aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam;
Aşağıdaki yazı "şefaat" konusunu detaylıca irdelemiş.
http://www.fikritakip.com/news.asp?pg=1&yazi=271
ŞARTLI ŞEFAAT - AHMET BAYDAR
YARGI GÜNÜ
-I-
Kur`ân-ı Kerim, peygamberlerin küçümsenmelerini de öteki hayatta
kurtarıcı kabul edilmelerini de istikametten sapma olarak niteler.
Birine Hz. İsâ`nın peygamberliğini inkar edenleri, diğerine de onu
şefaatçi ilan edenleri örnek verir. İnkarcı Yahudileşme zihniyetini
konu edindiği kadar, peygamberleri yücelten ve onları kurtarıcı kabul
eden Hıristiyanlaşma zihniyetini de en az onun kadar gündemine alır.
Sadece şefaat köklü kelimelerin bulunduğu bölümlere bakanlar bile,
şefaatin, Kur’ân’ın ana konularından birisi olduğunu görürler. Meseleye
daha yakından bakanlarsa; başka birçok sözcükle de bu konuya temas
edilmiş bulunduğunu kavramakta gecikmezler.
Ne var ki bu konu, üzerinde çok tartışmalar bulunan başka
meselelerle de direkt alakalıdır. Bir açıdan büyük günahlarla, başka
bir açıdan da imanın bölünme kabul edip etmeyeceğiyle ilişkilidir.
İslam Tarihinde; bağımsız düşünen kimi ulema ile, merkezi otoriteye
boyun eğmeyen bazı siyasi fırkaların, şefaatle ilgili fikirlerinin aynı
kulvarda örtüşmüş olması da her hâlde bundandır. Bu nedenlerle konu,
bazı ilim ve siyaset otoritelerinin yönlendirmesinden azade olamamıştır.
Şefaat, ikilemek, çift yapmaktır. Kim, kendisine bir iyilik
ulaştırması için, makama yakın bildiği birisinden, makam sahibi
nezdinde aracılık etmesini isterse, talep makamını ikilemiş olur.
Aslında, başkasının hukukuna müdahale etmediği takdirde, aracı
kılınanın, hayra vesile olabileceği düşünülebilir. Nitekim, bir çığır
açan kimse, o işi yapan gibi görüleceğinden, Kur’ân-ı Kerim; iyi bir
işe şefaat edenin o işten bir nasibi olacağını, kötü bir işe şefaat
edenin de ondan bir pay alacağını söyler. (Nisâ 4/85)
Ancak,
hemen kaydetmek gerekir ki bu kural, şimdiki hayat için geçerlidir.
Öteki hayatta ise kazanmak; hayır ve şerre rehberlik etmek diye birşey
yoktur. Aksine orada herkes, şimdiki hayatta kazandığının karşılığını
bulacaktır. Dolayısıyla Kur`ân, öteki hayatta kişinin kendisine fayda
veya zararı dokunacak olan hayra, ya da şerre delalet etme anlamında
bir şefaati konu edinmemiştir.
Kur`ân`ın önemle üzerinde durduğu ise, günahkar birisinin, Yargı
Günü`nde azabı gerektiren bir sonuçtan kurtulmak için, Allah katında,
değerli birisini aracı edinmesidir. Zaten şefaat deyince de yaygın
olarak bilinen; hadislerle ispat edilen ve az farklarla da olsa
mezheplerin akaidinde yer almış bulunan şefaatin anlamı budur.
Ne var ki Kur`ân, kişinin kurtuluşunu kendi ameline ve Allah`ın
mağfiretine bağlar. İmanı bulunan kimsenin, sürekli salih amel
yapmasını vurgular. Günahkarın cezalandırılmaktan kurtulması için,
öncelikle ondan vaz geçmesini teklif eder. Hiç bir bölümde, müspet bir
üslupla okuyucusunu şefaat beklemeye yönlendirmez.
Bununla birlikte pek çok ayet, hiç kimsenin Yargı Günü`nde, hiçbir
kayırmaya, hiç bir yardıma ve fidye karşılığında kurtulmaya bel
bağlamamasını telkin eder. (Bakara 2/48) Yargı Günü`nde, günahkarın
azaptan kurtulması için düşünülen şefaat formülünün de fayda
vermeyeceğini söyler. (Bakara 2/123) Suçluların şefaatçi edindikleri
kimseleri bırakıp hesaba yalnız başlarına çıkacaklarını, (En`âm 6/94)
şefaatin de tamamının Allah`a ait olduğunu (Zümer 39/44) belirtir.
Kur`ân-ı Kerim, konunun önemini birçok kez, bizzat şefaat
kelimesiyle vurguladığı gibi, farklı kelimelerle de gündeme getirir.
Bir pasajında, çok nadir kullandığı bir üslupla, hem de dört defa Yargı
Günü`ne dikkat çektikten sonra; “Kimse, kimse için bir şeye mâlik
olamaz, emir o gün yalnız Allah`ındır” der. (İnfitâr 82/19)
Bu son ayette, şefaat sözcüğü yerine, "mlk" kökü kullanılmıştır.
Bu sözcük şefaatin talep edileceği makama işaret eder. Bu da, melikin
işlerinde tek söz sahibi olması gerektiği çağrışımıyla, Yargı`da her
türlü müdaheleyi nefyeder. Ayetin bulunduğu bölüm şöyledir:
"Hayır, hayır, doğrusu siz Yargı`yı yalanlıyorsunuz. Halbuki,
üzerinizde gözcüler var. Değerli yazıcılar. Her ne yaparsanız bilirler.
İyiler nimet içindedirler. Kötüler de cehennemdedirler. Yargı Günü ona
yaslanırlar. Onlar ondan çıkacak da değiller. Yargı Günü`nün ne
olduğunu sen bildin mi? Evet, bildin mi nedir o Yargı Günü? O Gün kimse
kimse için bir şey`e mâlik olmaz, emir o gün Allahındır."
Aslında sadece bu bölüm bile meselenin vuzuha kavuşması için
yeterlidir. Kaldı ki Kur`ân, şefaati, nüzulünün hemen her döneminde
gündemine almıştır. Fatiha Suresinde de konuya, aynı sözcükle
değinilmiştir. Yargı Günü`nün mâlik ve melikinin Allah olduğu
belirtilerek mesele, namazlarda okunan bu sureyle hayatın hemen her
anına taşınmıştır:
"O Yargı Günü`nün mâliki Allah. Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inâyeti."
Ancak, Yargı Günü`nde muhtemel görülen şefaate şartlı bir üslupla
değinen bazı ayetler vardır ki genelde bunların şefaati olumladığı
sanılır. Böyle düşünen çoğunluk, yukarıda işaret ettiğimiz ayetleri bu
doğrultuda yorumlayarak; Allah`ın razı olduğu kimselere, yine O`nun
izin vereceği kimselerin şefaat edeceğini söyler.
Kur`ân`ın bu husustaki yönlendirmesini anlamış görünen Muhammed
Esed bile, çoğunluğa uyar. Kur’an`ın aslında şefaati reddettiğini kabul
eden, peygamberlerin ve velîlerin şefaat edebilecekleri yolundaki
inancı avâmi bulan Esed, öte yandan Allah`ın rızâsını kazanmış bulunan
günahkarlar için Yargı Günü`nde peygamberlere sembolik olarak şefaat
etme izninin verileceğini kabul eder. Ona göre, peygamberlere verilen
bu şefaat hakkının, tek anlamı, Allah`ın o günahkarları kendisinin
bağışlamasının bir ifadesidir.
İşte bu bakışıyla Esed, yukarıda temas ettiğimiz şefaatin tamamını
Allah`a tahsis eden ayeti, "Şefaat hakkını verme yetkisi yalnız Allah`a
aittir" şeklinde yorumlar.
Doğrusu bu yorum, şartlı bir bakışın sonucudur. Sözün akışını da
oldukça zorlamaktatır. Çünkü, söz konusu ayet, bir önceki ve bir
sonrasıyla okunduğunda, böyle bir anlama hiç de müsait görülmemektedir.
Ayetin bulunduğu bölüm şöyledir:
"Yoksa Allah`tan başka şefaatçiler
mi edindiler? De ki: "Onlar bir şeye mâlik olmadıkları, akıl da
edemedikleri halde mi? De ki: "Bütün şefaat Allah`ındır. Göklerin ve
yerin mülkü O`nundur. Sonra O`na döneceksiniz. Böyle iken Allah tek
olarak anıldığında ahirete inanmıyanların yürekleri burkulur, ondan
berikiler de anıldığı vakıt derhal yüzleri güler."
Bu bölümde ifade edildiği gibi, mülkün hepsi Allah`ındır. Mülkün
sahibi O olduğu gibi, bütün şefaatin sahibi de O`dur. Çünkü, şefaat
talep eden de şefaat edeceğini düşündüğü de bu mülktendir. Mülkünde
O`na kendisi dışında bir ortak düşünülemeyeceği gibi, şefaatinde de bir
ortak düşünülmemelidir. Peki, acaba O şefaatine; ahit, rıza ve izin
gibi bazı şartlara bağlı olarak başkasını ortak eder mi? Sorunun
cevabını, bu üç şartı konu edinen bölümlerde aramak gerekir. Biz bu
yazımızda, şefaatle ilgili bütün ayetlerin değil de, meseleyi sadece
şartlı üslupla konu edinen ayetlerin üzerinde düşünmek istiyoruz.
VARSAYILAN AHİT ve İZİN
Şefaati mutlak anlamda reddeden ayetleri değil de, sadece şartlı
üslupla değinenlerin üzerinde duracağımızı söylemiştik. Konuya devam
ediyoruz.
Şefaati, şarta bağlı olarak konu edinen ayetlerden birisi, Meryem
Suresinin 87. ayetidir. Bulunduğu bölümden anlaşıldığına göre, ayet
Yargı Günü`nden söz etmakte ve şefaatin gerçekleşmesini ahit şartına
bağlamaktadır. Ayetin geçtiği bölüm şöyledir:
"O gün, takva
sahiplerini, heyet olarak Rahmân`ın huzuruna toplarız. Suçluları da
susuz olarak cehenneme sevk ederiz. Rahmân`ın nezdinde bir ahit almış
olan kimseden başkaları şefaate malik olamazlar. Rahmân çocuk edindi
dediler. Pek çirkin bir iddiaya cüret ettiniz. Az daha ondan gökler
çatlıyacak ve dağlar yıkılıp yerlere geçecek; Rahmân`a çocuk iddiasında
bulundular diye. Çocuk edinmek Rahmân`a yaraşmaz. Göklerde ve yerde,
Rahmân`a kul olarak gelmeyecek hiçbir kimse yoktur. Allah, onların
hepsini kuşattı, kendilerini ve yaptıklarını bir bir saydı. Hepsi de
Diriliş Günü O`na tek olarak gelir."
Ayetin "Rahmân`ın nezdinde bir ahit almış olan kimseden başkaları
şefaate malik olamazlar" kısmı, acaba, şefaati olumlu görüyor, Yargı
Günü`nde bazı kimseler için de olsa şefaatin olacağını ilan ediyor
şeklinde yorumlanabilir mi?
Hayır. Çünkü burada, öne sürülen şart ahittir. Ahit, ise
yükümlülük taşıyan, değişen her durumda riayet edilmesi gereken ve
hukuki bir değeri olan sözleşmedir. Bu durumda ahdin, elbette yargıdan
önce yapılmış olması gerekir. Kur`ân da böyle bir ahitten
bahsedilmemektedir.
Allah, Adem oğullarıyla, kendisini bilmeleri ve şeytana
tapmamaları hususunda ahitleşmiştir. (Yâsîn 36/60) İnsanlardan bir
kısmı bu ahdi sürdürmekte, bir kısmı bozmakta ise de (Bakara 2/27),
temelde herkes, bu bilinen ahde dahildir ve ondan sorumludur. (İsrâ
17/34)
Oysa yukarıdaki ayette, ahdin herkese değil bazı kimselere
verilmiş olmasından söz edilir. Bu, henüz konuşulmamış, gerçekleşmemiş,
varsayılan bir ahit, daha doğrusu farzımuhal bir vaaddir. Tıpkı, "Ateş
bize sadece sayılı birkaç gün değecek" diyenlere karşı, "Allah`tan bir
ahit mi aldınız?" (Bakara 2/80) cevabındaki gibidir.
Ne var ki ayetin öncesinde de, sonrasında da, Kur`ân`ın başka bir
pasajında da şefaat için Allah`tan böyle bir ahit almış kimseden söz
edilmemiştir. Aksine, bu pasajın hemen öncesinde, benzer zihniyet
mensubu kimse; "Gaybe muttali mi olmuş? Yoksa Rahmân`dan bir ahit mi
almış?" diyerek kınanmıştır. Bunun bir reddetme üslubu olduğu da
açıktır.
Ayrıca bu ayette, Allah`ın pek çok güzel isminden “Rahmân” tercih
edilmiştir. Bu isim, şefaat mucitlerinin suçluya merhamet etme
gerekçelerine cevap teşkil ettiği için, şefaat ayetlerinde hep konuyu
olumsuzlama kontekstinde bulunmaktadır. Aynı isim, bu bölümde arka
arkaya tam altı kez tekrarlanmıştır. Bu seçim ve tekrar, elbette
tesadüfi değildir.
Bunlardan başka, dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da,
ayetin devamında olumsuzlama vurgusunun sürdürülmüş olmasıdır. Nitekim
onların "Rahmân çocuk edindi" dedikleri belirtilmiş, bunun, gökleri
çatlatacak ve dağları yıkacak çirkin bir söz olduğu ifade edilmiştir.
O zaman yukarıdaki ayetin anlamı, "Eğer Allah birisini çocuk
edinmiş olsaydı, hem ona şefaat edebilmesi için önceden bir ahit de
vermiş olsaydı, ancak o zaman Yargı Günü`nde şefaat gerçekleşirdi. Ama
çocuk da edinmemiştir, kimseye bir ahit de vermemiştir, bu durumda
kimse şefaate mâlik olamaz" demek olur.
Allah, Yargı Günü`nde şefaat için kimseye bir ahitte bulunmamış
ama o gün, birisine böyle bir şey için izin verir mi? Kur`ân, bunu da
gündemine alır. Ancak her şeyden önce Kur`ân üslubunda "izn"nin
anlamına bakmamız gerekir.
İyi bir diyarın bitkisi, Rabb`ın izniyle çıkar. (A`râf 7/58) Hiç
bir elçi, O’nun izni olmadan bir delil getirememiştir. (Gâfir 40/78)
Harut ve Marut’un yaptıkları iş, Allah’ın izniyle gerçekleşmiştir.
(Bakara 2/102) Cinlerin, Hz. Süleyman için yaptığı harika işler de
Allah’ın izniyle gerçekleşmiştir. (Sebe 34/12) Bu kanun, şefaatçi ilan
edilerek tanrılaştırılan İsa (a.s.) için de değişmemiştir. O,
insanlarda şaşkınlık uyandıran bazı işler yapmıştır. Dokunduğu âmâ ve
cüzzamlı iyileşmiş, elindeki kuş tasvirleri ve ölüler de hayat
bulmuştur. Ancak, Kur’ân’ın anlatımına göre bunların hepsi, onun emri
değildir, ama “Allah’ın izni”yle olmuştur. (Mâide 5/110)
Öyle anlaşılıyor ki Kur’ân`ın eşsiz üslubunda; Allah`ın izni,
uluhiyetiyle ilişkilidir. O`nun izni, bir anlamda meliklik emridir.
Ancak, emri, her türlü işinin çeşitli vasıtalarla hayat bulmasını
sağladığı hâlde, izni bütün bu emirlerin sadece zatına bağlı bulunan
yönünü anlamlandırır. İzin, varoluş kulağına (üzün) iletilen bir
duyurudur (ezan). Bu nedenle Kur`ân, Allah’ın emrini "biz" şeklindeki
çoğul zamire, ama iznini sadece tekil zamirlere izafe eder.
O hâlde Allah`ın izni her iradeyi, her talebi, ve her işi
geçecektir. İnsanların şefaat taleplerini de, şefaatçi ilan edilen
elçilerin ve hatta meleklerin işlerini de geçecektir. Yani hiç kimse
şimdiki hayatta Allah`ın izni olmadan birşey yapamadığı gibi, Yargı`da
da, ondan sonra da, Allah’ın izni olmadan kimse birşey, isteyemeyecek,
konuşamayacak ve yapamayacaktır.
Şefaate, izin sözcüğü ile temas edilen ayetlerden birisi Sebe Suresindedir:
"De ki: «Allah`ın berisinden tanrı saydığınız tanrılarınıza
istediğiniz kadar yalvarın. Onlar, ne gokte ne de yerde zerre miktarına
mâlik olamazlar. Onların, bunlarda bir ortaklığı da yoktur. O`nun da
onlardan bir yardımcısı yoktur. Onun katında şefaat, kendisine izin
verdiği kimseden başkasına fayda veremez. Sonunda, gönüllerindeki korku
giderilince birbirlerine «Rabbiniz ne söyledi?» diye sorarlar; «Hak
söyledi» derler. O, yücedir, büyüktür. De ki: «Göklerden ve yerden sizi
rızıklandıran kimdir?» De ki: «Allah`tır. Öyleyse doğru yolda veya
apaçık bir sapkınlıkta olan ya biziz ya sizsiniz." Sebe 34/22-4
Görüldüğü üzere bu bölümde, “Şefaat, kendisine izin verilen
kimseden başkasına fayda veremez” kaydı vardır. O hâlde izin verilen
kimseye fayda veren bir şefaatten söz etmek mümkündür denebilir mi?
Hayır. Çünkü ayetin öncesinde şiddetli bir uyarı yer almaktadır.
Bu da açıkça şu anlama gelir: Tanrı saydıklarınıza, yani şefaatini
beklediklerinize, istediğiniz kadar yalvarın, yani istediğiniz kadar
şefaatlerini isteyin, onlar bir şeye mâlik olamazlar, yani meliklik
edemezler, çünkü onların varlığa bir ortaklığı yoktur, yani böyle bir
idda Allah’a ortak koşmak olur, çünkü bir yardımcısı yoktur, yani O,
yanına vezirlerin oturduğu bir melik değildir.
Şimdi, bu söz akışından sonra; ayette izin şartına bağlanan bir
şeyi olumlu anlamak mümkün olabilir mi? Hem, kelimenin tam anlamıyla
bir "izin"den sonra, şefaatin bir anlamı kalır mı? Şefaatçilerin o izne
refakatten başka rolü ne olabilir ki?
Aslında şefaatten “izin” kelimesiyle söz eden bu ayette üslup
öncekilerden biraz da farklıdır. Yargı anından ziyade, öncesini ve
sonrasını da mevzubahistir. Ayetlerdeki dileme ve yaratma gibi bir
takım "umur" konteksi; dünyevi ve uhrevi derece yükseltilmesine de
işaret eder gibidir. Bu ise, Yargı Günü`ndeki gibi bir aracılık
sayılmayacağı gibi, esasen aracılık türünden de değildir. Çünkü seyri
aşağıdan makama doğru değil, makamdan aşağıya doğrudur. Bu ise şefaat
değil bir ikram olur.
Yunus Suresi`ndeki bir bölümde de şöyle buyrulur: "Rabbınız o
Allahdır ki gökleri ve yeri altı günde olarak yarattı sonra arş üzerine
istivâ buyurdu emri tedbir ediyor, hiç şefaatçi yok ancak onun izninden
sonra, işte bu Allah`tır Rabb`ınız, o hâlde ona ibadet edin, artık
düşünmez misiniz!" (Yunus 10/3)
Bu ayetin şefaatle ilgili kısmına, "Hiç şefaatçi yok ancak onun
izninden sonra", yahut, "İzni olmadan kimse şefaat edemez", ya da "hiç
şefaatçi yok meğer ki o izin vere" şeklinde anlamlar verilebilir. Ama
nasıl anlam verilirse verilsin, buradaki izin sözcüğü gerçek anlamıyla
düşünüldüğünde, bu ayetin de şefaati olumladığı söylenemez?
Kaldı ki bu ayette de Yargı`dan söz edilmemektedir. Yaratmaya
dikkat çekilmekte ve, herkesin yaptıklarıyla cezalandırılmaları için
tekrar diriltilecekleri daha sonra vurgulanmaktadır. Yani sözün bağlamı
Yargı değil, Allah`ın işleridir.
Buradan anlaşılması gereken, bütün işlerin akıbetini tayin eden
Allah`ın hükmü olduğu, O`nun işlerine karışacak, tedbirine müdahale
edebilecek bir ortağı, bir yardımcısı olmadığıdır. Bu söz akışında
"eğer izin verirse başka" dendiğinde, O`nun işlerinde bir ortak ve
yardımcı da edineceği mi anlaşılır? Elbette hayır.
O hâlde, şefaati izin şartına bağlayan ayetlerden anlaşılması gereken de, mutlak olumsuzlayan ayetlerden farklı olmamalıdır.
Peki, bazı ayetlerde, izin şartına bir de rıza şartı eklenmektedir. O zaman durum nasıl olur? Bunu da gelecek yazıda ele alalım.
MEĞER Kİ İSTEYE VE RAZI OLA
Şefaate kapı araladığı zannedilen kimi ayetlerde gördüğümüz ahit
ve izin şartına, bazı bölümlerde bir de Allah`ın dilemesi ve razı
olması şartı eklenmiştir. Buradan hareketle; " Eğer Kur`ân, şefaati
mutlak anlamda reddetmiş olsaydı, tutup bir de Allah`ın dilemesinden ve
razı olmasından bahsetmezdi. Eğer birşeyin tahakkuku şarta bağlanmışsa,
şart vuku bulunca, o şey de tahakkuk eder" denebilir mi? Önce bir örnek
görelim:
"Yoksa, her umduğu şey insanın mıdır? Ama ilk de son da
Allah`ındır. Göklerde nice melek vardır ki şefaatleri hiç bir şeye
yaramaz, meğer ki Allah dileyip razı olduğuna izin verdikten sonra ola.
Ahirete inanmayanlar, meleklere dişi adını takarlar..." (Necm Suresi
24-7)
Evet, bu bölümde şefaat, Allah`ın dilemesi, razı olması ve izin
vermesi şartına bağlanmaktadır. Ancak, söz akışında menfi bir tutum da
hemen hissedilmekte; insanın her kurduğu hülyayı elde edemeyeceği,
ardından da hem dünyanın, hem de ahiretin Allah`a ait olduğu
vurgulanmaktadır.
Şefaati açıkça olumsuzlayan bu üslup, daha sonra da devam etmekte;
meleklere dişi adı takarak onları aracı edinenler kınanmakta, onların
bu konuda hiçbir bilgileri olmadığı, yalnızca zanlarının ardından
gittikleri, zannın da hiçbir şekilde gerçeğin yerini tutamayacağı dile
getirilmektedir.
İki olumsuzluk arasına sıkıştırılmış olan bu şartlı istisna,
herhâlde şefaatin bir gerçek değil, daha çok zan olduğunu anlatır.
Benzer bir bölüm de Tâhâ Suresi`nde bulunur:
"O gün hiçbir yana sapmadan davetçiye uyarlar. Rahmân`ın
heybetinden sesler kısılmıştır; artık bir hışırtıdan başka birşey
işitmezsin. O gün şefaat fayda vermez, ancak Rahmân`ın izin verdiği ve
sözüne razı olduğu kimse müstesnâ. O, onların önlerindekini ve
arkalarındakini bilir, onlar ise onu ilmen ihata edemezler. Bütün
yüzler, o diri ve her şeyi gözetip durana baş eğmiş ve bir zulüm
yüklenen gerçekten hüsrana uğramıştır." (Tâhâ 20/108-111)
Aslında, olumsuz bir cümleden istisna edilen şey neticede
olumludur. Bu ayette olumsuz cümleden, iki şarta bağlı olarak istisnada
bulunulduğuna göre, şefaat de gerçekleşir denebilir.
Ancak o zaman da; aynı bölümde Yargıç`ın kendisinin Rahmân
olduğunu, onların yaptıklarını ve yapacaklarını, (yani kimin ne hak
ettiğini), zaten bildiğini söylemesi anlamsız kalır. Oysa bunlar,
şefaat için iznin ve konuşmanın gerekçelerini boşa çıkartacak
hususlardır.
Kaldı ki şefaatin tahakkuku için öne sürülen bu şartların ikisinde
de tasarruf hakkı Allah`a bağlanmıştır. Bunlar da, başka ayetlerde,
başka açıklamalara tabi tutulmuş; Allah`ın huzurunda kimsenin
konuşamayacağı, konuşsa bile ancak doğruyu söyleyebileceği ifade
edilmiştir.
Bu ise; bir melikin ben izin verirsem ancak o zaman
konuşabilirsiniz dedikten bir zaman sonra, huzurumda konuşmanıza izin
vermiyorum diyerek önceki sözüne açıklık getirmesi gibidir. Şefaati
rıza şartına bağlayan başka bir bölüm bu hususa işte böyle bir açıklık
getirir niteliktedir:
"Senden önce gönderdiğimiz her elçiye: "Benden başka tanrı yoktur,
bana kulluk edin" diye vahyettik. "Rahmân çocuk edindi" dediler. Haşa;
hayır, şerefli kılınmış kullardır. O`nun sözünü geçemezler; ancak O`nun
emri üzerine iş işlerler. Önlerindekini de arkalarındakini de bilir.
Razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler; O`nun korkusundan
titrerler. Bunlardan kim, "Ben, Allah`tan başka bir tanrıyım" derse,
onu cehennemle cezalandırırız." (Enbiyâ 21/25-9)
Burada, "O`nun sözünü geçemezler" yani Allah`tan önce söz
söyleyemezler deniyor. Bu hüküm gayet sarihtir. Ayrıca, burada da
Rahmân isminin anılması, "Allah, bir çocuk edindi" şeklindeki batıl
inanca temas edilmesi, "O`nun korkusundan titrerler" denmesi, ardından
da, birisinin kendisini şefaatçi ilan etmesinden tanrılık iddiasına
geçiş yapılması, yine Allah`ın, zaten onların önlerindekini de
arkalarındakini bildiğinin vurgulanması kontekstin amacını belirleyen
hususlardır.
Görüldüğü gibi, şartlı ifadeli ayetlerin bulunduğu bütün
bölümlerde, şefaat hep olumsuzlanmaktadır. O zaman ayetlerdeki "şartlı
istisna"dan anlaşılacak şey, bu maksada uygun olmalıdır.
Zaten Kur`ân, başka bölümlerde; kimsenin Yargı Günü`nde, hiçbir
kayırmaya, yardıma ve fidye karşılığında kurtulmaya bel bağlamamasını
(Bakara 2/48), suçluların şefaatçi edindikleri kimseleri bırakıp hesaba
yalnız başlarına çıkacaklarını (En`âm 6/94), şefaatin tamamının Allah`a
ait olduğunu belirtir (Zümer 39/44). Kim ortaya bir iyilik korsa o gün
ona kat kat verileceğini, bir kötülük koyanın ise misliyle
cezalandırılacağını (Enâm 6/160), bedbahtların, cehennemde, mesutların
ise cennette temelli kalacaklarını (Hûd 11/105-8) kesin bir dille ifade
etmektedir.
Kaldı ki hiç kimse kendisinden daha merhametli olduğunu bildiği
bir hakimin önünde, merhamet gösterisinde bulunamaz. Herşeyin
ayrıntılarıyla sicilinin bulunduğu bir mahkemede, kimse, olmayan
şeyleri varmış gibi gösterme gafletine düşmez.
O zaman, şefaatle
ilgili ayetlerdeki şarta bağlı söyleyişlerden, şefaat olabileceğini
değil de, aksine; bunun için Allah`ın hiç kimseye ahit vermediğini,
O`nun izni, dilemesi ve rızası olmadan birşeyin tahakkuk etmeyeceğini,
hiç kimsenin Rahmân`dan daha merhametli olamayacağını anlamak gerekir.
Bütün bunlara rağmen, yine de, "Bu olumsuz beyanlar, müşrik ve
kafirleri kapsamına alıyordur. Şartlı ifadeler ise günahkar müminleri
bundan istisna eder" denebilir.
EY İNANANLAR
Yazımızın ilk üç bölümünde, Yargı Günü`nde şefaati şartlı bir
üslupla yadsıyan ayetlerin üzerinde durduk. Denebilir ki "Bu yadsıyışın
dozajı ne olursa olsun, inkar edenler içindir. Bu üslup, müminlerden
günahkar olanlara şefaat edilmesine mani değildir."
Aslında böyle bir iddia, Kur`ân`da çelişki bulunmayacağını bilen
bir kimse için, şefaati mutlak olumsuzlayan diğer ayetlerin yanında
mesnetsiz kalır. Ama biz yine de meselenin müminlerle ilgili boyutuna
değinmek istiyoruz. Bu hususta ileri sürülebilecek bir bölümde şöyle
denir:
"O`ndan başka yalvardıkları kimseler, şefaate malik olamazlar,
meğer ki bilerek hakka tanıklık eden kimseler olalar. Sorsan onlara:
"Kendilerini kim yarattı?" Elbette Allah derler, o halde nasıl
çevriliyorlar?" (Zuhruf 43/86-87)
İddiaya göre; kendisine
yalvarılanlar, putlardır. "Hakka tanık olanlar" da, bir anlamda
kelime-i tevhidi bilinçli söyleyen inananlardır. Ancak yine de metne;
"Fî-men" veya "Li-men" gibi bir kelime eklendiği tekdirde, inananlar,
puta tapanlardan istisna edilmiş olur.
Oysa, putlara tapanların arasında müminlerin bulunduğunu düşünmek
bir çelişkidir. Aslında, metinde "yalvarılanlar"a, "ellezine" ile
işaret edilmiştir. Bunlar da putlar olamaz. Ancak bazı nakillerde
olduğu gibi; melekler, azizler ve özellikle Hz. Üzeyir ve Hz. İsa gibi
tanrılığa yüceltilen peygamberler olabilir. Ayette geçen "Hakka şahadet
etmek" deyimi de, kendisine şefaat edilecek olanın niteliği değildir.
Eğer ayete harf eklenmez, söz kendi akışına bırakılırsa, "Hakka şahadet
etmek" deyiminin şefaatçileri nitelediği görülür. Bu durumda anlam,
"Meğer ki şefaatçiler, şefaate müstahak olanı bileler" demek olur. (İbn
Aşûr) Nitekim bazı müfessirler, bu ayetten hukuki bir şahitlik
yapabilmek için görmek gerektiği usulünü çıkarmışlardır. (Cessâs) Yani
bu bölümde meleklere inanan, peygamberleri de tasdik eden, ancak kimi
insanları tanrılığa yücelterek Yargı Günü`nde onların şefaatlerini
bekleyenler kınanmaktadır. Ayetin mefhumu ise, "Meğer ki şefaatçiler,
işin doğrusunu bileler ve bildiklerini de doğru anlatalar" demektir.
Her şeyin künhünü bilen, istediğini zaten bağışlayacak olan bir hakim
karşısında kim daha doğru bilme iddiasında bulunabilir? Delaleti sarih
olmayan böyle şartlı bir istisna, başka ayetlerde sarahatle reddedilmiş
olan şefaati ispat için yeterli sayılabilir mi?
Kaldı ki bu ayetlerin öncesinde; "De ki: "Eğer, Rahmân olan
Allah`ın çocuğu olsa, kulluk edenlerin ilki ben olurdum. Bırak onları,
kendilerine söz verilen güne kavuşana kadar, dalsınlar, oynasınlar"
şeklinde bir temas vardır. Aynı bölümde, gökte de, yerde de Tanrı`nın
Allah olduğu ifade edilmektedir. Şimdi bu uyarılardan sonra, birden
şartlı bir istisna bazılarına şefaati ilan edildiği düşünülebilir mi?
Zaten Kur`ân, Yargı Gün`ünde şefaatin olmayacağını, şefaat
konusunda şartlı üslup taşıyan bölümlerin belki de en özelinde, iman
edenlere seslenerek açıklar. Üzerinde yeteri kadar durulmayan bu bölüm,
konuyu şartlı olumsuzlayan Mekki ayetlerle, mutlak olumsuzlayan Medeni
ayetler arasında yer alır. Burada, adeta bir meydan okuma
hissedilmektedir. Zaten hemen sonra buna işaretle, "Dinde zorlama
yoktur; artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır" ayeti gelmektedir.
Bakara Suresi`ndeki bu bölüm şöyledir:
"Ey iman edenler! Size verdiğimiz şeylerden infak edin: bir gün
gelmeden evvel ki onda alım satım yok, dostluk da yok, şefaat de yok,
kâfirler ise hep zalimlerdir. Allah`tan başka hiç bir tanrı yoktur. O,
daima yaşayan, daima durandır. O`nu ne gaflet basar, ne de uyur.
Göklerdeki ve yerdeki herşey O`nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat
etmek kimin haddine! Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini
bilir.” (Bakara Suresi 2/254-5)
Görüldüğü gibi bu bölümde, kesin
bir dille meselenin uluhiyetle ilgisine işaret edilmiş, sonra da
Allah`ın hiç birşeyden gafil olmadığı vurgulanmış, böylece aracılık
düşüncesine şartlanmış olanların avami gerekçeleri de iptal edilmiştir.
Bunlardan daha önemlisi ise yukarıda işaret ettiğimiz gibi, şefaatin,
iman edenlere seslenilirken olumsuzlanmış olmasıdır. "O gün alış veriş
yok, dost edinme yok, şefaat de yok" seslenişinin iman edenlere
yapılması, meselenin şümulü açısından dikkat edilmesi gereken bir
husustur. Bu üç şey de, Kur`ân`ın başka hiçbir bir yerinde, buradaki
menfilik sarahatiyle müspet görülmemiştir.
Bir ayette, "O gün müttekiler hariç, dostlar birbirlerine
düşmandırlar" (Zuhruf 43/67) şeklinde olumlanan dostluğun, şefaatle
ilişkilendirilmesi ise çok gariptir. Oysa, ayetin anlamı, müttekiler
dışında bütün eski dostlar ogün düşman olur; dostluklar, günah ve küfür
üzerine kurulmuşsa, ogün düşmanlığa dönüşür, ama takva temeli üzerine
bina edilenler düşmanlığa dönüşmez demektir. Yoksa, burada üzerine
düşeni terk eden birisi, orada eksiklerini telafi etmek maksadıyla
kendisine bir dost bulur anlamında değildir.
Kaldı ki başka ayetlerde de, hesap için toplanma gününde cezadan
kurtulmak için dost edinmek, şefaatçi edinmek ve fidye vermek
bağlamında reddedilmiştir. (En`âm 6/51 ve 70) Abese Suresinde ise; o
gün, herkesin kendine yeter derdi olacağı, insanın kardeşinden,
anasından, babasından, refikasından ve hatta çocuklarından kaçacağı
beyan edilmektedir.
Bütün bunlara rağmen, yine de, "Kur`ân, niçin
meseleyi sade bir dille kesin olarak tavzih etmiyor da, böyle şartlı
sözler söylüyor?" denebilir. Bu sorunun cevabını da son bölümde ele
alalım.
``ŞEFAAT YA...``
Şefaati şartlı bir üslupla konu edinen ayetlere topluca
bakıldığında; hepsinde de genel olumsuzlamadan sonra bir istisna edatı
bulunduğu görülmektedir. Bu durumdan ilk bakışta, kısmi bir olumluluk
çıkarılabilir gibidir. Ancak, bu edat her zaman muhtevadan bir kısmını
dışarıda bırakmak için değil, aksine kimi zaman sözü pekiştirmek için
de kullanılmaktadır.
Mesela, “Sana okutacağız da unutmayacaksın”
ayetinden sonra gelen “Ancak Allah`ın dilediği başka” (A’lâ 87/6-7)
kısmı, bir miktar unutacaksın demek değil, aksine hiç unutmayacaksın
demektir. Önceden geçen “unutmayacaksın” anlamını pekiştirmektedir.
Hz. Şuayb’ın Medyenlilere; “Dininize dönersek, Allah`a karşı yalan
uydurmuş oluruz, Allah dilemiş başka” der. (A’râf 7/89) Buradan, Hz.
Şuayb ve ona inananların kafir topluma dönmelerinin muhtemel olduğu
değil, tam aksine kesinlikle onlara dönmeyecekleri anlaşılmalıdır.
Kaldı ki özellikle Yargı Günü`ne vurgu yapan şartlı ayetlerde,
daha özel bir durum vardır. Bu ayetlerde istisna edatı, "İlla men"
şeklinde gelmiştir. Bu formun, benzer bir kullanımı, Gâşiye
Suresi`ndedir. Hz. Peygambere seslenilen bir bölümde; "Sen bir
hatırlatıcısın, onlara zor kullanacak değilsin, ancak kim yüz çevirir
ve küfre saparsa..." buyrulur. Bu istisnadan da, "Küfredenlere zor
kullanmalısın" anlaşılamaz. "Kim, küfrederse onun durumu başka, ona
yeni bir hüküm var" demektir. Zaten bu şartın cevabı, hemen sonraki
ayette; "Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır" şeklinde
açıklanmıştır.
Bu tür örnekleri artırmak mümkündür. Ama en anlamlısı herhâlde şu iki ayettir:
"O gün, ne mal fayda verir ne de evlât, ancak kim Allah`a selim bir kalple varırsa..." (Şuarâ 26/88-9)
"Ey insanlar! Sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de
çocuklarınızdır; ancak bir kimse inanıp yararlı iş işleye..." (Sebe
34/37)
Bu ayetlerin mefhumu, "Ogün mal ve evlat hiçbir durumda fayda
vermez" demektir. Önceki ayette, ogün, ancak Allah`a selîm bir kalple
gelenin zenginliğinden başka hiçbir zenginliğin fayda vermeyeceği (Bkz.
F. Râzî) ikinci ayette ise, insanı Allah`a yaklaştıracak şeyin mal ve
çocuklar olmayıp kişinin kendi ameli olduğu belirtilmiştir.
Bu formdaki ayetlerin, meseleyi kesin olarak tavzih etmeyip de,
bazı ihtimaller düşündürmesinin ve açıklamalara ihtiyaç bırakmasının
sebebi ise bir üslup meselesidir. Bilinmelidir ki toplumsal
alışkanlıklara ve avami inanç şartlanmışlıklarına karşı Kur`ân`ın
metodu hep böyle derece derece anlatım (tedrîc) dır. Gün olmuş içkinin
sadece zararlarını dile getirmiş, ama gün gelmiş içkiyi şeytan işi
pisliklerden saymıştır.
Kur`ân`ın bölümleri ise, çelişkili değil, ikili (mesânî) ve
birbirine benzer (müteşâbih) dir. (Zümer 39/23) Sözlerin ikili oluşu,
tekrarlanmış anlamında değil, tafsil edilmiş anlamındadır. Bir
konuşmada; "İşte böyle, böyle" denmesi, söylenenlerin tekrarlandığını
değil, detaylandırıldığını gösterir. "Gözü iki kere çevir" ayetinde
olduğu gibi, meseleyi defalarca ve çeşitli yönleriyle anlatmış
demektir. Fatiha Suresi`nin "mesânî" oluşu da, "Onu da bunu da" ihtiva
etmesindendir.
Yani Kur`ân`da bölümler birbiriyle desteklenmiştir. Bunlar;
birbirini neshetmez. Salt tekrarlanmış da çelişkili de değildir. Muhkem
olanlara zemin hazırlaması için söylenmiş müteşabih ve mesânî
sözlerdir. Her biçiminde farklı faydalar olan açılımlardır. Bu tür
ayetler, muhataplarını kalplerinin derinliklerinden yakalar. Onlara,
önce değerlerin derece düzenini öğretir. Bu süreçte, eğrilikte ısrar
etmek isteyenlerle, öğüt almak isteyenleri, birbirinden ayrıştırır.
Sonra da öğüt alanları, nihai maksadı belirleyen muhkem sözlere taşır.
Bu durum, daha çok, insanın zaafı bulunan meselelerin değişim
seyrinde görülür. Alışkanlık veren içki böyledir. Kur`ân, toplumsal
değişim seyrini hep göz önünde bulundurmuş, bu metodu, inanç
konularında da izlemiştir.
Mesela, müşriklerin ağaç ve taşlardan edindikleri putlar için,
Kur’ân, başlangıçta nihai maksadı söylememiştir. İlklerden olan Kureyş
Suresi`nde, Kâbe`den bahsederken, "Bu evin sahibine ibadet edin"
demekle yetinmiş, ama içindeki putları hiç anmamıştır. Kalplerinde
eğrilik bulunanlar, "Putlarımızı kötülemeyen bu değini, bizim
inancımızı onaylıyor" şeklinde düşünmüş olabilirler. Ama hakka geçmek
isteyenler, bu üslupla putların kutsallığının tasdik edilmiş olduğu
sonucunu çıkarmamışlar, aksine, içindeki putlar anılmadan Ev`e yapılan
vurgudan, sözün nihai maksadını anlamışlardır.
Kur`ân, bu metoduyla, önce şartlanmışların kalplerinde küllenmiş
bulunan hayırlı alanı tahrik etmeyi hedeflemiş, bunu da başarmıştır.
Muhataplarını, 29. sırada inen Kureyş Suresi döneminden, putların birer
pislik olduğunu ilan eden, nüzulde 110. sıradaki Mâide Suresi`ne
taşımıştır. Mekke`nin fethi de, Kâbe`nin putlardan temizlenmesi de işte
bu Rabbâni üslupla müyesser olmuştur.
Hıristiyanları muhatap alan bazı ayetlerde de durum aynıdır.
Bunlarda, Mesih, Allah`tan bir ruh ve O`nun kelimesi olarak anılır.
(Nisâ 4/171) Bu üslup başlangıçta onları pek de rahatsız etmemiş, hatta
kalplerinde eğrilik olan Necranlılar, bu üsluba takılıp kalmışlardır.
Oysa aynı Kur`ân, Adem oğullarının hepsinde Allah`ın ruhu olduğunu,
bütün varlıkların O`nun kelimeleri olduğunu ifade etmiş, sonra da:
"Allah katında İsa`nın durumu, Âdem`in durumu gibidir: Onu topraktan
yarattı sonra da ona "ol!" dedi, o hâlde olur" (Âl-i İmrân 3/59)
diyerek Mesih`in diğer insanlardan, yaratılışının da diğer
yaratılışlardan bir farkı bulunmadığını tavzih etmiştir.
Kur`ân`ın, şefaat hakkındaki şartlı üslubu da işte böyle sosyal
bir zemine oturmaktadır. Görüldüğü gibi, Kur`ân, hiçbir yerde, müstakil
olarak şefaati ispat için bir bahis açmamış, şefaat istemeye rehberlik
etmemiş ve şefaat talebinde bulunacaklar için tek bir örnek form
göstermemiştir. Bununla beraber şartlı ifadeleri; hep meleklere dişi
isimler takan, onların Allah`ın kızları olduğuna inanan, bazı
peygamberleri Allah`ın oğlu sayan, onların şefaatlerini dileyen,
dinlerini temenni üzerine kuran müşriklerin kötülendiği bölümlerde
sunmuştur. Şefaat için Allah’ın kiminle ahitleştiğini, kime izin
vereceğini ve kimin sözünden razı olacağını belirtmemiş, üstelik
şefaati Allah`ta başlatıp yine onda bitirmiştir.
Bunun yanında, avamın şefaatle karıştırdığı dua, tövbe ve istiğfar
için, Kur`ân`nın üslubu hiç de böyle değildir. Duaya rehberlik etmiş,
tövbeyi teşvik etmiş ve pek çok örnekler vermiştir. Sahabe de
istiğfarda bulunmuş, tövbe etmiş ve dua yapmıştır. Ama hiçbir sahabi,
ezan okunurken, baş parmağını tükrükleyip "Şefaat ya Rasulallah"
diyerek kaşlarına sürmemiştir. İslam`ın bidayetinde, yemek duasında
"Şefaat senden ya Rasulallah" dendiğini nakleden zayıf da olsa tek bir
rivayet mevcut değildir.
Ne var ki ucuz kurtulma formüllerine
karşı insanın hep zaafı olagelmiş, kendisine göre bir yol icat
etmiştir. Kur`ân`ın şefaati konu edinmesinin sebebi de, işte bu beşeri
zaaftır. Şefaat için ahit, izin ve rıza şartını ileri süren ayetleri,
kontekstinden ayırarak, sunulan gerekçeleri göz önüne almadan ve bu
konuda muhkem olanları da göz ardı ederek okumak, kayırma ve fidye gibi
şeylerle kurtulmaya ve ucuza kapatmaya şartlanmış toplumların zaafıdır.
Kur’ân ise, her meselede olduğu gibi, şefaatte de ilk ve son sözü
Mabud`a tahsis eder. Yunus Suresi`nin 18. ayetinde buyurduğu gibi:
“Allah`ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyenlere
tapıyorlar: Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlar,
de ki: siz göklerde ve yerde, Allah’a bilmediği bir şey mi haber
vereceksiniz?"
Allah`ın ilminde bulunmayan şey yok hükmündedir. O hâlde bir
şefaatçi edinmenin gerekçesi de yoktur. Hiçbir şefaatçinin olmayacağını
söylemenin en güzel yolu da herhâlde budur.
Bu ayetin metninde kapalı bulunan iki kelimeye de dikkat etmek
gerekir. Birisi, kendisine tapılan şey anlamında kullanılan "mâ",
diğeri ise bunlar anlamındaki "hâulâi" dir. Bu kelimelerin ikisi de,
hem eşya için, hem de âkıl varlıklar için kullanılır. Bu durumda Allah
katında şefaatçi kılınanlar; hem melekler ve salih kimseler, hem de
onlara ait şeyler; soy, hırka, sakal, mezar ve benzeridir.
İlahi bağışı tekelinde düşünen Yahudileşmenin kaynağı, nebevi soy
ağacına atfedilen tanrısallık değil midir? Bu tanrısal akrabalık (!),
zürriyeti bulunamayan peygamberden sonra dini kurumlara verilmemiş
midir? İslam coğrafyasında, şefaat anlayışına daha çok meyledenlerin
değişmez ölçüsü, nebevi soya (silsileye) itibar değil midir? Dini
pratikleri daha az olan müslümanların, hiçbir nassa dayanmayan bazı
mekanları ve eşyaları kutsallaştırmalarının, bazı kabirleri festival
yerlerine çevirmelerinin sebebi, onlara tanrısallık atfetmeleri değil
midir?
Peki onlar, göklerde ve yerde Allah’a bilmediği bir şey mi haber verecekler?
1.4.2007
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|