Dilini
Allah merkezli konuşan bir kültürün içinden gelmekteyiz. Söylemek
istediklerimizi Allah üzerinden söyleriz. Çocuğumuz sınava mı girecek:
"Allah Zihin açıklığı versin" deriz. Eşimizi işe mi göndereceğiz: "Allah
İşini gücünü rast getirsin" deriz. Bir çocuğumuz olsa söylenecek söz
bellidir: "Allah nur topu gibi bir oğlan/kız verdi."
Kültürü dinle yoğrulmuş bir toplumun dilini de din üzerinden kurması
çok normal. Fakat Allah'ın, kitabın, dinin, imanın dile bu kadar hâkim
olmasının yanı sıra hayatın içinde çok da ete kemiğe bürünmediği aşikâr.
Dili bu derece Allah üzerine kurulu bir toplumun Allah'a, kitabına ve
kitabın kazandırmaya çalıştığı vizyona aynı derecede uzak olması
şaşılmayacak gibi değil. Uzaklık ise bizzat yakınlığın içindeki uzaklık!
Bu uzaklık sadece geleneksel algılarla hayata ve dine bakan insanlar
için değil, bizzat Kur'an merkezli olma-Vahyi merkeze alma gibi
argümanlarla yola çıkan İslamcılar için de geçerli. Cihan Aktaş'ın
tespiti ile: "Türkiye'de İslamcılığın en büyük zaafı, hayatı en ince
ayrıntılarına kadar yeniden tanımlama iddialarına rağmen, tanımlama
kapasitelerinin yetersizliği olduğu söylenebilir. Türkiye İslamcılığı
sırf bu nedenle siyasal açıdan başlangıçtaki yükselişinin tersine
giderek bir tanınma stratejisine doğru daralma eğilimi göstermiştir.
Bunun yanında siyasal alandaki belirsizliklerin ve baskıların
oluşturduğu sorunlar nedeniyle, İslami aktivitenin siyasete ağırlık
vermesi, İslamcılara siyasal bir kimlik kazandırırken diğer alanlarda
bir yoksullaşmaya yol açmıştır."
Cihan Aktaş'ın toplumsal açıdan ele aldığı ve bir “yoksullaşma”
olarak nitelendirdiği bu gerçeğin İslamcı bireydeki tezahürü dikkatimizi
celbetmeli. Muharref kültürün karşısına Kur'an merkezli bir söylemle
çıkan İslamcıların da bir kayboluşa duçar olduğu gerçeğini
görebildiğimiz oranda, İslam'ın insanı, çağdaş dünyanın aradığı derin
ruhunu, yüzeylerin teknolojisini, sorumlu insanın adalet ve onur
arayışını karşılayabileceğini iddia ediyorum. İslamcılık iddiasındaki
insanın bu kayboluşunun üzerini değil altını çizmemiz gerekiyor.
Kayboluş aslı itibari ile bir yabancılaşmadır. Yabancılaşma
sosyolojik olarak “alinasyon/aline olmak” kavramıyla ifade edilir.
Alinasyonun birçok boyutu var. Peki. bir İslamcı, din algısı ile nasıl
aline olur?
Alinasyon: Birtakım koşullarda insan kendisini kaybedecek derecede
hastalanır; böylelikle kendisinin gerçek ve doğal kişiliğini ve
kimliğini tanımaz, dolayısıyla kendi gerçek ve yaratılışsal varlığını
yitirir ki. bu durum, insanın bozulmasıdır. Ali Şeraiti, İslam ve Bilim
adlı kitabının Bilgi Hastalığı, Kitap hastalığı başlıklı bölümünde aydın
ve okumuşun bilgi hastalığına değinir ve "Kitap hastalığında insan, bir
kitap kurdu olup çıkar; onun dünyası hep kütüphanedir" der. Aklî bir
konu ortaya atıldığında ya da duygusal bir gerçeklikten söz edildiğinde,
hastalığa yalan kişinin "ben bunu hiçbir kitapta görmedim" diyeceğini
söyler. Dolayısıyla kişi, "Kitap için, insana ve kendisine vermediği
değeri vermektedir. Daha doğru bir ifadeyle, aslında kendisi yoktur;
kitaplar ondadır. Kitaplar onda düşünmekte, konuşmakta, duygularını dile
getirmekte, onaylamakta ya da olumsuzlamaktadır."
Şeriati’nin şu ince tespiti oldukça önemlidir: "Aslında kendisi
yoktur; kitaplar ondadır." Kitabı kaldırın ve yerine
ideolojiyi-fikri-zikri koyun. Ayinesi hangi alinasyona işçilik yaptığını
gösterecektir. Öyle ki, varlık anlamını yasladığı
ideolojik-kurumsal-fikri vs herhangi bir formun asıl olan özün yerine
ikame edildiğini görüyoruz.
Bu alinasyonun/kayboluşun/yabancılaşmanın İslamcı camiadaki
yansımasına batığımız zaman, fena fi'l-Kur'an-fena-fi's-Sünnet
derecesinde bir kayboluşun içinde olan, “öncelikle Kahrolsun
İsrailci”likle, "öncelikli Kudüs davası" ile veya "öncelikli Namaz
çağrısı" ile aline olan, ahlakçılığa, irfani duygulara, felsefeye
yabancılaşmış bir insan modeliyle karşılaşıyoruz. Aslında kendisi
yoktur, derneği vardır. Aslında kendisi yoktur, dergisi vardır. Aslında
kendisi yoktur, vakfı, cemaati, kliği, söylemi vs. vardır. Aslında
uzmanlaştığı alanlar vardır, dili vardır; Arapçası, İngilizcesi vardır,
akademik seviyesi vardır, entelektüel bilgi birikimi vardır, ama bütün
bunların içinde kendisini eritmiştir. Dolayısıyla İslamcılık,
Müslüman’ın dünyaya Müslüman’ca seslenmek ve bir cevabı olduğunu
belirtmekle birlikte kişinin “kendisini eritmesi sorunu”yla da karşımıza
dikilmektedir. Bu durumda Cihan Aktaş'ın "diğer alanlarda bir
yoksullaşmaya yol açıyor" diyerek dikkat çektiği yabancılaşmayı iyi
düşünmek icap eder. Bu bakımdan vakıfların, dergilerin, akademik
kariyerin, dil bilgisinin kendisini yadsımıyorum, bilakis bu araçların
içinde yok oluşun kendisini “dava adamı olmak” şeklinde adlandırıp
yabancılaşan zihniyete dikkat çekerek, kendimizi bu tehlikeden korumamız
gerektiğini ifade ediyorum.
İsmet Özel, "Kendini bilen Rabbini bilir gerçeği bizi aynı zamanda
Rabbini bilenin de kendisini bileceği gerçeğine götürür mü?" diye sorar
ve cevabı yine kendisi verir: "Hayır, bilakis daha da uzaklaştırır."
Dolayısıyla kendisini tanımadan, kendisiyle olan ilişkisini kendisi
dışındaki herhangi bir fikir, varlık veya kurumla olan ilişkisinin
arkasına geçirmiş her İslamcı, kendisine ve tabiata yabancılaşmaya
mahkûmdur.
Bu yabancılaşmanın ve kayboluşun karşısına dikilecek
olan kişi: Kendi çağına yabancılaşmamış, bakışlarını geçmişe değil
geleceğe çeviren, fena-fi's-selef olmanın karşısında kendi zamanının
Halef-i Salihin’i olma derdinde olan, Allah'ta kaybolmayı reddeden ve
Allah'a yönelen tüm aşkları elinin tersiyle itip Allah'la yürümeye
çalışan, nass-kopat bir kitabist olmak yerine referans değerleri nassa
dayalı olan, kendisini kaybolmuş her hikmetin evladı olarak düşünen
kişidir. İmanını ve okuduğu kitabı bir işaret parmağı olarak gören, din
ilimini/teolojiyi merkeze almak yerine insan bilimini/antropolojiyi
önemseyen, işaret parmağı ile uğraşmayı merkeze alanların garabetinden
kaçıp işaret parmağının gösterdiği istikamette yürümeye çalışan, Allah'ı
epistemolojinin alanında değil, ontolojinin alanında arayan ve Allah'a
praksis düzeyde iman eden kişidir. Sokakların ve caddelerin ortasında,
hayatın içinde olan, davranışlarıyla tutarlı, dalgalanışların ruhunda
kişiliğini/kulluğunu kurmaya çalışan, ne geçmişe Asr-ı Saadet diyen ne
de bugüne ve geleceğe Ahir Zaman/Kıyamet zamanı olarak bakan kişidir.
İlerlemeci tarih anlayışında olduğu gibi zamanı kötüden iyiye, yahut
altın çağdan, süper zamanlardan daha kötü zamanlara doğru şeklinde
değil, "Günleri etrafında döndürüp dolaştıran" bir dairesel yürüyüş
içerisinde, yaşadığı zaman diliminin hakkını vermeye çalışan, anın
öneminin farkındalığını kaybetmemeye özen gösteren kişidir.
Kendi çağının şahidi olmak dışında ne geçmişe ne de geleceğe öykünen,
hataları-eksiklikleri yanına almış, "ne farkeder ki" demeyen, İsmet
Özel'in dediği gibi, "Gençtim ya, ne farkeder deyip geçerdim, ne fark
eder demişim, bilmeden farkı istemişim"den farkın bizzat kendisini
tanımaya, anlamaya çalışan, terin ve emeğin, sömürünün ve ayakta kalma
savaşının ortasında, baharların ve dostlarının arasında, aşkın ve
arayışın içinden, bir varoluşun bağrından ilhamını alan Müslüman’ın
kayboluşu üzerinde durmak istiyorum.
İman şemsiyesi altında kaybolan insanın bu kayboluşunun sebebi,
insanların görmeleri gereken yere Elçiler ve Kitaplar aracılığıyla
bakmaları gerekirken, bunun yerine kitaptan ve elçilerden kafalarını
kaldırmamalarıdır. İslam'la dirilmek yerine İslam'a gömülmek, dini
meslekleştirmek gibi bir durum.
Kitap, akleden, düşünen, imtihan edilen bir varlık değil, bir
işaret parmağı iken, yani İslamcıyı görmesi gereken asıl yere doğru bir
hareketliliğe-inşaya-kuruluma davet eder iken; bu İslamcı, işaret
parmağının kendisiyle Tefsir adına, Mealcilik adına, Vahyi Merkeze Alma
adına; uzmanlaşacağım derken de Arapça adına, Fıkıh-Sünnet-Hadis adına
uzun uzun uykulara dalmakla yabancılaşır/aline olur.
Kur'an'ın amacı insanoğlunda Allah şuuru uyandırmak iken
İslamcılığıyla aline olmuş kişi, muhataplarına Allah
bilgisini-Teoloji'yi dayatır, her şeyi dini kavramlarla açıklamaya
çalışır. Diller de canlı organizmalar gibi yaşamaktadır. Her çağın
müdahalesine göre içi boşalır veya dolar, ama buna rağmen kavram
dünyasını rabbanileştirmeyi Arapça kavramları kullanma hassasiyetiyle
bir tutan İslamcı, Arabî olan her kavramın formunun Rabbani öze tekabül
etmediğini düşünemez.
Mesela aline olan bir İslamcı, Allah'ın insanı çocuk yerine koyup
ellerinden tuttuğunu sanır içten içe. Allah'ın onu bir yetişkin yerine
koyarak kendisiyle birlikte yürüdüğünü düşünmez. Bundan dolayı kendi
başına kavram üretmekten korkar. Kendi zamanının algısını yüklenecek bir
dil oluşturamaz, olayları kendi rasyonel bağlamında açıklayamaz. Dahası
rasyonelliği sekülerliğe mahkûm ederek, peygamberin kullandığı dili
aynen çağına taşımaya kalkar. Çünkü Kur'an'ın diliyle konuşmayı “dilde
mü’minlik” sayar. Kur'an'ın diliyle aynileşmek yerine derdiyle ve
endişesiyle paralellik kurarak, şuur uyandırmanın kendisini merkeze
almaz. Her bir alanın dilini kendi iç bağlamında kurmaz. Manayı
maksattan kopartmayayım derken kendi çağının dilini ve ruhunu geçmişe
taşı(t)maya kalkar. Yaratıcının onu muhatap aldığı kendi diliyle
konuşmayı es geçerek Arap dili üzerinden alinasyona kapı aralar.
Dışımızdaki
emperyalist cehennemi “adil bir cennete” çevirmek gibi bir derdi olan
İslamcı'nın her şeyden önce yeni bir dil ve yeni bir diriltici, kuşatıcı
kült oluşturması lazımdır. Bu nedenle “Allah'a kulluk edeceğim” derken,
Cihan Aktaş'ın da dile getirdiği üzere "her alanda bir yoksullaşmanın"
kucağına oturduğunu fark etmelidir. Ebu Hanife ve Farabi gibi özgür
düşünen zihinleri kendi çağında yeniden üretmelidir. Onun derdi Selefî
Fıkh'ı kurmak değil İhvan-ı Safa'yı yeniden canlandırmak olmalıdır. Biz
Biruni'leri, Mes’udî’leri, Zemahşeri’leri, Afganî'leri nerede kaybettik,
aleti Batı'nın sömürgeci ellerine nasıl kaptırdık, bunun derdini de
kuşanmalıdır. Çünkü küresel ifsadın ellerine terk edilen aletlerle
(F-16'lar, fosfor bombaları) en çok kadınlar ve çocuklar ölecek. Bu, bu
kadar rasyonel ve elle tutulur bir gerçektir.
Bir sonraki yazıda kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Kadir Bal