Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selamün Aleyküm! Değerli Kardeşlerim!
Bu başlığı açan ve astığı yazılarla ufkumuzu genişletmeye çalışan Alperen Kardeşimizle birlikte bu başlığa yazı asan tüm kardeşlerimizden Allah Razı olsun.
Bu konu ile ilgili düşüncelerimizdeki ufkumuzu genişleteceğini düşündüğüm bir çalışmayı bilgilerinize sunmak istiyorum.
Kamer 1:"Ikterabetis saatu venşakkal Kamer;"
Kamer 2:"Ve in yerav ayeten yu'ridu ve yekulu sıhrun müstemirr;"
1, 2. Ayetler:
O saat yaklaştı. Ve Ay yarıldı/ yarılacak/ Ay doğdu (her şey açığa çıkarıldı).
Ve onlar bir ayet görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “devam edip giden bir büyüdür” diyorlar.
“O saat yaklaştı. Ve Ay yarıldı” ifadesi, rivayet toz dumanı içinde kalmış olan dirayetsiz açıklayıcılar tarafından, Kur’an ayetlerinden (dolayısıyla Rabbimizden) onay almayan bir takım kabullere dayandırılarak açıklanmış, böylece bugüne kadar doğru anlaşılamamıştır.
Rivayetlere göre olay:
Rivayetler, Hicret’ten beş sene evvel Mekke’de bir akşam vakti dolunay hâlindeki Ay’ın ikiye bölündüğünü, parçaların birisinin dağın üstünde diğerinin de dağın önünde bir müddet durduğunu, sonra iki parçanın birleştiğini ve Ay’ın tekrar eski hâline döndüğünü bildirmektedirler. Olayın özeti böyle olmakla birlikte bazı rivayetler uydurmacılıkta bir hayli ileri gitmişler ve olayı akıl almaz ayrıntılarla süslemişlerdir. Meselâ, peygamberimizin bir parmağını Ay’a uzattığını ve Ay’ın ikiye bölündüğünü, parçalardan birisinin peygamberimizin abasının (ceketinin) yakasından girip kolundan çıktığını ileri süren rivayetler vardır. Maalesef “din kitabı” adı ile Müslümanların arasına sokulan bu zırvalar bu noktalarda da kalmamış, Esma bint-i Amis rivayeti ile Hayber’de ikindi namazını geçiren Ali’nin, namazını vaktinde kılması için batmış olan Güneş’i bile geri getirmek suretiyle zirvelere ulaşmıştır. Ancak biz, bu konudaki rivayetlerin uydurma olduklarını göstermek için avcı hikâyelerine taş çıkartacak kadar uydurma olanlarına değil de, en muteber kabul edilen Sahih-i Buhari’ye bakmayı yeterli görmekteyiz. Buhari, bu olayla ilgili rivayetlere, “Tefsir”, “Peygamberin Alâmetleri”, “Menkıbeler” ve “Ensarın Menkıbeleri” bölümlerinde tekrar tekrar yer vermiştir. Bizim aldığımız örnekler Tefsir Kitabı’ndandır:
Rivayet 385:
‘...İbn-i Mes’ud şöyle demiştir. Rasülüllah zamanında ay, iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın üstünde, bir parçası da önünde idi. Bunun üzerine Rasülüllah Sa. ‘ŞAHİT OLUNUZ’ buyurdu.
Rivayet 386:
‘Yine Abdullah ibn-i Mes’ud (R ) şöyle demiştir. Biz peygamberin beraberinde idik. Ay iki parça oldu. Bunun üzerine Peygamber ( S ) bize “ŞAHİT OLUNUZ, ŞAHİT OLUNUZ” buyurdu.
Rivayet 387:
‘ .....İbn-i Abbas (R ): Peygamber zamanında ay yarıldı, demiştir.
Rivayet 388:
‘...Bize Şeyban, Katade’den tahdis etti ki, Enes ibn-i Malik (R): Mekke ahâlisi peygamberden kendilerine bir mucize göstermesini istediler. Peygamber de onlara Ay’ın yarılmasını gösterdi, demiştir.
Rivayet 389:
‘......buradaki senette de Enes (R ): Ay iki parçaya ayrıldı, demiştir.
Gerek yukarıda naklettiğimiz rivayetler gerekse diğer hadis kitaplarındaki rivayetler, olayın İbn Mes’ud, Enes b. Malik, Abdullah b. Ömer, Cübeyr b. Mut’im, Abdullah b. Abbas ve Ali tarafından anlatıldığını bildirmektedir. Fakat olayın vuku bulduğu tarihte (Hicret’ten beş şene önce), bu kişilerden Abdullah b. Ömer altı-yedi yaşlarında, Enes b. Malik ve Abdullah b. Abbas ise henüz doğmamışlardır. O yıllarda Ali’nin de çocuk yaşta olduğu hatırlanacak olursa, sadece İbn-i Mes’ud’un reşit yaşta olarak olayı görmesi mümkündür. Yani İbn-i Mes’ud bir tarafa bırakılacak olursa, böyle ciddî bir konu bizlere, o tarihte anasından doğmamış, veya beş-altı yaşlarında olan çocukların anlatımları ile aktarılmış olmaktadır.
Üstelik biz biliyoruz ki, peygamberimize Kur’an dışında bir mucize verilmemiştir. Zaten, eğer kendisine böyle bir mucize verilseydi, peygamberimizin tüm Mekkelileri çağırıp, mucizesini herkese göstermesi gerekirdi. Çünkü verilen mucizenin gereği ancak böyle yerine getirilebilirdi. Ama gece gündüz peygamberimizin yanından hiç ayrılmamış olan yetişkin, aklı başında sahabeden hiç birinin adı ile bu konuda bir nakil mevcut değildir.
Diğer taraftan, tarih kitaplarında da, Ay’ın ikiye ayrıldığını görüp de İslâm’a giren ya da gördüğü hâlde inanmayan hiçbir akıllı kimsenin adı geçmemektedir. Kaldı ki, böyle bir olay vuku bulsaydı, dünyanın her tarafından izlenmesi gerekirdi ve bu konuda başka görgü tanıkları da olurdu.
Esasen, yukarıdaki gibi bir kaç kişinin verdiği haberlere dayanan ve Usul ilminde “Haber-i Vahid” ve “Haber-i Meşhur” denilen haberler, imana ait konularda ve haram-helal konularında delil olarak kullanılamazlar.
Yani, sağlam delillere dayanması gereken inanç, “Haber-i Mütevatir” olmayan haberlerle oluşturulamaz.
Sonuç olarak bu yanlış inancın hadis kaynağı ÇÜRÜKve
TEMELSİZdir.
Aslında biz, yukarıda adı geçen kişilerin böyle bir açıklama yaptıklarını da kabul etmiyor, olayların sonradan uydurulup onlara fatura edildiğini düşünüyoruz. Uydurmalara burada yer vermemizin sebebi ise tamamen teşhire yöneliktir.
Kur’an’a göre olay:
Yukarıdaki rivayetlere göre olay, Mekke halkının mucize görmek istemeleri üzerine gerçekleşmiştir (!). Ama, Ay’ın ikiye bölünmesi olayının, müşriklerin mucize isteklerine verilmiş bir cevap olduğunu söylemek, hem Kur’an ayetlerinin apaçık anlamlarına ters düşmekte hem de Allah’ın bu son peygamberlik için belirlediği “sadece tebliğ” görevinin dışına çıkmaktadır. Çünkü, rahmeti gereği Rabbimizin somut mucize vermek istemediğini bildiren Kur’an ayetleri, bu iddianın kuyruklu bir yalan olduğunu iftiracıların suratlarına vurmaktadır:
İsra; 59: " Ve ma meneana en nursile bil’ayati illâ en kezzebe bihel evvelun* ve ateyna Semuden nakate mubsıreten fezalemu biha* ve ma nursilu bil ayati illâ tahviyfa;" Ve Bizi, ayetleri (mucizeleri) göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semud’a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi deveyi vermiştik de onunla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz.
Enbiya; 5, 6:" Bel kalu adğasü ahlamin belifterahu bel huve şaır* felye'tina bi ayetin kema ursilel evvelun;"
"Ma amenet kablehüm min karyetin ehleknaha* efehüm yu'minun;"
Bilakis onlar: “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir mucize getirsin” dediler.
Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir memleket iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler?
Yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığına göre eski toplumlar kendilerine gösterilen somut mucizelere rağmen yalanlamaya devam etmişler ve helâk edilmişlerdir.
Rabbimiz de insanların geçmişte ortaya koydukları bu tutumlarını tekrarlayacaklarını bildiğinden, her meydan okuyuşa somut mucize ile cevap vermek istemediğini bildirmektedir.
Böylece inanmayanlara bu dünyadaki hayatlarının sonuna kadar, tövbe ederek inanma fırsatı da verilmiş olmaktadır.
Zaten peygamberimizin de, Allah’ın bu bildirisine rağmen müşriklerin ısrarlı taleplerine karşı onlara mucize gösterme arzusu içinde olması mümkün değildir:
Rad; 38: "Ve lekad erselna Rusulen min kablike ve cealna lehüm ezvacen ve zürriyyeten, ve ma kâne li Rasûlin en ye'tiye bi ayetin illâ bi iznillah* li külli ecelin Kitab;"
Ant olsun ki, Biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve zürriyet (nesil; oğlan-kız çocuklar) verdik. Hiçbir peygamber için Allah’ın izni olmadan herhangi bir ayet getirmek de yoktur. Her ecel için bir yazı vardır.
Ankebut; 50:" Ve kalu levla ünzile aleyhi ayatun min Rabbih* kul innemel ayatü indAllah* ve innema ene neziyrun mübiyn;"
Ve, “Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!” dediler. De ki: “Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ve ben yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.”
Ama müşriklerin somut mucize istekleri gerçekten ısrarlı ve abartılıdır:
İsra; 90-93:
Ve, “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız.” dediler. De ki: “Rabbimin şanı yücedir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki?!”
Müşriklerin somut mucize göstermesine yönelik ısrarlı ve abartılı taleplerine karşılık peygamberimizin, Allah’ın talimatları doğrultusunda onlara, mucize göstermenin görev sınırları dışında kaldığından, mucizelerin sadece Allah katında olduğundan ve kendisinin de sadece beşer (insan kökenli) bir Allah elçisi olduğundan başka bir şekilde cevap vermesi ise mümükün değildir.
Müşriklerin ısrarlı ve abartılı talepleri Rabbimiz tarafından ise, Kur’an’ın tek ve yeterli bir mucize olduğunun bildirilmesi suretiyle cevaplandırılmıştır:
Ankebut; 51:" Evelem yekfihim enna enzelna aleykel Kitabe yütla aleyhim* inne fiy zâlike le rahmeten ve zikra li kavmin yu'minun;"
Kendilerine okunan Kitap’ı, Bizim kesinlikle sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.
Demek oluyor ki, Rabbimizin peygamberimize verdiği mucize müşriklerin bekledikleri türden bir mucize değil de, mucizelerin en büyüğüdür; anlık bir görüntü, bir olay olmayan ama kıyamete kadar herkesi acz içinde bırakan ebedî bir mucizedir, Kur’an’dır.
Bazı Müslümanlar, bunca Kur’an ayetine rağmen, uydurulmuş rivayetlerin karanlığında “Allah isterse neden olmasın?” yaklaşımıyla, yalanlara inanmayı cahilce sürdürmektedirler. Fakat buradaki konu, Allah’ın böyle bir olaya güç yetirip yetiremeyeceği konusu değildir. Çünkü Allah’ın her şeye kadir olduğunda hiç şüphe yoktur. Buradaki konu, böyle bir olayın gerçekten olup olmadığı ve bu olayın Kur’an’dan ve akıldan onay alıp almadığıdır. İnananların yapacakları şey, her konuda olduğu gibi bu konuda da sadece Rabbimizin mesajlarını dikkate almaktır. Aksi takdirde, Allah’ın sonsuz kudretini düşünerek herkesin kendi kafasına göre çeşit çeşit mucize uydurması söz konusu olur ki, böyle bir davranışın İslâmî anlayış ile bağdaşması mümkün değildir.
Netice olarak Ay’ın yarılması hikâyesi, Kur’an açısından da ÇÜRÜK VE TEMELSİZ olup, sadece peygamberimize “sihirbaz” diyenlerin kullanacağı bir malzemedir.
Rivayetlerde nasıl çarpıtıldığını gördükten sonra 1, 2. ayetlerin tahliline dönebiliriz.
Bu sure, Tarık suresinin devamı mahiyetindedir. Kur’an’ın Mushaf hâline getirilişi sırasında ayrı sureler olarak adlandırılarak aralarına duvar örülmüş olsa da, ayetlerdeki konular ve bağlaçlar bu duvarları aşmaktadır. Meselâ 2. ayetin başındaki “vav” bağlacı, Tarık suresinin 15. ayetindeki “yekidune” fiili üzerine matuf olup, aradaki parantez içi ifadeler kaldırıldığında cümle şu şekilde olmaktadır: “Şüphesiz onlar oldukça tuzak kuruyorlar -……- ve bir ayet görseler hemen yüz çeviriyorlar ve ‘devam edip giden bir büyüdür’ diyorlar.”
Bu durumda 2. ayetteki “onlar” zamiri ile kastedilenlerin, Tarık suresinin 15. ayetindeki “onlar” zamiri ile kastedilenlerle aynı olduğu, yani Beled suresinin 19. ayetinde bildirilen “ashab-ı meş’eme” olduğu anlaşılmaktadır.
O saat yaklaştı
Burada yaklaştığı bildirilen “Saat”; kıyamet saatidir. Yani “o saat”; kıyametin koptuğu, herkesin öldüğü ve herkesin hesap verdiği gündür. “Saat” sözcüğü Kur’an’da hep bu anlamda kullanılmıştır.
Ve Ay yarıldı.
Rabbimizin mesajının doğru anlaşılması ve rivayetlerde olduğu gibi hurafelere sapılmaması için bu cümle üzerinde önemle durulması gerekmektedir.
İnşikak (Yarılma)
“İnşikak” sözcüğü, “şakk” sözcüğünün infial babındandır ve mutavaat (etkilenerek uyma) anlamı içerir.
Yani “inşikak” sözcüğü ile ifade edilen yarılma, maruz kalınan bir etkiye karşı konmadan, direnç göstermeden, uyum sağlayarak meydana gelen yarılmadır.
Bu sebeple önce “şakk” sözcüğü tahlil edilmelidir:
“Şakk” sözcüğü, elde ve yüzde soğuk veya herhangi bir nedenle oluşmuş olan çatlaklara ad olan “şikak” sözcüğünden gelmiştir.
Araplar hayvanların tırnaklarında ve bileklerindeki çatlamaya (hastalığa) “şikak” derledi. Daha sonraları ciltte de her türlü çatlak oluşturan hastalığa “şikak” der oldular.
“Şikak” mecazî olarak da; “ayrılıkçı, tefrika çıkaran, normal düzeni bozan” anlamlarında kullanılır.
“Şakk” ise; “Sad-ı bain (ayırıcı çatlak)” demektir. Otun topraktan çıkışı, çocuğun dişinin çıkışı “şakk” sözcüğüyle ifade edilir.
“Şakk”, “tulû (doğuş)” anlamındadır. Sabahın oluşuna da “şakk-ı subh” denir. Çünkü sabah da karanlıkları çatlatmakta, ayırmaktadır. (Lisan ül Arab c: 5, s: 107)
Ragıb el İsfehani ise şöyle açıklamıştır: “Şakk”, “Herhangi bir şeyde meydana gelmiş çatlak”tır. … Denilmiştir ki, “Ayın inşikakı peygamber zamanındadır. Ve yine denilmiştir ki “ayın inşikakı, kıyametin kopacağı vakit ortaya çıkacak yarılmadır. Ve yine denilmiştir ki, bunun manası “işin açığa çıkmasıdır.” (el Müfredat s: 264, “şakk” maddesi)
Yukarıdaki her iki sözlükte verilen açıklamalara göre “şakk” sözcüğü, bir elmayı böler gibi bir şeyin ikiye, üçe bölünerek ayrılması anlamına değil, bir şeyin üzerinde yarıkların, çatlakların oluşması anlamına gelmektedir.
Nitekim, Bakara; 74, Meryem; 90, Rahman; 37, Hakka; 16, Abese; 26 ve İnşikak; 1. ayetlerde de “şakk” sözcüğü, bir şeyin üzerinde veya bünyesinde oluşan yarılmaları, çatlamaları ifade etmek için kullanılmıştır.
“Şakk” sözcüğünün bu anlamına göre “Ay yarıldı” ifadesi, Ay üzerinde bir takım yarılmalar, çatlamalar olduğu anlamına gelir ki, Ay’a gidildiği dönemde (1969), orada ayak izlerinin oluşması ve Ay yüzeyinden parça koparılması sebebiyle, bu ayetin gerçekleşmiş olduğu ileri sürülmüştür.
Sözlüklerde “şakk” sözcüğünün karşılığı olarak verilen anlamlara rağmen, “Ay yarıldı” ifedesinin, Ay’ın iki parçaya ayrıldığı anlamına geldiğini ileri süren bazı kimseler, sadece yukarıda naklettiğimiz zayıf ve uydurma hadislerden destek alan bu görüşlerine, ayetteki fiilin geçmiş zaman kipi ile kullanılmasını delil göstermişlerdir.
Gerçekten de Rabbimiz, ahiret ve kıyamet sahnelerini, fiilleri geçmiş zaman kipinde kullanarak anlatmış ve böylece kıyamet ve ahiretin mutlaka gerçekleşeceğini vurgulamıştır. Bu ifade tarzı günlük hayatta da kullanılmakta, meselâ kişi, yapmaya kesin kararlı olduğu bir işi yapacağını ifade etmek için “o iş bitti, yaptım” şeklinde konuşmaktadır. Bu ifade tarzının Kur’an’daki örnekleri çoktur:
Nahl; 1:
Allah’ın emri deldi. Onunla yüz yüze gelmekte acele etmeyin. O tüm varlığın tesbih ettiğidir. Onların şirk koştuklarından arınmıştır.
Ayrıca; Rahman; 37, Hakka; 14-16, İnşikak; 1-5, İnfitar; 1-4, Tekvir; 1-14, A’râf; 38-50, Zümer; 68-74.
Bu yaklaşımla, konumuz olan ayetin anlamı; “Kıyamet yaklaştığında Ay mutlaka yarılacaktır.” demek olup, Hasan-ı Basri, Ebussuud, Osman b. Ata, Nesefî gibi bilginler ve tüm çağdaş bilginler bu anlamı tercih etmişlerdir.
“Şakk” sözcüğünün “tulû (doğuş)” anlamında oluşu
Sözcüğün bu anlamı dikkate alındığında ise “Ay yarıldı” ifadesinden; “Ay’ın doğup ortaya çıktığı ve karanlığı çatlattığı” manası ortaya çıkmaktadır. Şems suresinde “Güneş’i takip eden Ay” ifadesinin; “Kur’an’ı izleyen peygamber” anlamına geldiği hakkındaki saptamamız hatırlanacak olursa, burada da aynı anlamdan hareketle “Ay yarıldı” ifadesinin; “Peygamberin gönderildiği ve açığa çıktığı, onunla da iyi ile kötünün, iman ile küfrün, hidayet ile dalâletin; hepsinin açıklığa kavuşturulduğu” anlamına geldiği söylenebilir. Bir başka ifade ile Ay’ın yarılması; Ay doğduğu esnada karanlığın yarılmasıdır ve bu deyimin manası “durum ortaya çıktı” demektir. Nitekim Araplar, açık olan, belirgin olan şeyleri ifade etmek için ata sözlerinde “Ay” sözcüğünü kullanırlar.
Bu yaklaşımla ve “inşekkat” sözcüğünün mutavaat anlamı itibariyle 1, 2. ayetler şu anlama gelmektedir:
Saat (Kıyamet) yaklaştı. Ve her şey Allah tarafından açıklığa kavuşturuldu.
Ve onlar bir ayet görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “devam edip giden bir büyüdür” diyorlar.
Yani, saat yaklaşıp Ay yarıldığı, her şey açıklığa kavuşturulduğu hâlde, gördükleri mucizelerden yüz çeviriyorlar, olacak olmadan akıllanmıyorlar, akıbeti düşünmüyorlar. Gördükleri mucizelerden ibret alacakları yerde “süregelen bir sihirdir” diyerek yüz çeviriyorlar.
Buradaki “ayet” sözcüğü; “hayret verici alâmet, olağanüstü durum, mucize” anlamına gelmektedir. Kural olarak şart cümlesinde yer alan nekreler, olumsuz cümlelerdeki nekreler gibi umumî (genel) mana ifade ettikleri için buradaki “ayet” herhangi bir mucize anlamındadır ama, her türlü mucizeyi de içine almaktadır.
Bu durumda “Öteden beri süregelen bir sihirdir” diyen müşriklerin, gördükleri hiçbir ayeti, hiçbir delili, hiçbir mucizeyi dikkate almadıkları vurgulanmış olmaktadır.
Kur’an’dan başka bir mucize görmedikleri için, müşriklerin gördüğü söylenen ve dikkate almadıkları mucizeler; Kur’an ayetleridir. Hatırlanacak olursa müşriklerin bu tavrı daha evvel Müddessir suresinde konu edilmişti:
Müddessir; 24: &nb sp;
Şöyle dedi: “Bu, rivayet edilerek gelen bir büyüden başka bir şey değil.”
Burada “süregelen” olarak çevirdiğimiz sözcüğün orijinali “müstemir” olup, sözcük birden çok anlama gelmektedir:
- Sözcük; “Devam eden” anlamına gelir ki, zaten gelen vahyler ve yapılan tebliğler kesintisizdir, süreklidir, devam etmektedir.
- Sözcük, “el-mirretu” sözcüğünden türemiş olup; “güçlü” manasına gelir.
- Sözcük, “el-miraretu” kökünden türemiş olup “öd kesesi” manasına gelir. Buna göre ifade; “Bu, acı, tadı bozuk bir sihirdir” manasında olur.
- Sözcük; “geçici, geçip giden, zeval bulan” anlamındadır ve bu anlama göre sihirin geçiciliği, sürekli olmadığı vurgulanmış olur.
Bize göre sözcüğün; “sürekli, devam eden, süregelen” anlamı uygundur. Çünkü müşriklerin “büyü” olarak niteledikleri ayetler süreklidir, kesintisizdir. Müşrikler kendilerine tebliğ edilen ayetlerin özünü araştırmaya yanaşmamakta ve anlamlarına sırtlarını dönmektedirler. Bir delile ve kanıta dayanmadan sırf keyfî arzularına uyarak, gördükleri ayetleri ve ayetlerin ortaya koyduğu gerçekleri irdelemeden, düşünmeden yalanlamaktadırlar.
Doğru anlayabilmek maksadıyla surenin başından beri üzerinde çalışma yaptığımız ilk iki ayetteki kısa ve öz mesajı Rabbimiz, Enbiya suresinde detaylandırmıştır:
Enbiya; 1-15:
İnsanlar için hesap yaklaştı. Onlar ise aldırmazlık içinde, yüz çeviricidirler.
Rablerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü/ hatırlatmayı ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve o zalimler aralarında şu fısıltıyı gizlediler: “Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?”
(Peygamber): “Benim Rabbim gökte ve yerde her sözü bilir. Ve O, her şeyi işiten, her şeyi bilendir” dedi.
Bilakis onlar: “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir mucize getirsin” dediler.
Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir memleket iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler?
(Ey Muhammed!) Biz, senden önce de kendilerine vahyettiğimiz birtakım kişilerden başkasını elçi olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun hemen!
Ve Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık. Onlar sürekli kalıcılar da (ölümsüz) değillerdi.
Sonra biz onlara o vaadi (verdiğimiz sözü) yerine getirdik. Böylece onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık. Aşırı gidenleri de helâk ettik.
Ant olsun, size, öğüdünüz sadece onun içinde olan bir kitap indirdik. Hâlâ aketmeyecek misiniz?
Biz zalim olan nice memleketleri kırıp geçirdik. Onlardan sonra da başka milletleri var ettik.
Öyle ki onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman ondan hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı.
“Hızlı hızlı kaçmayın; içinde şımarıp azdığınız yurtlarınıza dönün. Belki sorgulanacaksınız!”
(Onlar da): “Yazıklar olsun bizlere! Biz gerçekten zalimler imişiz” dediler.
İşte onların bu çağrıları, onları biçilmiş bir ekin ve sönmüş ocak (kül) hâline getirinceye kadar son bulmadı.
Kaynak: İşte Kur'an (Hakkı Yılmaz.)
Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
En doğrusunu bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.
|