| Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
		     | 
                    
            		  
           | 
           
          
           
  | 
           
          
YENİ ŞAFAK-FATMA BARBAROSOĞLU
 Yorgunluktan
 öldüğüm bir gündü. Yorgunluktan ölerek yaşayanların hayatına tanıklığın
 şiddetini yaşıyordum aynı zamanda. Sabahın altısında başlayan mesaim 
hala bitmemişti. Kızımı kursundan almış eve dönüyordum. Anneciğim 
nasılsın diyen şefkatli sesine yorgunluktan ölünseydi ben çoktan 
ölmüştüm diye cevap veriyordum. 
Yorgunluktan ölünseydi ölmüştüm çoktan. Ne ki yaşıyordum işte... 
Saat: 6.00/Sabah namazı. 
Benim de kendimi secdelerde unuttuğum 
namazlarım olacak mı endişesi içinde geçen vakit.(Böyle namaz olmaz. 
Kafamın içinde dünya.) 
Saat 8.00/ üç çeşit yemek yapıldı. Tencereler yıkandı. 
Saat 8.30 çamaşırlar seçildi makineye yerleştirildi. Bu gün yazı günüm. Yazı yazmak için bilgisayarın başına oturuldu.  
Saat 10.00/ gazeteye gönderilecek yazı hazır. 
Saat 11.00 Çamaşırları astım. 
Saat 12.30 üç tane okul söyleşisine cevap yazıldı.(Şimdi fotoğraf seçmek gerekiyor.) 
Saat 12.30 Öğlen namazı eda edildi çok şükür.(Böyle namaz olur mu? Yine aklımda dünya. Fikrimde dünya. Allah'ım beni bırakma.) 
Saat 13.00 seminer için almaya geldiler. 
İstanbul'un öteki ucuna gildi. Bu zaman zarfında Adapazarı'na, Bilecik 
ya da Bursa'ya gidilirdi. 
Sat 16.00 seminer bitti. Katılımcıların kalbi 
tek tek alındı. İstekleri cevaplandı. Fotoğraf çektirirken omuza 
bastırmaları engellenemedi. Boyun fıtığım nüksetti. 
Ah Fatma Hanım yazacak vakti nereden 
buluyorsunuz diyen kadınlara cevap verilecek güç bulunamadığı için 
gönülden bir tebessüm ile geçiştirilmeye çalışıldı. 
Saat 17 00 Eve gelindi. Ev ahalisi gelmeden 
çamaşırlar toplanacak. Ayrılacak. Ev biraz kirli mi? (Keşke evi 
süpürmeyi başarabilsem.) 
Saat 17.30.Süpürge ortalıkta 
kaldı...gazetesinden aradılar.Muhabir genç hazırladığı dosya için görüş 
istedi.Beş satır cümle ile görüş vermek yerine telefonda uzun uzun 
konuşuldu.Meselelere bir de şuradan bakın dendi.Oysa o bakış açısı değil
  ille de beş satırlık görüş istiyordu. Görüş verilmedi. Vereceğim 
görüşü gazetesinin yayınlamayacağını o henüz bilmiyor. Ben bunu acı ve 
ıstırapla öğrendim.(Kalbimi korumalıyım. Kimseyi kırmamayı,hiç kimseye 
küsmemeyi ve kırılmamayı başarmalıyım.) 
Saat 18.00 ...kanaldan aradılar.Hayat Tarzı 
üzerine konuk etmek istediklerini söylediler.Davetlerini kabul etmek 
yerine bakış açısı için katkı olur diye neden hayat tarzından tartışma 
çıkarttığımız üzerine uzun uzun konuşuldu.  
19.00	ev ahalisi tamam oldu. Yemek hazırlandı. 
Yemek sırasında cep telefonu çaldı. Üçünün yüzü de ekşidi. Telefona 
cevap verip sofraya döndüğümde yemek bitmişti. Masayı topladım. 
Bulaşıkları yerleştirdim. 
Ayaklarımın altı sızlıyor. Kadınların çalışması
 kadınlara ne kazandırıyor diye sorarken buluyorum kendimi. Komşulardan 
birinden klarnet sesi geliyor. Kendimi konserde gibi hissediyorum. 
Mutfak camından gökyüzüne bakıyorum. Hilal ne kadar güzel. Hangi 
aydayız? 
Bu kesintisiz mesai halini benim için 
katlanılır kılan tek şey belki bir gün bu koşmaca içinde amel defterime 
hayırlı yazılar yazılmasını başarma umudu.  
Kadınların çalışması kadınlara ne kazandırmıştır? Zihnim aynı soruyu tekrarlayıp duruyor. Takıldı. 
Karnım aç. Hem de çok aç. Açlıktan midem 
bulanıyor. Ama gün boyu o kadar çok telefon konuşması yapmak zorunda 
kaldım ki ağzıma atacak tek bir lokma bile midemi ayağa kaldırıyor. 
Migren atağı başlamak üzere. Camın önünde bekleyeceğim. Daha önce 
gökyüzüne bakarken gelmedi ataklar. Belki bunu tecrübe etmek iyi olur. 
Gözlerim gökyüzünde diye belki beni azat eder migrenim. 
Zihnim aynı cümleyi tekrarlamaya devam ediyor: 
Kadınların çalışması kadınlara ne kazandırmıştır? Uykunun bahçesine bu 
soru ile gireceğim demek ki. Atak başladı. Camın önünde beklemenin bir 
faydası yok artık. 
 Rast gele bir kitap seçiyorum raftan.(Migren 
ataklarının bir hediyesi var. Atak ile beraber idrak seviyemin 
arttığını, bilincimin berraklaştığını hissediyorum.) Rast gele bir sayfa
 açıyorum sonra. Eduardo Galeano'nun Aynalar kitabında Madam Curie'nin 
hayat hikâyesi çıkıyor bahtıma. 
Bize Fransız bilim kadını diye anlatılmıştı 
hani. Tarihi yazanlar nasıl da kendine yonta yonta yazıyor. Kadın 
Polonyalı. Fransalı olan  kocası. 
"Erkek olmamasına ve Polonya'da doğup büyümüş 
olmasına rağmen Fransa'nın büyük adamlarına ayrılan olağanüstü mozole 
Pantheon'a kabul edilen ilk kadın oldu." 
Yukarıdaki ifadenin değişik versiyonları 
hepimizin zihninde kayıtlıdır değil mi? Bir başarı hikâyesi olarak Madam
 Curie, ilkokul çağlarında çoğumuzun rol modeli olmuştur. 
Madam Curie'nin hiç de mutlu bir hayatı olmamış
 oysa. Kocası dört ton askeri malzeme taşıyan bir at arabasının altında 
kalarak ölmüş. 
Bilimsel olarak keşfettiği "Radyasyon" 
Marie'nin bedeninden alacağını almış. Kan kanserinden ölene kadar, maruz
 kaldığı radyasyon bedeninde yanıklara, yaralara ve şiddetli ağrılara 
sebep olmuş. 
Ayak izini takip ederek Nobel ödülü alan kızı İrene de lösemiden ölmüş.  
"Başarı Hikayeleri"nin yaralarını neden saklıyorlar bizden!!! 
Ah madam hiç bilmiyordum. Hiç. Toprağınız bol olsun. Bu gece kendim için değil sizin için ağlayacağım.   
  __________________  "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
         |