RUHÜ’L-KUDÜS
ER-RUHÜ’L-EMİN
CİBRİL [CEBRAİL]
RUHÜ’L-KUDÜS: “ روحRuh” ve “ القدسkudüs” sözcüklerinden meydana gelmiş bir izafet [belirtili isim tamlaması] olan ve Kur’an’da dört yerde geçen “Ruhü’l-Kudüs” ifadesi, “kudüsün ruhu” demektir. Bu ifadenin bir sıfat tamlaması olarak “kutsal ruh” olarak çevrilmesi yanlış, hatta büyük bir cinayettir.
Bu ifade ile ilgili olarak klâsik eserlerde ciddî bir tahlile dayanmayan, tamlamanın yapısına aykırı ve tamlamayı oluşturan sözcüklerin anlamlarına uymayan birçok açıklama mevcuttur. Onlara bağlı olarak hazırlanan bazı ansiklopediler de aynı yanlışları devam ettiren birçok açıklamayla doludur. Ne yazık ki, bunun sonucu olarak “Ruhü’l-Kudüs” ifadesi hakkında ileri sürülmüş birçok yanlış anlam elden ele, dilden dile dolaşmaya devam etmektedir.
Konuyla ilgili olarak klâsik kaynaklarda yer alan yanlışlara şu örnekler verilebilir:
ZEMAHŞERÎ: “Ruhü’l-Kudüs”, “er-Ruhu’l-Mukaddeseti [Tertemiz Ruh]” demektir. Bununla İsa’nın ruhu kastedilir. Çünkü İsa’nın ruhu babanın belinde ananın rahminde kirlenmemiştir.
Denildi ki:
Ruhü’l-Kudüs, Cebraildir.
Ruhü’l-Kudüs, İncil’dir.
Ruhü’l-Kudüs, İsa’nın ölüleri diriltirken okuduğu İsm-i A’zamdır.
(Keşşaf; 1/294)
Beyzavi de Zemahşeri’nin dediklerini aynen nakletmiştir.
RAZÎ: Rûh`dan Maksat; âlimler ayetteki "rûh" kelimesi üzerinde bazı görüşler belirterek ihtilâf etmişlerdir.
a- Bu Cebrail (as)’dır. Cebrail (as) birkaç yönden böyle isimlendirilmiştir:
1- Rûhu’l-Kudüs’ten maksat, er-Rûhu’l-Mukaddese [Kutsanmış, Kutsal Ruh] demektir. Nitekim “Racülün sıdkun hatemü’l-cûdi” denilir. Böylece Cenâb-ı Hak Cebrail’i, kendi katında mertebesinin yüce olduğunu açıklamak ve onu şereflendirmek için bu şekilde nitelemiştir.
2- Cebrail (as)’e bu ad verilmiştir, çünkü beden nasıl ruhla dinliyorsa, din de Cebraîl (as) ile hayat bulmaktadır. Çünkü Cebrail (as), peygamberlere vahiy getirmeyi üstlenmiştir. Bu hususta mükellef olanlar ise, onun getirdikleriyle dinlerini ihya etmiş olurlar.
3- Cebrail (as)’in gâlib vasfı, O’nun ruhanî bir varlık oluşudur. Diğer melekler de böyledir. Ne var ki, O’nun ruhanî bir varlık oluşu daha tam ve daha mükemmeldir.
4- Cebrail (as) “Rûh” diye adlandırılmıştır. Çünkü ne erkeklerin sulbü, ne de kadınların rahmi onu barındırmamıştır.
b- Ruhü’l-Kudüs’ten maksat, İncil’dir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’an’da “... emrimizden bir rûh ...” (Zuhruf/52) buyurmuştur. İncil böyle adlandırılmıştır. Çünkü din İncil ile hayat bulur, dünyevi işler de onun vesilesiyle bir intizama girer.
c- Bu, Hz. İsa’nın, kendisi sebebiyle ölüleri diriltmiş olduğu ismidir. Bu görüş, İbn Abbas ve Saîd b. Cübeyr’den rivayet edilmiştir.
d- Bu, Hz. İsa’ya üflenen ruhtur. Kudüs ise, bizzat Allah’tır. Böylece, Hz. İsa’yı bir yüceltme ve teşrif olsun diye, onun ruhu Cenâb-ı Hakk’a muzâf kılınmış, nispet edilmiştir. Nitekim “........” ifâdesi de böyledir. Bu görüş Rebî’den rivayet edilmiştir. Buna göre, ayetteki ruhtan murad, insanın sayesinde hayata kavuştuğu ruhtur. Bil ki, rûh isminin Cebrail’e, İncil’e ve İsm-i A’zam’a ad olarak itlâk edilmesi mecazdır. Çünkü rûh, insanların hayat mıntıkalarında, damarlarında ve menfezlerinde dönüp dolaşan hava demektir. Malûmdur ki, yukarıda zikredilen Cebrail, İncil ve İsm-i A’zam böyle değildirler. Ancak bu üçünden her birine teşbih üslubuyla rûh adı verilmiştir. Çünkü rûh nasıl ki insanın canlılığının sebebi ise, Cebrail (as) de, ilimleri vasıtasıyla kalplerin hayat bulmasına sebeptir. İncil de, şeriatların meydana çıkması ve yaşamasının sebebidir. İsm-i A’zam da, maksatlara ulaşma vesilesidir. Ancak rûh ismiyle Cebrail arasındaki benzerlik, birkaç yönden daha uygun görülmektedir.
a- Çünkü Cebrail, lâtîf ve nûranî bir havadan yaratılmıştır. Bu sebeple, bu ikisi arasındaki benzerlik daha mükemmeldir. Binaenaleyh "rûh" ismini Cebrail’e vermek daha evlâdır.
b- Bu ismi Cebrail’e vermek, diğerlerine vermekten daha belirgindir.
c- Hak Teâlâ’nın "Ve biz onu Ruhü’l-Kudüs ile takviye ettik" buyruğunun mânası, "biz onu takviye ettik" demektir. Bu takviyeden maksat ise ona yardım etmektir. Yardımı Cebrail’e isnâd etmek hakiki, İncil ve İsm-i A’zam’a isnâd etmek ise mecazdır. Bu sebeple, rûh ismini Cebrail’e vermek daha evlâ olur.
d- Hz. İsa’nın Cebrail (as) ile bir arada bulunması, bir benzeri başka hiçbir peygambere nasip olmayacak bir şekilde tahsis olunca, biçimlerinin en kuvvetlilerindendir. Çünkü Cebrail (as) Meryem’e, bir çocuk doğuracağını müjdelemiştir. Hz. İsa (as), Cebrail (as)’in üflemesinden meydana gelmiştir. Bütün durumlarda Hz. İsa’yı terbiye edip eğiten Cebrail’dir. Onunla beraber onun gittiği yere giderdi. O, göğe çıktığında da onunla beraberdi.
(Razi, Mefatihü’l-Gayb; Bakara 87. ayet ile ilgili açıklama)
KURTUBÎ: "Ruhü’1-Kuds" Ebû Mâlik ile Ebû Salih’in İbn Abbâs’tan, Ma’mer’in de Katade’den rivayetine göre Cebrail Aleyhisselam’dır. "Ve biz onu Ruhü’l-Kudüs ile takviye ettik."
Hasan b. Sabit de şöyle demiştir:
"Cibril de aramızda Allah’ın rasûlüdür Ve o Ruhu’l-Kuds’tür; bunda hiçbir kapalılık yoktur."
Nehhâs der ki: Hz. Cebrail’e "ruh" denilip "kuds"e izafe edilmesinin sebebi, Yüce Allah’ın tekvini ile var olup kendisini doğuran bir baba olmaksızın ruh olarak yaratılmış olmasındandır. Bu sebepten dolayı Hz. İsa’ya da "ruh" adı verilmiştir.
Galib b. Abdullah Mücahid’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: el-Kuds, aziz ve celil olan Allah’tır. el-Hasen de aynı şekilde el-Kuds Allah’tır, onun ruhu ise Cibril’dir, demiştir.
Ebu Ravk, ed-Dahhâk’tan; o da İbn Abbâs’tan "Ruhu’1-Kuds ile" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bu, Hz. İsa’nın kendisi vasıtasıyla ölüleri dirilttiği isimdir. Bunu aynı şekilde Said b. Cübeyr ve Ubeyd b. Umeyr de söylemiş olup Allah’ın ism-i azamıdır [derler].
Ruhu’l-Kuds’ten kastın İncil olduğu da söylenmiştir. Kur’ân-ı Kerim’e yüce Allah’ın şu buyruğunda "ruh" adı verildiği gibi, Yüce Allah İncil’e de bu şekilde "ruh" adını vermiş bulunmaktadır: "Böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik." [Şûrâ/52] Ancak birinci görüş daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
(Kurtubi; Bakara/87. ayet ile ilgili açıklamaları)
Görüldüğü gibi, “Ruhü’l-Kudüs” ifadesine verilen anlamlar “Denildi ki” temeli üzerine kurulmuş, ancak bu sözleri diyenlerin kimliği de, bu dediklerini hangi delile dayanarak söyledikleri de açıklanmamıştır. Yani bu ifadelerin hiçbir ilmi kıymeti yoktur; hepsi zandan ibarettir ve dolayısıyla hiç birisi gerçeği yansıtmamaktadır.
“RUHÜ’L-KUDÜS” TAMLAMASININ TAHLİLİ:
“Ruh” ve “Kudüs” sözcüklerinden oluşan “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının tahliline önce bu tamlamayı oluşturan sözcükleri tek tek ele alarak başlamayı, tamlama ile ilgili değerlendirmeyi ise sonraya bırakmayı daha doğru buluyoruz.
الرّوحRUH
“Ruh” sözcüğünün esas anlamı “can [vücudu diri tutan cevher]” demektir. (Lisanü’l-Arab; c. 4, s. 290. Ruh mad.) Ancak sözcük Kur’an’da bu anlamda değil, “kişi ve toplumları toplumsal hayatta diri, sağlıklı kılan can, vahiy” anlamında kullanılmıştır. Bu hususun ayrıntıları Kadr suresinin tahlilinde belirtilmiştir. (Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s:482-490)
القدسKUDÜS
“Kudüs” sözcüğünün ne anlama geldiği, bu sözcüğün hangi sözcükten geldiğine dair yapılacak kabule bağlıdır ve bunun için iki olasılık söz konusudur:
1- Sözcüğün “temizlik” anlamındaki “kuds” sözcüğünden geldiği kabul edilirse, “kudüs” sözcüğü de “temiz” anlamına geliyor demektir. “Kuds” sözcüğü ve onun “mukaddes”, “mukaddesat”, “nükaddisü” gibi türevleri Kur’an’da on bir yerde geçmektedir.
2- Sözcüğün Allah’ın isimlerinden biri olan “ قدّوسKuddüs” sözcüğünden bozulduğu kabul edilirse, “kudüs” sözcüğü de “tüm kirliliklerden arınık, tertemiz” anlamına geliyor demektir. Sadece Allah için kullanılan “Kuddüs” sözcüğü, Haşr suresinin 23. ve Cuma suresinin 1. ayetlerinde olmak üzere Kur’an’da iki yerde geçmektedir.
RUHÜ’L-KUDÜS
“Ruh” ve “kudüs” sözcüklerinin anlamları belli olduğuna göre, “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının anlamının da yukarıdaki her iki anlamdan hangisinin kabul edileceğine bağlı olarak iki şıklı olması söz konusudur.
1- “Kudüs” sözcüğünün anlamının “temiz” olduğu kabul edilirse, “Ruhü’l-Kudüs” tabiri de “temizin canı” demek olur ki, bu ifade anlamsızdır. Lâkin klâsik eserlerde “ رجل صِدقRacülün sıdkın” ve “ خاتم الجودhatimi’l cud” şeklindeki iki tamlamanın Araplar tarafından kullanılmış olduğu hususu yer almaktadır. Bu tamlamalar yapısal olarak birer isim tamlaması olmalarına rağmen sıfat tamlaması gibi kabul edilmişler ve ona göre anlamlandırılmışlardır. Bir isim tamlaması olan “Ruhü’l-Kudüs” ifadesi de, eğer klâsik eserlerde belirtilen istisnai örneklere eklenir ve kural dışı olarak sıfat tamlaması kabul edilirse, bu zorlamayla tamlamanın manası “temiz can” demek olur. “Ruh” sözcüğünün yerine “vahy [ilâhî bilgi]” konduğunda ise “Ruhü’l-Kudüs” de “Temiz ilâhî bilgi, Allah’tan gelen temiz bilgi” anlamına gelir. “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının bu anlamıyla eş anlamlı olan bir diğer tamlama da “er-Ruhü’l-Emin [güvenilir, sağlam ilâhî bilgi]” tamlamasıdır. Bu tamlama Şuara suresinde yer almıştır:
Şuara 192–194: Kesin olan şu ki, o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
Onunla, uyarıcılardan olasın diye senin kalbine “er-Ruhü’l-Emin [Güvenilir Ruh]” indi.
2- Allah’ın isimlerinden olan “el-Kuddüs”ün zamanla halk ağzında değişerek “Kudüs” şekline dönüştüğü kabul edilirse, “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının anlamı da “Tertemizin [tüm eksikliklerden temizlenmiş olan Allah’ın] ruhu [canı], vahyi, bilgisi” demek olur. Nitekim klâsik tefsircilerden Mücahit ve Rebii de “el-Kudüs” sözcüğünün Allah’ın isimlerinden biri olduğunu söylemişlerdir. Bu kabul doğrultusunda “Ruhü’l-Kudüs” ifadesinin “Allah’ın ruhu” anlamına geldiği görüşü zaten Kur’an’dan da destek bulmaktadır. Çünkü Kur’an’da geçen her “ruh” sözcüğü Allah’a nispet edilmiştir. Meselâ Âdem’e ve Meryem’e “Ruhumuzdan üfledik” denildiği gibi, elçi Zekeriyya’nın Meryem’e ilettiği bilgiler için de “Ruhumuz” ifadesi kullanılmıştır:
Meryem 17: &nb sp; Sonra ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu gönderdik. O [ruhu getiren elçi] ona [Meryem’e] mükemmel bir beşeri örnek verdi.
Sonuç olarak, “kudüs” sözcüğünün geliş yerinin farklılıklarını da hesaba katmak üzere sözcüklerin anlamlarından yola çıkılarak yapılan tahlil, “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının anlamının “Allah’ın ruhu, Allah’ın vahyi, Allah’tan gelen bilgi” olduğunu göstermektedir. “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının bu anlamı taşıdığı, tamlamanın geçtiği ayetlerden de kolayca anlaşılmaktadır:
Bakara 87: &nb sp; Ve ant olsun ki, Musa’ya Kitap’ı verdik. Ve ondan sonra birbiri ardı sıra resuller gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da açık açık deliller verdik ve kendisini Ruhü’l-Kudüs ile destekledik. Bir resulün size, nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiği her seferinde büyüklük tasladınız mı? Sonra da bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz.
Bakara 253: &n bsp; İşte elçiler; Biz onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kıldık. Onlardan bir kısmı Allah’ın konuştuğu ve bazısının derecelerini fazlalıklı kıldığı kimselerdir. Ve Meryem oğlu İsa’ya açık kanıtlar verdik ve onu Ruhü’l-Kudüs ile destekledik. Ve eğer Allah dileseydi onların ardından gelenler, açık mesajlar kendilerine ulaştıktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin ayrılığa düştüler de onlardan bazısı iman etti, bazısı inkâr etti. Ve eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin, Allah dilediğini yapar.
Maide 110: &n bsp; Hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni Ruhü’l-Kudüs ile desteklemiştim. Beşikteyken ve yetişkinken insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrailoğulları’na apaçık mucizelerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin “Bu ancak apaçık bir sihirdir” dedikleri zaman seni, onlardan korumuştum.”
Nahl 102: &n bsp; De ki: “İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek / tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü’l-Kudüs hakk ile inmiştir.
Böyle olmasına rağmen mevcut meallerde Nahl suresinin 102. ayetinin çevirisinde yapılmış olan yanlışlıklar, bizim bu ayet üzerinde biraz daha durmamızı gerektirmektedir. Çünkü bu ayet genellikle Ruhü’l-Kudüs”ün “Cebrail” olduğu peşin kabulü sebebiyle: “Onlara de ki: Kur’an’ı Cebrail, iman edenlere sebat vermek, Müslümanlara bir hidayet ve bir müjde olmak için Rabbinin katından hak olarak indirdi” şeklinde çevrilmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan mealdeki çeviri:
Ey Muhammed! De ki: "Kur’an’ı, Ruhu’l-Kudüs [Cebrail] inananların inançlarını sağlamlaştırmak, müslümanlara doğru yolu göstermek ve onlara bir müjde olmak üzere hak olarak indirdi."
Yaşar Nuri Öztürk’ün çevirisi:
De ki: "İman edenleri güçlendirip kökleştirmek için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olarak, Ruhulkudüs onu, senin Rabbinden indirdi.
Elmalılı Hamdi Yazır çevirisi:
Söyle onlara: "Onu Rabbinden hak olarak Rühu’l-Kudüs [Cebrail], iman edenlere sebat vermek ve müslümanlara bir hidayet ve bir müjde olmak için indirdi."
Suat Yıldırım çevirisi:
Söyle onlara: "İman edenlere tam bir sebat vermek ve Allah’a teslimiyet gösterecek Müslümanlara bir hidâyet ve müjde olmak üzere Kur’ân’ı, Rabbin tarafından gerçek olarak getiren, Ruhu’l-Kudüs’tür.
Oysa bizim çevirimizde “Ruhü’l-Kudüs”ün indirmesi değil, inmesi söz konusudur.
Ayetin “Kul [De ki]” ifadesiyle başlaması, bu ayetin birilerine cevap niteliğinde olduğunu göstermektedir. Bu sebeple ayet, paragrafı oluşturan diğer ayetlerle birlikte değerlendirilmelidir. Ayetin ait olduğu paragraf 101–103. ayetlerden oluşmuştur. Buna göre paragraf şöyledir:
Nahl 101–103: &nbs p; Ve Biz bir ayet yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen- onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.
De ki: “İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek / tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü’l-Kudüs hakk ile inmiştir.
Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar “Sadece, ona bir beşer öğretiyor” diyorlar. Ona [Peygambere] öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu [Kur’an] ise apaçık bir Arapçadır.
Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur’an’ın “Allah’ın indirmesi” olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. ayetle ilgili olarak Kur’an’ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur’an dışı kabul, 102. ayet ile 101. ayetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. ayette bir dilbilgisi kuralının ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki:
102. ayette geçen “ نزّلnezzele” filinin aslı “ نزلnezele”dir ve anlamı “indi” demektir. Geçişsiz bir fiil olan “nezele” fiili, kural gereği burada Tef’il babından “nezzele”ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef’ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, ayetteki “nezzele” fiili “çok çok indi” anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan “nezele” sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve “indirdi” olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin “enzele” kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Ayette geçen “bilhakkı” ifadesindeki “ بbe” harf-i cerri ise مصاحبةmusahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dil bilgisinin bu kuralları gereği ayetteki “nezzelehü ruhu’l-kudüsü” ifadesinin anlamı, “Ona birçok ruhü’l-kudüs [vahy] inmiştir” demektir. “Ruhü’l-Kudüs”ü, yani “vahy”i kimin indirdiği ise 101. ayette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir.
Ortaya çıkan sonuç özet olarak şudur: Kur’an’da geçen “Ruhü’l-Kudüs” ifadeleri, “Vahy, Allah’tan gelen temiz, sağlam bilgiler” demek olup kesinlikle “Cebrail adı verilen vahiy meleği” demek değildir.
ER-RUHÜ’L-EMÎN
Bu ifade Kur’an’da bir tek yerde geçmektedir:
Şuara 192–194: Kesin olan şu ki o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
Onunla, uyarıcılardan olasın diye senin kalbine “er-Ruhü’l-Emîn [Güvenilir Ruh]” indi.
193. ayette bir sıfat tamlaması olarak “er-Ruhü’l-Emîn” şeklinde yer alan bu ifade, bir isim tamlamasıymış gibi “ruh ül emin” şeklinde telâkki edilmekte ve böylece büyük yanlışlıklara sebebiyet verilmektedir. Nitekim Kur’an’ın Cebrail adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel anlayış, 193. ayeti “Onu Ruhü’l-Emin [Cebrail] indirdi” diye yanlış meallendirmiş ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, ayetin lâfzî manasına uygun olmadığı gibi, hem 192. ayetteki “O, âlemlerin Rabbinin [Allah’ın] indirmesidir” ifadesiyle hem de Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce ayetle de çelişmektedir. Bu çelişki de yine “nezele [indi]” fiilinin geçişsiz olmasına rağmen geçişli anlama gelecek şekilde “indirdi” olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yüzlerce ayetin anlamıyla oluşturulan bu çelişkinin ortadan kaldırılması için, ayette geçen “bihi” ifadesindeki “be” harf-i cerrinin “ilsak” için değil de “musahabe” için alınması yeterlidir. Bu takdirde “nezele” fiili geçişsiz anlamı ile “onunla indi” olarak ifade edilir ve diğer ayetlerle oluşturulmuş olan çelişki de ortadan kalkmış olur.
Netice olarak, 193. ayette geçen “er-Ruhü’l-Emin” ifadesinin kişileştirilerek “Cebrail” olarak yorumlanması yanlıştır. Burada “emin, güvenilir, sağlam” olarak nitelenmiş olan ve uyarıcılardan olmasını sağlamak için peygamberimizin kalbine Allah tarafından indirilmiş olan “ruh, bilgi, vahy”, Mücadele suresinin 22. ayetinde de açıkça ifade edildiği gibi, inananları güçlendirmek üzere yine Allah tarafından indirilmiştir.
CEBRAİL: CİBRİL - CEBRİL
“Ruhü’l-Kudüs” ve “er-Ruhü’l-Emîn” ifadelerinden sonra tahlil sırası zorunlu olarak Kur’an’daki “Cibril” sözcüğüne gelmiş bulunmaktadır. Zira nakillere dayandırılan inanca göre “Ruhü’l-Kudüs”, “er-Ruhü’l-Emîn” ve “Cibril” aynı şey olarak, yani Allah’tan vahiy getiren, Kur’an’ı indiren melek olarak kabul edilmektedir.
Bu konuda nakillere dayalı klâsik eserlerde yer alan değerlendirmelerden iki örnek aşağıdadır:
Cibrîl Kelimesinin Okunuşunda Yedi Vecih
İbn Kesir, cim harfinin fethası, râ harfinin kesresi ve hemzesiz olarak kelimeyi جَبْريل şeklinde okumuştur. Hamza, Kisâî ve Âsim’dan rivayet ederek Ebu Bekr, cim ve râ harflerinin fethası ile ve hemzeli olarak, جبرئيل şeklinde, diğer kıraat âlimleri ise, cim ve râ`nın kesresi ile ve hemzesiz olarak, "Kandil" vezninde,جِبْريل şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin yedi okunuş şekli vardır. Üçünü söyledik, diğer dördü şu şekildedir: جبراعل vezninde olmak üzere جبرائل, جبراعيلvezninde olmak üzere جبرائيل , جبراعل vezninde olmak üzere جبرايل[ya`lı olarak]; ve nun`lu olarak جبرينşeklinde... Bu, marife ve A`cemî [Arapça asıllı olmayan] bir kelime olduğu için gayr-ı munsarıftır.
Cibril Kelimesinin Mânâsı:
Bazı âlimler Cebrail`in “Allah`ın kulu” mânasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre İbranice`de " جبرCebr", kul; " ئيلiyl" ise Allah manasınadır. Mîkâil de aynı şekilde Allah`ın kulu demektir.
Bu İbn Abbas (r.a) ve ehl-i ilimden bir grubun görüşüdür. Ebû Ali es-Sûsi ise bu görüşün iki bakımdan doğru olmadığını söylemiştir:
a- “Îyl” lâfzının Allah`ın isimlerinden olduğu meşhur değildir.
b- Eğer böyle olsaydı, "Cebrail" kelimesinin sonu mecrûr olurdu.
(Razi; Mefatihü’l-Gayb)
Dil Âlimlerine Göre Cebrail (a.s) ve Mikâil (a.s) Kelimeleri:
Dil bilginlerinin bu iki kelimenin söylenişi ile ilgili olarak farklı açıklamaları vardır. Cebrail adının on şekilde söylenişi söz konusudur:
1- Cibril: Hicazlıların şivesinde böyledir. Hassan b. Sabit şöyle demiştir: "Ve Allah´ın elçisi Cibril bizim aramızda..."
2- Cebrîl: el-Hasen ve İbn Kesir´in kıraati bu şekildedir. İbn Kesir´in şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.s)´i rüyada gördüm. O bunları
Cebril ve Mîkâil şeklinde okuyor idi. Ben de ebediyyen bu şekilde okuyup duracağım.
3- Cebraîl: Kûfeliler bu şekilde okurlar. Bu okuyuşlarına delil olarak şu beyti gösterirler:
“Savaşlarda bulunduk, zaman boyunca bizim bütün askerî birliklerimizin önünde mutlaka Cebraîl vardı.”
Bu da Temim ve Kayslıların şivesidir.
4- Cebrail: (Medsiz olarak.) Bu da Ebu Bekr b. Âsım´ın okuyuşudur.
5- Bir önceki okuyuş gibi fakat sondaki lam´ı şeddeli okumak. Bu da Yahya b. Ya´mer´in okuyuşudur. [Cebrail şeklinde].
6- Cebrail: İkrime´nin okuyuşudur.
7- Onun gibi fakat hemzeden sonra yâ ile. [Cebrâyil şeklinde].
8- Cebrayîl: el-A´meş ve Yahya b. Ya´mer aynı şekilde böyle de okumuşlardır.
9- Cebraîn
10- Cibrîn: Bu da Esedoğulları’nın şivesidir.
Taberî der ki: Bu şekilde Kur´ân´da okunmuş değildir. en-Nehhâs -İbn Kesir´in de okuyuşunu sözkonusu ederek- der ki: "Arap dilinde Fa´lîl vezninde kelime yoktur. [Yani Cebril söyleyişi uygun değildir]. Bununla birlikte fî´lîl vezni vardır. [Yani Cibril söylenebilir]: Dihlîz, kıtmîr ve bırtîl kelimeleri gibi. Şu kadar var ki, Arap olmayanların dilinde Arapçada benzeri olmayan birtakım vezinlerin olması reddolunamaz. Yine bu söyleyişlerin çokça değişikliklere uğramayacağı da söylenemez. Nitekim Acemler´in İbrahim, İbraham, İbrahim, İbrahem, İbrahum ve İbrâhâm dedikleri bilinen bir husustur. Başkası ise şöyle demektedir: Cibril, Arapça olmayan bir isimdir. Araplar bunu Arapçalaştırmıştır. Bu bakımdan bu kelimeyi böyle değişik şekillerde söyleyebilirler; bundan dolayı zaten bu kelime munsarıf [çekimli] değildir.
Derim ki: Biz bu kitabın baş taraflarında bu kelimelerin Arapça oldukları görüşünün doğru olduğunu ve Cebrail´in apaçık bir Arapça ile bu kelimeleri bu şekilde inzal ettiğini söylemiş idik. en-Nehhâs der ki: Cibril kelimesi cem´i teksir [kırık çoğul] şeklinde Cebârîl diye gelir.
el-Maverdî der ki: Cibrîl ve Mikâîl iki ayrı isimdir. Onlardan birincisi Abdullah, ikincisi Ubeydullah [Allah´ın kulu ve Allah´ın kulcağızı] anlamındadır. Çünkü "îl" yüce Allah demektir. "Cebr" de "kul" demektir. "Mîkâ" ise "kulcağız" anlamındadır. Sanki Cibril Abdullah, Mikâil de Ubeydullah anlamını ihtiva eder. Bu İbn Abbas´ın görüşüdür. Müfessirler arasında ona bu konuda muhalefet eden kimse de yoktur.
Derim ki: Bazı müfessirler İsrafil´in Abdurrahman anlamına geldiğini de söylerler. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: "Cebr" kelimesini kul [abd], "îl" kelimesini de Allah diye açıklayan kimsenin: Bu Cebruîl´dir, Cebraîl´i gördüm, Cebriil´e uğradım" demesi gerekir. Ancak böyle bir şey denilmediğinden dolayı burada bu ifadenin Cebrail´in adı anlamına gelmesi söz konusu olur.
Başkaları ise şöyle demektedir: Eğer onların [müfessirlerin] dedikleri gibi [verdikleri anlam doğru] olsaydı, bu kelimenin munsarıf olması gerekirdi. Munsanf oluşunun terk edilmesi bunun muzaf olmayan tek kelimeden meydana gelmiş bir isim olduğunu göstermektedir. Abdulganî el-Hafîz, Eflet b. Halife´den -ki bu Hassan´ın babası Fuleyt el-Amirî´dir- o da Cesre bint Decâce´den o da Aişe (r.a)´dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Cibril´in, Mîkâil´in ve İsrafil´in Rabbi olan Allah’ım! Cehennem ateşinin sıcağından ve kabir azabından sana sığınırım."
(Kurtubi; Bakara/97, 98. ayetlerin açıklaması)
BİZİM TAHLİLİMİZ:
Arapçada “ جبرائيلcebrail”den başka “ جبريلcibril” şeklinde de sık kullanılan ve on üç tane söyleniş biçimi olan sözcüğün kökeni ile ilgili olarak araştırmacılar iki ihtimal üzerinde birleşmişlerdir:
1- Sözcük, “ جبرcebr” ve “ ئيلiyl” sözcüklerinden oluşmaktadır. “İyl” sözcüğü eski Arapçada “Allah” demek olduğu için tamlama halindeki “cibril, cebril veya cebrail” sözcüğü “Allah’ın gücü, onarımı” manasını taşır.
2- Aslı İbranice olup Arapçaya sonradan girmiş olan sözcük çekimsizdir. İbranicede “cebr” sözcüğü “kul”, “il” sözcüğü de “Allah” demek olduğu için, sözcük tamlama hâlinde “Allah’ın kulu” anlamına gelir. Burada “cebr” sözcüğü, “güçlü insan” ma
Biz, sözcüğün Arapça olduğunu düşünüyor ve tahlilimizi birinci şıkka göre yapmış bulunuyoruz.
الجبرCEBR
İbn-i Menzur, Lisanü’l-Arab adlı eserinde “cbr” maddesine Yüce Allah’ın “Cebbar [yapılmasına karar verdiği şeyi zorla yaptıran / en iyi onarımı yapan]” adı ile başlamış ve “cebr” sözcüğünün “büyüklük, zorbalık” anlamlarını beyan ettikten sonra bu sözcüğün temeline ait bilgileri çok ayrıntılı olarak vermiştir. Bu bilgilerin özü şudur:
“Cebr”, “ كسرkesr” sözcüğünün karşıtıdır. “Kesr” sözcüğü “kırılmak”, bunun karşıtı da “kırılmış şeyin onarılması” demektir. Meselâ hakikat manasıyla “kemiği cebretti” derler. Mecazen de “fakiri ve yetimi cebretti” derler. Böylece hakikat anlamıyla “kırılmış kemiğin sarılıp onarılması”, mecaz anlamla da “fakirin zenginleştirilmesi, yetimin kimsesizlikten kurtulması” anlatılmış olur. Ayrıca kurumaya yüz tutmuş bitkinin yaprak ve çiçek açması da “cebr” sözcüğüyle ifade edilir. (Lisan ül Arab; c:2, s:14–18)
Tacü’l-Arus’ta da Lisanü’l-Arab’takiler ile paralel beyanlar vardır. (Tacü’l-Arus; c:6, s:158–162)
Kur’an terimleri üzerine muteber kaynaklardan biri olan Müfredat’ta ise Ragıb el İsfehani şu açıklamalarda bulunmuştur:
“Cebr”in aslı, bir çeşit zor kullanarak bir şeyi onarmaktır. Hükümdarlara “cebr, cebbar” denilmesinin sebebi, insanları dilediklerinde zorlamaları ya da insanların işlerini düzeltmeleri, onarmaları nedeniyledir. Matematikte “cebr”, düzeltilmek istenen şeyi düzeltmek için eklenen şeydir. “Cebr” sözcüğünün mübalâğa kalıbı olan “cebbar” sözcüğü, “hak etmediği yüksek bir makam sahibi olduğunu iddia ederek kendi kusurunu kapatmaya çalışan” demektir. Bu sözcük genelde kınama amaçlı kullanılır ve İbrahim/15, Meryem/32, Maide/22, Mümin/35, Kaf/45’te örnekleri görülür. (Müfredat; s:85, 86, “cbr” mad.)
Yukarıdaki açıklamalardan, “cebr” sözcüğünün öz anlamının “onarmak, islah etmek” demek olduğu anlaşılmaktadır. Yani “cebr”, “bozulmuş, kırılmış şeylerin onarılıp tekrar işe yarar hâle getirilmesi” demektir. Nitekim Tıp’ta da “ameliyat”, “kırk kemiğin sarılıp bütünlenmesi”, “kırık ve çıkık organa sarılan tahta” hep “cebr” sözcüğüyle ifade edilmiştir.
Buna göre Rabbimizin “Cebbar” adını “dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli” olarak açıklamak yerine, “bozuk işleri, toplumları düzelten, onaran” şeklinde açıklamak daha uygun düşmektedir.
ئيلİYL
“İyl” sözcüğü İbraniceden Arapçaya geçmiş olup her iki dilde de anlamı “Allah” demektir.
Bu durumda, “cibril - cebril” sözcüğünün Arapça ve İbranice dillerinde iki sözcükten tamlama yapılmak suretiyle meydana getirilmiş, tıpkı “Ruhü’l-Kudüs” gibi bir ifade olduğu anlaşılmaktadır. Bu tarz tamlamaların Arapçada kullanılan İsrail, İsrafil, İsmail, Mikail, Azrail gibi başka örnekleri de vardır.
“Cibril” sözcüğünü oluşturan “cebr” ve “iyl” sözcüklerinin her ikisi de Arapça söylenecek olursa, sözcük “cibrullahi” şeklini alır. Bu sözcüğün tamlama hâlindeki anlamı da “Allah’ın onarımı” yani “vahyin kişileri ve toplumları onarması” demek olur. Bu ise “Allah’ın vahyi; canlandırması, diriltmesi” anlamına gelen “ruhullah” veya “ruhulkudüs” ifadelerinin bir başka anlatım tarzıdır. Buradan ortaya çıkan gerçek şudur: “Cibril” ile kastedilen yine vahiydir ve vahy, kişileri ve toplumları canlandırdığı gibi aynı zamanda da onarmaktadır. Başka bir ifade ile; vahyin [Kur’an ayetlerinin] bir bölümü “ruh [can]”, bir bölümü de “cibr, cebr [onarım, ıslah] görevi yapmaktadır. Bu gerçeğin konumuz itibariyle ifadesi ise üç kelime ile özetlenebilir: Cebrail [Cibril] Allah’ın vahyidir.
Gerçek bu olmasına rağmen “ilkbaharın yeşilliği” anlamındaki “hızır” sözcüğü nasıl kişileştirilip hayalî bir kimliğe dönüştürüldüyse, “Allah’ın vahyi, onarımı” anlamındaki “cebrail-cibril” sözcüğü de kişileştirilmiş ve “Cebrail veya Cibril” [Vahy getiren, Kur’an’ı indiren melek]” yapılmıştır. Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce ayetle alenen çelişen bu yanlış kabule kaynak olarak ise, peygamberimizin ölümünden iki yüz sene sonra ortaya çıkmış ama peygamberimizin yaşadığı döneme ait söylentiler gösterilmiş, hatta bu söylentiler ansiklopedilere bile aktarılmıştır:
Dört büyük melekten biri. Cebrâil (a.s.)`in görevi Allah ile peygamberleri arasında elçiliktir. Allah`tan aldığı emir ve hükümleri peygamberlere bildirir. Bütün kitap ve vahiyler Cebrâil vasıtasıyla indirilmiştir. Cebrâil (a.s.) her şekle girebilir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) onu biri vahyin başlangıcında Hıra`dan Mekke`ye gelirken, diğeri Mirâc`dan dönüşte Sidretü`l-Münteha`da olmak üzere iki defa kendi aslî şekliyle görmüştür. (es-Saâtî, el-Fethu`r-Rabbânî, VIII, 5). Cebrâil (a.s.) bazan da insan kılığına girerek Rasülullah (s.a.s.)`a vahiy getirirdi. Bu durumda çoğu kez yakışıklı ve genç bir sahabî olan Dıhye el-Kelbî`nin sûretinde görünürdü (Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX, 35). Cebrâil (a.s.) İsrâ ve Mirâc hadîsesinde Rasûlullah (s.a.s.)`a Mekke`den Kudüs`e ve oradan Sidretü`l-Münteha`ya kadar eşlik etmiştir (Buhârî, Bed`u`l-Halk 6; Salât 1) (İslâm Ansiklopedisi)
Bu söylentiler arasında, Cebrail’i beyaz bir ata binmiş, beyaz elbisesinin üzerine zırh kuşanmış, elinde oku, yayı, kılıcı ile Bedir’de Mekke müşriklerine karşı savaşırken tasvir edenler de vardır (Buhari; Kitab ül Megazi, Meleklerin Bedir’de görülmesi Babı, 4–43. Hadisler). Bu çarpıtmada İsrailiyatın da etkisinin olduğu bir gerçektir. Zira Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarında “Gabriel” şeklinde bir melek kişi vardır ve “gabriel” sözcüğü de “güçlü insan” anlamındaki “geber” sözcüğü ile “tanrı” manasındaki “el” sözcüğünden oluşmuştur. Kitab-ı Mukaddes’teki Daniael; 8/ 15-26, 9/ 21-27, Tobit; 12/15, Enok; 9/1, 9, 10, 20/ 7, 40/1-9, 54/6, Luka; 1/11-20. cümlelerde bu kişiden söz edilmektedir. Ama bu konudaki çarpıtmalar söylentilerde kalmamış, Tekvir, Necm ve Şuara surelerindeki ayetler de çarpıtılmış, Kur’an’daki “Ruhülkudüs”, “er-ruhülemin”, “güçlü elçi” ifadeleri hep Cebrail yapılmıştır.
Kur’an’da “cebrail” olarak değil de “cibril” olarak geçen sözcük, ikisi Bakara suresinin 97. ve 98. ayetlerinde biri de Tahrim suresinin 4. ayetinde olmak üzere üç kez yer almıştır:
Bakara 97, 98: De ki: “Kim Cibril’e düşmansa, bilsin ki şüphesiz O [Allah], onu [cibrili], kendisinden öncekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine Allah’ın izniyle indirmiştir.
Kim ki, Allah’a, meleklerine, elçilerine, Cibril’e, Mikail’e düşman olursa, bilsin ki, şüphesiz Allah da inkârcılara düşmandır.”
Tahrim 4: &nbs p; Eğer ikiniz, Allah’a tövbe ederseniz... -çünkü kesinlikle ikinizin kalbi kaydı- Yok eğer ona [peygambere] karşı dayanışmaya girerseniz hiç kuşkusuz bizzat Allah, ona Mevla’dır [yardımcıdır, destekçisidir, koruyucudur, yol göstericidir]. Cibril ve iman edenlerin salihleri de. Ve bunlardan sonra melekler de ona arka çıkarlar.
Bakara suresinin 97. ayetine dikkat edilirse orada “onu” ve “o” diye iki tane üçüncü şahıs zamiri vardır. Bu zamirler anlamlandırılırken maalesef genellikle “… onu [Kur’an’ı] O [Cebrail] … indirmiştir” denilmektedir. Fakat böyle bir meal yanlıştır. Zira ayette, hatta pasajda “o” zamirinin gösterdiği “Kur’an” ya da “vahy” diye bir sözcük mevcut değildir. Bu ayet ayrı bir necm olmayıp Yahudileri tanıtan bir paragrafın ara cümlesidir. Ayetteki “onu” zamiri, ayetin kendi içindeki “cibril” sözcüğüne racidir. “ فإنّهFeinnehü [bilsin ki şüphesiz O]” ifadesindeki “O” zamiri ise Allah’ı göstermektedir.
Bu ayette dikkat edilecek bir diğer husus, buradaki “ نزّلnezzele” fiilinin, yukarıda sunduğumuz Nahl suresinin 102. ayetindeki “nezzele” fiilinin aksine, geçişli olarak “indirmiştir” anlamıyla çevrilmiş olmasıdır. Bunun sebebi, ayetteki “ على قلبكala kalbike” ifadesinin başındaki “ علىala” edatıdır. “Ala” edatı, genelde “üzerine” anlamını ifade eder. Ama Arap dilinde “ بbe” edatının “ilsak [yaklaştırma, bağlama]” anlamı da çok kullanılır. Zaten dikkat edilirse tüm meallerde “kalbinin üzerine” diye değil, “kalbine” olarak verilmektedir. Ayetteki “ala” edatı “be” anlamına kullanıldığında Arapça dili kuralları gereği “lazım [geçişsiz]” fiili “müteaddi [geçişli]” hâle getirir. Burada da işte bu nedenle geçişsiz “nezzele [indi]” fiili, geçişli “enzele [indirdi]” anlamına dönüşmüştür. Bu durumun Kur’an’da onlarca örneği mevcuttur. “Nezele” fiilinin “tef’il” babından olan fiil ve mastarları incelenirse, ya lâfzen veya takdiren “harf-i cer” ile müteaddi yapıldığı, ya da sözcüğün “be” edatına gerek kalmadan kıraat farklılığı ile geçişli anlama dönüştürüldüğü görülecektir. Örneğin klâsik kaynaklarda, İsra suresinin 82. ayetindeki “ ننزّلnünezzilü” sözcüğünün “ نُنْزِلُnünz ilü” ve “ يُنْزِلُyünz ilü” şeklindeki kıraatlerinin de varlığı görülmektedir. Yani İsra/82’deki “nünezzilü” ifadesi geçmişte “nünzilü” veya “yünzilü” olarak da okunmuştur. Şimdi de okunabilir. Bizim tercihimiz de bu yöndedir.
“Nezzele” fiilinin sadece geçişsiz anlamda manalandırıldığı Nahl/102. ve Şuara/194. ayetlerde değil, geçişli anlamda manalandırıldığı Bakara/97. ayette de, zamirler doğru isimlere gönderildiği takdirde görülmektedir ki, Kur’an’ın orijinal ifadesinde Cibril “indiren” değil, “indirilen”dir, yani “inen”dir.
Fakat tüm bunlara rağmen Bakara/97, Nahl/102 ve Şuara/94. ayetler çarpıtılarak Kur’an’ın “Cebrail” tarafından indirildiği anlamına gelen çeviriler yapılmıştır. Hâlbuki bu ayetlerin ön veya arkasında yer alan ayetlerde yine Kur’an’ı indirenin bizzat Allah olduğu açıklanmaktadır. Ne hikmetse, art arda gelen bu ayetlerdeki bu çelişki üstünde durulmamıştır, belki de işin farkında olunmamıştır.
SONUÇ
Kur’an’da Kur’an’ın indirilmesi, kitabın indirilmesi, ayetlerin indirilmesi, surelerin indirilmesi, meleklerin [vahylerin] indirilmesi, hikmetin indirilmesi, Tevrat’ın indirilmesi, İncil’in indirilmesi, Furkan’ın indirilmesi ile ilgili üç yüz civarında ayet mevcuttur. Bu ayetlerin hepsinde de bunları indirenin Allah olduğu bildirilmiştir. Kur’an’ı başkasının indirdiğini bildiren hiçbir ayet yoktur, olamaz da. Çünkü Kur’an asla ve kat’iyen kendisiyle çelişmez.
Hakkı YILMAZ
www.istekuran.com