamla; “kadının, erkekler tarafından cazibeli görülen, çekici bulunan, cinsel arzuların uyanmasına vesile olacak olan vücut organları” anlamındadır.
Ancak, ziynet olan bu organlardan sadece belli organlar anlaşılmamalı, kadının hemen hemen bütün vücudunun ziynet olduğu unutulmamalıdır.
Rivayet dayanaklı tefsirlere (!) bakılacak olursa, bir kısmında ayette geçen “ziynet”in “takılar” demek olduğu, diğer kısmında da “ziynet” sözcüğü ile takılardan çok, bu takıların takıldığı ziynet yerlerinin kastedildiği şeklinde açıklamalar görülmektedir. Bu tefsircilere (!) göre ziynetin gösterilmesi haram olunca, takıldığı yerin gösterilmesi de haram olmaktadır. Bunlara göre sürme, kına, yüzük, bilezik, halhal, küpe ve gerdanlıktan ibaret bu ziynetlerin kendiliğinden gözükenleri olan sürme, kına, yüzük ve bilezik dışındakilerinin gösterilmesi haramdır.
Rivayetlere dayandırılarak ortaya atılmış olan bu gibi görüşler, rivayet sayısı ile doğru orantılı olarak bir hayli fazla sayıdadır. Kur’an’dan ayrılmamak için, zaten Müslümanlar tarafından bir çoğu bilinen bu görüşlere burada daha fazla girilmemiştir.
Sonuç olarak Nur suresinin 31. ayetindeki “ziynet” sözcüğü, ayetin devamından da kolayca anlaşılacağı gibi; “kadınların cazip yerleri, yani erkekler için cinsel tahrik unsuru olan, kadınların da erkeğe kendisini beğendirebilmek için kullanabileceği organlardır.”
Kadının saçları ziynet midir?
Saçlar doğal hâlleriyle ziynet değildir. Ama erkeklerin dikkatini çekmek üzere boyanıp şekillendirilen saçlar, ziynet özelliği kazanır. Böyle saçlar, erkeklerin karşı cinse olan arzularını uyandıracağından, bu ayet kapsamında gizli tutulmalıdır. Zaten, kadınların başlarını örtmelerinin, ziynetleştirilmiş saçlarını gizlemelerinin gerekli olduğu, ayetin bu kısmından çıkartılır. Yoksa aşağıda yer alan “örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.” bölümünden değil.
Kadının sesi ziynet midir?
Yine saçlar gibi doğal olan, konuşmada ve okumada kullanılan normal sesin ziynetliği konu edilemez. Ama sesin, çeşitli gayretlerle (meselâ, kısık ses çıkartılarak) sahibini şuh, istekli, işveli göstermesi mümkündür ve karşı cinse âdeta mesaj veren bu tip sesler ziynet sınıfına girer.
..... -görünenler hariç- ......
Bu istisna cümlesi ile ilgili olarak bugüne kadar bütün yazılanlar, anlatılanlar ayetin lâfzî manasını ifade etmekten uzak kalmıştır. Çünkü bu ayetin meal ve tefsirlerini (!) yazanlar, rivayetler ve hikâyeler arasında ayetin lâfzî manası ile birlikte kaybolup gitmişler, sonuçta da hiç kimseyi ikna ve tatmin edememişlerdir.
Meselâ, Abdullah ibn Abbas, bu ifade ile yüz ve iki avuç ile yüzüğün kastedildiğini söylemiştir. Çünkü dayandığı rivayette peygamberimizin öyle söylediği yazmaktadır:
“Hz. Ebu Bekr’in kızı Esma (Peygamber efendimizin baldızı) Peygamber efendimizin yanına ince bir elbise ile varmış, Peygamber efendimiz yüzünü öteye çevirmiş:
– Ey Esma, kadın ergenliğe erince şundan, şundan başkasını göstermesi doğru değildir, diyerek yüzünü ve avuçlarını göstermiş.”
Yüz ve eller dışında kadın vücudunun her tarafının avret, yasak mıntıka sayılacağına dair yüzlerce farklı rivayet, binlerce farklı görüş vardır. Bu konuda mezhepler de farklı yaklaşımlar sergilemişler, hatta “görünenler hariç” ifadesiyle, kadınların giydiği elbisenin renginin, deseninin murat edildiği görüşünü ileri sürüp, kadının gözleri dahil tüm bedenini dışarı çıkarttırmayanlar bile olmuştur. Ama bu görüşlerin hiçbirisi kaynağını Kur’an’dan almamaktadır. Bu görüşlerin sahipleri, Kur’an’ın açıkça bildirimde bulunduğu bir konuda, Kur’an anlaşılmıyormuş gibi Allah’ın maksadını açıklamaya çalışmak görüntüsü altında, aslında Kur’an’ı Arapların cahiliye kültürüne kurban etmeye uğraşmaktadırlar. Halbuki ayetin anlaşılmaz bir ifadesi yoktur, ne kastettiği açıktır.
Yukarıda belirtildiği gibi, kadının hemen hemen bütün vücudu ziynettir. Erkek için çekici, cinsel istek uyandırıcı olan bu ziynet kadının kendisi için de, karşı cinsi cezbetmeye yarayan bir silâh gibidir. Fakat, Rabbimizin bizlere sunduğu hayat ev dışına, dünyaya çıkmayı ve sürekli çalışmayı gerektirmektedir. Yani herkes toplum içinde bir yer edinmelidir. İnsan; ayaklarıyla yürüyecek; elleriyle çeşitli işler yapacak, yazacak; gözleriyle görecek, okuyacak; dudaklarıyla konuşacak, gülecektir ki, toplum içinde yer alabilsin, tanınsın. Yani insanın toplum içinde yaşayabilmesi için ellerinin, ayaklarının ve yüzünün işlev görür vaziyette; açık ve serbest olması lâzımdır. Kadınlarda ise bu uzuvların ziynet olduğu şüphesizdir. Çünkü onların kaşlarına, gözlerine, dudaklarına, yanaklarındaki gamzelere binlerce, şiir ve gazel yazılmış, türkü ve şarkı bestelenmiştir. İşte açıkta olan ziynetler bunlardır; eller, ayaklar ve yüz. Tabiî ki yüzde olan kaşlar, gözler, dudaklar, yanaklar da. Ama bu ziynetler açıkta olmalıdırlar, olmazlarsa işlev göremezler. Ayrıca, bu uzuvlar, yani yüz ve yüzdeki uzuvlar, kişilerin kimliklerinin de simgesidir. Toplumdaki bireyler yüzleri ve yüzlerindeki uzuvlarıyla birbirlerinden ayırt edilirler ve bu tefrik, yani kimin kim olduğunun bilinmesi sosyal hayatın en önemli gereğidir. Toplum içinde yüzün saklanması, kimliğin saklanması anlamına gelir. Yüzü örtülü bir hırsız, bir cani, bir zâni tespit edilemez ve böyle bir duruma da toplum yaşamında hiçbir işlem için izin verilemez. Dolayısıyla bu organlar ziynet olmalarına rağmen açıkta tutulmalıdır. Bir kadının göğüsleri, kalçası, karnı, kasığı açıkta olmazsa, onun toplum içindeki yaşamında bir aksama meydana gelmez. Ama yüz ile normal işleve engel olmayacak şekilde ellerin ve ayakların açıkta bulunmaması, kişinin çalışmasına engel olur, toplum içindeki hayatını olumsuz yönde etkiler. Bunlar dışındaki organlar ise, mümin kadınlar tarafından açığa vurulmamalı, böylece erkekler için tahriklere ve kendileri için de tacizlere yol açılmamalıdır.
Temel kaynaklardan öğrendiğimize göre asr-ı saadet denilen dönemde peygamberimizin eşlerine yolda rastlayanlar, onlarla kim olduklarını bilerek, isimleriyle hitap ederek konuşmuşlardır. Onların yüzleri kapalı olup da elbiselerinin önünde ve arkasında, bugünkü araç plâkaları gibi, tanıtıcı yazılar olmadığına göre, müminlerin anneleri olan peygamberimizin eşleri de yüzlerinden tanınmıştır.
Bu konuda üzerinde durulması gereken diğer bir husus da erkeklerin durumudur. Zannedildiği gibi toplumun iffetini sağlamak sadece kadınların görevi değildir. 30. ayette kendilerine “bakışlarının bir kısmını kıssınlar” diye emir verilmiş olan erkekler de toplumda iffetin sağlanmasına mecburen katılacaklardır. Onlara düşen görev, kadınların örtmek zorunda olmadıkları ziynetlerine arzu uyandırmadan, davetkâr olmadan, “bakışlarını kısarak” bakmaktır. Böylece toplumun iffeti her iki cins tarafından ortaklaşa gerçekleştirilecektir.
Önemli not: Ayette kadınlara, görünenler hariç ziynetlerini örtüyle örtmeleri söylenmemiş, açığa vurmamaları söylenmiştir. Yani kastedilen cildin görünmemesi, üzerlerinin elbiseyle örtülmesi değil, ziynetlerin belli edilmemesidir. Gerçekten de çok dar kıyafetlerle belin inceliğinin, kalçanın ve kasıkların yapısının, göğüslerin büyüklüğünün, başkaları tarafından, çıplak olunmasından farksız biçimde anlaşılması, görülmesi mümkündür. İşte “açığa vurmak” tabiri böyle durumları kapsamaktadır. Allah’ın bu kurallarla kastı açıktır: İffet korunacak, dişilik dışa vurulmayacaktır. Günümüzde örtünmeye bir dönüş varmış gibi gözükse de bu yalancı bir görünüştür. Çünkü tesettür adı altında giyilen model model elbiseler, kadınların ziynetlerini daha da belirginleştirmekte, kapalıymış gibi gösterip daha da açmaktadır. Tesettür artık bir kazanç sektörü hâline gelmiştir ve modaya kurban gitmiştir. Bir başka ifade ile tesettür, kadını örtmekte ama aslında daha çekici hâle getirmekte, yani yeni bir “örtülü çıplaklar” kitlesi oluşturmaktadır.
Örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.
Ayetin bu kısmının iyi anlaşılabilmesi, “humur” sözcüğünün anlamının iyi bilinmesine bağlıdır.
“Humur” sözcüğü, “örtmek” anlamındaki “hamr” kökünden türetilmiş ve “örtü” demek olan “himar” sözcüğünün çoğuludur. Lisan-ül Arab, el-Mu’cem ül-Vasıf, el- Müncid, Tac ül-Arus gibi temel kaynak niteliğindeki lügatlerde “himar”ın özel olarak başörtüsü anlamında olmayıp, genel “örtü” anlamında olduğu yer almakta ve başörtüsü anlamında da “mikna’” ve “nasıyf” sözcükleri gösterilmektedir. Örfte ise kadının başörtüsünün adı olan “himar” sözcüğünün, Kur’an’ın indiği dönemde de bu örfî anlamı taşıyıp taşımadığı kesin olarak tespit edilememektedir.
“Ceyb”, yaka, gömleğin göğüs yırtmacıdır. “Örtülerini yakalarının üstüne koysunlar.” cümlesinde, “himar” sözcüğü genel anlamı olan “örtü” olarak değerlendirilirse, ayette kadınlara örtülerini yaka yırtmaçlarının üstüne koymalarının emredildiği söylenebilir ki bu durumda başörtüsü söz konusu değildir. Yani ayette başın değil, göğsün örtülmesi emredilmiş olur.
Ama “himar” sözcüğü özel anlamı olan “başörtüsü” olarak değerlendirilir ve Kur’an’da da bu anlamda kullanıldığı kabul edilirse, ayette kadınlara, başörtülerini yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapatmalarının emredildiği söylenebilir. Bu takdirde “himar”, saçları kapatan başörtüsü olmaktadır. Kur’an’ın indiği dönemde hür kadınların başörtüsü kullandıkları bir gerçek olduğuna göre sözcüğün Kur’an’da bu anlamda kullanılmış olma ihtimali de vardır.
“Himar” sözcüğü üzerinde bugüne kadar bir çok yorum yapılmış ve bu yorumlar sonucunda olur olmaz bir çok görüş ortaya çıkmıştır. Ama maalesef sağlam bir ortak görüş belirlenememiştir. Bu durum, kesinlikle, toplumda yerleşmiş olan hataları, yanlışları açıklama ve düzeltme çabası ve cesareti gösteremeyen “din bilgini” denilen kesimin suçudur.
Arap kadınlarının göğüs kısmı yırtmaçlı elbiseler giydiği mütevatir bilgilerle sabit olduğuna göre bizim görüşümüz; göğüsleri açık kadınlara, başlarına örttükleri örtüleri göğüslerinin üzerine indirerek göğüslerini de örtmelerinin emredildiği yolundadır. Dikkat edilirse Kur’an’da açıkça “başlarını örtsünler” şeklinde bir ifade bulunmamakta, “başörtülerini salsınlar” ifadesi yer almaktadır. Bu durumda ayetten, mantıken, başların örtülü olarak kabul edildiği ve var olan bu fiilî durumun problem teşkil etmediği sonuçlarını çıkarmak mümkündür. Fakat Arap kadınları başörtülerini sırtlarına sarkıtıyor olmalılar ki, gerdan ve göğüs kısımları açıkta kalmakta ve ayette de bu kısmın, başörtüsünün göğüs yırtmacının üzerine salınması suretiyle kapatılması istenmektedir. O çağda sutyen tipi iç çamaşırlarının henüz keşfedilmediği gerçeği göz önüne alındığında, Arap kadınlarının göğüslerinin görülebilmekte olduğu ama onların bunu umursamadıkları anlaşılmaktadır. İşte başörtüsünün göğüs üzerine indirilmesi de bu gerekçe ile istenmektedir. Eğer başlardaki örtü Rabbimizin tasvip etmediği bir şey olsaydı, baştaki örtüden hiç bahsedilmeden sadece göğüslerin kapatılması üzerinde durulur ve “yırtmaçsız elbise giysinler” veya “yırtmaçlarını diksinler” türünden emirler verilirdi. Bu durum da göstermektedir ki, Yüce Allah toplumun başörtüsü geleneğine müdahale etmemiştir.
Sonuç olarak ayetin bu kısmında başların örtüleceğine dair bir anlam yoktur. Başların örtülmesi; ziynetleştirilmiş saçların saklanması, yukarıda açıkladığımız gibi, ayetin “ziynetlerini açığa vurmasınlar…” bölümünden anlaşılmaktadır.
Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler:
Kocaları,
yahut babaları,
yahut kocalarının babaları,
oğulları, yahut kocalarının oğulları,
yahut kardeşleri,
yahut kardeşlerinin oğulları,
Burada sayılan kişilerin ayrıca açıklanmasına gerek yoktur, herkes tarafından anlaşılmaktadır.
yahut kadınlar,
Buradaki “nisâihinne” sözcüğü Ahzab suresinin 55. ayetinde de geçmekte olup, “o kadınların kadınları” demektir. Ancak bu sözcüğün sonundaki “hinne” cem’i müennes zamiri, ayetin icaz ve edebî yapısından, armonik özellik sebebiyle burada yer almıştır. Yani bu zamirin, sözcüğün sonunda yer alması Üslûp birliği ve galip ihtimale göredir (ilm-i meânî). Dolayısıyla sözcük anlamlandırılırken bu zamir ihmal edilmeli, “nisâihinne” ifadesi “o kadınların kadınları” olarak değil, “kadınlar” olarak değerlendirilmelidir. Bu hususu dikkate almayan bir çok tefsir (!) ve fıkıh bilgini, kadınların kadınlarının kimler olacağı hakkında çıkmaza girmişler, olur olmaz fetvalar üretmişlerdir.
Ayetteki ifade ile tüm kadınlar, kadın cinsi kastedilmiştir. Dünyadaki tüm kadınlar (Müslim veya gayrimüslim) birbirlerinin mahremidirler yani birbirleriyle evlenemezler. Dolayısıyla kadının, kadına haram kılınmasının mantığı yoktur. Şeriatta da anlamsız hüküm bulunmadığından, kadınlar, ziynetlerin açığa vurulmaması emrinin istisnaları arasında yer almıştır. Ender karşılaşılan lezbiyenlik ise, bir sapkınlık, bir sapıklık olduğu için, hiç kale alınmamış, ihmal edilmiştir.
yahut ellerinin altında bulunanlar,
Bu ifade, o günkü yasalara göre kişilerin, üzerinde hak sahibi oldukları köleleri ifade etmektedir. Bazıları burada sadece kadın kölelerin, yani cariyelerin murat edildiğini söylemişlerse de ayetteki ifade geneldir ve kadın-erkek tüm köleleri kapsar. Gerçekten de köleler, üzerlerinde hak sahibi olan kişilerle sürekli beraber oldukları için aile bireyleri gibi olmuşlardır. Onlardan gizlenmek ve bir şeyleri gizlemek çok zordur. Dolayısıyla da bir mâlike (kölenin bayan sahibi) kölelerinin mahremi durumundadır.
yahut kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar,
Bunlar, yaşlanmış, erkekliği kalmamış erkek hizmetçilerdir.
yahut kadınların avretlerini/ cinsel organlarını henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar.
“Avret” sözcüğü, kavram olarak “ziynet” sözcüğü ile karıştırılmış ve aynı anlamda kullanılmıştır. Bu yanlış sonucunda da “kadının her tarafı avrettir” görüşü ortaya çıkmıştır. Hatta ülkemizin bazı yörelerinde bu yanlış görüşün bir uzantısı olarak hanımlara “avrat” denmektedir. Bu yanlış ve ilkel anlayış Kur’an’ın ruhuna da aykırı olup, ne yazık ki çok uzun yıllardan bugüne kadar gelmiştir. Dikkat edilecek olursa Kur’an’da “kadınları henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmeyip, “kadınların avretlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmiştir. Bu ifadeden ise, kadınların her yerlerinin avret olmayıp, kadınlarda avret yerlerinin bulunduğu, yani kadınların bazı yerlerinin avret olduğu anlaşılmaktadır.
“Avret” sözcüğü, “ar” sözcüğünden türemiş olup, sözlük anlamı; “yarık, yırtık, açık, korumasız” demektir. Sözcüğün çoğulu da “avrât” diye söylenir. Bu sözcüğün Kur’an’da hangi anlamda kullanıldığını görmek için, sözcüğün geçtiği diğer ayetlere de bakmak gerekir:
Ahzab; 13: Hani onlardan bir grup şöyle demişti: “Ey Yesrib halkı, duracak yeriniz yok, hemen geri dönün.” İçlerinden bir grup da şöyle diyerek Peygamber’den izin istiyordu: “İnan olsun, evlerimiz avret (açık, korumasız)”. Oysaki evleri avret (açık, korumasız) değildi; sadece kaçmak istiyorlardı.
Nur; 58: Ey iman edenler! Elleriniz altında bulunanlarla, erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız sizden üç durumda izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, yatsı namazından sonra. Bunlar sizin için üç avrettir (açık ve korumasız, üç zamandır). Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, birbirinize bakabilirsiniz. Allah, ayetleri size işte böyle açıklıyor. Allah Alim’dir, Hakim’dir.
Görüldüğü gibi “avret” sözcüğü Ahzab suresinin 13. ayetinde iki kez geçmektedir ve her ikisinde de “açık, korumasız” anlamındadır. Nur suresinin 58. ayetinde ise çoğul hâliyle “avrât” olarak geçen sözcük, bu kez insanların korumasız, savunmasız pozisyonunu anlatmak için kullanılmış ve sabah namazı öncesi, öğle vakti gaylûle denilen uyku zamanı ve yatsı namazı sonrası, üç avret olarak nitelenmiştir. Gerçekten de insanın kendisine ait, kişisel olan bu zamanlar, korunma, savunma, kendine çeki düzen verme imkânının olmadığı zamanlardır.
Yukarıdaki ayetlerden “avret” sözcüğünün, “muhkem olmayan, sağlam olmayan, kendini koruyamayan” anlamlarında kullanıldığı kesin olarak öğrenildikten sonra konumuz olan Nur suresindeki “avrâtünnisa/ kadınların avretleri” tamlamasının daha kolay anlaşılması mümkündür. “Avrâtünnisa” tamlamasındaki “avret” sözcüğü de yine aynı anlamda olup, kadınların korunmasız, karşı koyamayan, savunma yapamayan yerleri için kullanılmıştır. Kadınların bu nitelikli organları, yani pasif organları ise, cinsel organı ile makatıdır. Çünkü bu organlar el gibi, ayak gibi, göz gibi kendisini dış etkilere karşı koruyamaz, savunma yapamaz, haricî etkilere tepki veremez;
|
Yukarı dön |
|
|
Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
"Çünkü böyle bir kadın, saçları kökünden kazınmış bir kadının ta kendisidir. bir kadın başını örtmüyorsa, saçını kestirsin. Ama saçını kısa kestirmek veya kazıtmak, bir kadın için aynı şekilde utanç verici bir şeydir. Kadın başını da örtmelidir. Erkek tanrının kopyası ve onun yansımış ışığı olduğu için, başını örtmez. Ama kadın örtünmeli,
çünkü o erkeğin yansımış ışığıdır. Başlangıçta erkek kadından
yaratılmadı, tersine kadın erkekten yaratıldı. Kadın, erkek için
yaratıldı. Ama, erkek kadın için yaratılmadı. Kadın bu sebepten de başının üzerine bir şeyler örtmelidir.
Meleklerden ötürü, onlara karşı koruyucu bir güç olarak ve şimdi siz
kendinizi yargılayın, kadının örtünmeden tanrıya ibadeti yakışır mı?
(İncil, Korintoslulara Mektuplar : 393)
Bakın ne kadar net ifadeler var Muharref İncil'de.
Neden bu pek mühim(!) konuda Kur'anda da en az Muharref
İncil'de olduğu kadar çekiştirmeye mahal vermeyecek seviyede susturucu
sözler yok acaba? http://www.hanifdostlar.com/forum_posts.asp?TID=1546&PN= 0&TPN=5 http://www.hanifdostlar.com/forum_posts.asp?TID=1546&PN= 0&TPN=3
İlgili Konu: BİR TÜRBAN SORUSU
__________________ Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
|
Yukarı dön |
|
|
Deli_Veli Newbie
Katılma Tarihi: 03 eylul 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 33
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
AİLE VE TESETTÜR HAKKINDA UYDURDUKLARI RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER:
493- Abdullah İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)” buyurdular ki: “Sizden biri cariyesini veya kölesini veya ücretlisini evlendirdi mi, artık onun avretine bakmasın.” (K.S. 2680 C.8 S.522 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Libâs 37, (4113,4114). )
Bu rivayetlerine göre, cariye, köle veya ücretle çalıştırılan kimseler evlendirilmişlerse avretlerine yani vücutlarının örtünmesi gereken gizli yerlerine bakılmaz, diğer bir ifadeyle evlendirilmemişlerse bakılabilir manası çıkar. Bu duruma göre, cariyeler bir tarafa, erkek köleler veya ücretle çalıştırılan erkeklerin durumunu ele alalım. Müslüman erkek ve bayanların bu gibi kimselerin avret yerine bakamayacağı gibi, bunlarda Müslüman erkek ve bayanların avret yerine bakamazlar. Zira başka bir rivayette Müslüman bayanların köleleri karşısında baş örtüsüz durabileceklerini iddia etmişlerdir, şöyle ki:
494- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Fâtıma radıyallahu anhâ’ya bir köle getirdi. Bunu ona hibe etmişti. Hz. Fâtıma’nın üzerinde (çok uzun olmayan bir elbise vardı, elbiseyi başına çekecek olsa öbür ucu ayaklarına ulaşmıyordu. Elbiseyle ayaklarını örtecek olsa üst ucu başına yetişmiyordu. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, örtünme hususunda mâruz kaldığı sıkıntıyı görünce: “Bu kıyafette olmanın sana bir mahzuru yok, zira, karşındakiler baban ve kölendir” buyurdu. (K.S. 3437 C.10 S.230,231 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Libâs 35, (4106). )
Görüldüğü gibi, İslam dininde bayanların erkek köleleri yanında örtünmeye bileceklerini iddia etmişlerdir. Böyle bir iddianın yalan ve iftira olduğuna dair Kur’an’dan örnek verecek olursak, mealen:
- Müminlere söyle: “Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu (hareket) onlar için daha temiz (ve yararlı)dır. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarını haber almaktadır. 24/30
Mümin kadınlara da söyle: “Gözlerini (haramdan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak (elbise, yüzük gibi örtünmesinde güçlük bulunan) kendilerinden görünenler hâriç. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veyâ erkek kardeşlerinin oğulları veyâ kız kardeşlerinin oğulları veyâ Müslüman kadınları veyâ cariyeleri veyâ erkekliği kalmamış (iktidarsız, şehvetsiz) erkeklerden tâbi’lerine (hizmetçi v.b.), ya da kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklardan başkasını göstermesinler. Gizledikleri süslerinin bilinmesi için ayaklarını (yere) vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz. 24/31
Görüldüğü gibi, mümin erkekler ve kadınlar harama bakamayacakları gibi, mümin kadınların süslerini, bilezik v.s. Gibi. Erkeklikten düşmemiş kölelerine ve hizmetçilerine gösteremeyecekleri açıktır. Bu itibarla rivayetleri, Kur’an’la çelişkili olup uydurmadırlar.
495- Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: “Ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın yanında idim. Yanında Meymune Bintu’l-Hâris radıyallahu anhâ da vardı. (Bu esnada) İbnu Ümmi Mektum bize doğru geliyordu. -Bu vak’a, tesettürle emredilmemizden sonra idi- ve yanımıza girdi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bize: “Ona karşı örtünün!” Emretti. Biz: “Ey Allah’ın resulü! O, âma ve bizi görmeyen (ve varlığımızı tanımayan) bir kimse değil mi?” dedik. Bunun üzerine: “Siz de mi körlersiniz, siz onu görmüyor musunuz?” buyurdu.” (K.S. 3440 C.10 S.233 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Libâs 37, (4112); Tirmizi, Edeb 29,(2779). )
Gözleri görmeyen bir kimseye karşı örtünmenin mantığı yoktur. Bu rivayeti tesettürle alay etmek için uydurmuşlardır. Önceki rivayette Müslüman kadınlar kölesine karşı baş örtüsünü örtmeye bilir diye rivayette bulunmuşlardı, bu rivayette gözleri görmeyen bir Müslüman’a karşı örtünmeleri gerektiği yolunda rivayette bulunmaları açık bir çelişki olduğu gibi, asıl maksatları kendilerince, tesettürle alay etmektir.
496- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ demiştir ki: “Bir erkek hanımına bir defada “Sen üç talakla boşsun! Dese, bu bir talâk sayılır? (K.S. 3045 C.11 S.409 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Talâk 10,(2197).)
Bu rivayette, bir seferde kadını üç kere boşamanın bir boşama sayılacağını rivayet etmişlerdir. 497-. ...a) Muhammed b. İyas’dan (rivayet olunduğuna göre); İbn Abbas İle Ebû Hüreyre ve Abdullah b. Amr b. El-As’a; kocasının (daha cinsi münâsebette bulunmadan bir defada) üç talakla boşadığı bir kız(ın durumun)dan sorulmuş da hepsi “O kız başkasıyla evleninceye kadar ona helal olmaz.” diye cevap vermişler. .............. (Ebû Dâvud, K.et-Talâk (13), Bâb 9-10 C.8 S.384 Şamil Yayınları)
498-.............. Ubeydullah şöyle demiştir: Bana el-Kaasım İbnu Muhammed Âişe(R)’den şöyle tahdis etti: bir kimse karısını üç talak ile boşamış. Sonra kadın başka bir erkekle evlenmiş. İkinci koca da (kadınla cimâ yapmadan) kadını boşamış. Bu ikinci koca kadını boşadıktan sonra, kadını ilk kocasına varması helâl olur mu? Diye Peygamber’e soruldu. Peygamber (S) de: - “İkinci erkek kadının balcığından, birinci erkeğin tatması gibi tatmadıkça helâl olmaz” Buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Talâk H.9 C.11 S.5337 Ötüken. )
Bu rivayette, bir seferde üç talakla boşamanın üç boşama sayılacağını rivayet etmeleri. Önceki rivayette, bir seferde üç talakla boşamanın bir boşama sayılacağı yolunda yapmış oldukları tahdis çelişkilidir.
Bir kimse karısını bir seferde üç veya üç yüz kere boşasa bu ancak bir boşamadır. Zira birinci talakla boşanmış olan kadını, diğer talaklarla boşamanın bir manası yoktur. Çünkü birinci talakla boşanmış olan kadın artık kendisini boşamış olan kacasının nikahı altında değildir ve zaten boş olanı boşamanın bir manası yoktur.
499- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: “Ey Ali, dizini çıkarma, ne canlı, ne ölü, başkasının dizine de bakma” buyurdu. (K.S. 2681 C.8 S.523 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Cenâiz 32,(3140). )
500- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)” uyluğu avret addetti.” (K.S. 2682 C.8 S.523 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Edep 40,(2798). )
Bu iki rivayette, erkekler için de diz, (baldır), uyluk avret olarak sayılmıştır. Buna rağmen, Âişe ve Ümmü Süleym’e şu rivayeti yakıştırmışlardır:
501- Enes b. Mâlik’ten rivayet: “Uhud harbinde, Yemin olsun ki, Âişe binti Ebi Bekir ile Ümmü Süleym’i paçalarını sıvamış halde gördüm. Baldırlarının bileziklerini görüyordum. Su tulumlarını taşıyor, sonra gâzilerin ağızlarına boşaltıyorlardı. (Müslim, C.8 H.136/655 Sönmez Neşriyat. )
Bu rivayet, Âişe ve Ümmü Süleym’e yapılmış bir iftiradır.
502- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Cariyenin talakı iki talaktır, iddeti de -bir nüshada “kurû’u da” - iki hayız müddetidir.” (K.S. 4070 C.11 S.442 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Talâk 6,(2189); Tirmizi, Talâk 7,(1182); İbnu Mâce, Talâk 30,(2080). )
503- İbnu Ömer radıyallahu anhümâ derdi ki: “Köle, hanımını iki talakla boşadı mı artık kadın, başka bir kocaya var(ıp ondan boşan)madıkça ona haram olur. Bu kölenin hanımı hür de olsa hüküm böyledir. Hür kadının iddeti üç hayız müddeti, köle kadının iddeti iki hayız müddetidir.” (K.S. 4071 C.11 S.443 Akçağ, alıntısı: Muvattâ, Talâk 50,(2,574). )
Bu konuda, Hür veya Cariye kadınlar arasında Kur’an’da bir ayırım yapılmamıştır. Kur’an’dan mealen:
- Boşanmış kadınlar, üç kur’(üç âdet veya üç temizlik süresi bekleyip) kendilerini gözetirler (hâmile olup olmadıklarına bakarlar). Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri (Karınlarında çocuk bulunduğunu saklamaları) kendilerine helâl olmaz. Kocaları da bu arada barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerinde(ki hakları), bir derece daha fazladır. Allah azizdir, hakimdir. 2/228
Bu itibarla, uydurmuş oldukları rivayetler, Kur’an’a aykırı olup, asılsızdırlar. Üç temizlik müddeti beklenmesi hamilelikle ilgilidir, bu konuda cariye ile hür kadın arasında fark yoktur, zira yaratılış olarak aynıdırlar.
504- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Hangi kadın velisinin izni olmaksızın nikahlanırsa onun nikâhı bâtıldır! buyurdular ve bunu üç kere tekrar ettiler............. (K.S. 5652 C.16 S.5 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Nikâh 20,(2083); Tirmizi, Nikâh 14,(1102). )
505- Yine Ebû Dâvud ve Tirmizi’de Ebû Musa radıyallahu anh’tan gelen bir rivayette: : “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Velisiz nikah yoktur!” demiştir.” (K.S. 5653 C.16 S.5 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Nikâh 14,(1101), Ebû Dâvud, Nikâh 20,(2085). )
Bu iki rivayette bir kadının evlene bilmesi için velisinden izin alması şart koşulmuştur. Buna rağmen şu rivayeti çelişkili olarak tahdis ettiler:
506- Hz. İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Dul nefsine velisinden haktır. Bakireden nefsi hususunda izin alınır, onun izni sükûtudur.” .” (K.S. 5656 C.16 S.8 Akçağ, alıntıları:Müslim, Nikâh 66,(1421); Tirmizi, Nikâh 12,(1108); Ebû Dâvud, Nikâh 26,(2098); Nesâi, Nikâh 31,32,(6,84). )
Bu rivayette dulun velisinden izin almasına gerek olmadığını rivayet etmeleri bir çelişkidir.
507- Hz. Semüre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)” buyurdular ki: “Hangi kadını, (seviyesi eşit) iki veli (iki ayrı şahsa) nikâhlamışsa, o kadın o iki veliden önce davranana aittir. Kim iki kişiye bir şey satmışsa, o satılan şey birinci kimseye aittir.” (K.S. 5654 C.16 S.7 Akçağ, alıntıları:Ebû Dâvud, Nikâh 22,(2088);Tirmizi, Nikâh 19,(1110); Nesâi, Büyu’ 96,(7,314). )
Bu rivayete göre, evlendirilecek olan kadınlar tamamen velilerinin keyfi tercihlerine bırakılmış olup, kendilerine hiçbir söz veya tercih hakkı verilmemiştir. Öyle ki, iki ayrı veli tarafından iki ayrı şahsa kendilerinden habersiz nikahlarının yapılabileceği ve nikah üstüne nikah yapılmış olduğundan da, ilk davranan yani ilk evlendirmeyi yapan velinin tercihinin geçerli olacağını söylemişlerdir. Velilerin aynı zamanda ayrı ayrı nikah yaptırma olasılığı ise belirsiz bırakılmaktadır. Erkek olsun, bayan olsun evlenecek olanların tasvibinin olmadığı bir evlilik nasıl mümkün olabilir? Eğer bu şekilde bir zorlamayla evlilik kurulmuşsa ne derece sağlıklı yürüyebilir. İslam dininde, evliliğe ve aile kurmaya çok önem verilmiştir. Kur’an’da bu konuyla ilgili çok ayet vardır. Tahdis etmiş oldukları rivayetin uydurma olduğuna delil olarak 4 Nisa 21 den örnek vermem yeterlidir. Kur’an’dan mealen:
- Bir eşin yerine başka bir eş almak isterseniz ve birincisine büyük mal vermişseniz, (onu boşadığınızda) ondan hiçbir şey almayın. İftira ederek, açık bir günaha girerek (o ilk hanımı kötüleyerek) o verdiğiniz mehri geri alır mısınız? 4/20
- Nasıl alırsınız? Halbuki siz birbirinizle kaynaşmıştınız ve onlar sizden ağır söz almışlardı. 4/21
Görüldüğü gibi, evlenecek olan bayanların evleneceği şahıstan, bizzat ağır (sağlam) söz almaya hakları vardır. Bu da evlenecek bayanların evliliği onaylamalarını içermektedir. Zira evlenmeyi kabul etmeye niyeti yoksa, damat adayını evlenme konusunda muhatap kabul etmemesi yeterlidir.
Görüldüğü gibi tahdis etmiş oldukları rivayet Kur’an’a uygun olmayıp aslı yoktur.
508- Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Bir veya iki emme ile (süt kardeşliği) haramlığı hâsıl olmaz.” (K.S. 5673 C.16 S.30 Akçağ, alıntıları: Müslim, Radâ’ 17,(1450); Tirmizi, Radâ’ 3,(1150); Ebû Dâvud, Nikâh 19,(2063); Nesâi, Nikâh 51,(6,201). )
509- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Kur’an olarak inenler meyanında “Ma’lûm on emme ile haram sabit olur” âyeti de vardı. Sonra (Rab Teâla) onları, malum beş emme ile nesh etti. Bu (beş emme) âyetleri, Kur’an’ın okunan ayetleri arasında iken Aleyhissalâtu vesselâm vefat etti.” (K.S. 5675 C.16 S.29-30 Akçağ, alıntıları: Müslim, Radâ’ 24,(1452); Muvatta Radâ’ 17,(2,608); Ebû Dâvud, Nikâh 11,(2062); Tirmizi,Radâ’ 3,(1150); Nesâi, Nikâh 51,(6,100). )
Tahdis etmiş oldukları bu rivayetlerde, bir iki kere süt emme ile süt kardeşliği haramlığının hasıl olmayacağını, hatta bu hususta iki Kur’an ayetinin inmiş olduğunu, beş emme şartı ihtiva eden Kur’an ayeti, Kur’an’ın okunan ayetleri arasında iken, Peygamberin vefat ettiğini, başka bir ifade ile, Peygamberin vefatından sonra da bu ayetin yürürlükte olduğunu tahdis ettiler. Böyle bir iddia bugün elde mevcut olan Kur’an’ın muharref ve noksan olduğu manasındadır. Bu da Kur’an’ı apaçık inkar ve küfürdür. İddialarının nesh veya unutturma olmadığına dair Kur’an’dan örnek verecek olursak, mealen:
- Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir âyeti(n hükmünü) yürürlükten kaldırmaz veyâ onu unutturmayız. Allah’ın her şeye gücü yeter olduğunu bilmedin mi? 2/206
Burada bildirilen nüshalardan, nesh veya unutturma olayında, nesh edilen veya unutturulan ayetin yerine muhakkak, ya daha hayırlısı veya benzerinin Allah tarafından indirileceği olayına dikkat ettiğimizde. İddialarının bu hususlara uymadığını görürüz, zira kendi iddialarına göre ayet ne nesh edilmiş nede unutturulmuştur ve Kur’an’ın içinde de yer almamasına rağmen de Kur’an’ın ayeti olarak geçerlidir demektedirler. İddia ettikleri bu ve bu gibi sözler Kur’an’ın noksan ve muharref olduğunu iddia etmek demektir. Bu ise İslam dinine göre apaçık küfürdür.
Diğer taraftan, uydurmuş oldukları başka hadis rivayetlerinde, bu iddialarıyla çelişkiye de düşmüşlerdir, şöyle ki:
510- Hz. İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ demiştir ki: “İki yıl içerisindeki emme tek bir emmeden ibaret de olsa bu, (evlenmeyi) haram kılar.” (K.S. 5676 C.16 S.33 Akçağ, alıntısı: Muvatta Radâ’ 4,(2,602). )
511- İbrahim b. Ukbe der ki: Said b. Müseyyeb’den emmenin hükmünü sorduğumda Said: “İki sene zarfında meydana gelen emme, bir damla da olsa nikâhı haram kılar. Ama iki seneden sonra emme çocuğun yediği yemek hükmündedir. (Nikâhı haram kılmaz)” dedi. Sonra Urve b. Zubeyr’e sordum o da Said b. Müseyyeb’in söylediğini tekrarladı. (İmam Mâlik, Muvatta C.3 S.153 H.10 Süt emme Kitabı, Beyan Yayınları Eylül 1994 )
Görüldüğü gibi, iki sene zarfında, yani çocuk iki yaşını bitirmeden önce, bir damla dahi süt emmişse, bu süt kardeşliği için yeterlidir diye rivayet ettiler. Hal böyle olunca, beş emmeyi şart koşan rivayetleriyle çelişkiye düşmüş olurlar. İki seneden sonra vuku bulacak emzirmeyle süt kardeşliği meydana gelmeyeceği iddialarına gelince daha önce vermiş olduğum (Salim’in emzirilmesi rivayeti) örneğinde, adamların emzirilmesini dahi, süt çocukluğu olur iddiasıyla helal gördüklerinden bahsetmiştim. (Bak, Müslim, Cilt 7 H.27/371 Sönmez Neşriyat; İbni Mace, Kitabü-n’Nikah H.1943 S.411-412 Kahraman Yayınları. )
512-. ............ İbn Abbas (r.a.)’dan; demiştir ki: Adamın biri Peygamber (s.a.)’e gelip; Benim eşim (kendisine uzanan) zinâkar (adamlar)ın elini geri çevirmiyor? dedi. (Hz. Peygamber de): “Onu boşa!” buyurdu. Adam bu sefer; - Nefsimin onun peşinden gitmesinden korkuyorum, dedi. (Resûl-i Ekrem Efendimiz de); “Öyleyse ondan bir süre faydalan” buyurdu. (Ebû Dâvud, K.en-Nikâh (12).Bâb C.8 S.67 H.2049 Şamil Yayınevi, ayrıca: Nesâi, Nikâh 12, tâlâk 34. )
Bu rivayette, Peygambere karşı ağır bir iftirada bulunmuşlardır. Zira peygambere danıştığını iddia ettikleri şahıs, iddia ettikleri gibi davranacak olsa iki husustan biri meydana gelecektir. Birincisi eğer kadını boşayıp, ondan sonra da cinsel ilişkisini devam ettirecek olursa zina etmiş olacaktır. İkincisi, eğer boşamayıp evliliğini devam ettirecek olursa kadının zina etmesine mani olmadığından ve durumu da kabul etmiş olduğundan, kadının zina etmesine göz yummuş olmakla deyyus durumuna düşmüş olacaktır.
Bu itibarla, Peygamberin bu şahsa zina kar kadından istifadeye devam etmesini önermesi imkansız olduğu gibi, zina eden erkek veya kadın, Mümin erkek veya kadınla nikah akdi yapamazlar. Dolayısıyla eş olarak bir arada bulunamazlar. Kur’an’dan mealen:
- Zina eden erkek zinâ eden veyâ puta tapan kadından başkasıyla evlenemez; zinâ eden kadın da zinâ eden veyâ puta tapan erkekten başkasıyla evlenemez. Bu (tür evlenmek), müminlere haram kılınmıştır. 24/3
Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayetin aslı yoktur.
513- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü dedim, ben genç bir insanım, günahtan korkuyorum, evlenecek maddi imkân da bulamıyorum, hadımlaşayım mı?” dedim : Aleyhissalâtu vesselâm bana cevap vermedi. Ben bir müddet sonra aynı şeyi tekrar söyledim. Yine cevap vermedi. Sonra: “Ey Ebu Hüreyre! Buyurdu. Senin karşılaşacağın şey hususunda artık kalem kurumuştur. Bu durumda ister hadımlaş ister bırak.” (K.S. 5725 C.16 S.85 Akçağ, alıntıları:Buhâri, Nikâh 8; Nesâi, Nikâh 4, (6,59). )
Çocukların sünnet edilmesi konusunu işlerken, sağlıklı beden üzerinde, saç, sakal, tırnak v.s. Gibi hususlar dışında yapışacak kalıcı ve keyfi değişikliklerin yaratılışı değiştirme manasına geleceği hususunda izahatta bulunmuştum. Hadım olayı da yaratılışı değiştirme olayından başka bir şey değildir. Tarih boyunca, gerek insanlara gerekse hayvanlara uygulanmış olan hadımlaştırma ve benzeri olaylar ile kısırlaştırma olayları yaratılışı değiştirme işlemleri olduğu gibi aynı zamanda iğrenç olaylardır. Bu gibi olayları yapanlar ve yaptıranlar insaf denen olayın kokusunu dahi almamış kimselerdirler. Rivayette her ne kadar bir azarlama havası verilmişse de, hadım olayı sıradan bir olaymış gibi gösterilmek istenmiştir. Rivayet uydurma olup, aslı yoktur.
514-. ......... Muhammed b. Ubeyd b. Ebi Salih, İlya’da ikamet ettiği sıralarda (şunları) söylemiştir: (Bir gün) Adiy b. Adiyyi’l-Kindi ile birlikte (yolculuğa) çıkmıştım. Nihâyet Mekke’ye varınca (Adiyy) beni Safiyye bint Şeybe’ye gönderdi. (Safiyye) Âişe’den (pek çok hadis) öğretmişti. (Yanına vardığımız zaman Safiyye bana şunları) söyledi: “Ben Âişe’yi “Rasûlullah (s.a.)’in; “Öfke (veya zorlama) hâlinde ne boşama olabilir ne de (köle veya câriyeyi) âzâd etmek.” dediğini duydum.” derken işittim. Ebû Dâvud dedi ki: “Öyle zannediyorum ki el-ğılâk öfke demektir. (Ebû Dâvud, K.et-Talak (13).Bâb C.8 S.370 H.2193 Şamil Yayınevi. Ayrıca: İbn Mace, talak 16. )
515-. ......... Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre:Resûlullah Sallallâhu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur; “üç şeyin ciddisi de, şakası da ciddidir. Nikâh, talak, rec’â. (Ebû Dâvud, K.et-Talak (13).Bâb 9 C.8 S.373 H.2194 Şamil Yayınevi. Ayrıca, Tirmizi talak 9; İbn Mâce,mukaddime 7, talak 13. )
Birinci rivayette öfke halinde boşama olamayacağını tahdis etmelerine rağmen, ikinci rivayette şakadan dahi olsa boşamanın yapılması halinde, gerçek manada gerçekleşmiş olacağının rivayet edilmesi bir çelişkidir. Şakayla yapılan boşama, ciddi boşama sayılır demeleri de bir uydurmadır. Zira İslam dininde değil şakadan boşamaların, kasıtsız yeminlerde dahi sorumluluk yoktur, şöyle ki, Kur’an’dan mealen:
- Allah sizi, yaptığınız kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandığı (bile bile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar. Allah bağışlayan halimdir. 2/225
516- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Şu nikâhı ilan edin ve davul (tef) da döğün.” (K.S. 6586 C.17 S.202 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 1895. )
517- Mücahid merhum anlatıyor: “Ben İbnu Ömer radıyallahu anhüma ile beraberdim. Derken bir davul (darbuka) sesi işitti. Derhal iki parmağını iki kulağına soktu ve oradan (hızla) uzaklaştı. Bunu üç kere yaptı. Sonra: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm da böyle yapmıştı” dedi.” (K.S. 6589 C.17 S.203 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 1901. )
Bir rivayette, düğünlerde (davul) tef çalınması gerektiği rivayet edilmişken, diğer rivayette, davul veya darbuka sesinin nefret edilecek bir şey olarak tahdis edilmesi bir çelişki ve asılsız bir iddiadır, zira üçü de aynı menşeden çalgılardırlar.
518- A’rac Ebu Hüreyre radıyallahu anh’tan naklen anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm diyor ki: “En şerli yemek, sâdece zenginlerin çağrılıp fakirlerin çağrılmadığı yemektir. Kim de dâvete icabet etmez, yemeğe gelmezse, Allah ve Resûlüne âsi olmuştur. (K.S. 3967 C.11 S.207 Akçağ, alıntıları:Buhâri, Nikâh 72; Müslim, Nikah 107-110,(1432); Ebû Dâvud, Et’ime 1,(3742). )
Bir kimsenin çağrıldığı yemek davetine gitmemek için bir çok geçerli mazereti olabilir, örneğin sağlık durumu uygun olmayabilir, bir yakını hasta olmuş olabilir, bir işi olmuş olabilir v.s. Buna rağmen yemek ziyafetine çağrılıp ta gitmeyen kimsenin Allah’a ve Resûlüne asi olarak sayılması ağır bir suçlama ve asılsız bir iddiadır. 519-. ... Câbir b. Abdullah (r.a.)’den; demiştir ki:Resûlullah (s.a.) “- Biriniz bir kadına dünürlük yaptığı zaman kendisini o kadınla evlenmeye sevk eden organlara bakmaya imkân buluyorsa, bunu yapsın-” (Câbir) dedi ki: “ben bir câriyeyle evlenmek istedim, bunun üzerine (onun haberi olmadan görebilmek için) onu gizli gizli gözetlemeye başladım. Nihayet beni kendisiyle evlenmeye sevk eden (organlar)ını gördüm de onunla evlendim. (Ebû Dâvud, K.en-Nikâh (12), Bâb 17-18 C.8 S.148 Şamil Yayınları. )
Görüldüğü gibi, evlenmek isteyen bir kimsenin evlenmeyi düşündüğü kadının, eğer imkan buluyorsa en gizli yerlerine bakabileceği, hatta böyle bir davranışın kadının haberi olmadan gizlice yapılabileceğini tahdis etmişlerdir. Röntgenciliği meşru kabul eden bu iddiaya göre bir kimse niyetim evlenmedir deyip bekar olan, nikahlanabileceği bütün kadın ve kızlara meşru olarak bakabilir. Bu iddia Peygamber üzerine uydurulmuş bir iftira olduğu gibi, çeşitli fitnelere sebep olabilecek ve Müslümanlara saldırı amacıyla uydurulmuş asılsız bir iddiadır.
520-. .......... Câbir (r.a.)’den rivâyet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) (ansızın) bir kadın görmüş, bunun üzerine Zeyneb bint Cahş’ınyanına girip onunla ihtiyacını gidermiş, sonra ashabının yanına çıkıp onlara; “Kadın, şeytan kılığında (bir erkeğin) karşısına çıkabilir kim böyle bir şeyle karşılaşırsa, hemen ailesine gelsin (ve onunla cinsi münâsebette bulunsun) çünkü bu (şekilde hareket, kadınlara yönelik) içindeki(his)leri zayıflatır.” buyurmuş. . (Ebû Dâvud, K.en-Nikâh (12), Bâb 42-43 Şamil Yayınları, ayrıca: Müslim, nikâh 9; Tirmizi, redâ’ 9. )
Bu iddialar, Peygamberin aile hayatı konusunda saygısızca uydurulmuş ifadeler içerdiği gibi, bu iddialarına göre örneğin bir çarşıdan geçen tahrik edici bir kadın o çarşıyı tatil edebilir. Ayrıca bir çok dramatik sahnelerin çıkmasına da sebeb olur. Şöyle ki, evli olup ta bir iş yerini çalıştıran baba ve oğulların, dükkanlarına alışveriş için gelen tahrik edici bir kadın nedeniyle, baba ve oğulların dükkanlarını kapatıp eşleriyle cinsi münasebet yapmak üzere birlikte güpegündüz evlerine gitmeleri gibi v.s. Bu rivayette, önceki rivayet gibi Müslümanlara saldırı amacıyla uydurulmuş aslı olmayan bir saçmalıktır. Dünya evlilerden müteşekkil değil, bekarlar da vardır. Yetişkin bekarların bu durum karşısında ne yapmaları gerektiği sorulmaya değer. Eğer bekar kimselerin sabretmeleri gerektiği iddia edilirse ki, bu yıllarca da sürebilir. Evli kimselerin geceyi beklemek üzere birkaç saat sabretmelerine mani olan şey nedir? Aynı şekilde, evli bir bayan, iddia ettikleri tahrik edici kadın konumunda bir erkek görecek olsa, kocasını gündüz vakti aramak üzere yollara düşmeli midir? Uydurdukları hakaret içerikli rivayetlerden dolayı, eleştirilerimde bu tür ifadeler kullanmak zorunda kaldığımdan dolayı okuyucudan özür dilerim.
521- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor:Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), cünüp olmadıkça her halimizde bize Kur’an okutup talim ederdi. (K.S. 3771 C.10 S.548 Akçağ, alıntıları 3772 no.lu rivayetle bağlantılı, şöyle ki: )
522- Nesâi’nin bir başka rivayetinde şöyle gelmiştir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) helâdan çıkınca Kur’an okur, bizimle et yerdi. Cenabet halinden başka hiçbir şey O’nun la Kur’an arasına perde olmazdı.” (K.S. 3772 C.10 S.548 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Tâharet 91,(229); Tirmizi, Tahâret 111,(146); Nesâi, Tahâret 171,(1,144). )
Bu iki rivayette cenabetli olan kimsenin Kur’an okuyamayacağını tahdis etmişlerdir. Buna rağmen şöylece rivayette bulundular:
523- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)’dan rivayet edildiğine göre, o cünüp kimsenin Kur’an okumasında bir beis görmezdi.” (K.S. 3773 C.10 S.550 Akçağ, alıntısı: Buhâri, (Hayz 7).)
524-............. Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Ben cünüp iken Rasûlullah (S) benimle karşılaştı ve elimi tuttu. Böylece kendisiyle birlikte yürüdüm. Nihâyet oturdu. Ben hemen savuştum da barındığım yere geldim, yıkandım. Sonra geldi. O hâlâ oturuyordu. “Sen nerede idin yâ Ebâ Hırr?” dedi. Ben de kendisine (yaptığım işleri) söyledim. Bunun üzerine: “Suphanallah! Yâ Ebâ Hırr, mü’min murdâr olmaz” buyurdu. (Buhâri Kitâbu’l-Gusl H.36 Bâb 24 S.390 C.1 Ötüken. )
Bu iki rivayette, cenabetlinin Kur’an okuyabileceğini ve Mümin cenabetli olsa dahi murdar olmadığını tahdis etmeleri evvelki iki rivayetle çelişkilidir. 525-.......... Bize Mâlik, Ebû’z-Zinâd’dan; o da el-A’rec’den; o da Ebû Hureyre (R)’den olmak üzere haber verdi ki, Rasûlullah (S): “Bir kadınla onun halası, yine böyle bir kadınla onun teyzesi birlikte nikâh olunmaz” buyurmuştur. (Buhari, Kitâbul’n-Nikâh Bâb 28 C.11 S.5205 H.46 Ötüken. )
Bir kadının, teyzesi veya halasıyla birlikte nikahlanamayacağını, keza (daha önce belirttiğim gibi) süt haramlığının nesep haramlığıyla aynı şey olduğunu tahdis ettiler. Böyle bir iddia ise Kur’an’a aykırıdır. Bu hususta örnek verecek olursak, Kur’an’dan mealen:
- Size (şunlarla evlenmeniz) haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt kardeşleriniz, karılarınızın anaları , birleştiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, eğer onlarla henüz birleşmemişseniz (kızlarını almaktan ötürü) üzerinize bir günah yoktur- kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları ve iki kız kardeşi bir arada almanız. Ancak geçmişte olanlar hâriç. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan çok merhamet edendir. 4/23
Görüldüğü gibi, iki kız kardeşle bir nikah altında evlenilmesi yasaklanmış olup, hala teyze konusunda herhangi bir yasak getirilmemiştir, bu itibarla rivayet uydurma olup, aslı yoktur.
526- Hz. Ebû Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor:Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kişi, önüne semer kaşı kadar bir şey bırakmadan namaz kılarsa; (önünden geçtiği takdirde) siyah köpek, kadın, eşek namazı bozar...” Ebû Zerr’e dendi ki: “Siyahın kırmızıdan, beyazdan farkı nedir?” Şu cevabı verdi: “Ey kardeşimin oğlu! Sen bana, benim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a sorduğum şeyi sordun. Efendimiz: “Siyah köpek şeytandır” buyurmuştu.” .” (K.S. 2743 C.9 S.39 Akçağ, alıntıları: Müslim, Sâlat 265,(510); Ebû Dâvud, Salât 110,(702); Tirmizi, Salât 253,(338), Nesâi, Kıble 7,(2,63); İbnu Mâce, İkâmetu’s-Salât 38,(952). ) Sütresiz namaz kılanın önünden, siyah köpek, kadın ve eşek geçmesi halinde, namaz kılanın namazının bozulacağını, siyah köpeğin şeytan olduğunu, dolayısıyla, kadınlarla eşeklerinde şeytan olduklarını iddia ettiler. Başka bir ifadeyle, sütresiz (maniasız, yani namaz kılınan yerin önüne tümsek gibi bir şey konmaması durumunda) namaz kılanın önünden Ebû Cehil veya Firavun geçse o şahsın namazının bozulmayacağını. Fakat, Mümin olan karısı geçse veya Mümin olan kızı geçse namazının bozulacağını, zira kadınların bizzat şeytan olduklarını iddia ve tahdis etmeleri, İslam dininde kabul edilir bir durum olmadığı gibi, kadınlara ağır bir hakaret teşkil etmektedir. İslam maskesi altında kadınlara bu şekilde saldırmalarının nedeni, onları İslam dininden soğutmak içindir. Bu rivayetten başka daha bir çok rivayette, bu tür iddialarda bulunmuşlardır, Örneğin:
527- Usâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “(Mirâç sırasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenlerin büyük çoğunluğunun miskinler olduğunu gördüm. Dünyadaki imkân sâhiplerinin cehennemlikleri ateşe girmeye emr olunmuşlardı, geri kalanlar da mahpus idiler. Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin büyük çoğunluğu da kadınlardı.” (K.S. 2075 C.7 S.449 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Rikak 51, Müslim, Zühd 93,(2736). )
528- Mutarrıf İbnu Abdillah’ın anlattığına göre, bu zatın iki hanımı vardı. Bunlardan birinin yanından çıkmıştı. Geri dönünce, hanımı: “Falan hanımın yanından geliyor olmalısın!” dedi. Mutarrıf: “Hayır, dedi İmrân İbnu Husayn’ın yanından geliyorum. O bana Rasûlullah’ın şu sözünü nakletti: “Cennet sakinlerinin en azı kadınlardır.” (K.S. 3309 C.10 S.98 Akçağ, alıntısı: Müslim, Zikir 95,(2738). )
Kadınları esas itibariyle, Cennete değil de, Cehenneme layık görmelerinin yanında, ayrıca kadınların uğursuz olduğuna dair rivayet uydurdular, şöyle ki:
529- Salim’in babası (Abdullah İbnu Ömer) radıyallahu anhümâ anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Uğursuzluk üç şeydedir: At, kadın ve evdedir.”............ (K.S. 6617 C.17 S.218 Akçağ, alıntısı:İbnû Mâce 1995. ) At, kadın ve evi uğursuz saydıkları bu rivayetin, diğer rivayetleri gibi aslı yoktur. Allah, Kur’an’da eşler arasında uğursuzluk koyduğunu belirtmemiş. Sevgi ve merhamet koyduğunu belirtmiştir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:
- O’nun âyetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır. 30/21
Mut’a nikahı konusunda da bir takım rivayetler uydurmuşlardır, bu rivayetlerinden örnekler verip aralarında ki çelişkiyi belirtmekle yetineceğim. Bu konuda ki geniş tenkidimi bu kitabın devamı olan ikinci kitabım da, bu günde mut’a nikahını geçerli kabul eden İmâmiyye Şiası konusunu işlerken belirttim.
Mut’a nikahı, belirlenen ücret karşılığında, belirlenen müddet için yapılan geçici nikahtır. İslam dininde bu çeşit nikah şekli yoktur.
530- Seleme İbnu’l-Ekvâ radıyallahu anh anlatıyor:“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, Evtas gazvesi yılında Mut’a ya ruhsat verdi, sonra da onu yasakladı.” (K.S. 5646 C.15 S.535 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Nikâh 31,(talik olarak); Müslim, Nikâh 18,(1405). )
531- Muhammed İbnu’l_ Hanefiyye anlatıyor: “Hz. Ali, İbnu Abbâs radıyallahu anhüm’e dedi ki::“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, Hayber gazvesi günü kadınlarla Mut’a yı, ehli eşek etlerinin yenmesini haram kıldı.” (K.S. 5648 C.15 S.536 Akçağ, alıntıları: Buhari, Megazi 38, Nikâh 31, Zebâih 28, Hiyel 3; Müslim, Nikâh 29,(1407); Tirmizi, Nikâh 28,(1121); Nesâi, Nikâh 71,(6,125,126). )
Her iki rivayette mut’a nikahının bizzat peygamber tarafından yasaklandığını rivayet etmişlerdir. Buna rağmen çelişkili olarak şöylece rivayette bulundular:
532- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor::“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ve Hz. Ebû Bekr radıyallahu anh zamanında bir avuç hurma ve un mukabilinde birkaç gün boyu devam eden mut’a nikâhı yapardık. Bu hal, Hz. Ömer radıyallahu anh’ın Amr İbnu Hureys hâdisesi vesilesiyle Mut’a yı yasaklamasına kadar devam etti. (K.S. 5649 C.15 S.536 Akçağ, alıntısı: Müslim, Nikâh 16,(1405). ) Bu rivayette, mut’a nikahının Ömer zamanında yasaklandığının tahdis edilmesi açık bir çelişkidir. Bu itibarla uydurdukları rivayetin aslı yoktur.
533... Yezid İbn Hürmüz’den demiştir ki: Necdetü’l-Harûri, İbn Abbas’a (bir mektup) yazarak ona “Kadınlar Resûlullah (s.a)’le birlikte savaşa katılırlar mıydı? Resûlullah (s.a.) onlara (ganimetten) bir pay ayırır mıydı?” diye sordu. (Yezid b. Hürmüz rivayetine devam ederek şunları) söyledi: İbn Abbas’ın Necdet’e (gönderdiği) mektubunu ben (bizzat kendi ellerimle ve şu şekilde) yazdım:” Kadınlar da Resûlullah (s.a.)’la birlikte savaşa katılırlardı. (Ganimetlerden) pay (ayırmaç)a gelince (işte bu) yoktu, fakat anlara razh verilirdi. (Ebû Dâvûd K.el-Cihâd (15), Bâb (4) H.2728 C.10 S.339 Şamil )
Bu rivayette kadınlara ganimetten bir pay verilmediğini ancak harçlık şeklinde bir miktar mal verildiğini tahdis ettiler.
534-......... Haşrec b. Ziyad’ın baba annesi (Ümmü Ziyad el-Eşçiyye)nden demiştir ki; kendisi Resûlullah (s.a.) ile birlikte (Hayber savaşına katılan) altı kadının altıncısı olarak Hayber savaşına çıkmıştır. (Hz. Ümmü Ziyad sözlerine) şöyle devam etti: Bizim de erkeklerle birlikte savaşa çıktığımız haber olarak Resûlullah (s.a.)’e erişince bize (emir) gönderip (yanına çağırdı) Biz de (emre uyup huzuruna) vardık. Kendisinde öfke (alametleri) gördük. (Bu savaşa) -”Kiminle ve kimin izniyle çıktınız?” dedi. Biz de “Ey Allah’ın Resûlü), biz yün eğirerek (savaşa) çıktık. Bununla Allah yolunda hizmet edeceğiz. Ayrıca bizim yanımızda yaraları (tedavi) için (birtakım) ilaçlar da var. (ganimetlerden) hisse alırız (halka buğday ve arpadan yapılmış) sevk (denilen bir şurup) içiririz” dedik. (bu hadisi Hz. Ümmü Ziyad’dan naklen Haşrec, sözlerine devam ederek şunları) söyledi (Bu konuşmadan sonra) “Kadınlar kalktılar” (gittiler, Hz. Ümmü Ziyad sözlerine devam ederek bana) “Allah, peygamberine Hayber’i(n kapılarını) açınca bize de çekekler gibi (ganimetten) pay verdi.” dedi. Ben de ona: “Ey nineciğim (Hz. Peygamberin size verdiği) bu şey ne idi?” dedim. “Hurma” (idi) diye cevap verdi. (Ebû Dâvud, K.el-Cihâd (15), Bâb 141 C.10 H.2729 S.340 Şamil )
Bu rivayette ise, kadınların da erkekler gibi ganimetten pay aldıklarını tahdis etmeleri, evvel ki rivayetle çelişkilidir.
fereç hüdür
__________________ Allah hakkında yalan uyduranlar asla felah bulamazlar
|
Yukarı dön |
|
|
Deli_Veli Newbie
Katılma Tarihi: 03 eylul 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 33
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
ÖRTÜNME
Örtünme konusu, fıkıh ve İlm-ü Hâl
kitaplarında “setr-ü avret” başlığı altında ele alınmış ve namazın haricî
şartlarından birisi olarak zikredilmiştir. Halbuki, halk arasında ayıp yerlerin
örtülmesi olarak bilinen “setr-ü avret” hakkındaki talimatlar ile ziynet
sayılan yerlerin örtülmesi hakkındaki talimatlar sadece namaz için verilmemiş,
hayatın her anı için verilmiştir. Yani bu talimatlar, Müslümanların yaşadıkları
her saatte, her dakikada ve her saniyede uymak durumunda oldukları, hayatlarının
her anını ilgilendiren talimatlardır. Ayrıca, bu konunun dinî kitaplarda
“setr-ü avret” konusu olarak değil de, Kur’an’ın konuya yaklaşımını kapsayacak
şekilde “avret ve ziynetleri açığa vurmama” adıyla ele alınması daha uygun
olacaktır.
Örtünmenin tarihi
Örtünmenin tarihi, insanlık tarihi kadar
eskidir. Çünkü örtünme Rabbimizin buyurduğu gibi, tabiat şartlarına ve her türlü dış etkilere karşı korunmak için
yapılmaktadır:
Nahl; 80, 81: Allah size,
evlerinizden huzur ve sükûn yeri yaptı. Hayvan derilerinden de size, gerek göç
gününüzde gerek konduğunuz sırada rahatça taşıyacağınız evler de yaptı. Ayrıca hayvanların yünlerinden,
yapağılarından ve kıllarından belli bir süreye kadar kullanabileceğiniz
giyimlikler, döşemelikler ve kullanım eşyası verdi. Allah
yarattıklarından sizin için gölgeler oluşturdu. Dağlardan sizin için sığınak
evler yaptı. Sizin için sıcaktan
koruyacak elbiselerle savaşta koruyacak elbiseler de yaptı. İşte
nimetini üzerinizde böyle tamamlıyor ki, O’na teslim olup esenliğe ulaşabilesiniz.
Örtünmenin zaman içerisinde gösterdiği gelişme
ise sadece korunmaya yönelik olarak; bulunulan bölgeye, iklim şartlarına göre
olmamış, meslek, statü, yaş gibi sosyal yaşam içindeki farklılıklar da
örtünmeyi değişik şekillerde etkilemiştir. Bazı kıyafetler belirli işleri
yapanlara özgü kılınmış ve kıyafet farklılıkları yasal müeyyidelerle
korunmuştur. Meselâ, Osmanlı imparatorluğunda halkın ancak tek sorguçlu sarık
sarmasına izin verilmiş, iki sorguçlu sarık sadrazama, üç sorguçlu sarık da
padişaha özgü kılınmıştır. Halkın içinde ayrı dinlere mensup erkek ve kadınlar,
saraya mensup kimseler, esnaf… da, hep bu özelliklerini belli eden kıyafetler
giymek zorunda bırakılmıştır. Kişilerin özelliklerini belli eden kıyafetler
giymeleri, tüm dünya ülkelerinde günümüze kadar sürdürülmüş bir uygulamadır.
Nitekim bugün mesleği askerlik, polislik, doktorluk, hemşirelik, hâkimlik,
avukatlık, itfaiyecilik… olan kimseler, bu özelliklerini tanıtan kıyafetler
giymektedirler.
Kıyafet şekillerinde belirleyici olan bir başka
sosyal olgu da kölelik müessesesidir. Kölelik, Kur’an’ın indiği dönemde,
dünyanın hemen her tarafında olduğu gibi Araplar arasında da yaygın bir
uygulama olup, bu statüdeki insanların diğer insanlardan hemen ayırt edilmesi
için kıyafetlerine bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Meselâ hür erkeklerin sarık
sarmaları ve hür kadınların başlarına örtü almalarına karşılık kölelerin başlarını örtmelerine izin
verilmemiştir. Araplar arasındaki başın örtülmesi ile ilgili kıyafet
düzeni ise onlara geçmiş kültürlerden intikal etmiştir. Sümer tabletlerinin
okunmasıyla Sümer tapınaklarında kadınların örtündükleri ortaya çıkmış, Asur
kanunları da evli ve dul kadınları
başlarını örtmeye mecbur etmiş, kızların, cariyelerin ve sokak fahişelerinin
ise örtünmesini yasaklamış, bu yasağa uymayanlara da ceza verileceğini hükme
bağlamıştır (Prof. Mebrure Tosun - Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, Sümer,
Babil, Asur kanunları ve Ammi-Aduqa Fermanı, Ankara, 1975, s.252, madde
40). Yani, Araplar arasındaki, kadınların başlarını örtmesi şeklindeki yerleşik
alışkanlık, aslında bölgede çok eskiden beri uygulanmakta olan bir kıyafet
şeklidir.
Yahudilikte ise “peçe” şekline
dönüşmüş bir örtünme söz konusudur. Ama Yahudilikteki uygulama mahiyet
itibariyle Sümer ve Asur’dan gelip Araplar arasında devam eden örtünmeden
önemli bir farklılık arz eder. O zamanın örfüne, törelerine göre, toplum
içindeki kötü kadınların, fahişelerin örtündükleri anlaşılmaktadır:
Tekvin 38. Bab’dan:
“.........Ve işte, kaynatan sürüsünü kırkmak
için Timnat’a çıkıyor, diye Tamar’a bildirildi. Ve üzerinden dulluk esvabını
çıkardı, peçesiyle örtündü, ve
Timnat yolu üzerinde olan Enaim kapısında sarınıp oturdu; çünkü Şelanın büyüyüp
kendisinin ona karı olarak verilmediğini gördü. Ve Yahuda onu görünce, kendisini kötü kadın sandı; çünkü yüzünü
kapatmıştı. Ve yolda onun yanına inip dedi. Rica ederim, gel senin
yanına gireyim. Çünkü onun kendi gelini olduğunu bilmedi. Ve dedi: Yanına
girmek için bana ne verirsin? ....”
Tekvin 24. Bab, 65. cümle:
“Ve köleye dedi: bizi karşılamak için tarlada
yürüyen bu adam kimdir? Ve köle: Efendimdir, dedi. Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.”
Kitab-ı Mukaddes’in, Tesniye bölümünün, 23.
Bab’ında da, İbranilerin içinde kendini fuhuşa vakfetmiş kadınların bulunduğu,
İsrailoğullarından böylelerinin bulunmaması ve fuhuştan kazanılan paranın Allah
için harcanmaması istenmektedir.
Hıristiyanlıkta da örtünme konusu
İncil’e girmiştir.
İncil, Korintoslulara 1. mektup, 11. Bab, 4-6.
cümleler:
“Başı
örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük
düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak duâ eden, yahut peygamberlik eden kadın,
başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir nevi aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da
kesilsin; fakat kadına saç
kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise, örtünsün. Çünkü erkek Allah’ın
sureti ve izzeti olduğu için, başını örtmemelidir. Fakat kadın erkeğin
izzetidir.”
Özetlemek gerekirse örtünme, İslâm öncesi devirlerde, o günün yaşamındaki sosyal farklılığın bir nişanesi olarak kanunlara konmuş
ve üniforma niteliği kazanmış bir uygulamadır. Kur’an’ın indiği
dönemdeki Arap toplumunda da örtünme, evli ve hür kadınlar ile hür olmayan
kadınları ayırt etmektedir.
Arapların,
örtünmeyi gelenekleri doğrultusunda uyguladıkları başka kaynaklarda da yer
almaktadır. Meselâ, Sahib-ül Keşşâf; Zemahşerî, o dönemi şu sözlerle
anlatmaktadır:
“Arap kadınlarının yaka yırtmaçları genişti.
Aradan gerdanları, göğüsleri ve göğüslerinin çevreleri görünürdü. Baş
örtülerini arkalarına sarkıtırlar, fakat önlerini açık tutarlardı. Boyun, göğüs
kısmındaki açıklıkların kapanması için örtülerini yaka yırtmaçlarının üzerinden
örtmeleri emredilmiştir.”
Bu ifadeler, Araplarda geleneksel olarak baş örtüsünün var olduğunu göstermektedir. Zaten ayette de “hımarlarını yaka yırtmaçlarının
üzerine salsınlar.” denilerek “hımarın/ başörtüsünün” Araplar arasında
kullanılan bir örtü olduğu vurgulanmıştır.
Yine, eserlerinde Arapların İslâmiyetten evvel
başörtüsü kullandıklarına yönelik bir çok açıklama bulunan İbn-i Kesir
şöyle demiştir:
“Başörtülerini, gerdanlarını gizleyecek
biçimde göğüslerinin üstüne koymaları emredilmiştir ki cahiliye kadınları gibi
yapmasınlar. Çünkü o dönemde kadın,
gerdanı açık şekilde erkekler arasında dolaşırdı. Hatta boynunu, saçının
örüklerini, kulağının küpelerini gösterirdi. Allah, inanan kadınlara,
heyetlerini ve hâllerini örtmelerini emretti”
İbn-ül Esir’in, Usd’ul ğâbe fi Ma’rifetisahabe
adlı eserinde (1/321, el-Mektebetül İslamiyye) yer alan şu tarihî olay da, daha
Nur suresi inmeden, o günkü kıyafet hakkında dikkat çekici bilgiler
vermektedir:
“Henüz Müslüman olmazdan evvel, babasıyla
birlikte Mekke’ye gelip orada insanların, bir zatın başına toplandıklarını
gören Hâris el Ğâmidî şöyle demiş.
Babama:
– Şu topluluk nedir? dedim. Babam:
– Onlar, içlerinde bir Sâbiî’nin başına
toplanan kimseler, dedi.
Yaklaştık, bir de gördük ki: Allah’ın elçisi,
halkı Allah’a kulluğa ve inanmaya çağırıyor, onlar da ona eziyet ediyorlar.
Nihâyet güneş yükseldi, halk onun başından dağıldı. Elinde bir su kabı ve
mendil bulunan bir kadın geldi. Ağladığı
için gerdanı açıldı. Allah’ın elçisi kabı aldı, içti, abdest aldı, sonra başını
kaldırıp kadına:
–
Kızım, başındaki örtüyle gerdanını kapat, babanın yenilip ezileceğinden korkma!
dedi.
Bu kadın kimdir? dedim.
– Bu, kızı Zeynep’tir, dediler.”
Ahkâm-ül Kur’an’da da (3/1575), Ömer’in
çarşıda örtüsüz bir kadını tartakladığı, konu peygamberimize intikal edince
peygamberimizin Ömer’in bu davranışını onaylamadığı, Ömer’in de “Ben onu örtüsüz görünce cariye sandım”
diyerek kendini savunduğu ve yine Ömer’in hür kadınlar gibi örtünen bir
cariyeyi “örtünmemesi, hürlere
benzemeye çalışmaması için” azarladığı bildirilir. Bütün bu tarihî
olaylar Arap toplumunda hür kadınların başlarına örtü aldıklarını, bunun çok
eski bir gelenek olduğunu kanıtlar. Çünkü Ömer, yukarıda anlatılan
davranışlarını, o zamanlar örtünmeyle ilgili, kılık kıyafetle ilgili herhangi
bir ilâhî hüküm olmaması sebebiyle sırf toplumun geleneklerine aykırı bulduğu
için yapmıştır.
Kısacası başörtüsü, hür kadınlar ile hür
olmayan kadınları birbirinden ayırt eden ve iffetle hiç alâkası olmayan bir
cahiliye dönemi simgesidir. Yani o dönemde yaşayan bütün hür kadınların
(iffetli veya iffetsiz) mutlaka başlarını örtmeleri söz konusudur. Hür olmayan
kadınların ise (iffetli veya iffetsiz, Müslim veya gayrimüslim) başlarını
örtmeleri kesinlikle mümkün değildir. Kadınlara ait bu ayırt edici özelliğin
zaman içinde çarpıtılarak değişik kurgulara alet edilmesine karşılık erkekler
için aynı ayırt edici özellik olan sarık üzerinde herhangi bir kurgulama
yapılmamıştır.
İslâm’daki örtünme ve amacı
Erkek ve kadın arasındaki karşılıklı cinsel
eğilim yaratılıştan mevcuttur. Yüce Allah bu eğilimi, yeryüzünde hayatın devam
etmesi ve insanoğlunun yeryüzünde halifeliğini gerçekleştirmesi için bir sebep
yapmıştır. Dolayısıyla bu fıtrî eğilim, fizikî fonksiyonlar tamamen tükenene
kadar sürmektedir. Ancak dinimiz, iki cins arasındaki bu fıtrî arzunun yapay
yollarla kışkırtılmadan, doğal mecrasında, yani güvenli ve temiz konumda
gelişmesini ve tatminini düzenlemiş, bireylerin bu arzuların esiri olmak
suretiyle alt yapısı aile olan toplum düzenini çökertecek davranışlardan uzak
durmasını istemiştir. Dolayısıyla da, karşı cinsler arasındaki davetkâr
arzularla doğrudan ilişkili olan kıyafet konusunda bir takım düzenlemeler
yapmıştır.
Demek oluyor ki getirilen esasların amacı,
ilkel kanunlar ve kültürlerde olduğu gibi, toplum bireyleri arasındaki sosyal
farklılığın gösterilmesi değil, toplumda
barış ve mutluluk içerisinde bir hayat tarzı sağlamak üzere fitne ve fesadın
önlenmesidir. Çünkü bu arzuların toplum yaşamının her anında çeşitli
yöntemlerle uyarılması hâlinde şehvete dönüşmesi, toplumun çekirdeği olan aile
düzenini bozacak iffetsiz davranışlara, taciz, tecavüz ve kıskançlık kaynaklı
huzursuzluklara yol açması hiç de zor değildir. Oysa İslâm dini, şehvetin her
an uyarılmadığı, bu gibi tahriklerin et tutkusuna dönüşüp kan dökme tepkileri
oluşturmadığı, temiz bir toplum amaçlamaktadır. Devamlı tahrik edilen arzular,
sönmeyen ve doyulmayan bir şehvet azgınlığını meydana getirecek, toplumda fitne
ve fesat çığ gibi büyüyecektir. Tarihte fuhşiyat bataklığına düşen, buhranlar
içinde yok olan bir çok toplumun varlığı bilindiği gibi, günümüzde de bu yolda
olan toplumlar dünyanın her tarafında görülmektedir.
İslâm’ın insanlar için seçtiği yol, yöntem ise
bellidir: İnsan, gücünü hayatın zorluklarıyla uğraşmaya yöneltmeli,
fıtratındaki gerek cinsel gerekse diğer bencil arzularını şehvete dönüştürmeden
terbiye etmelidir. Yukarıda Nahl suresinin 80 ve 81. ayetlerinde görüldüğü
gibi, örtünmenin, giyinmenin asıl amacının, sıcak-soğuk gibi tabiat şartlarına
ve herhangi bir fiilî müdahaleye karşı bedenin korunması olduğunu bildiren
Kur’an, giyinip kuşanırken nelere dikkat edilip toplumdaki nezahetin sağlanması
gerektiğini de bildirmiştir.
Giyim kuşamı belirleyen ayetler
Bu konudaki ayetler Ahzab ve Nur sureleri
içinde yer almakta olup, her iki sure de Medine’de inmiştir.
O günün şartlarında evlerin içinde tuvalet
olmadığı için herkes def’i hacet için yerleşim yerlerinden biraz uzakta, tenha
bir yerde ihtiyacını giderirdi. Bu durum ise Medine’nin berduşlarını,
zamparalarını harekete geçirir ve bunlar evli olmayan cariyelere veya fahişe
görünümlü kadınlara (cariyeler de fahişeler de örtüsüz olurdu) sarkıntılık ederlerdi.
Kadının evli ve sahipli olduğu belli ise tacizde bulunamazlardı. Yani
özellikle, başlarını örtmeleri yasak olan cariyeler ile fahişe görünümlü
kadınlar, bu saldırıların hedefi durumundaydılar.
İşte böyle bir ortamda peygamberimizin
eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, “cilbab”larını üzerlerine
almalarını söyleyen ayet inmiş ve tanınıp sataşılmaması için böyle yapmalarının
uygun olacağı bildirilmiştir:
Ahzab; 59: Ey Peygamber! Eşlerine,
kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine alsınlar. Tanınıp incitilmemeleri için bu daha
uygun bir yoldur. Allah Gafur’dur, Rahîm’dir.
Ayette açık ve net olarak “cilbab”larını/ ev
dışı elbiselerini giyen kadınların tanınacağı, bilineceği, dolayısıyla da
incitilmeyeceği söylenmektedir. Yani bu
ayete göre kadınların örtünmelerinin gerekçesi incinmemektir, yoksa daha
dindar, daha namuslu ve daha takvalı olacakları değil.
Bu ayetin iyi ve doğru anlaşılması için
öncelikle “cilbab”ın ne olduğunun bilinmesi ve sonra da “cilbab” giymenin
gerekçesinin, Kur’an’da bildirilenin dışına çıkarılmaması gerekmektedir.
Bazıları “cilbab”ı Arapların bugün “abâye”
dedikleri; baştan aşağı salınan, dış giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü
olarak, bazıları da sadece gözleri açık bırakmak suretiyle yüzü ve bütün vücudu
tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak tanımlarlar. Bu tanımlar örtünme
konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya atılmış görüşler olup,
aslında Kur’an ile bağdaşmayan tanımlardır. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık
kıtafet konusunu belirleyen diğer ayette (Nur; 31), “... örtülerini/ başörtülerini göğüs
yırtmaçlarının üzerine vursunlar/ salsınlar.” denilmektedir. Eğer
“cilbab”, bazılarının dediği gibi baştan aşağı vücudu örten bir elbise olsaydı,
o elbise göğüslerdeki yırtmaçları da kapatır ve Rabbimizin Nur suresinin 31.
ayetindeki emrine gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer haricî etkilerden
korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün giyilmesi
anlamsız olacağına göre, “cilbab” Kur’an’a göre de vücudu baştan aşağı örten
bir örtü olarak kabul edilmemektedir.
“Cilbab”, Ragıb’ın ifadesi ile; “Gömlek ve örtünün adı”, Ikrime’nin
tarifine göre de; “Boyundan aşağı
salınan, dış giysileri kapatan örtüdür.”
Bu durumda “cilbab”, o günün
Araplarının gelenekleri gereği giymiş oldukları -başlardan aşağı değil, boyunlardan, omuzlardan aşağıyı örten- bir elbise
çeşidi olup, bu günkü ceket, pardösü, manto gibi giysilerin yerini tutmaktadır.
Ayetten anlaşıldığına göre “cilbab” (pardösü, ceket) giyenler göğüs
yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklardan da göğüsleri, gerdanları
gözükebilir. Yani, “cilbab”ın mutlaka tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde
olması lâzım diye bir kayıt yoktur. Zaten o günün Arap kadınlarının bir
kısmının çıplaklığa yakın, göğüsleri açıkta dolaştığı da bilinmektedir. Hatta
İslâm’ın hâkimiyetinden önce putperestlerin Kâbe’yi çırılçıplak olarak tavaf
ettikleri hem Kur’an’da hem de tarihî kaynaklarda yer almaktadır. (Geniş bilgi
için: Kurtubî, el-Cami lil-Ahkâm-il Kur’an 7/189)
Her ikisi de Medenî olan Ahzab ve Nur sureleri
arasındaki iniş sıralaması farkını ileri sürerek, Nur suresinin 31. ayetinin
daha evvel inmiş olduğunu ve bu ayetin daha sonra inen Ahzab suresinin 59.
ayeti ile neshedilmiş olduğunu iddia etmek ve bu iddiaya dayandırmak suretiyle
“cilbab”ın, başı da örten bir elbise olduğunu savunmak, ayetin tümünün ahkâmını
göz ardı etmek demektir. Hele bu iddia, ayetleri bir takım yanlış inançlara
uydurmaya çalışmak için yapılıyorsa çok korkunç bir cinayettir.
Sonuç olarak Ahzab
suresinin 59. ayetinin amacı, mümin kadınların cariyelere veya fahişelere
benzetilmesini ve incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri en aza
indirmektir.
Konumuz ile ilgili olan diğer ayetler Nur
suresinin 30 ve 31. ayetleridir:
Nur; 30, 31: Mümin erkeklere söyle:
bakışlarının bir kısmını kıssınlar.
Irzlarını/ bellerini korusunlar.
Bu onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz
Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan haberdardır.
Mümin kadınlara da söyle:
Bakışlarının bir kısmını kıssınlar.
Irzlarını/ eteklerini korusunlar.
Ziynetlerini -görünenler hariç- açmasınlar.
Örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının
üzerine vursunlar.
Süslerini şu kişilerden başkasına
göstermesinler:
Kocaları,
Yahut babaları,
Yahut kocalarının babaları,
Oğulları, yahut kocalarının oğulları,
yahut kardeşleri,
yahut kardeşlerinin oğulları,
yahut kadınlar,
yahut ellerinin altında bulunanlar,
yahut kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden
kendilerinin hizmetinde bulunanlar,
yahut kadınların avretlerini/ cinsel
organlarını henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar.
Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi
için ayaklarını yere vurmasınlar.
Ey Müminler, hepiniz topluca Allah’a tövbe
edin ki kurtuluşa erebilesiniz.
Görüldüğü gibi bu ayetlerde iffet kuralları,
kapsamı ve istisnaları ile açıklanmıştır. Ancak, bu konu kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir istisna daha mevcut olup, bu istisna da yine Nur
suresinde yer almaktadır. Bu istisnanın baştan açıklanmasında, Nur suresinin 30
ve 31. ayetlerinin bütünlüğünü bozmaması bakımından yarar vardır:
Nur; 60:Artık nikâh arzuları kalmamış,
hayızdan ve evlâttan kesilen kadınların, süslerini göstermek için ortalıkta
dolaşmamaları şartıyla örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah
yoktur. Ama sakınmak için titiz davranmaları, onlar için daha hayırlıdır.
Allah, her şeyi işitir, her şeyi bilir.
Bu ayette, ziynetlerini açığa vurmama
talimatından müstesna kılınan kimseler bildirilmiştir. Gerçekten de yaşlı,
menopoza girmiş kadınların sağlık yönünden (kemik erimesi) Güneş ışını almaya
başkalarına nazaran daha fazla ihtiyaçları vardır ve ayet, müstesna kılmak
suretiyle onlara bu imkânı sağlamıştır. Ama ne yazık ve ne gariptir ki
kendilerine bu imkân sağlanmış olan kadınların çoğu, Yüce Allah’ın verdiği bu
ruhsattan yararlanacakları yerde gençlerden daha fazla örtünmektedirler.
Yukarıdaki istisna dışında kalan mümin
kadınların örtünmelerine ilişkin hükümleri içeren Nur suresinin 31. ayetini
cümle madde madde tahlil etmekte yarar vardır:
Mümin kadınlara da
söyle: Bakışlarından bir kısmını kıssınlar.
30. ayette mümin erkeklere de aynı talimat
verilmiştir. Dikkat edilirse, yasaklanan bakışların tamamı değil, bir kısmıdır,
bazılarıdır. Ayetin sadedinden, bu
bakışların, davetkâr, tahrik edici, şehvet uyandırıcı bakışlar olduğu
anlaşılmaktadır. Yani, hem kadının hem
erkeğin, fıtratlarında var olan arzuları uyandırarak şehvete dönüştürecek
tarzda birbirlerine bakmamaları, iffetlerini korumaları gerekmektedir. Bu
arzuları uyandırmadan birbirlerini görmelerinde ise sakınca yoktur. Fakat Âl-i
Imran suresinin 14. ayetinde bildirildiği gibi erkek ile kadın arasındaki
çekim, her ikisinin de fıtratlarında olduğu için, sürekli bakışların bu
arzuları uyandırması kuvvetle muhtemeldir.
Irzlarını/
eteklerini korusunlar.
Yani, zina ve zinaya uzanan hareketlerden
kaçınsınlar.
Ziynetlerini
-görünenler hariç- açmasınlar.
Ziynet; Kur’an dilinde,
güzelleştirmeye, güzel ve çekici göstermeye, hoşlanacak hâle getirmeye yarayan
süs demektir. Nitekim dinimizde de bir takım süs eşyalarına “ziynet eşyası”
denilmektedir. Sözcük Kur’an’da hem olumlu hem de olumsuz olarak bu anlamda
kullanılmıştır.
Şeytanın, inkârcılara, kendi kötü amellerini
güzel-hoş gösterdiğini bildiren En’âm suresinin 43. ve Enfal suresinin 48.
ayetleri ile Karun’un, kavminin karşısına ziyneti ile çıktığını bildiren Kasas
suresinin 79. ayeti, sözcüğün olumsuz anlamda kullanılışına birer örnek teşkil
etmektedir. Olumlu anlamda kullanıma örnek ayetler ise; Allah’ın imanı
müminlere sevdirerek kalplerini süslediğini bildiren Hucurat suresinin 7.
ayeti, gökyüzünün kandillerle süslendiğini bildiren Fussılet suresinin 12.
ayeti ile Mülk suresinin 5. ayeti ve Musa peygamberin, Firavun’un büyücüleriyle
buluşma gününün -kendi zaferinden emin olduğu için- “ziynet günü” olmasını
istediğini bildirdiği Ta Ha suresinin 59. ayetidir.
“Mal ve oğullar dünya hayatının
süsüdür.” (Kehf; 46) ayeti de, hem ziynet sözcüğünün kapsamını belirtmekte ve
hem de Arapların ziynet sözcüğüne nasıl bir anlam yüklediğini en iyi şekilde
anlatmaktadır.
Ancak, konumuz olan ayette, kadınlardan
namahrem olanlara göstermemeleri emredilen ve ayaklarını yere vurmak suretiyle
belli etmemeleri istenen ziynetler, hiç şüphesiz, bilezik, kolye, küpe, halhal,
hızma, pazubent ve gerdanlık gibi takılar değildir. Bu ayetteki ziynetin bu
çeşit takılar olduğunu düşünmek, ayetin hedefi açısından son derece isabetsiz
olur ve ayet hiç anlaşılamaz. Çünkü, bir an için ziynet sözcüğü ile takıların
kastedildiği düşünülecek olursa, Allah’ın bu ifadeyle kadınların takı
takmalarını esasında uygun görmüş olduğu zımnen kabul edilmiş olur. Bu takdirde
ise hem takı takmanın sakıncasız görülmesi hem de takıların saklanmasının
istenmesi gibi bir durum ortaya çıkmaktadır ki bu düpedüz tutarsızlıktır. Zira
takı, göstermek için takılır. Görünmemesi gereken takının herhangi bir anlamı
olmaz.
Bu ayetteki “ziynet” sözcüğünden, takı türü
eşyaların anlaşılması, ayetin bütünselliği açısından da mümkün değildir. Şöyle
ki: Kadınların taktıkları süs eşyaları, cinsel tahrik unsuru olmaktan çok
gururlanmak, büyüklenmek, argo tabiri ile hava basmak amacı ile takılan
eşyalardır. Eğer bu ayet ile böbürlenmenin, hava basmanın önüne geçilmek
istenseydi, ziynetlerin herkesten saklanması talimatı verilmesi gerekirdi. Oysa
ayette kadınların ziynetlerini diğer kadınların yanında açabilecekleri ifade
edilmektedir. Şu halde bu ayette konu
edilen “ziynet”, gösterişe yönelik takılar değil, erkeklerin yanında açığa
vurulmaması gereken, bu sebeple de cinsel arzu uyandırdığının düşünülmesi
gereken başka “ziynet”lerdir. Ayrıca da Rabbimiz, A’râf suresinin 31 ve
32. ayetlerinde “Ey Âdemoğulları! Tüm
mescitlerde süslü, güzel giysilerinizi kuşanın. Yiyin, için fakat israf
etmeyin. Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı süsü, güzel ve tatlı rızıkları kim haram
etmiş? ...” demek suretiyle, takı türünden olan ziynetlerini,
kadın-erkek herkesin mescit gibi en kalabalık yerlerde teşhir etmelerini
istemiş, hem de buna altın veya gümüş gibi bir istisna getirmemiş,
kısıtlamamıştır. Demek oluyor ki, bu ayetteki “ziynet” sözcüğü süs eşyası değil, sözlük anlamına uygun olan bir mecazî anlamla; “kadının, erkekler
tarafından cazibeli görülen, çekici bulunan, cinsel arzuların uyanmasına vesile
olacak olan vücut organları” anlamındadır. Ancak, ziynet olan bu organlardan
sadece belli organlar anlaşılmamalı, kadının hemen hemen bütün vücudunun
ziynet olduğu unutulmamalıdır.
Rivayet dayanaklı tefsirlere (!) bakılacak
olursa, bir kısmında ayette geçen “ziynet”in “takılar” demek olduğu, diğer
kısmında da “ziynet” sözcüğü ile takılardan çok, bu takıların takıldığı ziynet
yerlerinin kastedildiği şeklinde açıklamalar görülmektedir. Bu tefsircilere (!)
göre ziynetin gösterilmesi haram olunca, takıldığı yerin gösterilmesi de haram
olmaktadır. Bunlara göre sürme, kına, yüzük, bilezik, halhal, küpe ve
gerdanlıktan ibaret bu ziynetlerin
kendiliğinden gözükenleri olan sürme, kına, yüzük ve bilezik dışındakilerinin
gösterilmesi haramdır.
Rivayetlere dayandırılarak ortaya atılmış olan
bu gibi görüşler, rivayet sayısı ile doğru orantılı olarak bir hayli fazla
sayıdadır. Kur’an’dan ayrılmamak için, zaten Müslümanlar tarafından bir çoğu
bilinen bu görüşlere burada daha fazla girilmemiştir.
Sonuç olarak Nur suresinin 31. ayetindeki
“ziynet” sözcüğü, ayetin devamından da kolayca anlaşılacağı gibi; “kadınların cazip yerleri, yani erkekler için
cinsel tahrik unsuru olan, kadınların da erkeğe kendisini beğendirebilmek
için kullanabileceği organlardır.”
Kadının saçları ziynet midir?
Saçlar doğal hâlleriyle ziynet değildir. Ama
erkeklerin dikkatini çekmek üzere boyanıp şekillendirilen saçlar, ziynet
özelliği kazanır. Böyle saçlar,
erkeklerin karşı cinse olan arzularını uyandıracağından, bu ayet kapsamında gizli
tutulmalıdır. Zaten, kadınların başlarını örtmelerinin,
ziynetleştirilmiş saçlarını gizlemelerinin gerekli olduğu, ayetin bu kısmından
çıkartılır. Yoksa aşağıda yer alan “örtülerini/ başörtülerini göğüs
yırtmaçlarının üzerine vursunlar.” bölümünden değil.
Kadının sesi ziynet midir?
Yine saçlar gibi doğal olan, konuşmada ve
okumada kullanılan normal sesin ziynetliği konu edilemez. Ama sesin, çeşitli
gayretlerle (meselâ, kısık ses çıkartılarak) sahibini şuh, istekli, işveli
göstermesi mümkündür ve karşı cinse âdeta mesaj veren bu tip sesler ziynet
sınıfına girer.
..... -görünenler
hariç- ......
Bu istisna cümlesi ile ilgili olarak bugüne
kadar bütün yazılanlar, anlatılanlar ayetin lâfzî manasını ifade etmekten uzak
kalmıştır. Çünkü bu ayetin meal ve tefsirlerini (!) yazanlar, rivayetler ve
hikâyeler arasında ayetin lâfzî manası ile birlikte kaybolup gitmişler, sonuçta
da hiç kimseyi ikna ve tatmin edememişlerdir.
Meselâ, Abdullah ibn Abbas, bu ifade ile yüz
ve iki avuç ile yüzüğün kastedildiğini söylemiştir. Çünkü dayandığı rivayette
peygamberimizin öyle söylediği yazmaktadır:
“Hz. Ebu Bekr’in kızı Esma (Peygamber
efendimizin baldızı) Peygamber efendimizin yanına ince bir elbise ile varmış,
Peygamber efendimiz yüzünü öteye çevirmiş:
– Ey Esma, kadın ergenliğe erince şundan,
şundan başkasını göstermesi doğru değildir, diyerek yüzünü ve avuçlarını
göstermiş.”
Yüz ve eller dışında kadın vücudunun her
tarafının avret, yasak mıntıka sayılacağına dair yüzlerce farklı rivayet,
binlerce farklı görüş vardır. Bu konuda mezhepler de farklı yaklaşımlar
sergilemişler, hatta “görünenler hariç” ifadesiyle, kadınların giydiği
elbisenin renginin, deseninin murat edildiği görüşünü ileri sürüp, kadının
gözleri dahil tüm bedenini dışarı çıkarttırmayanlar bile olmuştur. Ama bu
görüşlerin hiçbirisi kaynağını Kur’an’dan almamaktadır. Bu görüşlerin
sahipleri, Kur’an’ın açıkça bildirimde bulunduğu bir konuda, Kur’an
anlaşılmıyormuş gibi Allah’ın maksadını açıklamaya çalışmak görüntüsü altında,
aslında Kur’an’ı Arapların cahiliye kültürüne kurban etmeye uğraşmaktadırlar.
Halbuki ayetin anlaşılmaz bir ifadesi yoktur, ne kastettiği açıktır.
Yukarıda belirtildiği gibi, kadının hemen hemen bütün vücudu ziynettir.
Erkek için çekici, cinsel istek uyandırıcı olan bu ziynet kadının kendisi için
de, karşı cinsi cezbetmeye yarayan bir silâh gibidir. Fakat, Rabbimizin bizlere
sunduğu hayat ev dışına, dünyaya çıkmayı ve sürekli çalışmayı gerektirmektedir.
Yani herkes toplum içinde bir yer edinmelidir. İnsan; ayaklarıyla yürüyecek;
elleriyle çeşitli işler yapacak, yazacak; gözleriyle görecek, okuyacak;
dudaklarıyla konuşacak, gülecektir ki, toplum içinde yer alabilsin, tanınsın. Yani insanın toplum içinde yaşayabilmesi için
ellerinin, ayaklarının ve yüzünün işlev görür vaziyette; açık ve serbest olması
lâzımdır. Kadınlarda ise bu uzuvların ziynet olduğu şüphesizdir. Çünkü
onların kaşlarına, gözlerine, dudaklarına, yanaklarındaki gamzelere binlerce,
şiir ve gazel yazılmış, türkü ve şarkı bestelenmiştir. İşte açıkta olan ziynetler bunlardır; eller,
ayaklar ve yüz. Tabiî ki yüzde olan kaşlar, gözler, dudaklar, yanaklar da. Ama bu ziynetler açıkta
olmalıdırlar, olmazlarsa işlev göremezler. Ayrıca, bu uzuvlar, yani yüz ve
yüzdeki uzuvlar, kişilerin kimliklerinin de simgesidir. Toplumdaki bireyler
yüzleri ve yüzlerindeki uzuvlarıyla birbirlerinden ayırt edilirler ve bu
tefrik, yani kimin kim olduğunun bilinmesi sosyal hayatın en önemli gereğidir.
Toplum içinde yüzün saklanması, kimliğin saklanması anlamına gelir. Yüzü örtülü
bir hırsız, bir cani, bir zâni tespit edilemez ve böyle bir duruma da toplum
yaşamında hiçbir işlem için izin verilemez. Dolayısıyla bu organlar ziynet
olmalarına rağmen açıkta tutulmalıdır. Bir kadının göğüsleri, kalçası, karnı,
kasığı açıkta olmazsa, onun toplum içindeki yaşamında bir aksama meydana
gelmez. Ama yüz ile normal işleve engel olmayacak şekilde ellerin ve ayakların
açıkta bulunmaması, kişinin çalışmasına engel olur, toplum içindeki hayatını
olumsuz yönde etkiler. Bunlar dışındaki organlar ise, mümin kadınlar tarafından
açığa vurulmamalı, böylece erkekler için tahriklere ve kendileri için de
tacizlere yol açılmamalıdır.
Temel kaynaklardan öğrendiğimize göre asr-ı
saadet denilen dönemde peygamberimizin eşlerine yolda rastlayanlar, onlarla kim
olduklarını bilerek, isimleriyle hitap ederek konuşmuşlardır. Onların yüzleri kapalı olup da elbiselerinin
önünde ve arkasında, bugünkü araç plâkaları gibi, tanıtıcı yazılar olmadığına
göre, müminlerin anneleri olan peygamberimizin eşleri de yüzlerinden
tanınmıştır.
Bu konuda üzerinde durulması gereken diğer bir
husus da erkeklerin durumudur. Zannedildiği gibi toplumun iffetini sağlamak
sadece kadınların görevi değildir. 30. ayette kendilerine “bakışlarının bir kısmını kıssınlar”
diye emir verilmiş olan erkekler de toplumda iffetin sağlanmasına mecburen
katılacaklardır. Onlara düşen görev,
kadınların örtmek zorunda olmadıkları ziynetlerine arzu uyandırmadan, davetkâr
olmadan, “bakışlarını kısarak” bakmaktır. Böylece toplumun iffeti her iki cins
tarafından ortaklaşa gerçekleştirilecektir.
Önemli not: Ayette kadınlara,
görünenler hariç ziynetlerini örtüyle
örtmeleri söylenmemiş, açığa
vurmamaları söylenmiştir. Yani kastedilen cildin görünmemesi,
üzerlerinin elbiseyle örtülmesi değil, ziynetlerin belli edilmemesidir.
Gerçekten de çok dar kıyafetlerle belin inceliğinin, kalçanın ve kasıkların
yapısının, göğüslerin büyüklüğünün, başkaları tarafından, çıplak olunmasından
farksız biçimde anlaşılması, görülmesi mümkündür. İşte “açığa vurmak” tabiri
böyle durumları kapsamaktadır. Allah’ın bu kurallarla kastı açıktır: İffet
korunacak, dişilik dışa vurulmayacaktır. Günümüzde örtünmeye bir dönüş varmış
gibi gözükse de bu yalancı bir görünüştür. Çünkü tesettür adı altında giyilen model model elbiseler, kadınların
ziynetlerini daha da belirginleştirmekte, kapalıymış gibi gösterip daha da
açmaktadır. Tesettür artık bir kazanç sektörü hâline gelmiştir ve
modaya kurban gitmiştir. Bir başka ifade ile tesettür, kadını örtmekte
ama aslında daha çekici hâle getirmekte, yani yeni bir “örtülü çıplaklar” kitlesi oluşturmaktadır.
Örtülerini/
başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.
Ayetin bu kısmının iyi anlaşılabilmesi,
“humur” sözcüğünün anlamının iyi bilinmesine bağlıdır.
“Humur” sözcüğü, “örtmek” anlamındaki “hamr”
kökünden türetilmiş ve “örtü” demek olan “himar” sözcüğünün çoğuludur. Lisan-ül
Arab, el-Mu’cem ül-Vasıf, el- Müncid, Tac ül-Arus gibi temel kaynak
niteliğindeki lügatlerde “himar”ın özel olarak başörtüsü anlamında olmayıp,
genel “örtü” anlamında olduğu yer almakta ve başörtüsü anlamında da “mikna’” ve “nasıyf” sözcükleri gösterilmektedir. Örfte ise kadının
başörtüsünün adı olan “himar” sözcüğünün, Kur’an’ın indiği dönemde de bu örfî
anlamı taşıyıp taşımadığı kesin olarak tespit edilememektedir.
“Ceyb”, yaka, gömleğin göğüs yırtmacıdır.
“Örtülerini yakalarının üstüne koysunlar.” cümlesinde, “himar” sözcüğü genel
anlamı olan “örtü” olarak değerlendirilirse, ayette kadınlara örtülerini yaka
yırtmaçlarının üstüne koymalarının emredildiği söylenebilir ki bu durumda
başörtüsü söz konusu değildir. Yani ayette
başın değil, göğsün örtülmesi emredilmiş olur.
Ama “himar” sözcüğü özel anlamı olan
“başörtüsü” olarak değerlendirilir ve Kur’an’da da bu anlamda kullanıldığı
kabul edilirse, ayette kadınlara,
başörtülerini yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapatmalarının emredildiği
söylenebilir. Bu takdirde “himar”, saçları kapatan başörtüsü olmaktadır.
Kur’an’ın indiği dönemde hür kadınların başörtüsü kullandıkları bir gerçek
olduğuna göre sözcüğün Kur’an’da bu anlamda kullanılmış olma ihtimali de
vardır.
“Himar” sözcüğü üzerinde bugüne kadar bir çok
yorum yapılmış ve bu yorumlar sonucunda olur olmaz bir çok görüş ortaya
çıkmıştır. Ama maalesef sağlam bir ortak görüş belirlenememiştir. Bu durum,
kesinlikle, toplumda yerleşmiş olan hataları, yanlışları açıklama ve düzeltme
çabası ve cesareti gösteremeyen “din bilgini” denilen kesimin suçudur.
Arap kadınlarının göğüs kısmı yırtmaçlı
elbiseler giydiği mütevatir bilgilerle sabit olduğuna göre bizim görüşümüz; göğüsleri açık kadınlara, başlarına
örttükleri örtüleri göğüslerinin üzerine indirerek göğüslerini de örtmelerinin
emredildiği yolundadır. Dikkat edilirse Kur’an’da açıkça “başlarını örtsünler” şeklinde bir
ifade bulunmamakta, “başörtülerini
salsınlar” ifadesi yer almaktadır. Bu durumda ayetten, mantıken,
başların örtülü olarak kabul edildiği ve var olan bu fiilî durumun problem
teşkil etmediği sonuçlarını çıkarmak mümkündür. Fakat Arap kadınları
başörtülerini sırtlarına sarkıtıyor olmalılar ki, gerdan ve göğüs kısımları
açıkta kalmakta ve ayette de bu kısmın, başörtüsünün göğüs yırtmacının üzerine
salınması suretiyle kapatılması istenmektedir. O çağda sutyen tipi iç
çamaşırlarının henüz keşfedilmediği gerçeği göz önüne alındığında, Arap
kadınlarının göğüslerinin görülebilmekte olduğu ama onların bunu
umursamadıkları anlaşılmaktadır. İşte başörtüsünün
göğüs üzerine indirilmesi de bu gerekçe ile istenmektedir. Eğer başlardaki örtü
Rabbimizin tasvip etmediği bir şey olsaydı, baştaki örtüden hiç bahsedilmeden
sadece göğüslerin kapatılması üzerinde durulur ve “yırtmaçsız elbise giysinler” veya “yırtmaçlarını diksinler” türünden emirler verilirdi. Bu durum da
göstermektedir ki, Yüce Allah toplumun başörtüsü geleneğine müdahale
etmemiştir.
Sonuç olarak ayetin bu kısmında başların
örtüleceğine dair bir anlam yoktur. Başların örtülmesi; ziynetleştirilmiş
saçların saklanması, yukarıda açıkladığımız gibi, ayetin “ziynetlerini
açığa vurmasınlar…” bölümünden anlaşılmaktadır.
Süslerini şu
kişilerden başkasına göstermesinler:
Kocaları,
yahut babaları,
yahut kocalarının
babaları,
oğulları, yahut
kocalarının oğulları,
yahut kardeşleri,
yahut kardeşlerinin
oğulları,
Burada sayılan kişilerin ayrıca açıklanmasına
gerek yoktur, herkes tarafından anlaşılmaktadır.
yahut kadınlar,
Buradaki “nisâihinne” sözcüğü Ahzab suresinin 55. ayetinde de geçmekte olup,
“o kadınların kadınları” demektir. Ancak bu sözcüğün sonundaki “hinne” cem’i müennes zamiri, ayetin
icaz ve edebî yapısından, armonik
özellik sebebiyle burada yer almıştır. Yani bu zamirin, sözcüğün sonunda yer
alması Üslûp birliği ve galip ihtimale göredir (ilm-i meânî).
Dolayısıyla sözcük anlamlandırılırken bu zamir ihmal edilmeli, “nisâihinne”
ifadesi “o kadınların kadınları” olarak değil, “kadınlar” olarak değerlendirilmelidir. Bu hususu dikkate almayan
bir çok tefsir (!) ve fıkıh bilgini, kadınların kadınlarının kimler olacağı
hakkında çıkmaza girmişler, olur olmaz fetvalar üretmişlerdir.
Ayetteki ifade ile tüm kadınlar, kadın cinsi
kastedilmiştir. Dünyadaki tüm kadınlar (Müslim veya gayrimüslim) birbirlerinin
mahremidirler yani birbirleriyle evlenemezler. Dolayısıyla kadının, kadına
haram kılınmasının mantığı yoktur. Şeriatta da anlamsız hüküm bulunmadığından,
kadınlar, ziynetlerin açığa vurulmaması emrinin istisnaları arasında yer
almıştır. Ender karşılaşılan lezbiyenlik ise, bir sapkınlık, bir sapıklık
olduğu için, hiç kale alınmamış, ihmal edilmiştir.
yahut ellerinin
altında bulunanlar,
Bu ifade, o günkü yasalara göre kişilerin,
üzerinde hak sahibi oldukları köleleri ifade etmektedir. Bazıları burada sadece
kadın kölelerin, yani cariyelerin murat edildiğini söylemişlerse de ayetteki
ifade geneldir ve kadın-erkek tüm köleleri kapsar. Gerçekten de köleler,
üzerlerinde hak sahibi olan kişilerle sürekli beraber oldukları için aile bireyleri gibi olmuşlardır.
Onlardan gizlenmek ve bir şeyleri gizlemek çok zordur. Dolayısıyla da bir mâlike (kölenin bayan sahibi) kölelerinin
mahremi durumundadır.
yahut kadına ihtiyaç
duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar,
Bunlar, yaşlanmış, erkekliği kalmamış erkek
hizmetçilerdir.
yahut kadınların
avretlerini/ cinsel organlarını henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar.
“Avret” sözcüğü, kavram olarak “ziynet”
sözcüğü ile karıştırılmış ve aynı anlamda kullanılmıştır. Bu yanlış sonucunda
da “kadının her tarafı avrettir” görüşü ortaya çıkmıştır. Hatta ülkemizin bazı
yörelerinde bu yanlış görüşün bir uzantısı olarak hanımlara “avrat” denmektedir. Bu yanlış ve ilkel
anlayış Kur’an’ın ruhuna da aykırı olup, ne yazık ki çok uzun yıllardan bugüne
kadar gelmiştir. Dikkat edilecek olursa Kur’an’da “kadınları henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmeyip, “kadınların avretlerini henüz anlayacak
yaşa gelmemiş çocuklar” denmiştir. Bu ifadeden ise, kadınların her yerlerinin
avret olmayıp, kadınlarda avret yerlerinin bulunduğu, yani kadınların bazı
yerlerinin avret olduğu anlaşılmaktadır.
“Avret” sözcüğü, “ar” sözcüğünden türemiş
olup, sözlük anlamı; “yarık, yırtık,
açık, korumasız” demektir. Sözcüğün çoğulu da “avrât” diye söylenir. Bu sözcüğün Kur’an’da hangi anlamda
kullanıldığını görmek için, sözcüğün geçtiği diğer ayetlere de bakmak gerekir:
Ahzab; 13:Hani onlardan bir grup şöyle
demişti: “Ey Yesrib halkı, duracak yeriniz yok, hemen geri dönün.” İçlerinden
bir grup da şöyle diyerek Peygamber’den izin istiyordu: “İnan olsun, evlerimiz avret (açık, korumasız)”. Oysaki
evleri avret (açık, korumasız) değildi;
sadece kaçmak istiyorlardı.
Nur; 58: Ey iman edenler!
Elleriniz altında bulunanlarla, erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız sizden üç
durumda izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisenizi
çıkardığınızda, yatsı namazından sonra. Bunlar
sizin için üç avrettir (açık ve korumasız, üç zamandır). Bunlar dışında
ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, birbirinize bakabilirsiniz.
Allah, ayetleri size işte böyle açıklıyor. Allah Alim’dir, Hakim’dir.
Görüldüğü gibi “avret” sözcüğü Ahzab suresinin
13. ayetinde iki kez geçmektedir ve her ikisinde de “açık, korumasız” anlamındadır. Nur suresinin 58. ayetinde ise
çoğul hâliyle “avrât” olarak
geçen sözcük, bu kez insanların korumasız, savunmasız pozisyonunu anlatmak için
kullanılmış ve sabah namazı öncesi, öğle vakti gaylûle denilen uyku zamanı ve
yatsı namazı sonrası, üç avret olarak
nitelenmiştir. Gerçekten de insanın kendisine ait, kişisel olan bu
zamanlar, korunma, savunma, kendine çeki düzen verme imkânının olmadığı
zamanlardır.
Yukarıdaki ayetlerden “avret” sözcüğünün, “muhkem olmayan, sağlam olmayan, kendini
koruyamayan” anlamlarında kullanıldığı kesin olarak öğrenildikten sonra konumuz
olan Nur suresindeki “avrâtünnisa/
kadınların avretleri” tamlamasının daha kolay anlaşılması mümkündür.
“Avrâtünnisa” tamlamasındaki “avret” sözcüğü de yine aynı anlamda olup,
kadınların korunmasız, karşı koyamayan, savunma yapamayan yerleri için
kullanılmıştır. Kadınların bu nitelikli organları, yani pasif organları ise,
cinsel organı ile makatıdır. Çünkü bu organlar el gibi, ayak gibi, göz gibi
kendisini dış etkilere karşı koruyamaz, savunma yapamaz, haricî etkilere tepki
veremez;
HAKKI YILMAZ www.istekuran.com
__________________ Allah hakkında yalan uyduranlar asla felah bulamazlar
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam yetkili kardeşler, Aynı yazı tekrar asılmış.Üstelik bu tartışma uzun süredir başka yerde yapılıyor.Buradaki yazıların üstelik bir kısmına da cevaplar verilmiş.Niye yeni başlık altında bu konu tartışılıyor anlamış değilim.Bu dağınıklık hoş değil.Umarım gözden kaçma olmuştur.
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
|
|