Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam ve esenlik dileklerimle;
İlk olarak açtığınız konu başlığı üzerine konuşmak isterim.
“Niye saptık-sapıttık?”
Bu soruya verilecek cevap aslında insanın kendi benliğinde var. Lakin benliklerin üzeri örtülü olanlar için bu sualin cevabını vermek bir o kadar zor olsa gerek.
Niye saptık ve ardından sapıttık sorgusuna cevap vermezden evvel Bu forumda daha önceleri yazdığı bir yazısını okuduğum Malik bin Nebi’den alıntı yaparak başlamakta fayda mütalaa ediyorum:
“Bir arkadaş bir yazı asıyor bu foruma ilim erbabı da geliyor normal adam da arayış içinde adam da bu yazılar onları saptırabilir diyorsun,
Bazı arkadaşlar kur'andan hariç fıtratla iş görelim dediler saptılar,
Yeni arkadaşlar bu yazıları okursa sapıtırlar,
Vesaire gibi bir çok yerde bu söylemine rastladım.Bence bu konuda insanın içinde barındırdığı değerlere haksızlık ediyoruz.
A kişisi B kişisine göre sapık, B kişisi C kişisine göre sapık, sen de pek ala bilmektesin ki bir ara bu forumda insanlar saptırılabilir diye süpürme operasyonları oldu,
Bırakalım da herkes kendi kararını kendisi versin, ve herkes kendi eteğinde ne varsa onu ortaya koysun, zira sen de birilerine göre sapıksın ve yazdıkların gene birilerine göre saptırıcı, burda keni görüşlerimizi merkeze alarak bir sınır çizmektense her bireyi kendi dairesinin ortasında değerlendirmekte fayda var diye düşünmekteyim, en nihayetinde insan seçimlerinin ürünü değil mi ve şüphesiz ki iyilikle kötülük bir birinden ayrıldı ve dosdoğru yol gösterildi insanlar ya şükredici olur ya da nankör.İş insanın kendinde biter, kimse kimseye zorla doğruluk bilinci veremez.
İnsan karşısına çıkanlardan sorumludur, Biz Allah'ı imtihan etmiyoruz veya O'ndan haydi sor sor tarzında bir yarışa da girmiyoruz, aklı başında bir adam zaten doğru olan bir şey gereksiz bir şeydir demez,
Kur'anda yazıyor diye bir hayat kurulmaz, hayat kur'an'ın teklifine hazır oldu mu örtüşürler,eşleşirler.Görüntü olarak yazanlarla bir eşleşmenin olması o hakikate sahip olunduğu anlamına da gelmez o yüzden işimiz kur'an'la değil hayatın bizzat kendisi ile.
Yaradılış başlangıçtır ve savunmasız değildir insan, donanımlıdır.Sürücülerin üzerine programlar kurulur sürücüler de fabrika çıkışlıdır, yani yaradılıştan gelir.”
Değerli Malik Bin Nebi arkadaşıma paylaşımlarından dolayı şükranlarımı sunuyorum. Basiret sahibi, temiz akıl ve benlik sahibinin yüreğinden dökülenler konunun anlaşılmasında temel teşkil ediyor.
Sapmak ve sapıtmak kavramları üzerinde iki kelam etmek gerekirse; sapmak kavramını tarif edebilmek için sapmanın ivmesini bilmek lazım gelir. İnsan hangi düstura, hangi ölçüye ve kabule göre sapar? Sapmasında ki belirteç nedir acaba? Sapmak, doğru istikametten ters istikamete yönelmek midir?,yada sapmak yolda giderken şu markete de bir sapıvereyim de öyle yoluma devam edeyim türünden bir hal midir? J Yoksa sapmak, benliğine kulak verebilmek, yaradılışa dönebilmek midir? İnsan denilen varlık insan olma şerefine erişmezden önce ne sapmak ne de sapıtmak kavramlarından haberdardı. Yaşadığı hayatın gereklerini kendisinde var olan yetilerle yerine getirmekteydi. Yapıp ettiklerinin karşılığını iyi yada kötü, güzel yada çirkin, sapkınlık yada doğruluk olduğu tanımını yapmadan bir hayat yaşadı. Ne zaman ki esma kendisine üflendi işte o an yapıp ettiklerinin tanımını, yaşam içerisindeki halini idrak etmeye başladı. Lakin bu tanımlamalar bir emre binaen değil yaşanılan hayatın akışına binaen şekilleniyordu. Dolayısıyla sapmak kavramı yaşanılan hayatın içerisinde bireyin alması gereken konumu alıp alamadığıyla ilintiliydi. Adam olmanın gereği, hayatı yaşanılır kılmak, ıslah edici ve yapıcı olmak, erdemli olmak gibi beraberinde yeni tarifleri getirdi.
Hülasa; insanın sapması yaşadığı hayatta alması gereken konuma muhalif bir hayatı yaşamasıdır diyebiliriz. Yani yaradılışına özüne muhalif bir yaşamı kendine yaşam biçimi olarak seçmesidir. Bu konuda tercih insandadır çünkü başlangıçta savunmasız değildir insan, donanımlıdır, fabrikadan yeni çıkmış bir otomobil gibi tıkır tıkır işler bir yapıdadır. Ne zaman ki bu tıkır tıkır işleyen sisteme virüslü yüklemeler (geleneğin öğretileri, jargonlar) yada (kalitesiz kaçak akaryakıt kullanmak vs.) yapılırsa işte o zaman sistemin çalışması sekteye uğrayacak, performans düşecek hatta zarar görecektir. Sistemin ilk haline dönüş için, yada benliğin temiz halini muhafaza edebilmek için, marazlardan, illetlerden korunabilmek için antivirüslere (esmaya, el-kitaba) ihtiyaç duyulacaktır. Her antivirüs her sistemde uyumlu çalışmaz,her akaryakıtın her araçta kullanılamadığı gibi o halde yapılması gereken benliğin ihtiyaç duyduğu yüklemeleri yapabilmektir. İhtiyaç dışı yüklemelerle benlikleri yükleme çabası kitap yüklü merkepler tasvirine ne kadar da güzel uymaktadır.
Binanaleyh, sapmak kavramı; insana üflenen ruh ile alakalıdır. Size üflenen ruha sahip çıktıysanız gittiğiniz istikamet dosdoğru, ruha sahip çıkamıyor ve onu heba eder bir hayatı yaşıyorsanız gidişatınız sapmak sapıtmak karşılığı olan dalalet olmaktadır. Görüldüğü üzere sapmak benlikler üzerinde ki varyasyonlarla açıklanabilir bir kavram olarak çıktı karşımıza. Jargonların öğretileriyle hazırlanan paket program (İslami kurallar ) bir hayatı yaşanılası bir hayat olarak kabul edenler için sapmanın tarifi jargonların dışına çıkan davranışlar sergilemektir.
Sapıtmayı da bu bağlamda değerlendirdiğimizde neye göre sapığız kime göre sapığız yada hangi sebebe yada öğretiye binaen sapıttık yada sapıtmadığımızı anlayabilmek mümkün olabilecektir.
Açtığınız konu başlığına bakılırsa kendi hayat serüveninizden hiç mi hiç memnun değilsiniz. 14 sene önce tanıştım dediğiniz İslam ve son geçen 5 yıl zarfında tanıştığınız Kur’an anlaşılan sizi epeyce hırpalamış. Son 2 yılınızı anlatırken bir taraftan deizme öte taraftan ateizme giden gidişatınızdan yola çıkarak neden saptık , sapıttık sorusunu sorar olmuşsunuz kendinize.
Oysa dostum insan kendi eliyle var ettiği değerlere, putlara kendisini O’na yaklaştırır ümidiyle her çağda dönem de bel bağlamıştır.(Tapmıştır) Ne deizm nede ateizm ve diğer birçok izmler sanma ki insan dışı kaynaktan beslenmiştir. Her biri kendine münhasır isimleriyle insan eliyle şekillenmişlerdir. Bir dönem deistim diyen ile ve sonrasında gidişatım ateizm diyen arasında ki fark ne ola ki? Birisi Tanrı var derken erişemediği, göremediği, sesini işitemediği varlığa bir tanım getirmiş lakin tanımlamaya çalıştığı Aşkın olan bu gücü ana, hayata müdahelesi olmayan bir unsur olarak mütalaa etmiştir.
Onun konuşması oysaki süreklidir. Ve O, an be an bir iş ve oluş üzeredir. O’nun yaratması süreklidir, bu tarif mushafa dair bir söz olarak ele alınmamalı yaşanılan ana,evrenin tekamülüne dönüp bakıldığında görülebilecek bir hakikat olarak algılanmalıdır.
Evrenin işleyişini gözlemleyip (rasad edip) okuyabilen entelektüeller için vahy evrenin kelimeleşmesidir. Hangi dil ile? Allah’ın diliyle mi yoksa insanın diliyle mi? Evrensel okumalar entelektüellerin dilinde kavle dönüştü mü konuşanı Allah zanneder insanoğlu. Oysa ki O’nun konuşması evren üzerine yansıyan O’na dair mimikler iledir. O, hep bir iş ve oluştadır,O an be an kelam etmektedir. Lakin O’nun kelamını kavle dönüştürecek babayiğitlere ihtiyaç vardır her çağda ve dönemde.
Özetle, evrensel okumalardan bihaber,kendisinde var edilen melekelerle konum almasını bilmekten aciz durumdaki mahluk, kendisine üflenen ruhu geriye püfleten bu varlık acziyetini sağa sola sataşarak ortaya koymaktadır. Oysa ki insan tastamam, mükemmel bir biçimde var edilmiştir. Hele bir de bunun üzerine kendisine yüklenen esmayı da eklediğimizde fevkaladenin fevkinde bir varlık ikame edilmiş olur yaşam sahnesine.
Öncesinde bu varlık eşrefinden bihaber yaşayan mahluk iken, ne vakit esma ile muhatabiyeti gerçekleşmiştir işte o an O’nun salatının başladığı andır. Varoluşunun miladıdır. Yaşam sahnesinde adam olmanın gereğini yerine getirebilmek adına yapıp edecekleri, ikame edecekleri Onun ahretini şekillendirecektir.
Başlangıçta mahluk olanın kendisinde var olan melekeleri yerli yerinde kullanmasının bir karşılığı olarak ve üzerine ikame ettikleriyle varacağı yer eşrefidir.(emanet)
Eşrefine nail olabilen mahluk işte o vakit anın gereğini yerine getirmiş ve yaratılmışların en şereflisi olmaya hak kazanmış olur.
Eşrefini aramaktan aciz olanlar, dağların kendisine sunulduğu emaneti(şeref) taşımaktan kaçınmaları misali tarumar olurlar yaşam sahnesinde. Bir an, kendisinin var ettiği sistemin düzenin esaretinde bir hayat yaşar (deist) bir dönem bir başka sistem onu kuşatır (ateizm).
Rüzgarın bir yerden bir başka yere savurduğu başak taneleri, yapraklar gibidir adeta onların halleri.
Yaşanılan hayat, her ferdin kendi hayatı olmalıdır. Hiç kimse Ne Muhammed ne Musa ne İsa ve ne Yusuf nede İbrahim karakterleriyle bir idol yaşam modeli çizmemelidir kendine. Bir dönemin yaşanmışlarını kendi dönemleriyle anlamlı kılmak çabası anlamsızlığa anlam katma karmaşasından ötesi değildir.
Ne senin ne de benim algılarım ne Muhammed’in ne de Musa’nın algılarıyla örtüşür. Araçlarımız farklı, algılarımız farklı olduğu sürece ortaya konan okumalar farklılaşacaktır.
Bugün deistim diyen düşünce Algısal olarak bir anlam yükleyemediği, tarifini yapmaktan beri olduğu ve gücü karşısında boyun eğdiği makam için Tanrı ismiyle bir tanım yapmak zaruretini kendinde bulmuştur. Görülen odur ki gaye boyunu aşan yer için bir teslimiyet şaklabanlığından ötesi değildir. Evrensel değişimleri, tekamülü hiçe sayamayan zihniyet bunun başlangıcına bir Tanrı tasviri yapmak ihtiyacı duymuştur. Ancak itiraza konu olan ise bu Tanrının iş görmez , evrenden ayrı ,sistemden farklı bir alanda ve müdahalesiz olduğu ve elçi göndermediği savıdır ki bu da bu tür bir zihniyetin beslenmeye çalıştığı damardır.
Ateistim diyen düşünce yanlıları dinler ile beraber tüm Tanrı tasvirlerini metafizik inançlar ve tüm ruhsal varlıkları temelden yok sayar. Aslında bu yaptığım tarif epeyce kitabi, lügatsal bir tarif niteliğinde.
Başlarda da ifade ettiğim üzere insan denilen varlık yaşadığı hayat sahnesinde bir çok izmler ürete gelmiştir. Aslında üretilen izmler sonuçta bir şeyleri red yada kabule dayandırır kendini.
Eldeki Kur’an mushafını ölçü kabul eden zihniyet, akletmenin zaruretinden kaçındığı sürece yaşadığı anı kuşatan bir okuma gerçekleştiremeyecektir. Yazılı metin üzerinden bir hayat yaşamak, anı kuşanmak değil yaşanmış anların kuşanılmışlığını kendine paye biçmektir. Zaten bir metin de yaşanılanlardan beslenir. Yaşanılanlar hatırlansın diye kayıt altına alınır. Ancak kayıt altına alınanlar yaşanılanların silüeti hükmündedir. Yazıya dökülenler yaşanılanların cansız, ruhsuz tasviridir. Oysaki yaşam capcanlıdır. Mimikleriyle, ses tonuyla, jestleriyle hatibin hitabetindeki canlılığı, tazeliği aktarmaktadır.
Kur’an dilbilimde Okuma manasına geldiğinden yola çıkarsak kerim bir okumadan muradın cömertçe, eli açık bir biçimde aktarımı ifade ettiği söylenebilir. Kerim olan Kur’an cömert bir biçimde ikramı bol bir şekilde yapılan aktarımdır. (TOPLAYIP BİRİKTİRME VE BİRİKİMİ AKTARMA) Dilin Arabi bir lisan oluşu ona kutsiyet kazandırmadığı gibi evrensellikte kazandıramaz. Dilin Arabi oluşu aslında konuşulan ve kayda alınan metnin anlaşılırlığıyla ilintilidir. Her elçi kendi diliyle kendi toplumuna gelişi de bu yüzdendir.
Yazılı metne evrensellik tevdi etmek, o metin üzerinden Aşkın olanın konuşmasına sınır getirmek olur ki bu yaratması sürekli olana, yaratmanın O’nun kaderi olduğunun dillendirildiği bir güce yapılabilecek en yakışıksız, küstahça bir davranış olur.
Kur’an metni evrensel okumaların elçinin diliyle kavle dönüştürülmesidir. Bir diğer ifadeyle Kur’an metni, el-kitaptan yapılan okumaların kelimelerle ifadelendirilmesidir. Kelimelerin girdabına dalan zihniyet, yaşadığı hayatı göz ardı ederek kelimelerin örüntüsünde bir hayatı kendine şiar edinmiştir. Oysa ki yaşanılan hayata dair algılar ve edinimlerin karşılığı olan kelimeler kendi zamanında ve ikliminde lezizdir. Tat alamadığınız bir yemeği yemek nasıl bünyenize dokunur ise, nasıl hazmı zor ise size ait olmayan okumalardan yola çıkarak bir sofra donatmak ve ondan beslenerek aynı hazzı ve lezzeti alıyorum demek kendini kandırmaktan ötesi değildir.
Feridun arkadaşın şu sözleri üzerine konuşmakta fayda mütalaa ediyorum: “14 sene boyunca bende değer yargısı,bakış açısı,acı,tasa,kaygı,korkularım olarak hiç bir şey değişmemişti...yani aynı şeylerden kaygı duyuyor,öfkeleniyor,acı çekiyor,ve aynı şeylere değer veriyor yada vermiyordum,kısaca hayatımda söylemler ve bilgiler sürekli değişiyor ama aslımda hiç birşey değişmiyordu..”
14 senelik bir maziye sahip olan İslam taassubiyeti hayatın her anına müdahale etmiştir. Adeta eroinmanların damarında dolaşan eroin gibi. Eroine alışan vücut nasıl onsuz bir yaşamı düşünemez hale gelmiş ise,nasıl onunla sahte cennet tasavvurları,mutluluk ve güzellikler sunmakta ise jargonlarla örülü bir zihniyetin ürünü yaşam modelleri de adeta bireyleri esareti altına alarak onsuz bir yaşamın olamayacağını ve onunla beraber yol alındığında cennetin kazanımının mümkün olacağını vaaz eder durur. Dolayısıyla jargonlarla beslenme geçici hazlar ve vaatlerle bireyleri sömürerek aklın kullanılırlığına ket vurmaktadır. Oysaki elde ki Mushaf ta bile dillendirilen en temel konu aklın kullanılması değil midir? Aklını kullanmayanların halleri bir çok yerde farklı üsluplarla dillendirilmektedir.
İşte bu noktada uzun yıllar zihni melekelerin dumura uğramış olduğu bir kafa yapısıyla sürdürülen bir yaşantıdan beklenebilecek çok fazla bir şey olmasa gerek. Çünkü kendinde olan özün farkına varamayanlar için hayat, kurgulananların yaşandığı bir hayat olarak kalacaktır. Çünkü 14 senelik yaşamın beraberinde fertle beraber geleduran değer yargıları, bakış açısı, tasalar, kaygı, korku ve endişeler alt benlikte daha öncesinde yer etmiş kalıplaşan zihniyetin öğretileridir. “Arınmaya gönlün var mı?” sorusunun muhatabı olabilmek öncelikle benliklere yerleşmiş jargonların esaretinden benlikleri temizleyebilmekle mümkün olabilecektir. Benliklerde kurum bağlamış, düşünmenin önündeki engeller yüreğinin sesini dinlemekle temizlenebilir.
Muhammed’in diliyle mükemmel bir sunuma dönüşmüş olan Kur’an mushafı düşünceye ket vuran, kızgınlığı, öfkeyi, tasa, kaygı ve korkuları körükleyen melekenin iblisleşmesini mükemmel bir edebi tasvirle anlatmıştır. Kızmak, öfkelenmek esmanın insan da tecellisinden sonra anlamlı sözler olarak karşımızda dururken kızmanın karşılığı iblisle (ateş) ile özdeştirilmiştir. İnsanın toprak hali nasıl güzelliği, sakinliği, güzelliği, anaçlığı, bereketi,huzuru anlatıyor ise ateşte yakıcılığı, kördüğümü, kaosu karmaşayı,terörü anlatmaktadır.
Yaşam sahnesine perde diyen varlık , perdenin açılmasıyla birlikte hayatın içinde var olan tüm hallerin muhatabı durumundadır. (Anne rahminden yeryüzüne teşrif etmek ) İşte burada anın gereğini yapabilmek, kendisine yüklenenlere ivme kazandırabilmek, üzerine koyarak onu ilerletebilmek insanın topraksı yönünü tasvir eder. Aksine kendisine yüklenenleri heba edenler için tasvir ateştir. Ateş tuttuğunu yakar bırakmaz. Ateş, kaostur, terördür, kan dökmek, öldürmektir. Dolayısıyla insan esmanın muhatabı olduğu süreçte yapıp ettiklerinin iyi yada kötü, hayır yada şer olup olmadığı noktasında tanımlamayı da öğrenmektedir.
Hülasa; insan kendisine öğretilen esma ile konum almayı öğrenmiş ve aldığı konuma göre de ahiretini şekillendirmiştir, şekillendirmektedir.
Kızıyorsak, bağırıp çağırıyorsak, öfke ve kin kusuyorsak bilmeliyiz ki ateşiyle erdemi söndürmeye çalışan bir iblis profili çiziyoruz demektir. Oysaki erdem, ateşin yakıcılığına atılan bir sudur. Kızgın halde ki korun üzerine savrulan topraktır.
Hayatın içerisinde söylemler, kelimeler her zaman ve süreçte değişir değişmelidir de. Şayet kelimeler değişmiyor ise değişmeyen kelimelerin öğretileri hayata nokta koyuyor ise işte o vakit tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Kelimeler değişir, tasavvurlar değişir lakin değişmeyen tek şey ise yazgıdır.
Bir bakış açısıyla Söylenecek çok şey var aslında, bir başka bakış açısıyla söylenecek hiçbir şey yok. Her şey ayan beyan ortada. Acıkan bünye açlığını gidermek için nasıl yumulursa somuna, susayan bünye susuzluğunu gidermek için nasıl yumulursa suya, benliğinin açlığını hisseden, arınmayı arzu eden için el-kitab ortada. Arınmayı gerçekleştirmek istiyorsan yumul. Yada “Arınmaya gönlün var mı?”
Not: Yazılanlar, toplayıp biriktirdiklerimin aktarımından ötesi değildir. Yazdıklarım bazı arkadaşlar için saçma, karmaşık anlaşılmaz olarak düşünülebilir. Lakin aceleci bir tavır sergilemeden, düşünerek, yazılanlara çarçabuk cevap yazma handikabına düşmeden okumanızı rica ederim.
Bu yazıyı yazarken klasöre şöyle bir isim vermiştim.;
“Söylenecek Çok Şey Var ,Söylenecek hiçbir Şey yok”
Esenlik Yüreğinize dolsun.
Selam ve saygılarımla.
|