Allahın_Askeri Newbie
Katılma Tarihi: 09 ekim 2005 Gönderilenler: 23
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
AYMAN YİNE DÖKTÜRMÜŞ, yazı http://www.free-minds.org/articles/history/ayman1.htm adresinden alınmıştır.
GİRİŞ
1.7 Bizi kendilerine nimet verdiklerinin, üzerlerine gazap dökülmemişlerin, karanlık ve şaşkınlığa saplanmamışların yoluna ilet...
Dil Bariyeri adlı makalede Peygamber’in doğumu ve nerede yaşadığı gibi önemli olayların dahi şüpheli olduğunu gördük. İslam öncesi dönemde Mekke denen bir şehir olduğuna dair bir kanıt bulunmamaktadır ve yok etme, yıkım anlamlarına gelen “mekke” (48:24) ismi Kuran indikten sonra belirlenmişti. Doğal olarak, şöyle bir soru ortaya çıkıyor, peygamber nerede yaşadı?
Bu soruya cevap vermeden önce, bu sorunun aslında önemli olmadığını belirtmek isterim. Zaten önemli olsa Kuran’da bu yer hakkında daha ok detaya rastlardık. Ancak bu soru peygamberin biyografisi hakkındaki birçok mitolojiyi yok edeceğinden yararlı olacaktır.
PEYGAMBER NEREDE YAŞADI?
Peygamberin yaşadığı yeri arayışımızda daha öncekilere oranla biraz daha farklı bir yöntem kullanacağız. Kuran’ın ortografi / imla kurallarından yola çıkacağız. Bir kâtibin nasıl İngiliz mi Amerikan mı olduğunu el yazısından çıkarabiliyorsak, bazı kelimelerin yazılışı ve spesifik bazı kelimeler yardımıyla Kuran’ın indiği yeri bulacağız. Arapça dini, edebî veya elit kesimin dili değil, halk diliydi. Sonuç olarak; arkeologlar, İslami çağa ve Kuran’ın ortaya çıkışına kadar Arap yazıtlarının çeşitli yazı tipiyle yazılmış olarak buldu. Prestij yazıları bölgedeki dillerin itibarıyla doğrudan ilgiliydi. İslam öncesi dönemde Eski Arapça’nın kullandığı iki çeşit yazı türü vardı:
1. Nabati Arâmicesi. 2. Müsnad yazısı. Bu yazı aynı zamanda Eski Güney Arapçası veya Sebaik yazısı olarak da anılır.
Müsnadlar İslam’ın ortaya çıkışından kısa bir süre sonra kayboldu, Nabati yazısı bugün tanıdığımız Arapça yazısı oldu. Aşağıdaki harita Eski Arapça yazıtlarının konumunu gösteriyor. Nabati yazıları kırmızı ile, Müsnadlar yeşil ile belirtildi.
Kuzey Arabistan’da, Güney Suriye’de ve Güneybatı Irak’ta, dördüncü yüzyıla kadar Arami dili itibar diliydi. Nitekim, önemli dinî yazıtların Aramice olduğunu görüyoruz. Eski Arapça yazılarınının Yarımadanın kuzeyindeki dağılımları Eski Arapça lehçesinin Arami dilinin prestij kazandığı yerlerde de bulunduğunu gösteriyor. Bu nedenledir ki Eski Arapça bu bölgelerde yazılmaya başlanmış, Nabati Arami yazısı da seçilen araç olmuştur. Ancak Güney Arabistan’da bulunan Müsnad yazılarının aksine, daha sonra ortaya çıkan Nabati yazısı yalnızca 22 harfe sahipti ve Arapça için yetersiz kalıyordu. Örneğin, “B” ve “T”, “Z” ve “R” gibi harflerin ayırt edilmesi olanaksızdı. Dahası “B”, “Y”, ve “N” gibi harfler kelimenin başında ve ortasına eklenince işin içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Bu nedenle, belirsizlikleri çözmek için noktalama işaretleri kullanılıyordu. Bu yetersizliklere rağmen, Nabati Aramicesi diğerler lehçelere göre daha ağır basıyordu.1
Kuzey Arabistan’da prestij dili Nabati diliyken, Orta ve Güney Arabistan’da ise Müsnad yazısıydı. Bu nedenle, Karyetil Fev adlı yerde Eski Güney Arapça yazısıyla yazılmış Arapça yazıtlar buluyoruz (alttaki örneğe bakın). Necren ve Haram gibi yerlerde de aynı durum söz konusu.
Yukarıdaki gibi Orta Arabistan’da kullanılan Arapça yazıtları Müsnad yazısını kullanıyor.
Orta Arabistan’ın prestij dili ise Sabaice idi. Bu nedenle Kuran’ın ortografisi orta Arabistan çıkışlı olmadığını kanıtlar. Orta ve Güney Arabistan’da Sabai yazısı İslamî dönemlere kadar varlığını sürdürmüş, daha sonra ise yerini Nabati Aramicesine bırakmıştır.
Kuzey Arabistan’ın Roma’ya bağlı Gassani bölgelerinde, Yunanca yavaşça politikada, dini yazıtlarda kullanılan dil olmaya başlamış ve dördüncü yüzyılın ortalarında ise bu dallarda egemenliği ele geçirmiştir. Bu iki tane Kuran öncesi Psalm 78’in yer aldığı Septuacint yazısı ile doğrulanır. Yunanca yazılmış bu belgede Arapça açıklamaya da yer verilmiştir. Diğer taraftan, Güneybatı Irak’da ve Kuzey Arabistan ile sınır bölgeleri olan Lakmit bölgeleri yazı dilinde Nabati Aramicesini kullanmaya devam etmiştir.
Yukarıdaki arkeolojik kanıtlar ve Arapça yazıtların bulunmadığı kanıtı ile, Kuran’ın indiği bölgenin itibar gören dili ile yazıldığını çıkarıyoruz. Altıncı yüzyılın sonlarına doğru; Nabati Aramicesi, Lakmit ve komşu şehirlerin prestij dili olmuştur, aynı Orta Arabistan’da Müsnad yazısının olduğu gibi. Bu, Kuran’ın bugün Mekke diye bildiğimiz şehirde yazıldığı iddiasını çürütüyor, aksi takdirde Orta Arabistan’da dini yazılarda kullanılan Müsnad ile yazılmış olurdu. Bu kanıtlar çerçevesinde ulaşılan tek mantıklı sonuç Kuran’ın, Nabati Arapçasının kullanıldığı Kuzey Arabistan’ın Lakmit bölgesinde ortaya çıkmış olduğudur.
Not olarak; Kuran’da Nabati tanrıları olan “Manat”ın, “vav” ile ("mnvt") Nabati imlası ile yazıldığı ilgi çekicidir. Bu da Kuran’ın Nabati yazısının kullanıldığı bölgede indiğini kanıtlayan başka bir delildir.
Nabati yazısıyla yazılmış Eski Arapça yazıtları haritada birleştirirsek (aşağıdaki şekle bakın), Kuran’ın aslen nereden yazılmış olabileceği hakkında bir kanı edinmiş oluruz. Altıncı yüzyılın sonlarına kadar, o bölgenin üst kısımları Evdet ve Ümmül Jimal gibi yerler Roman etkisi altında olacağından alt kısımlar Kuran’ın çıkış yeri olması için daha uygun. İzole olmuş ve önemsiz şehir Mekke’nin aksine, bu bölgelerdeki şehirler büyük ticaret rotalarının üstündeydi ve farklı dini inançlara sahip nüfuslara sahipti. Bu nedenle, bunların herhangi biri Kuran’ın tabiriyle “şehirlerin/uygarlığın anası” tanımına daha çok uyar.
Dördüncü ve altıncı yüzyıllar arasında, Romalı Hıristiyanlar diğer inançlardan olanları ve hatta din dışı gördükleri Nesturi gibi Hıristiyan mezheplere dahi zulmediyorlardı. Sonuç olarak, bu gruplar tahammül edildikleri ve hoş karşılandıkları Lakmit bölgesine hareket etmiştir. Bu nedenle, Romalı Hıristiyanların aksine Nasara halkı üçlemeci olarak hiç tanımlanmamıştır. 5:72-73 Nasara kelimesine rastlamıyoruz. Ayet nankörleri/inkarcıları/küffarları kınıyor. Diğer taraftan 9:30-33 Nasara’yı “İsa tanrının oğludur” dedikleri için “müşrik” olarak ilan ediyor. Nesturiler bu tanıma uyuyor çünkü onlar üçlemeyi reddetmiş ve İsa’nın da bir insan olduğunu kabul etmiştir. Lakmit bölgesinin Nesturi bölgesi olduğunu arkeolojik kanıtlardan biliyoruz.
Diğer dinlere karşı hoşgörünün bulunmadığı Roma’ya ait bölgelerin aksine, Lakmitlerin arasında putperestlik ve başka türlü inançlara müsamaha edilmiş ve bunlar büyümeye devam etmiştir. Bu dinler ve Hıristiyan ve Musevi hahamların bir arada bulunması Kuran’ın indiği bölgenin tanımına uymaktadır (22:17). Peygamberin yaşadığı bölge muhtemelen Kuzey Arabistan’ın ticaret sınırlarından biriydi böylece, Persler ve aynı zamanda Romalılar ile ticaret yaygındı.
Bu kozmopolit nüfuz aşikârdır, bu nedenle Kuran’da geçen birçok kelimenin Farsça’dan alıntı olduğunu görmekteyiz. Bazı örnekler:
"istebrak": süslemek (76:21) "kenz": hazine (9:35, 9:34, 11:12, 18:82, 25:8, 18:82, 26:58, 28:76) "dirhem": gümüş para (12:20) "cünd": ordu/askerler (36:28, 36:75, 38:11, 44:24, 67:20, 19:75, 37:173, 48:4, vs.)
Örneğin, Kuran öncesi Müsnad yazıtları askerler için “cünd” değil, “ceyş” kelimesini kullanır. Lakmitlilerin Farslılar ile askeri ittifakı bulunduğundan, askeri dilin Orta ve Güney Arabistan’a oranla daha fazla Farsça’nın etkisi altında kalması bu nedenledir.
Yukarıda gördüğümüz gibi, ortografik ve Kuran’da bulunan ve arkeolojinin bulduğu deliller Kuran’ın Kuzey Arabistan’ın Lakmit bölgesine indiğini yönündedir. Peki Eğer Mekke peygamberin yaşadığı yer değilse, bu mit nasıl kazanıldı?
NİYE MEKKE?
Ne olduğunu tam anlamak için, Allah’ın bize yaşamımızla ilgili verdiği örneklerden yola çıkacağız. Bu örneklerin hepsinde, insanların çoğu putperestliğe geri dönmüş ve rehber kendilerine geldikten sonra tekrar sapıtmışlardır. Kuran’dan Peygamberin içinde yaşadığı kişilerin Allat, Aluzza ve Manat isimli putlara taptığını biliyoruz (53:19-20) ve bu arkeolojik kanıtlardan da doğrulanabilir. Kuran’da putperestliğin tamamen ortadan kalktığını izlenimini kazanamıyoruz ve Arap krallığı altında putperestliğin yaygınlaştığı İslamî olmayan bazı bağımsız kaynaklardan görebiliyoruz.
Şimdi Mekke’de neler olduğuna bir bakalım. Mekke’de insanlar kisve denilen bir örtüye bürünmüş bir küpü 7 kere tavaf ederler. Bu taşın odak noktası da Hacıların “siyah taş” dediği taştır. Bu taş, küpün güneydoğu ucundadır ve kış güneşinin doğduğu yere bakar. Peygamberin bulunduğu kavmin putu olan Allat bir verimlilik tanrıçasıydı ve bu, Nabata kazılarıyla desteklenmektedir. Verimlilik tanrıları genellikle Güneş ile sembolize edilirdi. Bu durumda da, kış güneşinin doğduğu nokta Güneş’in “yeniden doğuşunu” simgeler. Siyah taş da açılmış bir vulva şeklindedir ve buradan sanki taç takmış bir bebek başı çıkmaktadır. İnsanlar bu yeni doğan tanrının başını öperler. Başı öpmek af dilemek için yapılan eski bir Arap geleneğidir. Yedi kere bir küpü tavaf etmek de eski Arap geleneklerindendir. Kuran öncesi dönemden kalma bir yazıt Kış gündönümünde yapılan Nabati putları Allat ve Zuşera’nın doğum festivallerini anlatır. Yedi sayısı beş kutsal gezegen ve Güneş ve Ay’ın sayılarının toplamı olduğundan Araplar arasında kutsallığı vardı. Bu yazıtta Subu doğum kutlamaları, yeni doğan bebeği taşıyarak evin etrafında yedi kere turlamak ile sonlanıyordu.
Bir de arasında koşulan iki tepe vardır. Bunun da yeni doğan bebek için su aramanın sembolize edilişi olduğu söylenir. Yukarıdaki tüm gözlemlere tarafsız bakan biri verimlilik tanrıçasının doğumuyla ilgili bağlantıları farkedecektir. Bu pagan ritüelleri ve sembolleri yeni popüler olmuş dine yamanmıştı.
Verimlilik tanrıçası olarak Allat, Yunan tanrıçası ile bezerlikler gösterir. Bunun yanı sıra Romaılı Venüs, Sami tanrıçası Estarte, Mezopotamyalı İştar ve İskandinav mitolojilerindeki Frigga hep birbirlerine benzerler. Bu tür verimlilik tanrıçalara değişik adlar altında tarih boyunca tapılmıştır. Garip olan Mekke’deki siyah taş gibi taşların bunlarla ilişkilendirilmeleridir. Örneğin alttaki Kıbrıs’ta Paphos yakınlarında Afrodit tapınağında bulunan bir put.
Afrodit’in siyah taşı
Yunan mitolojisine göre Afrodit’in güzelliği siyah bir taş ile korunmuştur. Allat’ın da Afrodit ile güçlü bir ilişkisi vardır, Afrodit hellenize edilmiş Allat’tır. Kuran sonrası Romalı kaynaklarda Afrodit’in Araplar tarafından tapıldığına dair kaynaklar vardır ki bunlar sekizinci yüzyıla kadar ulaşır, Peygamberin ölümünden asırlar sonra [3]. Yani gelenekçi kaynakların iddia ettiğinin aksine putperestlik Arabistan’da yok edilmemiş, aynı şekilde korunmuştur.
Bu putlar ile ilgili başka bir benzerlik ise hepsinin Cuma günü ile ilişkilendirilmesiydi. Eştoreh buna bir örnektir, benzer şekilde Venüs de. Cuma ( Friday ) ismi dahi Norse tanrıçası Frigga’dan gelmedir. Alman kabileleri İngiltere’yi fethettiğinde bu günü İngilizlere dayatmışlardır. İlk önce Frigedaeg olan Cuma’nın adı daha sonra “Friday” olmuştur. Mezhepçiler için de Cuma’nın “kutsal gün” olmasının bir tesadüf olacağını düşünmüyorum.
Bu putlar hakkında başka bir nokta verimlilik tanrıçalarının genelli örtülü olması idi. Örneğin Anadolu’nun bir zamanki tanrıçası “Sibele” tüm vücudunu saran bir örtü altındaydı. Allat’ın taş küpü de aynı şekilde siyah örtülüdür.
Bunda şaşılacak bir şey yoktur, her din Peygamberi öldükten sonra putperestliğe doğru kaymıştır. Bu insanların doğasındandır. Kuran’da bunu doğrular:
12.106 Onların çoğu şirke bulaşmış olmadan Allah'a iman etmez.
12:106 ayetine inanıyorsak Allah’a inananların çoğunun bir şekilde O’nu Allat gibi putlarla ortak ettiğini görebiliriz. Eğer çoğunluk olan bu putperestler mantıklı eleştirilerden kaçınarak kendi mantıksız ve savunulmaz pagan sembolleri ve ritüelleri ancak Peygamberin böyle yaptığı ve pagan sembollerinin Kuran’da da geçtiği şeklinde savunmaktan başka çıkar bir yol var mıdır? Özel isim olmayan 48:24 ayetinde geçen “mekke(t) / yıkım, yok etme” kelimesini çalarak ve içindeki pagan tapınağından başka hiçbir önemi olmayan bu şehir paganizmin merkezi haline getirilmiştir. Ümeyyed zamanında – Abbasi dönemlerinde bu yer önemini kazanmış ve Allat’ın pagan sembolleri ve ritüelleri yeni dine sokulmuştu.
Allah’a ve Kuran’a inanan milyarlarca kişi nasıl olmuş da Allat’a kulluk etmek durumunda bırakılmıştır? İşin komik tarafı, bu insanların çoğu ölümleri yakın olan kişilerdir. Allat’a koşup yeni doğan bebeğinin başını öpüp, bir küpün etrafını tavaf etmek ile günahsız olacaklarını düşünürler. Bu ritüelleri yapıp, hareketsiz objeleri hürmet ederek iyi amllerde bulunduklarını ve huzur içinde ölüp cennete gideceklerini düşünürler. Aslında, tek affedilmez günah olan şirk suçunu işleyip, kaçınılmaz cehennem biletini satın almaktadırlar. Bu insanlar isimsiz ve kimliksiz kişiler değil. Onlar atalarımız, büyük babalarımız, büyük annelerimiz, ebeveynlerimiz, sevdiklerimiz, biz veya çocuklarımızız. Buraya nasıl gelindi? İşte Kuran’dan yanıt arayacağımız soru bu olmalı ki yakıtı insan ve taş olan ateşten korunalım. Allah isterse, devam edecek. http://www.gercekislam.com
|