Yazanlarda |
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam Muvahhit;
Çok zor bir konuyu konuştuğumuzun farkındayım. Hatta, yeterince tehlikeli bir hususu konuşuyoruz.
Geçenlerde, bu konuda yazmadan önce bu kıble meselesinin gündeme getirildiği ayetlerle ilgili olarak eskiler ne demiş diye şöyle bir göz attım.
Biliyorsun Razi'nin tefsirinin en büyük özelliği, kendisinden önceki alimlerin de neler dediğini, kendi görüşüne ne kadar zıt olursa olsun dile getirmesidir. Razi'yi okuduğunda, ondan öncesini de okumuş olursun.
Bu ayetlerin tefsirine baktım. Ayetlerde "salat" kelimesinin neden yer almamış olduğu ile ilgili bir görüş yok. Halbuki Razi, bu hususlar da pek dikkatlidir. Farklı kıraatleri bile muhakkak yazar.
Şimdi size bazı kesitler aktarıyorum:
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Müslümanların daha önce yöneldikten kıble Beytü'l-Makdis idi. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Medine'yö gittikten sonra kıbleyi ne zaman değiştirdiği hususundaki rivayetler çok çeşitlidir. Enes b. Malık (r.a)'den rivayet edildiğine göre, hicretten dokuz veya on ay sonra; Muaz (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, onüç ay ay sonra; Katâde'den rivayet edildiğine göre onaltı ay sonra ve İbn Abbas (r.a) ile Bera b. Âzib (r.a)'den rivayet edildiğine göre onyedi ay sonradır. Bu son görüş bizce, diğerlerinden daha sağlam ve mazbuttur. Bazı kimselerden ise kıblenin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye hicretinden on-sekiz ay sonra tahvil edildiği, rivayet edilmiştir. Vâkıdî, kıblenin onyedinci ayın başlagıcında, Receb ayının ortasında Pazartesi günü tahvil edildiği söylemiştir. Diğer bazıları ise, hicretten iki sene sonra kıblenin değiştirildiğini söylemişlerdir.
2) Ebu Müslim'in görüşüdür: Buna göre, Hak Teâlâ'nın kıbleyi, Beytü'l-Makdis'den Kâ'be'ye çevirdiğine dâir haber sahih olunca, kıblenin değiştirildiğine hükmetmek gerekir.Şayet bu olmasaydı, ayetteki, (üzerinde oldukları) ifâdesi ile, "Yani sefihlerin üzerinde oldukları" manası murad edilmiş olabilirdi. Çünkü onlar ancak yahudiierin ve hristiyanlann kıblesini biliyorlardı. Yahudilerin kıblesi batıya, hristiyanlarınki ise doğuya doğru idi. Herhangi bir yöne yönelmedikçe, kendi namazlarını kılmak adetleri değil idi. Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Kâ'be'ye doğru yüzünü çevirdiğini görünce, bu yadırgamakta oldukları birşey olduğu için şöyle dediler: "Bir kimse bizce kıble olarak bilinen şu iki yönden başka bir yöne naşı! yönelebilir?" Bunun üzerine, Allah Teâlâ onlara cevaben "De ki: doğu da Allah'ındır, batı da.." (Bakara. 142) buyurdu.
Bil ki Ebu Müslim, gerçekten doğru söylemiştir. Çünkü bu zahir rivayetler olmasaydı, bu ifâde başka manalara da gelebilirdi. [258]
e) Alimlerden bazıları, "Yahudiler kıbleye yöneldiler.. Çünkü Allah'ın Musa'ya olan nidası o cihetten gelmişti.. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen batı yakasında değildin..." (Kasas, 44) ayetinde zikredilen durumdur. Hristiyanlar da, doğuya yönelmişlerdi. Çünkü Hz. Cebrail, "Kitab'da Meryem'i an! Hani O, ailesinden ayrılarak doğudaki bir yere çekilmişti!'' (Meryem, 16) ayetinin de gösterdiği gibi, doğu tarafından Hz. Meryem'in yanına gelmişti.
Mü'minler ise Kabe'ye yönelmişlerdir; çünkü bu Kabe, Allah'ın dostunun, Hz. İbrahim'in kıblesi; Allah'ın sevgili habibi Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğduğu yer, bir de burası, Allah'ın saygın kıldığı bir yerdir." demişlerdir.
Bazılarıysa şöyle demiştir: "Hristiyanlar, nurların doğduğu yere yönelmişlerdir. Biz müslümanlarsa nurların efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğduğu yere yöneldik.. Değil mi ki bütün nurlar O'nun nurundan yaratılmıştır."
f) Alimler şöyle demişlerdir: "Kabe yerin göbeği ve ortasıdır. İşte bu sebepten dolayı Allahu Teâlâ bütün kullarına namazlarında yerin ortasına yönelmelerini emretmiştir. Bu da, her şeyde adaletin gerekli olduğuna işarettir, fşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak yerin ortasını maklukâtının kıblesi kılmıştır."
...
Sonra burada iki açıklama vardır:
a) Bu sözü, kıblenin belirlenmesi hususundaki hikmeti beyan etmektedir. Bu böyledir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), Mekke'de Kâ'be'ye doğru namaz kılıyordu; daha sonra, yahudilerin kalbterini islam'a ısındırmak İçin hicretten sonra Beyt-i Makdis'e namaz kılmakla emrolunmuş, daha sonra da Kâ'be'ye döndürülmüştür. Buna göre, biz ayeti şöyle anlarız: "Biz kıbleyi, daha önce üzerinde olduğun (yöneldiğin) cihet yapmadık..." Yani biz, seni oraya ancak insanları imtihan edip denemek için döndürdük.
b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Senin üzerinde olduğun" ifâdesinin, Beyt-i Makdis'i kıble kılma hususundaki hikmetin bir anlatımı olması da caizdir. Yani, "Senin işin astl olan hüküm Kâ'be'ye dönmektir. O Beyt-i Makdis'e yönelmen, bir maksad sebebiyle olan geçici bir durum idi. Biz, kıbleyi bundan önce üzerinde olduğun cihet kılmıştık ki bu cihet de Beyt-i Makdis idi. Bu, insanları imtihan etmek, kimin Hz. Muhammed (s.a.s)'e ittiba edip kimin etmeyeceğini ve ondan nefret edeceğini görmek için idi."
Burada Ebu Müslüm'in yaptığı üçüncü bir izah daha vardır O şöyle demiştir: Eğer bu husustaki rivayetler olmasaydı, ayet-i kerime, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yöneldiği kıblelerden hiç birisine delâlet etmezdi. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz en hayırlı bir ümmet oldunuz" (Al-i imran. 110) ayetinde olduğu gibi, bazan, manasına olmak üzere, "Allah aziz ve hakimdir" (Nisa, 165) ayetinde olduğu gibi, manasına olmak | üzere, (mâzî füi) kullanılır. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ın, sözünden muradının "Senin hep üzerinde olduğunkıbleyi (yani Kâ'be'yi) ancak şöyle şöyle yaptık" olması imkânsız değildir. [275]
b) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Bunun, Ehl-i Kitab'a bir hitab olması da muhtemeldir. Ayetteki "İmân" sözünden maksad, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğinden önce ehl-i kitabın kıldıkları namazları ve taatlarıdır. Daha sonra bunlar neshedilmiştir." Ebu Müslim, şeriatımızda neshin bulunmadığını kabul ettiği için, bu görüşü seçmiştir. [287]
...
İkinci Mesele
Alimler Hz. Peygamber'in Beyt-i Makdis'e doğru kıldığı namaz hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir grup şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s) Mekke'deKabe'ye doğru namaz kılardı. Medine'ye gelince onyedi ay Beyt-i Makdis'e yönelerek namaz kılması emrolundu."Başka bir grup, "Daha doğrusu O, Mekke'de Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılıyordu, fakat Kabe'yi kendisiyle Beyt-i Makdis arasına alıyordu" demiştir.Bir üçüncü grup ise, "Aksine O, Mekke'de sadece Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılıyordu.. Medine'de ise başlangıçta onyedi ay Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldı.. Sonra Cenâb-ı Allah, birçok faydası olduğu için, Kabe'ye yönelerek namaz kılmasını emretti" demiştir. [2]
...
Mescid-i Haram'da Namaz Kılarken Saf Tutma
"Tehzib" sahibi şöyle demiştir: "Bir cemaat Mescid-i Haram'da namaz kıldıklarında, imamın, Makan- İbrahim'in arkasında durması, cemaatin de Kabe et-Saf Tutma rafında dâire yaparak durmaları müstehabtır. Cemaattan bazısı imamdan Beytullah'a daha yakın olsa bile, bu caizdir. Mescid-i Haram'daki saf uzarsa bu durumda Kabe'nin hizasından çıkmış olan kimselerin namazı sahih olmaz.Ebu Hanife'ye göre ise, bu kimselerin namazı sahihtir. Çünkü, ona göre, Beytullah'a doğru olmak, tam hizasında olmasa da yeterlidir. Ebu Hanife'nin bu görüşünü, allame Gazali (Allah ona rahmet etsin) İhya isimli kitabında tercih etmiştir.Şafiî (r.a)'nin delili ise, Kur'an, Haber ve Kıyas'tandır. Kur'an'dan detili, tefsir edilmekte olan ayetin zahirî manasıdır. Bu böyledir. Çünkü biz, "Mescid-i Haram'ın şatrından" muradın, onun tarafı olduğunu delilfendirmiştik. Bir-şeyin tarafı ise, o şeyin karşısında olan ve onun hizasına düşen demektir. Bunun delili şudur: Birisi, birisi ile yüz yüze gelir ve onun tam karşısında olursa, "ZeYdr yüzünü Amr'a taraf çevirdi" denilir. Hatta onlardan her ikisinin yüzü doğu tarafına dönük olsa da, birisinin yüzü diğerinin tam yüzünün karşısında olmasa, "O yüzünü Amr'a çevirdi" denilmez. Böylece, âyetin delaletiyle, bizzat Kâ'be'ye yönelmenin vâcib olduğu ortaya çıkmış oldu.İmam Şafiî'nin haberlerden delili, bizim Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiğimiz şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.s). Kabe'den çıkınca, Kâ'be'ye doğru iki rekat namaz kılarak, "İşte kıble budur" buyurdu. Bu, kelimesi hasr ("sadece" manası) ifâde eder. Böylece, Kâ'be'nin kendisinden başka kıble olmadığı sabit olmuştur. Kıblenin bizzat başka kıble olduğu hususunda rivayet ettiğimiz diğer haberler de böyledir.İmam Şafiî'nin kıyas delili ise şudur: Hz. Peygamber (s.a.s)'in Kâ'be'ye duyduğu ileri derecedeki saygısı tevatür derecesine ulaşmış bir hakikattir. Namaz ise dinî vecîbelerin en büyüklerindendir. O, namazın sıhhatle edâ edilmesinin, bizzat Kâ'be'ye yönelmeye bağlanması, Kâ'be'nin şerefinin fazla olduğunu gösteren hususlardandır. Bu sebeble bizzat Kâ'be'ye yönelmenin meşru olmasını gerektirir. Diğer bir husus da Kâ'be'nin kıble olduğunun herkesçe bilinen bir gerçek olmasıdır. Onun dışındaki yerlerin kıble olması ise meşkûk (şüpheli) bir husustur. Bu durumda evlâ olan, namaz hususunda ihtiyatlı olana riayet etmektir. Binaenaleyh namazın sahih olmasının, bizzat Kâ'be'ye yönelmeye bağlı olması gerekir. [12]
Cenâb-ı Hakk'ın. "Her nerede bulunursanız, yüzünüzü Mescid-i Haram taratma çeviriniz" ayeti bütün şahıslara ve durumlara şâmildir. Fakat biz, namazın dışında kıbleye yönelmenin vâcib olmayıp, Resûlullah'ın şu hadisinden dolayı, bir taat olduğu hususunda icmâ ettik:"Meclislerin en hayırlısı, kıbleye dönerek oturmadır [19]Bu durumda gsnye şu husus kalır ki, kıbleye yönetmenin vâcib olması, sadece namaza has bir özettiktir.
...
Kabe'nin İçinde Namaz Kılmanın Hükmü & amp; amp; nbsp;
Bütün alimlere göre Kâ'be'nin içinde namaz kılmak caizdir. Bu durumda kişi dilediği tarafa döner. İmam
Kâ'be'nin içinde farz namazı kılmanın Höcmû mekruh olduğunu söylemiştir. Çünkü Kâ'be'nin içine giren kimse, Kâ'be'nin bütününe yönelmiş olmaz, aksine bir parçasına yönelmiş, bir parçasını da arkasında bırakmış olur. Durum böyle olunca, o kimse bütün Kâ'be'ye yönelmiş olmaz. Bu sebeble de namazının sahih olmaması gerekir. Çünkü Hak Teâlâ namazda Kâ'be'ye yönelmeyi emretmiştir. Kâ'be'nin içinde nafile namaz kılmak ise caizdir. Çünkü nafile namazda Kâ'be'ye yönelmek farz değildir.Ekseri âlimlerin bu husustaki delili ise, Buharf ve Müslim'in Sahlh'lerine almış oldukları hadistir. Bu hadisi Şafiî (r.a) de, İmam Malik'ten, o da Nâfi'-den, o da İbn Ömer (r.a)'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s), yanında Üsâme b. Zeyd, Osman b. Ebu Talha ve Bilâl (r.ah) olduğu halde Kâ'be'nin içine girdiler. Kapısını içeriden kapadı ve orada bir müddet durdu. Abdullah b. Ömer şöyle dedi: "Dışarı çıktıklarında Bîlâl'e Hz. Peygamber (s.a.s)'in ne yaptığını sordum, o da şöyle dedi: "Bir direği soluna, iki direği sağına, üç direği de arkasına aldı, o gün Kâ'be içinde altı direk (sütun) vardı."Bil ki bu haberi delil olarak kullanmak, bazı bakımlardan zayıftır:
a) Haber-i Vahid, Kur'an'ın zahirine ters düşemez.
b) Belki de Hz. Peygamber (s.a.s)'in orada kıldığı, nafile bir namaz idi. Bu da İmam Malik'e göre zaten caizdir.
c) İmam Malik, bu habere muhalefet etmiştir. Ravinin, rivayet ettiği habere muhalefet etmesi, o habere tâ'n etmeyi gerektirmese de, bu böyle bir tâ'n'dan uzak olan haber-i vahid'e nisbetle bir nevî zayıflık ifâde eder. O halde böyle bir haberin (rivayetin), Kur'an karşısında durumu nasıl otur?
d) Buhari ve Müslim, Sahih'lerinde İbn Cüreyc'in Atâ'dan rivayet ettiği bir hadisi nakletmişlerdir: Atâ', "İbn Abbas'ın şöyle dediğini işittim" demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Kâ'be'nin içine girince, Kabe'nin her köşesinde ayrı ayrı dua etti ve namaz kılmadan oradan çıktı. Çıkınca Kâ'be'ye yönetip iki rekat namaz kıldı ve, "İşte bu kıbledir" dedi."
Bu İki hadis arasında iki bakımdan tearuz (çelişki) vardır:
1) Orada namaz kıldığını ifâde eden (müsbet) haber ile, kılmadığını ifâde eden (menfi) haber arasında zıtlık vardır.
2) Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "İşte bu kıbledir" sözü, oraya yönelmenin kesin şart olduğuna delâlet eder. Kâ'be'nin İçinde namaz kılmayı caiz gören kimse, orada namaz kılan kimseye Kâ'be'ye yönelmeyi vacib kılmamış, tam aksine oraya sırtını dönebileceğini söylemiş olur. İmam Malik (rh.a)'in istidlaline şöyle diyerek cevap verebiliriz: Cenâb-ı Allah'ın, "Nerede olursanız olun..." ifadesi, ya umûmi bir ifadedir veya değildir. Eğer o umûmî bir İfâde ise, Kâ'be'nin içinde bulunan kimseyi de içine alır. Buna göre Allah Teâlâ sanki Kâ'be'nin içinde bulunan kimseye de Kâ'be'ye yönelmeyi emretmiştir. Binaenaleyh bunu yapan kimse de sorumluluktan kurtulmuş olur. Eğer bu ayet umum ifâde etmiyorsa, bu meseleyi de içine almaz. Dolayısıyla da ne müsbe!,ne menfî olarak bu meselede bir hükme delil olmaz. Sonra bu meselede esas nokta, tek bir insanın bir anda bütün Beytullah'a yönelmesi mümkün değtl.aksine ancak Beytullah'ın bir parçasına yönelmesi mümkün olur. Beytullah'ın (Kâbe'nin) içinde olan kimse de, aynı şekilde Kâ'be'nin bir parçasına yönelmiştir. Binaenaleyh o da emredilmiş olduğu şeyi yerine getirmiş olur, mükellefiyetten kurtulur. [26]
...
d) Birinci emir, Cenâb-ı Hakk'ın onlara sevdikleri kıbleyi ikram ettiği hususuyla birlikte gelmiştir ki bu kıble, ataları İbrahim (a.s)'in kıblesidir.İkinci emir, Cenâb-ı Allah'ın "Herkesin kendisine yöneldiği bir ciheti (kıblesi) vardır" ayetiyle birlikte gelmiştir. Bu şu manaya gelir: "Yani her tebliğ ve din sahibi (Peygamberin) , kendisine yöneldiği bir kıblesi vardır. Binaenaleyh siz de, Allah'ın hak olduğunu bildirdiği cihetlerin (kıblelerin) en şereflisine yönelin." İşte bu da Allah'ın,"Her nereden çıkarsanız çıkın, yüzünüzü Mescid-t Haram tarafına çevirin ve (bil ki) o, Rabbİnden olan hak (bir kıbledir)" ayeti ile belirttiği husustur. Üçüncü emir ise, Allah'ın kıble hususunda kendisine düşmanlık yapan yahûdilere bir delil olmadığı beyânı ile birlikte gelmiştir. Böylece, bu üç şey, herbirine kıbleye yönelme emrinin bitişmiş olduğu üç ayrı sebeb olmuştur. Bu, şöyle demeye benzer: "İşte bu kıbleye sarıl. Çünkü o senin hep arzuladığın kıbledir. Evet bu kıbleye tutun. Çünkü bu, bir hevâ-vü heves kıblesi değil, Hakkın kıblesidir." Bu, "Muhakkak ki bu Rabbtn katından olan bir hak (kıble-, dir)" ayetinin ifâde ettiği husustur. Sonra ise şöyle denilir: "Bu kıbleye yapış. Çünkü senin bu kıbleye yapışman, yahudilerin senin aleyhine getirecekleri delillere imkân bırakmayacaktır."Buralardaki bu tekrarlar, Cenâb-ı Hakk'ın Rahman süresindeki, ayeti ile Şuâra süresindeki, ayetinin tekrar edilişi gibidir.
e) Bu olay, dinimizde,hakkında nesih cereyan etmiş olan olayların (hükümlerin) ilkidir. Bundan dolayı, te'kid, iyice anlatma, şüpheleri yoketme ve açıklamayı iyice yapmak için bu hususun tekrarına ihtiyaç duyulmuştur.
....
c) Bunun mukadder bir sebebe atfedilmesidir. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Sizi muvaffak kılmam ve size nimetimr tamamlamam için, benden korkun!.." Birinci görüş doğruya daha yakındır.
Buna göre eğer, "Allahu Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatı yaklaşınca. "Bugün ben sizin dininizi kemâle erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım" (Maide, 3)ayetini indirmiş, nimetini ancak o gün tamam kılmıştır. O halde nasıl bu ayette senelerce önce, demiştir?" denilirse biz deriz ki: Her vakte lâyık olan nimetin tamamı, Cenâbn Hakk'ın o vakte tahsis ettiği nimettir. Hadiste de,"Nimetin tamamı, cennete girmektir"[91]buyurul-muştur. Hz. Ali (r.a)'den de, "Nimetin tamamı, İslâm üzere ölmektir" dediği rivayet edilmiştir.Bil ki, Ebu Müslim (r.a)'den, Hz. Peygamberin ve ümmetinin Beyt-i Mak-dis'e doğru kılmış oldukları namaz hususunda naklettiğimiz şüphelere gelince, eğer bundan maksadı, Kur'an'ın lâfızlarının buna delâlet etmediği hususu ise, o haklıdır. Çünkü, yukarıda da açıkladığımız gibi, Kur'an'ın hiçbir lâfzı buna delâlet etmemektedir. Eğer maksadı, bunu tamamen inkâr ise, bu hakikaten uzak bir görüştür. Çünkü, bu husustaki haberler tevatür derecesine yaklaşmışlardır. Ebu Müslim (r.a) tevatürü kabul etmeyebilir. Bu durumda da, "Şeriatımızda neshin vuku bulduğu hususunda haber-i vahide dayanarak kesin hüküm vermek doğru olmaz" diyebilir. Allah en iyisini bilendir. [92]
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx x
Bakınız, Kıble'nin Kabe olduğunun delilleri nelermiş... Neler hususunda ihtilaf edilmiş.
Tek bir yerde şu söylenmiş, tekrar edelim:
Bu,
şöyle demeye benzer: "İşte bu kıbleye sarıl. Çünkü o senin hep
arzuladığın kıbledir. Evet bu kıbleye tutun. Çünkü bu, bir hevâ-vü
heves kıblesi değil, Hakkın kıblesidir."
Belki de sadece benzemiyordur. Belki de tamı tamına bunu söylüyordur.
Düşünülecek işler...
Muhabbetlerimle...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
muhliskul Yazdı:
Tarih inkari insani cikmaza surukler, celiskili bilgiler yuzunden gecmisi kabullenmeyenler, vahyi nasil kabulleniyorlar. Kuran kendilerinin gozunun onunde mi indi? |
|
|
Selam Muhliskul;
Ben de bu soru ne zaman gelecek diye bekliyordum ki, hiç ummadığım bir yerden geldi...
Sevgili kardeşim; bu bahsettiğin şey daha önce geleneğe sahip çıkma amacıyla, mevdudinin söylediği bir şey olarak bu forumda dile getirildi, orada da yazdım.
Kuran'a ya inanırsın, ya inanmazsın. Kuran, kendi kendisinin sağlamasını yaptıran bir kitaptır.
Bir; bu kitabın Allah katından olduğuna inanmayanları bunun gibi bir Kuran yazmaya davet eder. Bu davet, 1400 yıldan beri yapılmaktadır.
İki; Kuran, eğer Allah katından olmasa idi elbette içinde pek çok çelişkiler barındırırdı.
Başka sağlama metodları da vardır.
Bu sağlama metodlarını öğreten Allah'tır.
Kuran'a, onu beşerin koruduğunu düşünerek iman eden kişinin durumu şüphelidir.
Biz, Kuran'a beşer koruyup ulaştırdığı için değil, sırf Kuran'a / O'nun Allah katından olduğuna iman ettiğimiz için iman ediyoruz. Eğer buna iman etmezsen, Kuran'a iman etmenin hiç bir değeri kalmaz.
Muhabbetlerimle...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
Guests Guest Group
Katılma Tarihi: 01 ekim 2003 Gönderilenler: -259
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
muhliskul yazdı
Tarih inkari insani cikmaza surukler, celiskili bilgiler yuzunden gecmisi kabullenmeyenler, vahyi nasil kabulleniyorlar. Kuran kendilerinin gozunun onunde mi indi?
Evet.Kur"an" benim gözümün önünde indi ve inmeye de devam ediyor.Çünkü,ben yazılı Kur"an"ı orijinal Kur"an" ile,yani açık ilmi veriler ve Sünnetullah ile mukayese ve test ederek okuyorum.Çünkü bunlar ile, yazılı Kur"an,çok büyük bir ahenk içerisindedirler.Yani tartıştığımız elimizdeki yazılı Kur"an,Orijinal Kur"an"ın,yani Varlık ve hayat kitabının yazılı özetidir.Ancak,şeytanların kulaklarını kesip,fıtratlarını bozduğu kimseler,orijinal Kur"an"ı okuyamazlar.Onlar ancak,tarih,rivayet,nuzul sebebi,hadis,sünnet.v.s.Gibi vasıtalarla Kur"an"ın anlaşılacağına inanırlar.Daha doğrusu,onlar,yani sözüm ona "muhliskullar",saydığım vasıta veya benzerlerini Kur"an"a doğrulatmaya çalışırlar. Çünkü,bunlara telkin edilen nakiller,bunlara böyle emretmektedir.Zaten,bunların dini, imanı,kitabı,sadece nakillerden ibarettir.Çünkü,bunların,en temel dini eğitim kuralı,dinde,akla göre değil,nakle göre inanıp,nakle göre amel etmektir.
Allah nakilcilerden,islam ve insanlığı korusun
Kuran'in Muhammed'in kalbine vahyini muteakip fiziksel kanunlara muhatap olusunu kimse inkar edemez. Elimizde ki metinlerin duzenlenmesi yaziya gecisinde insan rolu ve genelde oral bir toplumun yazi toplumu olusunun dogal sonucu olarak yasananlar. Butun bunlarin Tarih muhtevasindan ayri tutulmasi hangi bilimsel bakis ile bagdasabilir. Tarihsel baglantisi koparilan Kuran vahiy Kuran degildir. Kuran gunumuze degin bu hassasiyetlerce korunarak gelmistir. Bizlerde bundan bu tarihi surec sunumuyla istifade etmekteyiz. Gunumuz mantiginin eline mahkum Kuran orjinal espirisinden yoksun sadece bir maddeye donusur. Onun ilk orjinal hitabindaki anlami ancak o ortam anlasilirsa netlik kazanir.
Kuran'in allah tarafindan korunmusluguna dair ileri surulen butun ayetlerin farkinda olarak bunlari soyluyorum. Bu korunma metafizik alanlara aittir, iyi incelerseniz gorursunuz.
Bu yaziyi is oncesi acele bir sekilde yazdigimdan okumadan kaydediyorum, yazi yanlisliklarimdan oturu ozur.
Allah'a emanet. |
Yukarı dön |
|
|
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam;
Salatın namaz olmadığını düşünen bir kardeşimizin internet sitesinden bazı alıntılar yapacağım. Doğruluğunu, yanlışlığını tartışalım.
Kaynak: http://beytegiris.blogcu.com/Din/page1
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
YADSIYAMAZSINIZ
SALÂT VE ZEKÂT
SANDIĞINIZ ŞEYLER DEĞİL
(İslam’da Salât’ın Namaz, Zekât’ın da Mal Yardımı Olmadığının İşaretleri)
Kovulmuş Şeytan’dan Allah’a sığınırım!
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlarım.
Özet:
Hz. Lokman’ın oğluna vasiyetinden hareketle Kur’an’ın salâtı ikame emrinin namaz kılma
anlamında düşünülemeyeceği, düşünülmesi durumunun Kur’an ayetlerinin
hem bağlamlarından kopmasına hem de kendi içlerinde tutarsızlık ve
kopukluklar göstermesine neden olduğu genel çizgileriyle
belirtilmiştir. Sırayla şu noktalara değinilmiştir:
- Hz. Lokman’ın vasiyeti
- Rükû edenlerle birlikte rükû etmek / cemaatle namaz kılmak
- Salâtı ikame tabirinin gerçek anlamını ortaya koyan 30/31 ayeti
- Sallâ fiilinin “yüz çevirme” anlamının karşıtı olarak kullanıldığı 75/31-32 ayetleri
- İki vakit salâtın ne anlama geldiği
- Namazın mükerrer sünnet olup olamayacağı bahsi
Ve dipnot olarak sallâ fiilinin sözlük anlamları
Hz. Lokman’ın oğluna vasiyeti:
Yavrum! Salâtı ikame et, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret! Doğrusu, bunlar, azmedilmeye değer işlerdir. (31:17)
Yukarıya
alıntıladığım ayette Hz. Lokman’ın oğluna ilk tavsiyesi, geleneğin
biçimlendirdiği Müslüman halkın zihniyetinde, namaz kılmaktır. Ne var
ki, sonraki emirlerin salât ile hiçbir ilişkisi yoktur!!! Kanımızca bu
sonuç, ayetlerdeki ifadeleri yalnız siyak ve sibaklarından değil kendi
içlerinde bile kopuk kopuk anlamlandırmaya çalışmaktan
kaynaklanmaktadır. Ayeti kendi içinde bir bütün olarak
değerlendirirsek, bu ayette namazdan söz edilmiş olmaması gerektiği az
çok usavurma (muhakeme) yetisi olan bir kişinin anlaması gereken bir
durumdur. Peki Hz. Lokman’ın oğluna verdiği öğüdün ilk bölümü neyi
öğütlemektedir?
Hemen
ivedi bir yanıt buluşturmadan gerçeğin ne olduğunu anlayabilme ereğiyle
salâtı ikameden söz eden başka ayetleri de okumalıyız:
2/92/41
Sizin yanınızda bulunanı doğrulayıcı olarak indirmiş bulunduğum
(Kur'ân)a inanın ve onu ilk inkâr eden, siz olmayın; benim âyetlerimi
birkaç paraya satmayın ve benden sakının.
2/92/42 Bile bile gerçeği bâtılla bulayıp hakkı gizlemeyin.
2/92/43 Namazı kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle (Allâh'ın huzûrunda eğilenlerle) beraber eğilin.
2/92/44 Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?
2/92/45 Sabırla, namazla Allah'tan yardım dileyin, şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.
2/92/46 O(saygılı insa)nlar, Rablerine kavuşacaklarını (gözetir) ve gerçekten O'na döneceklerini bilirler.
2/92/47 Ey İsrâil oğulları, size verdiğim ni'meti ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.
2/92/48
Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, kimsenin cezâsını
çekmez (borcunu ödemez); kimseden şefâat (aracılık, iltimas) da kabul
edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz.
Yüce
Allah, yukarıdaki ayetlerin bağlamında Hz. Lokman’ın oğluna verdiği
öğütleri doğrudan anlatımla önümüze koymuyor mu? Evet, hemen hemen
koyuyor. Peki… Allah Allah!.. Altını çizdiğim ayetler, arkasından gelen
ayetlerle birlikte ele alındığında kopuk bir manzara gözümüzün önüne
serilmiyor mu? Oysa böyle olmaması gerekir. Demek ki, bizim ayetleri
algılayışımızda bir çarpıklık var. İlgili ayetlerde verilen iletileri
alt alta sıralarsak belki bir yerlere ulaşırız:
- Önceki
Tanrı kitaplarının devamı olan Kur’an’a inanmalı ve Allah’ın ayetlerini
hiçbir şey karşılığında satmamalı, yani Tanrı’nın hükümlerini
insanlardan gizlememeliyiz.
- Yine hakkı bâtılla karıştırma yöntemiyle de Allah’ın ilmini gizlememeliyiz.
- Salâtı ikame etmeli, zekâtı ödemeli, rüku edenlerle birlikte rüku etmeliyiz.
- İnsanlara iyiliği emrederken kendimiz o iyilikten kaçmamalıyız.
- Sabır ve salât ile Allah’a istiane etmeliyiz.
“Salâtı ikame edin!” emrinin “Bile bile gerçeği bâtılla bulayıp hakkı gizlemeyin.”
emrinden sonra gelmesi belki bir şeyler çağrıştırabilir. Çünkü altı
çizili eylemi yaptığımızda başka birtakım nesne ve kavramları Yüce
Allah’a ortak koşmuş, yani müşrik olmuş oluruz. Yoksa 2/43 ayeti bize
Müslümanları müşriklerden ayıran ilk farkın namaz olduğunu mu bildirmek
istiyor?! Öyleyse namazın bir parçası olan rükû (!) etmemiz, niçin
zekât verme emrinden sonra buyruluyor? Bu anlatım biçemi kambur
gözükmüyor mu? Dahası rüku eylemi eğer namazın bir parçası ise,
özellikle namazdan ayrı olarak anılmasının anlamı ne ola ki? Genel
ulemanın bu durumdan çıkardığı anlam, rükû edenlerle birlikte rükû
etmenin “cemaatle namaz kılmak, dolayısıyla cemaatle namazın fazileti”
olduğu yönündedir. Ne var ki, aklıma takılmadan edemiyor: Neden rükû
eylemi cemaatle namazı ifade etsin? Geleneğin literatürüne göre rükû,
önceki ümmetlerin bilmediği bir fiildir. Oysa bu ayetler
İsrailoğullarına seslenmektedir. Bu emrin ardından İsrail oğullarına
rükû fiilinin tarif edilmesi gerekmez miydi? Sonuç, öyle olmamış, değil
bu ayetlerde, başka ayetlerde bile rükûnun nasıl yapılacağı
ayrıntılanmamıştır. Oysa daha namaza hazırlık (!) olan abdest konusunda
açıklama işlemi gerektiğince yapılmıştı.
Öte yandan yukarıdaki ayetlerde zekât amelinin hangi kavramla ilişkisi olduğu görülememektedir[1].
Oysa “salâtı ikame” eylemi, 2/41, 42, 44, 45, 46 ayetleriyle güçlü ve
derin bir bağ taşımaktadır. Görünürde böyle olmasa bile kanımca
mühürlenmemiş (gelenek ve atalar dini ile algılaması körelmemiş,
anormal durumları normal durumlar gibi kabullenmeye başlamamış) kalpler
tarafından bu bağ kolayca sezilebilir.
30/28: Size
öz benliklerinizden bir örnek verdi: Ellerinizin altında bulunanlarda,
size verdiğimiz rızıklarda, sizinle aynı haklara sahip, birbirinizden
çekindiğiniz gibi kendilerinden çekineceğiniz ortaklarınız var mı? İşte
biz, aklını işletecek bir topluluk için ayetleri böyle açık açık
sıralıyoruz.
30/29: Zulme
sapanlarsa ilimsiz bir biçimde keyiflerine uymuşlardır. Allah'ın
saptırdığına kim yol gösterecek? Böylelerinin yardımcıları yoktur.
30/30:
O halde sen yüzünü, bir hanîf olarak dine, Allah'ın insanları üzerinde
yarattığı fıtrata çevir. Allah'ın yaratışında değiştirme olamaz. Doğru
ve eskimez din işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar.
30/31: O'na yönelmiş kişiler olarak O'ndan sakının! Namazı/duayı yerine getirin ve sakın şirke sapanlardan olmayın;
Müniybiyne ileyhi vettekûhü ve ekıymûssalâte ve lâ tekûnû minelmüşrikiyn.
30/32: Onlardan ki, dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar haline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür.
30/33:
İnsanlara bir zorluk dokunduğunda, Rablerine yönelerek O'na yakarırlar.
Sonra onlara bir rahmet tattırınca bakarsın ki, içlerinden bir grup
Rablerine ortak koşuyor.
30/34: Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etsinler diye. Haydi, yararlanın/zevklenin! Yakında bileceksiniz...
30/35: Yoksa onlara kesin bir kanıt mı indirdik de onlara Allah'a ortak koşmalarını söylüyor!
Bu da ne oluyor?! Bu ayetlerin arasında, böyle bir bağlamda namaz kılmanın işi ne ola ki?! Acaba
Yüce Allah gerçekten müşrik olmamamız için namaz kılmamızı mı
buyuruyor? Öyleyse hadis kültüründe Mekke müşriklerinin namaz kılması
onları niçin müşriklikten kurtaramıyor? Kırmızılaştırdığım yerdeki “ve” bağlacı birçok ayette “yani” anlamına gelmektedir. Sözün özü Yüce Allah, bu ayette bir tanım veriyor. Neyin tanımı? Salâtı ikamenin tanımını: Dinde birliği koruyup şirke sapanlardan olmamak. Dikkat ederseniz, 2/45’te sabra salâttan önce sarılmalıyız;
çünkü bir şeylere sabretmeden “tek olan Allah’a bağlılığı ayakta
tutmak” olanaksızdır. Kur’an’da “salâtı ikame” tabirinin hemen her
zaman “şirk” bağlamında anılmasının “Dinde birliği koruyup şirke
sapanlardan olmamak” anlamından kaynaklandığı kanısındayım. Dolayısıyla
vahdet kavramının peşinden gidilmelidir. Nitekim sallâ fiilinin “arkasından gitmek” anlamı[2]
da vardır ve bu anlamın Kur’an’da kullanıldığı geleneğin ulemasınca
görülmemiş olsa bile aşağıdaki ayetlerde görülebilir; çünkü “yüz çevirme” anlamının karşısına konmuştur:
İşte o, (Peygamberin getirdiğini) doğru kabul etmemiş, namaz da kılmamıştı (lâ sallâ). Aksine yalan saymış ve yüz çevirmişti. (75/31-32)
Ayrıca
19/59’da “yitirilen salât”ın bu anlamdaki salât olduğu anlaşılabilir.
Yani, kişiler genel anlamda Allah’ın vahyini izlemeyi bırakıp kendi
nefislerinin uydurduğu kurallara uymaya başladıkları için salâtı
yitirmişlerdir. “Namazı yitirmek” deyimi ise dilbilgisi bakımından bir
tuhaflıktan başka bir şey olamaz!
Böyle bir durumda, abdest alınması gereken salâtın
(ki bu tür bir salâttan söz edilen ayetlerde ve bağlamlarında şirk
konusuna değinilmemiştir ve belirlenen iki zaman söz konusudur: Fecr ve
İ’şâ’) namaz olmadığı, bir “birlik durumuna geçme, toplanma” kavramıyla
ilişkili olduğu sezilebilir. Peki, müminler niçin toplanır? Elbette
Elçi’nin diyeceklerini dinlemek ve dersler çıkarmak için toplanırlar.
Öyleyse abdest alınarak yerine getirilen salât eylemi bir “söylev”dir. Nitekim, salât kelimesinin anlamlarından biri de “yapılan konuşma”dır.
İşin
özünde, Kur’an-ı Kerim’in hiçbir ayette beş vakit bir namaza vurgu
yapmamış olması ve Müslüman geleneğinde ise beş vakit namazın yaygınlık
taşıması, geleneğin nakline göre Elçi’den önce kılınan namazın beş
vakit olmadığı ve Son Elçi’nin Kur’an’a karşın hiçbir inanana 5 vakit
namazı dayatamayacağı düşünüldüğünde bu durumlar bizi namazın İslam’a
bir bütün şeklinde sokulmuş olabileceği düşüncesine itmiştir. O nedenle
namazın mütevatir ve tekrarlanan sünnet olarak günümüze geldiği
şeklindeki savunma bizim açımızdan önem taşımamaktadır. Zira namaz,
Arap yönetiminden kesin bir destek bulduğu bir ortamda (ki Muaviye ve
ardıllarının İslam’ı siyasetten kovma anlayışlarını topluma
dayattıklarını çok iyi biliyoruz) bütün kültleriyle İslam’a sokulduktan
sonra mütevatir ve tekrarlana gelen bir eylem durumuna geçmiş de
olabilir.
Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’adır!
[1] Aslında bu durum doğaldır; çünkü Kur’an’da anılan zekât malla ilgili bir mevzu değil, yaşayışla bağlantılı bir gönül arındırmasıdır.
Bunu nereden anlıyoruz? Elbette Kur’an’da zekât kelimesi anılarak malla
ilgili bir yardım biçimini tarif eden hiçbir ayetin olmamasından
anlıyoruz. İşin gülüncü genel İslam uleması sırf düşündükleri yönde
hadisler var diye Kur’an’ın ifadelerini bir yana bırakıp sadaka bahsini
zekât ile karıştırmışlar, hattâ nerede sadakanın kimlere, nasıl, ne
kadar verileceğini tarif eden ayetlerdeki sadaka kelimesini de zekât
kelimesi ile değiş tokuş etmişlerdir. Onların müntesipleri ise şunu hiç
sormamıştır: Be şeyhim, Kur’an’ın bu ayetinde sadaka kelimesi geçiyor.
Peki onu niye zekât olarak anlamlandırıyoruz? Eğer sözü edilen şey
zekât olsa idi, Yüce Allah o ayette zekât kelimesini birebir olarak
kullanmaz mıydı?
Öte yandan zekât’ın yalnızca kulun verdiği değil, Allah’ın verdiği biçimi de vardır: Katımızdan bir kalp yumuşaklığı, bir temizlik (zekât) verdik. Korunan biriydi o. = ve hanânen min ledünnâ ve zekât ve kâne tekıyyen.(19/13) (Hatırlayın, salâtın Allah’ın müminler ve Elçi üzerine yaptığı bir biçimi vardı!) Burada
Onun korunan (yani takvalı, haramlardan uzak duran) biri olmasını
sağlayan zekât göstermesidir. Öyleyse evet, zekât vermek değil, zekât göstermek (çünkü etâ fiilinin anlamlarından biri de göstermek’tir)… Burada Kur’an’da zekât’ın anlamının da düzelme anlamındaki arınma olduğu kendisini gösteriyor.
[2]ﺻﻠﻰ : Dua, dua etmek; yalvarma, yakarış; konuşma, söylev, nutuk; övgü, methiye; nimet; meydana getirmek, sebep olmak; yakından takip etmek, izlemek, uymak, bağlı kalmak; irtibata geçmek veya irtibata geçilmek; hayvanın kuyruğunun çıktığı yer, but.
Örneğin “bir at yarışında ilk atın peşinden bir burun farkıyla giden at”a el-musalli (yakından izleyen) denir.
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam;
Aynı siteden devam ediyorum:
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
SALÂT HAKKINDAKİ KESİN DURUMLAR
Nisan 2007
İçindekiler:
ÖN SÖZ. 1
Abdest Hakkında: 1
Namazın Vakitleri Hakkında: 1
Namazın Öğeleri Hakkında: 2
Namazın Kılınışı Hakkında: 2
Namazın Kılındığı Tapınak Hakkında: 3
Namazın Tarihselliği Hakkında: 3
SON SÖZ. 4
Geçmişten
günümüze birçok din bozularak gelmiştir. Bu dinler artık Allah’ın
buyurduğu anlamdaki Din olarak işlememesi nedeniyle yeni elçi ve
nebiler gönderilmiştir. Hz. Allah, indirdiği dinlerin hükümlerini beyan
eden kitaplar da indirmiştir. Kitaplar, seçilen nebilere indirilmiştir.
Bu kitapları tahriften koruma yetkisi ise söz konusu Kitap’a bağlı
olanlara verilmiştir. Aynı biçimde Elçi Muhammet’e de baştan beri
vazedilen İslam dininin hükümlerini beyan etmesi için bir kitap
verilmiş ve Elçi Muhammet, “Nebilerin Sonuncusu” olarak
nitelendirilerek bu tabirle (İlk emri olan “Oku! = İkrâ!” emrine
mutabık olarak anlamı da “okuma” olan) Kur’ân isimli Kitap’ın
“Son Kitap” olduğu ifade edilmiştir. Önceki ümmetlere davranıldığı gibi
Kitap’ı koruma görevi yine Kuran’a inanan kişilere verilmiştir. Bu
bakımdan 15/9 ayetindeki “Zikr’i Biz indirdik, onun koruyucusu da
elbette biziz” vurgusu Allah’ın “Kuran metninin tahriften uzak olduğu”
anlamını belirtmesi değil, Kuran’ın kaynağı noktasında şüphelerini
belirten inkârcılara bir yanıt vermesidir. Yoksa bu sözü “metni koruma”
olarak düşündüğümüzde zaten Hıristiyanlar da kendi kitaplarındaki ayet
parçalarına dayanarak kitaplarının tahrif edilmediği savunmasını
yapmaktadır. Zaten bu ayetin indiği bağlama dikkat edilirse ayetin neyi
ifade ettiği anlaşılabilir. Ne var ki, bu metin tahrifinin gerçekleşme
olasılığına karşın biz, tarihsel yaşantılardan da yola çıkarak böyle
bir şeyin söz konusu olmadığı kanısını paylaşmaktayız. Mesele Kuran’ın
anlam yönünden tahrifine geldiğinde ise böyle bir tahrifin büyük
ölçekte gerçekleştirilmiş olduğu kanısına varmış bulunuyoruz. Bunun
nedeni, geleneksel dinin dayatmaları ile Kuran ayetlerini
karşılaştırdığımızda karşımıza çıkan sonuçlardır.
- Kuran’da
salâta durulacağında 5/6 ile belirlenmiş bölgeler yıkanmalı veya ıslak
elle silinmelidir. Buna göre bir vaktin abdesti ile başka bir vaktin
salâtı yerine getirilemez.
- Kuran’daki
abdest eyleminde ağzı ve burnu çalkamak, kulakları ve enseyi sıvazlamak
ve bunların sayıları ile ayakları yıkamak emredilmemiştir.
- Allah
tarafından belirli vakitlerde ikame edilmesi emredilen her salât,
istisnasız olarak Elçi’ye seslenmektedir. Yani böyle emirlerin yüklemi
2. tekil kişiye yöneltilmiştir.
- Kuran’da yalnızca iki vaktin salât adı bildirilmiştir: Salâti’l-fecr ve Salâti’l-‘Işâ’.
Bu iki vakit dışında yerine getirilen hiçbir salât vaktinden söz
edilmemiştir. Kesin olarak bilinmeli ki, Kuran’da beş vakit namaz
olmadığı gibi üç vakit namaz da yoktur.
- “Salâti’l-Vusta” kelimesinin anlamı, hadis ve rivayetlerde bile tartışmalıdır. Salâte’l-Vusta
kimi rivayete göre Sabah, kimine göre Öğle, kimine göre İkindi, kimine
göre Akşam, kimine göre de Yatsı namazıdır. Fakat “ikindi namazı”
olduğu en yaygın görüştür. Son zamanlarda yaygınlık kazanan görüş ise
“öğle namazı” olduğudur. Ne var ki, bütün bunlar dayanaksız görüşlerdir. Vusta salât, “öğle namazı” olsaydı
- Salâte’l-Vusta’nın (?) Arapçadaki yaygın adı “Salâtü’z-zuhr” olmaz,
- 24/58
ayetinde Salâti’l-Fecr ve Salâti’l-‘Işâ tabirleri anıldığı gibi
“Salâti’l-Vusta” ya da “Salâtü’z-zuhr” tabirlerinden biri de anılırdı.
Oysa 24/58’de “öğle vakti üstünüzü çıkarttığınızda” ifadesi yer almış
ve bu eylemin salât için yapıldığı ifade edilmemiştir.
- Ayrıca 2/238’deki “salâti’l-vusta” bir vaktin namazı olsa bile bunu ilk önce anılan salevât’ın dışında düşünmek zorunda değiliz. “Ve” bağlacının görevleri için Mehmet Yaşar Soyalan’ın Vahiy Savunması kitabının 200-210. s. arasını okuyabilirsiniz.
- Kuran’da teheccüt namazı yoktur. “Teheccüd” eyleminin “namaz” için yapıldığı dayanaksız bir yorumdan oluşuktur.
- Kuran’da nafile namazın gerekliliğinden söz edilmemiştir.
- Kuran’da
vakitleri belirlenen salât için ezan okumak şart değildir. Şart olan
fiil, salâta bir biçimde çağrının (nidanın = sesli çağrının)
yapılmasıdır. Dolayısıyla örneğin Türkçe ezana karşı çıkılmasının Allah
tarafından bildirilmiş herhangi bir sakıncası yoktur. Hattâ her
çağrının, çağrının yapıldığı toplumun dili ile yapılması ilkesine
uyduğundan daha insani, yani fıtrata daha uygundur.
- Hiçbir
ayette salâtın içerisinde Kur’an okunması buyrulmamıştır. Salât
kelimesiyle anılan "Kitap'ı oku!", "Kuran'ı oku" gibi ifadeler salâtı
ikamenin içerisine dahil edilmemiştir.
- Kuran’da
namazın temel öğeleri sanılan kıraat, kıyam, rükû ve secde fiilleri tek
bir ayette ya da en azından peş peşe sırasıyla söylenmemiştir.
- Kuran’da
Elçi’nin salâtı ikame etmesi gerektiği buyrulan Fecr ve ‘Işâ’ vakitleri
birebir tanımlanmışken kıyam, rükû ve secde fiilinin nasıl yerine
getirileceği hiçbir ayette tanımlanmamıştır. Bu hususta tek gösterge
“çeneleri üzerine secdeye kapanmak” ifadesidir ki, bunun da gelenekte
kılınan namazdaki secde fiiline benzemediği ortadadır.
- Salâtın kuud/tahiyyat öğesi (!) Kuran’da bildirilmemiştir.
- Salâtın selamı diye öğesi (!) Kuran’da bildirilmemiştir.
- Kuran’da namaza niyet öğesi yoktur.
- Kuran’da iftitah tekbiri öğesi yoktur.
- Salât sırasında tespih çekilmesini buyuran bir ayet yoktur.
- Kuran’da, yeryüzünde beş vaktin gerçekleşmediği memleketlerde namazın nasıl kılınacağı bildirilmemiştir.
Bu durum bizi ya namazın yalnızca bu beş vaktin gerçekleştiği yerlerde
kılınması gerektiği ya da Allah’ın doğa yasalarıyla çeliştiği sonucuna
götürür. Bu da İslam’ın evrenselliğini zedeler. Bir kısım müçtehitlerin
kendi kafalarından beş vaktin gerçekleşmediği yerler için bir fetva
vermesi sonucu değiştirmez. Böyle bir fetva iznini Yüce Allah
vermemiştir. Zira 5/101 ayeti bu konuda verilmiş bir izin değildir.
Orada, sözü edilen “Allah’ın vazgeçtiği konular” belirtilmiştir.
- Hiçbir ayette bir yöne dönülerek salâtın
ikame edilmesi gerektiği bildirilmemiştir. Onu bırakın, başka herhangi
bir ayette dua için bir yöne dönülmesi gerektiği ne önceki ümmetlere ne
de Hz. Muhammet’e uyanlara buyrulmuştur. Kıble ayetlerinde “Mescidi
Haram’a dönün!” buyrulurken bunun “salât için” olması gerektiği
bildirilmemiştir.
- Kuran’da karma namazı (!, salâtı) engelleyen bir hüküm yoktur.
- Kuran’da
bildirilen salâtın tek başına da kılınabileceğini gösteren bir ruhsat
yoktur. Kuran’dan edinilebilecek izlenim, vakitli salât eyleminin
cemaatle gerçekleştirildiği biçimindedir. Salâtın nasıl
gerçekleştirildiği zaten hitap edilen toplum tarafından bilindiği ve
Allah’ın Kuran vahyi ile müdahalesini gerektirecek bir tartışmaya neden
olmadığı için salâtın tek başına kılınabileceğini savunmak zordur.
- Kuran’da
bildirilen salât, hem erkeğin hem de kadının cemaat olarak yerine
getirmesi gereken bir salâttır. Cuma Suresi’nin 9. ayetindeki salâta
gelme emri hem erkekler hem de kadınları kapsamaktadır. Hz.
Peygamber’in böyle bir emri erkeklere özgüleme yetkisinin bulunduğu
hiçbir ayette bildirilmemiştir.
- Kuran’daki
salât için setri avret emri verilmemiştir. Kuran’da daha önce örtünme
emrinin verilmiş olduğunu ve salâtı yerine getirmek için özel olarak
verilmesine gerek duyulmamasını bir arada değerlendirirsek salâtın
“namaz” gibi bir ritüelin adı olma olasılığı aşağı düşer.
- Kuran’da vakti bildirilen salâtların kaçar rekât kılınacağı söylenmemiştir.
- Kuran’da “rekât” kelimesi anılmamıştır.
- Kuran’da gelenekte rastladığımız biçimde bir
“rekât” kavramı yoktur. 4/102 ayeti, normal bir salâttan değil, savaş
durumundaki korku namazından söz etmektedir. Bu nedenle geleneksel
“rekât” kavramı için ölçü kabul edemeyiz. Zaten bu ayette rekâtı tarif
etme amacı güdülmediği ortadadır. O nedenle rükû rüknünden hiç söz
edilmemiştir. Aslında böyle bir eksiklik, rükûun sahih anlamına bir
emare teşkil eder. Zira 4/102’de savaşma bağlılığından (yani
salâtından) söz edilmesi nedeniyle rükû kelimesi anılmaması çok
doğaldır; çünkü rükûun sahih anlamı “alçak gönüllülük”tür. Savaş
sırasında ise alçak gönüllü olmak gereksizdir. Savaş atmosferiyle
bağdaşmaz. Öte yandan 4/102’de salâtın kuut adında bir öğesi de yoktur.
Dolayısıyla normal salâtta bu öğenin bulunup bulunmadığını (başka
ayetlerde de salâtın rükünlerinden söz edilmediği için) belirleyecek
bir ölçütümüz yoktur. Hattâ rükû eyleminin birkaç ayette (2/43;
38/24) sanki namaz dışında ayrı bir ritüel biçimiymiş gibi anılması
şüphelerimizi daha da haklı çıkarır.
- Kuran’da farz rekât sayısı yoktur.
- Kuran’da farz - sünnet rekât sayısı gibi bir ayrım yoktur.
- Kuran’da
vakti belirli olan salât eylemi, 2/239’daki ruhsata göre, yaya ve
binekte gerçekleştirilebilir. Bunun “ima” yoluyla mı yoksa başka bir
yolla mı yerine getirileceği Kuran’da belirlenmemiştir. Eğer namaz,
sahabe tarafından bugün Müslümanların genelince algılandığı gibi “belli
bir düzen içerisinde yapılması gereken hareketlere dayanan bir amel”
olarak algılansa idi, sahabeden birinin Elçi’ye “Biz yürüyerek ve
binekte nasıl namaz kılacağız?” diye sormaları gerekirdi. Oysa Kuran’da
sahabeden böyle bir soru gelmediğini görmekteyiz.
- Kuran’da salât sırasında duanın ne gibi bir önemi olduğuna dair bir ayet yoktur.
- Kuran’da
ayrıca kıraatin en az ne kadar yapılması gerektiğine ilişkin bir hüküm
de konmamıştır. Fatiha S.’nin vazgeçilmez olduğu yolunda olan kanaat,
Kuran’daki başka türlü de (yedi surenin başında yer alan ha, mim
başlangıç harfleri) yorumlanabilecek “sebü’l-mesâni” kelimesinden
çıkarılmıştır. Bu da muhkem değildir. Muhkem olmayan bir hususta ise
Allah katında kimsenin kimseye bir zorlama ve dayatma yapmaya hakkı
yoktur.
- Namazdaki
sure ve ayetlerin Arapça okunması gerektiğini bildiren bir ayet yoktur.
Bu bakımdan Kuran zaviyesinden her dilde namaz (!) kılınabilmesinin
önünde bir engel yoktur.
- Geleneksel
İslam’a göre baş tapınak, “Kâbe”dir. Ne var ki, hiçbir yerde
“Salâtınızı yüzünüzü Kâbe’ye dönerek ikame edin!” anlamını
çıkartabileceğimiz muhkem bir ayet yoktur. Zira önceden namaz kılarken
dönüldüğü kabul edilen Süleyman Mabedi’nin isminin verilmeyişi (ki, o
devirde bir çöplüktü!) Mescidi Haram’ın Kâbe olamayacağının emaresidir.
Zaten geleneksel İslam literatürü de Mescidi’l-Haram kelimesini Kâbe
anlamında değil, “Kâbe’nin çevresindeki alan ya da Kâbe’yi çeviren
bina” olarak algılamaktadır. Edip Yüksel gibi Yeni İslamcı kişiler ise
Mescidi’l-Haram’ın ta Kâbe’nin kendisi olduğunu savunmaktadır. Kelime
bakımından duruma yaklaşırsak, ka’be kelimesinin anıldığı ayetler çok
ilginçtir. Zira abdest ayetinde (5/6) güya topukların (aslında ise
“ayak bilekleri”nin) ifade edilmesi için kullanılırken, bir başka
ayette ise “Kâbe’ye varacak bir kurban” ifadesinde anılmıştır. 5/6
ayetinde ile’l-ka’beyn kelimesinin “topuklara
dek (ayaklarınızı ıslak elle silin)” olarak algılanması bir anlatım
bozukluğu oluşturmasına karşın ısrarla böyle çevrilmektedir. Oysa
topuklar, ayakların içine dahildir ve bir sınır bildirmez. Sınır
bildiren en yakın anlam ise zaten geleneksel olarak öyle uygulanan
“ayak bileklerine dek ayaklarınızı ıslak elle silin” anlamıdır. Öte
yandan 5/95’te “hedyen bâliga’l-ka’beti”, “Kâbe’ye varacak bir kurban”
olarak çevrilmektedir. Hem de ayeti böyle algılamak kendi içerisinde
tutarsızlık oluşturmasına karşın. Güya bir yaban hayvanı öldürmenin
cezası olarak Kâbe’ye bir kurban adanmalıymış. Bir hayvanı öldürmenin
cezası olarak bir başka hayvanı boğazlamak… Bu mu adalet?! Oysa
alıntıladığım kısmı “hedyenin (yani yaban hayvanının) ayak bileği
olgunluğu” olarak tasavvur ettiğimizde bu tutarsızlık ortadan kalkıyor
ve yerine şöyle bir anlam çıkıyor: Öldürülen kara avının yaşı ayak
bileği olgunluğundan iki adaletli kişi tarafından saptanacak ve buna
göre bir kefaret ücreti ödenecek. Bu 5/6 ve 5/95’teki iki tutarsızlığı
düzelttiğimizde geriye kalan “Ka’be” kelimesinin anıldığı son ayetteki
“Ka’bete’l-Beyte’l-Haram” kelimesinin anlamı da doğru olarak açığa
çıkıyor. Zira düzelttiğimiz iki ayette sözü edilen tek şey “ayak
bileği” olduğuna göre “Mekke’deki kübik yapının ayak bileği” gibi bir
anlam gülünç olacağından “Beyt” kelimesinin de gerçek anlamı
belirecektir: Sistem. Öyleyse 5/97’de anılan “Ka’bete’l-Beyte’l-Haram”,
“Sistemin Ayak Bileği Yasağı” anlamına kullanılmıştır. Peki, bu sonuç
çıktığında bunlara dayanarak Mekke’ye gelip gelmediği bile düzmece
olmayan tarih kaynaklarına göre meçhul olan Hz. İbrahim’in kurduğu
Beyt, niçin Kâbe olarak anlaşılsın? Öyle ya, Allah’ın indinde “Kâbe”
adında kübik bir yapı yok. Ayak bileği ve Sistem var.
- Hiçbir
ayette mescidin içinde “namaz” kılınmasından söz edilmemiştir. Bu
bakımdan Kuran’da namazı kılacağımız zaman mescide gitmemiz gerektiği
de bildirilmemiştir.
- Kuran’da Mağara Arkadaşları kıssası anlatılırken mescit bina etmenin yanında, mescit almaktan söz edilir
(18/21). Bu da “bina etmek” ifadesinin bir soyut anlam taşıyabileceğini
gösterir. Ayrıca 18/21’de bu kişilerin niçin bina yaptığı
açıklanmamıştır (Oysa bu ifade “Mağara Arkadaşları’nın teslimiyetini
örnek almak” olarak anlaşıldığında ayetin kendi içerisinde bir bütünlük
oluşur. Adamlar bir tartışma yapıyor ve bunun bir tapınakla ilgisi
yokken, durduk yerde niçin onların üzerlerine bir tapınak dikilsin?!).
Dırar mescidi de bina edilmemiş, geleneksel çeviriye göre “tutulmuştur
(velleziyne’t-tehazû mesciden dırâren ...)” (9/107). İlginç değil mi?!
- Hiçbir ayette mescid onarımından söz edilmez; çünkü mescid onarımından söz eden her ayet ya Allah’ın mescitlerini onarmaktan söz eder ya da “Mescidi Haram”ı.
Niçin özellikle “Allah’ın mescitlerini onarmak” kavramı seçilmiş
olabilir? Hangi mescidin Allah’ın mescidi olduğunu nereden bileceğiz?
Niye o zaman tarihte Müslüman Osmanlı Türkü, ele geçirdiği yerdeki
kiliseleri mescide/camiye çevirmiştir? (Oysa, Allah’ın mescitlerini
onarmak, “Allah’a itaat davranışlarını hakkıyla yerine getirmeye
çalışmak” olarak anlaşılsa, hükümler Kuran’da ve tabiat kurallarında
indirildiği için hangi mescitleri onarmamız gerektiği apaçık olarak
ortaya çıkıyor)
- 2/187
ayetine göre oruç zamanı dışında mescitlerde îtikafta iken
kadınlarımızla cinsel ilişkide bulunabiliriz (!). Zira bu yasak, oruç
dışındaki zaman için söz konusu edilmemiştir.
Öyleyse helaldir. (Ya da insafa gelip “mescid” kelimesinin “tapınak”
değil, “gönüldeki itaat yapısı/davranışı” anlamında kullanıldığını
kabul edersiniz. Seçim sizin!)
- Kuran’da
önceki nebilerin de salâtı ikame ettiği bildirilmesine karşın onların
hangi vakitlerde ve ne biçimde kıldığı (!) hususunda açıklama
yapılmamıştır.
- Kuran’da
müşriklerin salâtına ilişkin herhangi bir yanlışlık sayılmamıştır.
Geleneksel zihniyet ise Kuran’da müşriklerin el çırpıp ıslık çalarak
salâtı ikame ettiğinin bildirildiğini savunmaktadır.
- Öyleyse
Kuran’da Elçi’nin, müşriklerin kıldığı biçimdeki namazı (!) kılmadığını
bildiren bir ifadenin yokluğu da kabul edilmelidir. Dolayısıyla salâtı
şekle dayanan bir ibadet olarak göreceksek, onun ıslık çalınıp el
çırpılarak yapılan bir ibadet olduğunu düşünmemiz gerekir. Nitekim bu
tür bir ibadet yürünerek ve binekte giderken de yapılabilir. Yok eğer
bunu kabul edemiyorsanız, doğru yanıt çok açıktır: Vakitleri bildirilen
salât, Elçi’nin Kuran ayetlerini müminlere bildirmek için günde iki
vakit içinde düzenlediği bir konuşmadır.
- Kuran’da
açıkça bildirilen salât vakti sayısı Salâte’l-Fecr ve Salâte’l-‘Işâ’
olmak üzere iki vakittir. Kuran’ın sunduğu salât vakitleri hakkında
öngörülen ve farz kabul edilen durum bu iken Kütüp-i Sitte yazarlarının
ısrarla “beş vakit namazla” ilişkili nakillerde bulunmalarının
arkasında “Peygamber’in uygulaması”nı değil, gizli bir niyet aramak
gerekir. Zira Hz. Peygamber’in -Kuran’daki Allah’ın emri dururken-
kendi kafasından üç vakit daha ekleyip farz olan vakit sayısını beş
olarak dayatması kabul edilemez bir durumdur.
- Kıble
ayetlerinde Mescidi Haram’dan önce namaz kılmak için Kudüs’e dönme emri
verilmemiştir. (Kuran dışı vahiy de olmadığına göre Hz. Muhammet,
namazlarında Kudüs’e dönme kararını nasıl almıştır ve nasıl olmuş da
Hz. Allah onu azarlamamıştır? Dahası Hz. Muhammet ilk namazlarında (!)
güya ehl-i kitap Süleyman Mabedi’ne döndüğü hâlde niçin Kâbe’ye
dönüyordu ve Hz. Allah, buna niçin onay vermişti?) Bu husus üzerinde
düşünmek gerekir.
Maddeler durumunda verdiğim gibi salât
ve unsurları hakkındaki Kuransal gerçekler, bunlardır. Bunların bir
kısmı tartışılabilir durumda gözükse bile derinlemesine incelenirse bu
sonuçlara hak verilebilir. Ne var ki, tartışmasız maddeler, bizi
geleneğin aktardığı abdest, salât, mescid, secde, rükû kavramlarının tartışmasız olarak Kuran’a uymadığı sonucuna götürmektedir. Sözgelimi secde eylemi birçok ayette mecaz olarak anlaşılmaya müsait. Keza rükû
eyleminin namaz dışında da yapıldığı izlenimi veren ifadeler var: 2/43;
38/24 (ki “alçak gönüllülük göstererek itaat etmek” anlamı bu ayetlere
tam tamına uyuyor). Yine salât kelimesi de birçok ayette
“bağlılık, yükümlülük” ve “söylev” anlamı ile düşünüldüğünde zihnimizde
boş kalan noktaları tamamlayabiliyor.
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Alıntıya devam ediyorum.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
AMAZIN FIKIH VE ULUHİYYET BAKIMINDAN NİTELİĞİ - 4 |
Dinde Zorlama Var mı Yok mu?
1. 9/5 ayetine göre (Hürmetli
aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; onları
yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.) savaşılan müşriklere, zorla namaz kıldırılması ve onlardan zorla zekât alınması mı buyrulmuştur? Eğer öyle değilse bu kişilerin Müslüman olduğuna ilişkin kanıtınız nedir? “Tevbe etmek” fiili “Müslüman olmak” anlamını kapsıyor mu? Başka ayetlerde bu anlamın bir örneği var mı? Yoksa aslen olduğu gibi “işlenmiş bir suçun bir daha işlenmeyeceğine dair verilen bir söz” anlamıyla mı kullanılmıştır? Tevbenin “ihtida”yı kapsaması iddiası, 9/6 ile de çelişmez mi?
Çünkü 9/5’te müşriklerden herhangi biriyle savaşılmaması için tek bir
çözüm yolu önerilmişti: Namaz kılıp (!) zekât vermek (!). Ayrıca
burada normal bir durumda müşriklerden böyle bir tavır beklenmesinden
değil, savaş sırasındaki durumdan söz ediliyor. Dolayısıyla harp,
çatışma, çarpışma sırasında gösteriş olarak namaz kılıp zekât vermeleri
(tabii zekâtı da anında bulup çıkarabilirse keselerinden!) öldürülüp
hapsedilmemeleri için yeterliyse bu tuhaf bir durum oluşturmaz mı? 9/4 ayetinde “antlaşma hükümlerini bozmayan ve aleyhimizde kimseye yardım etmeyen” müşriklerden böyle bir tevbe/yöneliş
beklememiş olmamıza karşın böyle bir tavır beklenme olasılığı daha az
olan durumu anlatan 9/5 ayetinde çarpıştığımız müşriklerden böyle bir
tavrı beklememiz saçma değil midir?
Sizce müşrikler, “Müslümanların savaşmama şartlarını kabul etmek”
yerine niçin münafıklığa itilerek “Müslümanların temel ibadetleri olan
namaz ve zekât”la sorumlu tutuluyor? Kuran’da müşriklerden zekât alındığına ilişkin başka bir kanıt var mıdır? Ayrıca niçin kelime-i şahadetten sorumlu tutulmuyor (Hadi, “kendi seçimleriyle…” diyelim) da bundan sorumlu tutuluyorlar? Son çıkan durum, baskı
ve sindirme nedeniyle, aslında kendisini Müslüman saymayan insanları,
Müslüman görünmeye zorlayıp münafıklaştırarak İslam toplumunun
içtenliğe dayanacak birlik duygusunda bir gedik açılmış olmuyor mu? Hz.
Allah’ın böyle bir çelişkiye düşmesi olası mı? 9/5 ayetindeki salât ve
zekât çevirileri (zekât çevirisi görünüşte usul sayılabilir. Oysa bu zekât,
geleneksel olarak bildiğimiz zekât ise Kuran ayetleriyle bu zekâtın
niceliği, en azından “örfe göre bir miktar” söz öbeğiyle açıklanmış
olmalı değil miydi?
Zira, şeriatla ilgili başka ayet misallerinde bu yol izlenmiştir.) 9/4
ile 9/5 emri arasında bir tutarsızlık oluşturmuyor mu? Ayrıca 2/256
ayetindeki “Dinde zorlama yoktur” ifadesiyle de çelişki doğmuyor mu?
Tüm bu ilkeleri göz önünde tutarsak 9/4 ve 9/5 ayetinin aslına uygun
olarak düşündüğümüz çevirisinden “Müşrikler, ya savaşıp Müslümanları yenmek için zulmü sürdürmeyi seçecekler ya da Müslümanlarla yaptıkları antlaşmalara salâtı, yani “bağlılığı ayakta tutarak” bu hususta zekât, yani “iyileşme ve düzelme” gösterecekler.”
anlamı çıkmayacak mıdır? Yüzyıllardan süregelen bu çevirinizle İlhan
Arsel, Turan Dursun gibi İslam düşmanlarını haklı çıkarmıyor musunuz?
2. 9/11’de müşrikler, dinde kardeşlerimiz oluyor, namaz kılıp zekât vermekle!.. Peki, niçin, 9/12 ayetinde önceki (9/7, 10) yeminlerinden Müslüman olduktan sonra da sorumlu tutuluyorlar? Demek ki, dîn kelimesi İslam’a eşit değil, yalnızca “yasa = kânun” anlamında anılmaktadır. Nitekim Medine Anayasası’nda da, “Yahudilerin dinleri kendilerine müminlerin dinleri kendilerinedir” denerek federal bir devlet düzeni öngörülmemiş midir? 9/12 ayetindeki yemin (eymânehüm) İslâm’a giriş yemini olamaz; çünkü başka herhangi bir ayette eymân ya da yemin
sözcüğü böyle bir anlamda kullanılmamıştır. Müslüman olanlar tek bir
yeminden sorumludur: Kitap’a sahip çıkma misakı. O da yemin kelimesiyle
değil, mîsak kelimesiyle ifade edilir.
Oruç Tutmak mı Evla, Namaz Kılmak mı?
3. 33/35
ayeti çok ilginçtir; çünkü bu ayette affedilecek ve kendilerine büyük
bir ödül verilecek olan kişilerin temel özellikleri -oruç tutmaya dek-
sayılmış; ama tuhaftır ki, bunların arasında “namaz kılanlar”
sayılmamıştır: “Allah şu kişiler için bir affediş ve büyük bir ödül
hazırlamıştır: Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar, mümin erkekler,
mümin kadınlar, itaat eden erkekler, itaat eden kadınlar, özü-sözü
doğru erkekler, özü-sözü doğru kadınlar, sabreden erkekler, sabreden
kadınlar, Allah korkusuyla ürperen erkekler, Allah korkusuyla ürperen
kadınlar, sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar, oruç tutan
erkekler, oruç tutan kadınlar, ırz ve iffetlerini koruyan erkekler, ırz
ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler, Allah'ı çok
anan kadınlar. (33/35) Bu
ayetlerde “salâtı ikâme”nin anılmamış olması “Müslüman, mümin ve itaat
eden olmak” ile “salâtı ikâme”nin hemen hemen eşanlamlı olması olamaz
mı?
Oysa sadece namaza göre değil geleneksel zekâta göre de ikinci planda
kalan sadaka vermekten söz edilmiştir. Öyleyse niçin bu kişilerin
arasına “namaz kılan ve zekât veren müminler de dahil edilmemiştir?
Peki bir sonraki ayetin Kuran’da buyrulan hükümlere uyulmasından söz
edilmesi sizin için ne anlama geliyor?: Evlerinizde Allah'ın ayetlerinden ve hikmetten okunanları hatırlayın. Kuşkusuz, Allah Latîf'tir, Habîr'dir. (33/ 34)
Allah ve resulü bir işte hüküm verdiklerinde, inanmış bir erkekle
inanmış bir kadının, işlerini kendi isteklerine göre belirleme hakları
yoktur. Allah'a ve resulüne isyan eden, açık bir sapıklığa batıp gitmiş
demektir. (33/ 36) Son Nebi’nin ailesi kendisine itaat konusunda
daha titiz davransın ki, Son Nebi, bir toplum önderi olma saygınlığını
halkın gözünde yitirmesin.
Hz. Muhammet’in Kendi Ehlibeytine emrettiği Salâtı İkame Neydi?
4. Evlerinizde
de vakarlı oturun. İlk cahiliye teşhirciliği gibi kendinizi teşhir
etmeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve resulüne itaat edin.
Allah sizden kiri/lekeyi gidermek istiyor ey Ehlibeyt, sizi tam bir
biçimde temizlemek istiyor. (33/33) Arapların hanımları zekât verecek geliri nereden kazanıyordu?
Aslında bu çeviride yer almayan; ama özgün metinde yer alan “ve”
bağlacı, “yani” anlamıyla salâtı ikâme ile zekâtın, Allah ve Elçisi’ne
bağlılık gösteriş sonucu gerçekleştiğini açıklıyor. Buradaki salâtın da
“namaz” anlamında olmadığı; ama “bağlılık” olduğu ayetteki anlatım
tarzından kolayca anlaşılıyor. Zira sen mümin olarak cehdedersen Allah
da senin bu çabana destek verir. Yoksa evlerde vakarlı oturmak yani Cahiliye teşhirciliği gibi kendimizi teşhir etmemek ile namaz ve zekâtın ne alakası var? Oysa bunların Hz. Muhammet’e verilen elçilik göreviyle birebir ilgisi var. Bu ayetten âtiynezzekâte
kelimesinin de “Zekât verin!” değil, “Arınma/iyileşme gösterin!”
anlamına geldiği ayeti bir bütün olarak yorumlayınca
anlaşılabilmektedir.
Elçi’nin Yaptığı Konuşma Salât Olarak Değil de Başka Ayetlerde Bir Biçimde İfade Edilmiş Olabilir mi?
5. www.gercekislam.com ‘daki Salât-namaz tartışması sırasında Salsale nikli birisi vebmaster Putdusmani ile olan bir tartışmasında “(Gerçek)
Söylev/nutuk ayetleri” diyerek öne kimi ayetleri sürmüştü: 93/11,
71/5-10, 27/81, 3/104, 7/187, 8/1, 2/215, 17/81. Ne var ki, bu ayetleri
okuyunca vakitli salât kavramına bütünüyle uyan hiçbir ayetin yer
almadığını kolaylıkla görebiliriz.
Salât’ın Temelde İki Anlama (Bağlılık ve Söylev) Geldiği Açık Değil mi?
6. 74/41-43 ayetleri şöyle buyurmuştur:
Günahkârların
(mücrim) durumunu: “Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?” diye sorarlar.
Onlar şöyle cevap verir: “BİZ NAMAZ KILANLARDAN DEĞİLDİK”
Mücrim
kelimesi Kuran’ın hiçbir ayetinde “Müslümanların günahkâr olanı”
anlamında kullanılmamıştır. Mücrim kelimesi, Kuran’da, peygamberleri
yalanlayanlara (6/147), ayetleri yalanlayanlara (7/40), Din’den
çıkanlara (9/66), Allah’a karşı yalan uyduranlara (10/17), refah içinde
nefsine uyanlara (11/116), peygamberlerin düşmanlarına (25/31),
Allah’ın ayetleri hatırlatıldığında yüz çevirenlere (32/22), Kuran’a ve
daha önceki kitaplara inanmayanlara (34/30-31), teslimiyet
göstermeyenlere (68/35), Lut, Hud, Firavun ve diğer yok edilen
kavimlere sıfat olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla hiçbir ayette
“inananlar” için “mücrim” sıfatı kullanılmamıştır. Müşrik ve kâfirler,
Kuran’ın hiçbir yerinde namaz kılmakla sorumlu tutulmazlar, zaten böyle
bir sorumluluk duygusunu taşıyamazlar. Onların her şeyden önce tek olan
Allah’a inanmaları gerekir. Öyle ise bu mücrimler niçin “Biz vahid Allah’a inanmazdık” demiyor da, “Biz namaz kılanlardan değildik” diye hayıflanıyor?
Ayrıca 4/103 ayeti salât eylemini “insanlar” değil, “müminler” üzerine
farz kılmıştır. 74/41-43 ayetlerinde namazı tasavvur etmek 4/103
ayetiyle çeliştiği gibi, sözde İslam yönetiminde Suudi Arabistan’da
insanların namaza gitmeleri için zor kullanmaları da zulümdür. Peki
74/43’te mücrimler neden hayıflanıyor? Elbette “tek olan Allah’a ve
O’nun elçilerine bağlılığı ayakta tutmamış olmalarına” hayıflanıyorlar.
Bağlılığı ayakta tutmak ise putperest geleneği olan namazında daim
olmakla değil, inanç meselesinde tek hüküm koyucunun Allah olduğuna
inanmakla gerçekleşebilir. Ne var ki, çok kişi Allah’a şirk koşmadan
inanır. İşte buna neden olan da başta peygamberler olmak üzere din
adamlarını ve atalarını Allah’ın dışında ilahlar edinme, onlardan
şefaat umma eylemleridir. Nitekim bu ayetin yer aldığı Müddesir
Suresi’nde de bir tebliğ ve bu tebliğe kayıtsız kalarak şefaatçilerine
sığınmaya çalışan müşriklerden söz etmektedir. Bu meselelerin arasında
bir ritüel olan namazın ne gibi bir yeri olabilir? Böyle bir yeri var
ise bunun mahiyeti niçin bildirilmemiştir? Görünen o ki, Yüce Allah,
namazdan falan söz etmiyor; çünkü Hz. Peygamber ve sahabesi namaz
kılmıyordu. Tek Allah’a bağlılığı ayakta tutmaya çalışarak her gün
ikişer vakitle Kuran’la iştigal ediyordu.
Yalnız Kurancıların Namazı Belli mi?
7. Şimdi
kalkıp yüzyıllar boyunca Peygamber böyle kılmıştır denerek namazı o
kadar zaman içindeki bağlamından koparıp farklı biçimde algılayanlar
ortaya çıktı. Bunlardan biri 5 vakit namazı savunmasına karşın farklı
birtakım açılımlarda bulunuyor:
“Yeryüzünde
şekilsel olarak namazın, 10'un üzerinde kılınış şekli vardır... Bunun
yanı sıra, diğer tüm dinlerde kıyamda durmak ve secdeye varmak da
vardır. Bu dinlerin ilahi olmasına gerek de yok. Her türlü inanıştan
insanlar secde'ye varmaktadır... Bu zaten bilinen bir şekilselliktir...
Tıpkı kamasutra gibi...
Ben Hıristiyanların da tıpkı Müslümanlar gibi namaz kıldıklarını seyrettim... Romanya’nın Sn. George ilçesinde bir kilisede kadın ve erkekler ayrı durmuşlar ve namaz kılıyorlardı. Kıyamda duruyor hep birlikte dua okuyor ve secdeye kapanıyorlar... Kılınış
şeklini dediğim gibi herkes çevresinden görür. Ancak aklı selim olan
mukallitlik yapmak yerine bu öğrendiğini Kuran’a götürür ve öğretileni
sorgular. Kuran’a uyanı bırakır, uymayanı atar… Bu ibadet takvayı ortaya koymaktır. Tıpkı kurban gibi... Bu
şekilselliği sergileyen kişi, bununla kalarak gafil olmaması
gerektiğini bilir ve hayatının akışını kuran bütünlüğüne göre düzenler... İnsan sadece yat kalk yaparak bu işi yerine getirdiğini sanmasın... Bu ibadet esas yapılması gerekenin, rab huzurunda söz verme şeklidir... Allah kıyamda dur demişse, kıyamda durursun... Yok,
elim nasıl bağlanmalı, yok kenara sarkıtanların namazı kabul olur mu,
yok omuz mesabesinden tutanların namazı nasıl oluyor gibi kıyamda dur
emrini didiklemek maalesef özellikle bizim Tr'de bir alışkanlık haline
getirildiği gibi namaz içerisinde öğretilenler tabulaştırılmıştır... Ben dirsek hizasından tutarak kılarım genellikle
ve namazım daha biter bitmez birinin omzuma uyarı işareti çaktığını ve
elimin böyle tutulmaması gerektiğini söylediğini bilirim... Güler misin
ağlar mısın..?
Evet, tıpkı iki insan arasındaki birleşme gibidir bu... Fıtrat gereği süre gelen bir ibadettir
ve bu ibadet, ilk olarak Resulullah tarafından yapılmamıştır. Zaten var
olan bir ibadetti. Resulullah’ın yaptığı ve bizim yapmamız gereken ise
yönelişin sadece RABBE has bir şekilde yerine getirilmesi gerektiğidir.
4 tane Allaha, 4 tane peygambere, 2 tane daha peygambere namaz kılmakla bu ibadet yerine getirilmiyor...
Daha önce dediğim gibi, bu işinde samimi olan, adam gibi yerine
getiren, bırakın, işi olduğunda bir rekât ile yerine getirsin... Takvasını
ortaya hakikat ile koyabilen mi önemli, yoksa irisini, sarısını ve
Kars'ta yaylada beslenmiş olanı kesenin, kestiği buzağımı?..” ( http://forum.iktibas.info/thread.php?boardid=11&threadid =346&sid=5862070d0177a1fa4513248a8863bfb4 , lejyoner 13.09.2005, 15:54)
Bu kişinin birtakım açılımlar yapmasına karşı değiliz; ama yaptığı açılımlar Kuran’la temelden çelişmesin. Yeryüzünde bilmem ne kadar kimsenin birtakım tanrılara birtakım yapay tapınışlarla taptığı beni hiç ilgilendirmiyor. Toplumlar arası etkilenmeler, her konuda olabilir. Hem Hıristiyanlar ve öbür topluluklar da namazı yerine getiriyorsa, nasıl kafirle Müslüman’ı ayırt edici bir ibadet oluyor, namaz? Kuran, buna “çünkü Müslümanların çoğunluğu namaz kılar”
diye bir açıklama da getirmediğine göre... “dirsek hizasından tutarak
kılarım genellikle” diyor zât-ı şahânemiz. Sen kim oluyorsun da
Peygamber’in namazını (!) değiştiriyorsun? “Bu ibadet esas yapılması
gerekenin, rab huzurunda söz verme şeklidir” diyor, peki; ama pratikte
bu sözler ne kadar tutulabiliyor? Böyle etkisiz bir simgeyi
Müslümanların onları Cehennem’den kurtaracak temel ibadeti konumuna
nasıl yükseltebiliyor Hz. Allah? Bu ibadetin fıtrat gereği süre gelen
bir ibadet olduğu hangi ayette söz konusu? Ayetlerin hepsi de
hanifliğin/tektanrıcılığın fıtrata uygun olduğunu bildiriyor. “4 tane Allaha, 4 tane peygambere, 2 tane daha peygambere namaz kılmakla bu ibadet yerine getirilmiyor” Kusura bakmasın; ama Kuran’da eğer salât kelimesi namaz anlamına geliyorsa Peygamber’e nasıl kılınmasının buyrulması bir yana Allah’ın müminlere namaz kılmasından
da söz ediliyor. Bu bakımdan düşünürseniz, gelenekteki bu mantık, niçin
onların Kuran algılayışına aykırı olsun ki? Ayrıca rekâtları da ben
icat etmedim, Peygamber icat etmiş! Kafana göre namaz kılamazsın, yoksa
cemaatte karmaşa meydana gelir! Eğer namaz varsa Hz. Allah 4/101-102
ayetlerinde de rekât azaltılmasından söz ediyordur! Bir şeyin
kısaltılması için o şeyin miktarının belli olması gerekir. Bu bakımdan
kendi içtihadınla sünnetle bize gelen rekât sayılarını değiştiremezsin!
Gelin görün ki, yenilikçi namazcılar okun yaydan çıktığı gibi zıvanadan
çıktı ki, 4/102 ayetine kafa tutarcasına namazın kısaltılmasının rekâtın değil, sürenin kısaltılması da olabileceği iddiasını
ortaya attılar. Görüyorsunuz ya, namaz denen şey insanı ne kadar yoldan
çıkarıyor! Söylediği son söz de “gereksiz teferruat arayışları”na
gönderme yapıyor. Oysa biz gereksiz ayrıntılardan değil, eğer salât “namaz” ise Kuran’da bildirilmesi büyük gereklilik oluşturan ayrıntılardan söz ediyoruz. |
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
25/3/2007 - ZEKÂT NEDİR? - 2
______________________
BAKARA [İ:92.177, R:2.177] Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz hayırda erginlik/dürüstlük değildir. Hayırda erginlik/dürüstlük o kişinin hakkıdır ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır; akrabaya, yetimlere, çaresizlere, yolda kalmışa, yoksullara, özgürlüğüne kavuşmak gayretinde olanlara malı seve seve verir, namazı kılar, zekâtı öder. Böyleleri söz verdiklerinde ahitlerine vefalıdırlar; bolluk ve bereket zamanı kadar, zorluk, sıkıntı ve şiddet zamanında da sabırlıdırlar. İşte bunlardır özüyle sözü bir olanlar. Ve işte bunlardır korunan takva sahipleri.
Yorum:
1. Yüzümüzü “salâtı ikame için doğu ve batı yönüne çevirmememiz gerektiği” niçin bildirilmemiştir?
2. İkinci altını çizdiği yer verilen zekâtın izahı ise, namazın izahı nerede?
3. Üçüncü
altını çizdiğim yer ile zekâtın darlık zamanında da verilmesi
gerektiğini mi anlamalıyız? Hz. Allah, bu emrini niçin açıkça
bildirmiyor da muğlak bir ifade kullanıyor?
4. Bu çeşit bir üslupsuzluk, 2/177’deki salâtı ikameyi “tek olan Allah’a/Kitap’a bağlılığı ayakta tutmak” ve zekâtı da “arınma göstermek” olarak anlasak, gidermiş olmaz mıyız?
_____________________________
BAKARA [İ:92.277, R:2.277] İman edip hayra ve barışa yönelik değerler üreten (‘âmilussâlehâti), namazı kılan (ve ekâmussalâte), zekâtı
verenler (ve âtevüzzekâte) için Rableri katında kendilerine özgü
ödülleri vardır. Korku yoktur onlar için. Tasalanmayacaklardır onlar...
Yorum:
Bir önceki ayet şöyledir:
Allah,
ribadan beklenen artışı mahveder, sadakalar (sadekât) karşılığında
artışlar getirir. Allah, nankörlüğe batmış günahkârların hiçbirini
sevmez. (2/276)
2/267’den
2/281’e dek yalnızca infak, sadaka ve ribadan söz edilmiştir. Ne
oruçtan ne de kurbandan söz edilmemiştir. Oysa en azından kurbandan da
söz edilmesi gerekirdi; çünkü geleneksel İslam, kurban kesmeyi de infak
kavramının içine sokmaktadır. Ne var ki, Kuran’da kurban
kelimesi, genel İslam ulemasının algıladığınca kullanılmadığı gibi,
ondan bir infak biçimi olarak da söz edilmemiştir. Hatırlayın, Hz.
İbrahim, Hz. İsmail’in boğazına dayadığında İsmail’in derisini yüzüp
etini yoksullara dağıtma gibi bir niyeti yoktu. Peki bir infak biçimi
olmayan “namaz” bu ayette ne amaçla anılmıştır. Gerçek şu ki, bu ayette
“namaz” yoktur; çünkü bağlamla ilgisiz durmaktadır. 2/277’de “tek olan
Allah’a bağlılığı ayakta tutma” vardır.
2/277’deki zekâtın “arınma göstermek” olarak algılanması ayet içi bağlama daha uygundur.
_________
AHZÂB [İ:97.33, R:33.33] Evlerinizde de vakarlı oturun. İlk cahiliye teşhirciliği gibi kendinizi teşhir etmeyin. Namazı kılın, zekâtı
verin, Allah'a ve resulüne itaat edin. Allah sizden kiri/lekeyi
gidermek istiyor ey Ehlibeyt, sizi tam bir biçimde temizlemek istiyor.
Yorum:
Hz. Allah, ehlibeytten tek olan Allah’a bağlılığı ayakta tutmasını ve arınma göstermesini buyuruyor.
___________________
NİSA [İ:98.77, R:4.77] Kendilerine, "Ellerinizi çekin, namazı kılın, zekâtı verin!"
denilenleri görmedin mi? Üzerlerine savaş yazılınca, içlerinden bir
grup, insanlardan Allah'tan korkmuş gibi, hatta daha şiddetli bir
korkuyla korkar oldu. Ve şöyle dediler: "Ey Rabbimiz! Ne diye yazdın
üzerimize savaşı; yakın bir süreye kadar bizi erteleseydin ya!" De ki:
"Dünya nimeti çok azdır. Kötülükten sakınan için âhiret daha
hayırlıdır. Bir kıl kadar bile zulme uğratılmazsınız."
Yorum:
4/77 ayetinin tümü, Müslümanlara savaşma emrinin gelmesinden söz ederken “namaz kılıp zekât vermek” ne amaçla buyrulmuş ola?!
Niçin Yüce Allah’ı nerede ne diyeceğini şaşırmış bir tanrı durumuna
düşürmeye çalışıyorsunuz?! Eğer genel ulemanın anladığı zekâttan söz
edilseydi bunun savaş için ne fayda sağlayacağından da söz edilmeli
değil miydi? Bu biliniyor olmalı ki, sözü edilmemiş. Oysa başka
ayetlerde de bunun savaşta ne faydası olacağı bildirilmemiştir. Oysa
“tek olan Allah’a bağlılığı ayakta tutma” ve zekât (arınma; çünkü tam
anlamıyla arınmadıkları için Allah’ın “Savaşın!” emrinden kurtulmak
için bahane arıyorlar) kavramı, kendilerini Müslüman olarak tanımlayıp
da Hz. Allah, “Müşriklerle savaşın!” emri verdiğinde kabul etmeyip ıh
mıh edenler durumuna düşenleri bu durumundan kurtarmak için birebirdir.
Gelenekte anlaşılan namaz ve zekâtın bu ayetle uzaktan yakından ilgisi
yoktur.
______________________________
NİSA [İ:98.162, R:4.162]
Ama onların ilimde derinleşmiş olanları ve müminler, sana indirilene de
senden önce indirilene de inanırlar. Namazı kılıcıdırlar, zekâtı vericidirler, Allah'a ve âhiret gününe inanırlar. İşte bunlara yakında büyük bir ödül vereceğiz.
Yorum:
İnanca dair hususların anlatıldığı bir ayette -geleneğin adlandırmasıyla- ibadete ilişkin bir söz edilmesi ne derece makul?
Oysa 4/162 ayetinde de salâtı ikameyi “tek olan Allah’a bağlılık” ve
zekât vermeyi de “arınma göstermek” olarak anlamak en usul olanıdır.
____________________________________________________________ ______
BEYYİNE [İ:101.5, R:98.5] Oysaki onlara, dini yalnız O'na özgüleyerek, dosdoğru yürüyen kişiler halinde sadece Allah'a ibadet etmeleri, namazı kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte budur doğru, eskimez ve aşınmaz din.
Yorum:
“İkisi
de müşrikleşmemek anlamında ise altını çizdiğiniz ifade niçin arkaya
arkaya kullanılmıştır?” diye sorabilirsiniz; lâkin iki ifade tam olarak
aynı anlama gelmiyor olması bunun nedenidir. Ayrıca biz de “Zekât vermenin 98/5’te ne işi var?”
diye sorabiliriz. Zira gelenekte anlaşılan “sadaka = zekât” anlamını
düşünürsek yalnızca Allah’a ibadet etme kavramıyla doğrudan bir bağı
yoktur. Kaldı ki, geleneğin Allah’a kulluk etmeye parçacı yaklaşımından
kaynaklanan kavram evreninde “zekât”, ibadetten bile sayılmamıştır.
Zira onlara göre ibadet = ritüel olmuştur.
Kitap verilmiş olanlar, kendilerine beyyine/açık delil geldikten sonradır ki parçalanıp bölündüler. (98/4)
_______________
NÛR [İ:102.37, R:24.37] Öyle erler vardır ki, bir ticaret de bir alış-veriş de onları Allah'ın zikrinden/Kur'an'ından, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerle gözlerin döneceği/yer değiştireceği günden korkarlar.
Yorum:
Ticaret, bir insanı namazdan nasıl alıkoyabilir?
Oysa ticaretin verdiği hırs,tek olan Allah’a bağlılığı zedeleyebilir.
Dolayısıyla zekât kavramı da bu hırstan arınmayı ima etmei bakımından
anılmıştır.
__________________
NÛR [İ:102.56, R:24.56] Namazı kılın, zekâtı verin, resule itaat edin ki, rahmete erdirilesiniz.
Yorum:
24/55’te
de Hz. Allah “Hiçbir şeyi bana ortak koşmayacaklar” demiştir ve bundan
sonra “tek olan Allah’a bağlılığı ayakta tutmayı” ifade eden “salâtı
ikame” emri verilmiştir. Ayetler, anlamsız yinelemeler biçiminde değil,
bir konu üzerinde ayrıntılı vurgulamalar biçimindedir. Kaldı ki, ne siyakta ne de sibakta sadaka ve zekâttan söz edilmiştir.
____________________________________________________________ _____
MÜCÂDİLE [İ:104.13, R:58.13] Gizli konuşmanızdan önce, sadakalar vermekten ürperdiniz mi? Çünkü yapmadınız. Allah size tövbe nasip etti. Artık namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve resulüne itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
Yorum:
“Sadaka” ile “zekât”ın anlamdaş olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? Allah
bize tövbe nasip ettiyse “tek olan Allah’a bağlılığı ayakta tutmalı”,
“nefis tezkiyesine” girişmeliyiz. Dikkat edin “İnne ekıymussalâte”
değil “Fe-ekıymussalâte” emri var, bu da “artık namaz kıl” değil, “Öyleyse salâtı ayakta tut!” anlamına gelir (Bkz.: 108/2).
___________________________________________________
MÂİDE [İ:110.12, R:5.12]
Yemin olsun ki, Allah İsrailoğullarının mîsakını almıştı da içlerinden
on iki temsilci/başkan göndermiştik. Allah şöyle demişti: "Ben sizinle
beraberim. Namazı kılarsanız, zekâtı verirseniz, resullerime inanır,
onları desteklerseniz ve Allah'a güzel bir biçimde borç verirseniz,
kötülüklerinizi elbette örteceğim ve sizi, altlarından ırmaklar akan
cennetlere elbette koyacağım. Artık bundan sonra küfre gideniniz yolun
denge noktasından sapmış olur."
Yorum:
Bu Müslümanlar (!) namaz kılmakla kafayı bozmuş! Zira elçilerine inanılmasından önceki Allah’ın emeli, namaz kıldırmak değil, tek olan kendisine inandırarak yaşatmaktır.
____________________________________________________________ _____
MÂİDE [İ:110.55, R:5.55] Sizin gönül dostunuz Allah'tır, O'nun resulüdür, bir de rükû eder bir halde namazı kılıp zekâtı vererek iman edenlerdir.
Yorum:
Rükû eder bir durumda nasıl namaz kılınıp zekât verilir? Bu ayet alçak gönüllülük içerisinde tek olan Allah’a bağlılığı ayakta tutarak iyileşme göstermekten söz ediyor.
_______________________
TEVBE [İ:113.5, R:9.5]
O haram aylar çıktığında artık müşrikleri, kendilerini bulduğunuz yerde
öldürün. Yakalayın onları, kuşatın onları, tüm geçit noktalarını
tıkayın onların. Bunun ardından tövbe eder, namazı gereğince kılar, zekâtı verirlerse, yollarını açın onların. Kesin olan şu ki, Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.
Yorum:
Hani Din’de zorlama yoktu? Müslümanlarla
açıkça savaşmayan kişiler Müslüman olmak zorunda tutulmazken harp
içinde olduklarımız niçin kurtulmak için şiddetle Müslüman yapılmak
zorundalar? Bu apaçık tutarsızlıktır. Zekâtı ise İslam Devleti’ne
verilen vergi olarak anlamaya imkân yok. 9/5’teki “salâtı ikame”,
terminolojik anlamında değil, genel olarak “(antlaşmaya) bağlılığı
ayakta tutmak”, zekât verme ise “düzelme gösterme, yani müminlere
tacizde bulunmama” anlamındadır.
____________________________________
TEVBE [İ:113.11, R:9.11] Bununla birlikte tövbe eder, namazı kılar, zekâtı
verirlerse, artık sizin, dinde kardeşlerinizdirler. Biz ayetlerimizi,
bilen bir topluluk için böyle açık seçik ortaya koyarız.
Yorum:
Tövbe
ettikten sonra namaz kılıp zekât vermek mi gerekir, yoksa “tek olan
Allah’a bağlılığı ayakta tutmak ve arınma göstermek mi?
Kaldı ki, bu ayet verdiğimiz anlamda da algılansa “Dinde zorlama
yoktur” ilkesiyle çelişir. Dinde zorlama ise samimi müminlerden çok
İslam toplumuna bolca münafık doluşturur. Bu nedenle buradaki salâtı
ikame ve zekât göstermeyi Kuran terminolojisindeki anlamıyla değil,
genel anlamıyla ele almak zorundayız. O da “(antlaşma hükümlerine)
bağlılığı ayakta tutup düzelme/iyileşme göstermek” olmaktadır. Dinde
kardeşlerimiz olmaları meselesi ise “yasalarımıza uyan/isyan etmeyen
kişiler” olmalarından kaynaklanır. Din kelimesi Kuran’da pek az yerde
“İslam” anlamıyla kullanılmıştır.
TEVBE [İ:113.18, R:9.18] Allah'ın mescitlerini; ancak Allah'a, âhiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayan kişiler onarır. İşte bunların, hidayete erenlerden olmaları beklenir.
Yorum:
Oo hooo o! Biz nice, Allah’tan başka nice şeylerden korkan kimselerin tapınak onardığını gördük? Ayrıca niçin yalnızca Allah’ın mescitlerini onarmaktan söz ediliyor da hiçbir ayette mescit tamir ettirmekten söz edilmiyor? Hiçbir ayette “mescidillahi” söz kümesinden “Allah” kısmı atılarak “mescit” onarılmasından niçin söz edilmemiştir?
Demek ki, Allah’ın olmayan mescitler de var… Bu durum, “mescid”
kelimesinin soyut bir anlam taşıdığı sonucunu çıkarmamızı sağlar.
____________________________________________________
TEVBE [İ:113.60, R:9.60]
Sadakalar/zekât malları Allah'tan bir farz olarak sadece şunlar
içindir: Fakirler, düşkünler, sadakalarla ilgilenmeye memur edilenler,
kalpleri yakınlaştırılıp ısındırılacak olanlar, özgürlüğünü yitirmiş
olanlar, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmış kişi. Allah
Alîm'dir, Hakîm'dir.
Yorum:
Ayette kelimesi kelimesine “sadakalar” anıldığı için bunu “zekâtlar” diye yorumlamaya gerek yok. Zira kendi literatürünüze göre zekât ile sadaka bambaşka şeyler, değil mi?
_____
TEVBE [İ:113.71, R:9.71]
Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyilik ve
güzelliği belirlenene özendirirler, kötülük ve çirkinliği belirlenenden
sakındırırlar. Namazı kılarlar, zekâtı verirler. Allah'a ve resulüne itaat ederler. Allah bunlara rahmet edecektir. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.
Yorum:
Hz.
Allah, şirki affetmeyeceğini bildiren ayetiyle çelişerek “namaz kılıp
zekat vererek (sözde) Peygamber’e itaat edenlere” mi rahmet edecek?
Dikkat edin, bunlar ritüel parçaları olarak zikredilmiyor, inancın
temel noktaları olarak zikrediliyor. Öyleyse salâtı ikameyi “tek olan
Allah’a bağlılığı ayakta tutmak” olarak algıladığımız biçimde zekât
vermeyi de “arınma gösterme” olarak algılamamızın önünde bir engel
yoktur. Nitekim “zekât” kelimesinin tüm kökteşleri Kuran’da “arınma, arıtma” anlamlarıyla kullanılmıştır. “Etâ”
fiilinin yanındaki “zekât” kelimesinin aynı “arınma” olmadığına kanıt
nedir, etâ fiili “göstermek” anlamını da verebiliyorken?
SONUÇ
Zekât
hakkında Kuran’ın hiçbir yerinde “gösteriş için zekât verenler”den söz
etmemiştir. Aynı durum salât için de geçerlidir. Bu sözü edilmezlik, bu
kavramların gösteriş olsun diye yapılabilecek eylemler olmadıklarını
gösterir.
Zekâtın gerçek anlamıyla kullanıldığı ayet ise 19/13 ayetidir:
19.13 Katımızdan bir kalp yumuşaklığı, bir temizlik (zekât) verdik. Korunan biriydi o.
19/13’teki zekâtı Hz. Allah veriyor.
Çok ilginç! (Edip Yüksel ise bu ayetteki zekât kelimesini “dürüstlük”
olarak çevrilmiştir) Buradan anlaşılıyor ki, etâ fiiliyle yan yana
kullanılan ayetlerin anlamını kavrayamayan Bedevi Araplar, sadakadan
ayrı bir sadaka icat etmişler. Tasavvurlarındaki bu kavramı kanıtlamak
içinse Hz. Peygamber’e birtakım hadis ve rivayetler dayandırmışlardır.
Zira Bedevi aklı, mecazları kavramakta zorlanır.
Âlemlerin Eğiticisi’ne Hamdolsun!
EK:
HADİSLER ZEKÂT’A DEĞİL SADAKA’YA OY VERİYOR!
Kuran’da
Allah'ın infaktan söz ederken "zekât" demeyip "sadaka" demesi
geleneksel zekât anlayışınızı değiştirmenize yetmiyorsa, Hz. Peygamber
zamanında zekât olarak çevrilen; ama tam kelimeyle sadeka(t)nın
anıldığı ayetlerden sadakanın anlaşıldığını şu iki rivayet de
göstermiyor mu?
Abdullah İbnu Üneys radıyallahu anh'ın anlattığına göre: "Kendisi Hz. Ömer radıyallahu anh'la birlikte bir gün zekat hakkında müzakerede bulunmuşlardır. Hz. Ömer: "Sen, Resulullah aleyhissalatu vesselam'ın sadakada yapılan hırsızlık hakkında: "Kim sadaka malından bir deve veya koyun çalacak olsa, Kıyamet günü o çaldığı şeyi sırtına yüklenmiş olarak gelir!" buyurduğunu işitmedin mi ?" demiş, Abdullah İbnu Üneys de: "Evet işittim" diye cevap vermiştir."
Ümmü
Seleme radıyallahu anha anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam
bize sadaka vermemizi emretmişti. Abdullah İbnu Mesud'un hanımı Zeyneb
radıyallahu anhüma: "Kardeşimin yetim çocukları ile fakir olan kocama
versem bu, beni sadaka mükellefiyetinden kurtarur mu? Ben onlara şöyle
şöyle infak ediyorum!" dedi. Aleyhissalatu vesselam: "Evet!"
buyurdular. Ravi der ki : "Zeyneb san'atkar bir kadındı, el işi
yapardı."
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
25/3/2007 - ZEKÂT NEDİR? - 1
ZEKÂT NEDİR?
Kuran’da
birçok ayette “Salâtı ikame edin (ekıymussalâte)!” dendikten hemen
sonra “Zekâtı verin (atuzzekâte)” buyrulmuştur. Geleneksel İslam’da
namaz ve zekât bir bütün olarak vurgulanmış, “namaz” Allah’a bireysel
ibadetin uç noktası olarak belirirken zekât ise ibadetin toplumsal
merkez noktası olarak belirlenmiştir.
Zekâta
gelenekte atfedilen değere karşılık, “sadaka” kavramı, “zekâttan daha
az bir harcama” olarak algılana gelmiştir. Öyle ki, Ahmed Fârûkî
Serhendî’ye göre “Zekât niyeti ile az bir miktar vermek, dağlar kadar
altını vermekten kat kat daha sevâbdır”. Ne var
ki, Kuran’da geleneksel algılamanın tam tersi bir konuma yükseltilen
sadaka, Kuran’ın birçok ayetinde ayrıntılı olarak açıklanmış olmasına
karşın, böyle ayrıntılar zekât konusunda yapılmamıştır. Oysa zekât,
geleneksel zihniyette İslam’ın beş şartından üçüncüsü kabul edilmiştir.
Bu kadar önem atfedilen bir infak biçiminin Hz. Allah tarafından
açıklanmamış olması, düzgülü (normal) bir durum olarak karşılanamaz.
Genel
İslam ulemasına göre zekâtın kimlere, nasıl ve ne zaman verileceği
Kuran’da izah edilmemiş; ama bu izah, Hz. Peygamber’in beyanına
bırakılmıştır. Genel İslam ulemasının savunduğu bu husus, Kuran
bakımından doğru değildir (Zekâtın nelerden, ne zaman, kimlere
verileceğini Hz. Peygamber’in Kuran’dan ayrı olarak izah ettiğini
savunan bu alimler, ikiyüzlü davranarak Kuran’ın 9/60 numaralı
ayetindeki “sadakalar” kelimesini de “zekâtlar” olarak çevirmekten geri
durmamıştır. Bunun gibi 3/180 ve 9/34 ayetlerinde zekâttan söz
edilmemesine karşın, bu ayeti de zekâta yormuştır). Bunun yanında
Kuran’da zekâtın miktarının örfe göre belirlenmesi gerektiği de
bildirilmemiştir. Zekât hakkındaki geleneksel
uygulama, zekâtın kimlere verileceği bahsinde 9/60’taki “sadakalar”ı
“zekâtlar” olarak anlayıp zekâtların 9/60’ta bildirilenlere verilmesi
gerektiğini öngörür. Ayrıca zekât bahsinde Kuran’da ayn-deyn ayrımından
söz edilmez. Geleneğe göre ise, ayn
olan (insanın zekât için ayırdığı ve yanında hazır olarak bulunan)
malın zekâtını ayn olarak vermek lâzımdır. Ayn olan malın kırkta biri
ayrılıp verilir. (İbn-i Âbidîn )Deyn olan (başkasında bulunan)
malın zekâtı, ayn olarak verilir. Yâni, başkasında bulunan malının
zekâtını, hazır olan malından vermek lâzımdır. Hâzır malı yoksa
başkasındaki malından zekât miktârını isteyip, teslim alıp, sonra bu
fakire verilir. (İbn-i Âbidîn) Ayn olan malın zekâtını deyn
olarak vermek câiz değildir. Yâni hâzır olan malın zekâtı olarak
fakirdeki alacağını bu fakire bağışlamak câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
Zekâtın
gerçekten ne olduğunu anlamak için ayetleri, kendi içinde bir bütün
olarak ve bağlamlarını da göz ardı etmeden ele almamız gerekir. Bir
bakalım:
(Üstbilgi: Hazır çeviri, Yaşar Nuri Öztürk’tendir.)
MÜZZEMMİL [İ:3.20, R:73.20] Hiç kuşkun olmasın, Rabbin senin durumunu biliyor. Gecenin üçte ikisinden daha azını, yarısını, üçte birini ayakta geçiriyorsun. Seninle beraber olanlardan bir grup da öyle.
Allah, geceyi de gündüzü de ölçüye bağlamıştır. Sizin onu
kuşatamayacağınızı bildi de size tövbe nasip etti. O halde Kur'an'dan,
kolay geleni okuyun. Sizden hastalar olacağını bildi. Bir kısmının
yeryüzünde dolaşıp Allah'ın lütfundan bir şeyler isteyeceklerini, diğer
bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. O halde Kur'an'dan, kolay geleni okuyun! Namazı kılın! Zekâtı
verin. Güzel bir ödünçle Allah'a ödünç verin! Öz benlikleriniz için
önden gönderdiğiniz iyiliğin, Allah katında hayrını daha çok, ödülünü
daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan af dileyin. Hiç kuşkusuz,
Allah çok affedici, çok esirgeyicidir.
Yorum:
73/20
ayetinde ne namazdan ne de genel ulemanın algıladığı zekâttan söz
edilmiştir. Namazdan söz edilmediği altını çizdiğim ifadenin salâtın
içine dahil edilmediği bir üslup kullanılmasından bellidir. Geleneğin
anlayışına göre bu ayet tümüyle vakitli salâttan söz etmektedir.
Öyleyse ve eğer zekât “sadaka” ise bu ayette ne işi var?
“Katâde'den
rivayet edildiğine göre, âyeti indi. İnsanlar bir sene veya iki sene
gece ibadeti yaptılar. O derece ki ayakları ve baldırları şişerdi.
Nihayet "Kur'ân'dan kolay geleni okuyun." âyeti indi de insanlar
istirahat etti.” Rivayeti (Kaynak: Elmalılı Muhammet Hamdi Yazır
sampılı/e-kitabı, Şevket Mücahid, ilgili ayetin tefsiri) buradaki
salâtı ikamenin “namaz” olduğunu değil, ilk inananlara Elçi tarafından
geceleri de Kuran öğretimi yapıldığını gösterir. Zira vakitli salâttan
söz eden tüm ayetlerde salâtı ikame emri yalnızca Elçi’ye
yöneltilmiştir. Altı çizili yer de bu salâtın namazdaki rükû ve secde
ile değil, yalnızca kıyamla yerine getirildiğini gösterir. Ayrıca
5/6’da da onun için “namazı ikame edeceğinizde” değil de “salâta duracağınızda” denmiş olmalı.
________________________
A'LÂ [İ:8.14, R:87.14] Benliğini arındıran/zekât veren, kurtuluşa gerçekten ermiştir. ( = kad eflehâ men tezekkâ)
Yorum:
Bu
ayette “etâ” fiili kullanılmamıştır. Bir sonraki ayette “sallâ”
eyleminin anılması (Ve zekeresme rabbihî fesallâ) 87/14’teki
“tezekkâ”nın “zekât vermek” olabileceğini düşündürmüştür. Oysa genel
İslam ulemasının ilkesi “Yalnızca ‘etâ’ fiilinin
anıldığı ayetlerdeki zekât eylemi ‘harcama” anlamındaki zekât olarak
çevrilebilir” şeklindedir. Bize göreyse, onlarca
ayette salâtı ikamenin ardından anılan zekâtı vermenin dahi “benliğini
arındırmak” anlamıyla kullanılmış olabileceği, 87/14’ten açık olarak
anlaşılmaktadır.
______________
MÂÛN [İ:17.7, R:107.7] Ve onlar, kamu hakkına/yardıma/zekâta/iyiliğe engel olurlar.
Yorum:
Bu
ayette zekât ya da onun kökteşi bir kelime anılmamıştır. Ne var ki,
107/4-5 ayetlerinde salât kavramından söz edilmesi dolayısıyla böyle
bir yorumda bulunulmuştur. Tam ifadeyse “ve yemneunel mâûn”
şeklindedir.
______________________________________
A'RAF [İ:39.156, R:7.156]
"Bize hem bu dünyada güzellik yaz hem de âhirette! Dönüp dolaşıp sana
geldik." Buyurdu ki: "Azabıma dilediğimi çarptırırım. Rahmetime
gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır. Ben onu; sakınıp korunanlara, zekâtı verenlere, ayetlerimize inananlara yazacağım."
Yorum:
Bu
ayet genel bir durumdan söz ediyor, gelenekte algılanan zekât ise özel
bir durum oluşturuyor. Dolayısıyla “yü’tûne’z-zekâte” ifadesi gelenekte
algılandığı biçimiyle “zekât vermek” anlamına gelemez. Sakınıp
korunmanın sonucunun benliğini arındırma olduğu ise herkesin malumudur.
_________________
MERYEM [İ:44.31, R:19.31] "Beni, bulunduğum her yerde kutsal ve bereketli kıldı. Yaşadığım sürece bana namazı, zekâtı önerdi."
Yorum:
Bakın, bir önceki ayet ne diyor: Sabi dedi: "Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi, beni peygamber yaptı." Öyleyse verilen Kitap’tan en evvel beklenen şey, namaz ve sadaka değil, “bağlılık” ve “arınma” olmalı, değil mi?
________________________________________________
MERYEM [İ:44.55, R:19.55] Ailesine namazı, zekâtı emrederdi. Rabbi katında hoşnutluk kazanmış bir kişiydi.
Yorum:
Bir
önceki ayette (19/54) İsmail’in “vaadine sâdık” olduğundan söz
edilmiştir. 19/55’teki İsmail’in, ailesine salâtı ve zekâtı buyurması,
bu özelliğinden ileri gelmektedir. Dolayısıyla salât, “tek olan Allah’a
bağlılık”, zekât ise “nefsi arındırma” olarak kolayca anlaşılabilir.
___________
NEML [İ:48.3, R:27.3] O müminler ki, namazı kılar, zekâtı verirler. Ve âhirete tam bir biçimde inananlar da onlardır.
Yorum:
27/1’de
Kuran’dan söz edilmiştir ve 27/3 ayeti de Kuran’ı kılavuz ve muştu
sayan kişilerin salâtı ikame edip zekât vermesinden söz eder. Zaten “tek olan Allah’a bağlılığı ikame edip nefsini arıtanlar” “ahirete de tam bir biçimde inanırlar”. Oysa namaz kılıp zekât verenlerin birçoğu bunları gösteriş için yaptıklarından ahirete de tam anlamıyla inanmaz.
____________________________________________________________ __________
LUKMAN [İ:57.4, R:31.4] Ki onlar namazı kılarlar, zekâtı verirler. Ve onlar âhirete de gözle görmüşçesine inanırlar.
Yorum:
31/4 ayeti de 27/3 ayetiyle aynı bağlama sahiptir.
______________________________________________
FUSSILET [İ:61.7, R:41.7] Onlar zekâtı vermezler. Ölüm sonrası hayatı inkâr edenler de onlardır.
Yorum:
Bir
önceki ayette (41/6) Elçi ortak koşan kişilerle tartışmaktadır ve 41/7
ayetinde salâtı ikameden söz edilmeden doğrudan zekâtı vermeye
geçilmiştir ki, bağlam (konteks) bakımından salâtı “tek olan Allah’a bağlılık” olarak düşünürsek 41/7’de niçin salâttan söz edilmeden zekât buyrulmakla yetinildiğini
anlayabiliriz. Kâfirler zekât göstermez; çünkü ölüm sonrası yaşamı
yadsımaktadırlar. Dikkat edin; zekâttan söz edildikten sonra yoksula
yardımdan, Allah için harcama yapmaktan söz edilmiyor, yeniden “Allah’a
ortak koşma” bahsine geri dönülüyor. Bu durum da “salât” kelimesine
yüklediğimiz anlamı destekliyor.
____________________________________________________________ __________
ENBİYA [İ:73.73, R:21.73] Onları, bizim buyruğumuzla yol alan önderler yaptık. Onlara iyilikler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, yalnız bize kulluk ediyorlardı.
Yorum:
Altını
çizdiğim söz, salât kelimesinin anlamını sezdirdiği gibi, salâtı
ikamenin yanında yer alan zekât kelimesinin de anlamını ikinci tümcenin
baş kısmı sezdirmektedir.
____________________________________________________________ ____
MÜMİNÛN [İ:74.4, R:23.4] Zekâtı vermek için faaliyettedir onlar.
Yorum:
“Elleziyne
hüm lizzekâti fa’ılûne” ifadesinde “etâ” fiili yoktur. Bağlam
içerisinde de sadaka ve infaktan söz edilmemiştir. Öyleyse nasıl oluyor
da tek başına geçen “zekât” kelimesi “verilen zekât” olarak
algılanabiliyor? Bu algılamanın 23/4’ün bağlamında salâttan söz edilmiş
olmasından kaynaklandığının farkındayız. Ayetin siyak ile sibakında boş
ve gereksiz sözden yüz çevirmek ve cinsiyet organlarını korumaktan söz
ediliyor. Doğru çeviri “Onlar ki, arınmak için eylem durumundadırlar”
olmalıdır.
______________________________________________
RÛM [İ:84.39, R:30.39] İnsanların malları içinde artsın diye riba olarak verdiğiniz, Allah katında artmaz. Allah'ın yüzünü isteyerek verdiğiniz zekâta gelince ( mâ âteytüm min zekât), işte onu verenler kat kat artıranların ta kendileridir.
Yorum:
Zekât
ve etâ fiili ekonomik bir sömürü olan “riba” kavramıyla bir arada
anılmış; ama “artmak” kelimesi soyut anlamıyla kullanıldığı için “kat
kat artırmak” da soyut anlamda kullanılmıştır. Buna dayanarak, buradaki
zekâtı da somut anlamda “verilen zekât” olarak değil, “gösterilen
zekât” olarak düşünebiliriz (Altı çizili kelimenin Arapça karşılığı
orijinal metinde yoktur).
______________
HAC [İ:88.41, R:22.41]
Onlar o kişilerdir ki eğer kendilerini yeryüzünde imkân ve güç sahibi
yapsak namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliğe özendirirler,
kötülükten sakındırırlar. Tüm iş ve oluşlar Allah'a varır.
Yorum:
Yeryüzünde
imkân sahibi olsak yapacağımız ilk işler namaz kılıp zekât vermek olsa
mı daha iyidir, yoksa “tek olan Allah’a bağlı kalıp zekât/arınma
göstererek iyiliğe özendirip kötülükten sakındırmak” mı daha iyidir? Peki, Türkiye’deki zengin Müslümanlar (!) niye böyle yapmıyor da namaz kılıp zekât vermeyi Allah’ın hükümleriyle değiştiriyor?!
____________________________
HAC [İ:88.78, R:22.78]
Allah uğrunda O'na yaraşır bir gayretle didinin. O sizi seçmiş ve dinde
size hiçbir güçlük çıkarmamıştır. Babanız İbrahim'in milletini esas
alın. Allah sizi, önceden de şu Kitap'ta da "Müslümanlar/Allah'a teslim olanlar" diye adlandırdı ki, resul sizin üzerinize bir tanık olsun, siz de insanlar üzerine tanıklar olasınız. O halde namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O'dur sizin Mevlâ'nız. Ne güzel Mevlâ'dır O, ne güzel yardımcıdır O!
Yorum:
Müslüman
olmanın gereği “Allah’a ortak koşmamak” olduğuna göre “O hâlde…” diye
başlayıp süren tümce “tek olan Allah’a bağlılığı ayakta tutmak ve nefis
tezkiyesi yapmak” olarak anlaşılsa daha evlâ değil midir?
________________________________________________________
BAKARA [İ:92.43, R:2.43] Namazı kılın, zekâtı verin; rükû edenlerle birlikte rükû edin.
Yorum:
Ayet içerisinde göze batan bir kopukluk yok mu? Öyleyse namaz kılma-zekât verme-rükû etmenin ne gibi bir ilişki ağı içerisinde olduğunu hangi ayet açıklıyor?
2.42 Hakkı bâtılla/saçmalık ve tutarsızlıkla kirletmeyin. Bilip durduğunuz halde gerçeği gizliyorsunuz. 2.43 Namazı kılın, zekâtı verin; rükû edenlerle birlikte rükû edin.
2.44 İnsanlara hayırda erginliği/dürüstlüğü emredip de öz benliklerinizi unutuyor musunuz? Üstelik de Kitap'ı okuyup durmaktasınız. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? 2.45 Sabra ve namaza sarılarak yardım dileyin. Hiç kuşkusuz bu, kalbi ürperti duyanlardan başkasına çok ağır gelir.
Namaz, zekât ve rükûnun yukarıdaki siyak ve sibakla ne ilgisi var? Salâtı
“tek olan Allah’a bağlılık”, zekâtı “nefsi arıtma” rükûu ise “alçak
gönüllülük” olarak algıladığımızda sözünü ettiğim kopukluğun ortadan
kalkması sizce bir rastlantı mıdır? Oysa inkârcıların “alçak
gönüllülük” kavramının tersi duyguları olan kibirleri nedeniyle inkâr
ettiklerini herkes bilir. Sabra ve salâta sarılıp yardım dilemek ise
gerçek müminlerin harcıdır. Hz. Allah bizim Kâbe’ye yönelip güya
kendisine dua etmemiz derdinde değildir. O’nun emeli, yalnızca
kendisine kulluk edilmesi, insanlar üzerine hüküm sahibi olan başka
tanrıların kendisine ortak koşulmamasıdır. Dikkat ederseniz, sabra salâttan önce sarılmalıyız; çünkü bir şeylere sabretmeden “tek olan Allah’a bağlılığı ayakta tutmak” olanaksızdır.
____________
BAKARA [İ:92.83, R:2.83] İsrailoğullarından şöyle bir söz de almıştık: Allah'tan
başkasına ibadet etmeyin, anne-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara
iyilik ve güzellikle davranın. İnsanlara güzeli ve güzelliği söyleyin. Namazı kılın, zekâtı verin. Bütün bunlardan sonra siz, pek azınız müstesna, sırt çevirdiniz. Hälä da yüz çevirip duruyorsunuz.
Yorum:
Altı
çizili yer İsrailoğullarından istenileni izahlı biçimde ortaya koyarken
ardından gelen tümce, sözü toparlamış ve bütün kapsayıcılığı ile “tek
olan Allah’a bağlılığı ayakta tutma”yı ve “nefis tezkiyesi”ni
buyurmuştur.
____________________________________
BAKARA [İ:92.110, R:2.110] Namazı kılın, zekâtı
verin. Öz benlikleriniz için önden gönderdiğiniz her hayrı, Allah
katında bulacaksınız. Hiç kuşkusuz, Allah, yapmakta olduklarınızı iyice
görmektedir.
Yorum:
2/110’un
bağlamında da zekâttan söz edilmemiş. Yahudi ve Hıristiyanların durumu
ve birbirlerine tavır koyuşu anlatılmış. Müslümanlardan bir kısmının da
Son Nebi’den Yahudilerin Musa’dan istekte bulunduğu gibi istekte
bulunmaması gerektiği öğretilmiş.
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
23/3/2007 - NAMAZI İKAME HUSUSUNDA KISA DEĞİNMELER ve T. C. Diyanet İşleri Mealinin Eleştirisi 1
NAMAZI İKAME HUSUSUNDA KISA DEĞİNMELER
KOVULMUŞ ŞEYTAN’DAN ALLAH’A SIĞINIRIM!
RAHMAN VE RAHİYM OLAN ALLAH’IN ADIYLA...
Üstbilgi:
Eleştirilen meal, T. C. Diyanet İşleri’nin hazırladığı mealdir.
Değerlendirilen ve yeniden yorumlanan ayetler bu mealden alıntıdır.
2/3. Onlar, gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler.: Elleziyne yü ‘minûne bi’l-gaybi ve yükıymûne’s-salâte ve mimmâ rezaknâhüm yünfikûn.
Daha
Bakara’nın 3. ayetinde salât karşımıza çıkıyor; ama birçok yerde
“zekât” kelimesi ile birlikte kullanılmasına karşın genel izlenime ters
biçimde “zekât” kelimesinin yerine “Allah’ın verdiği rızıktan harcama =
infak” zikrediliyor. İslam’ın 5 şartından üçüncüsü “zekât” mıdır, yoksa
infak ya da sadaka mıdır? Zekâtı İslam’ın 5 şartından biri yapabilmek
için zekâtın ayrıntılı olarak tanımlanması gerekirdi. Oysa Kuran’da en
ayrıntılı tanımlama, infak ve sadaka için yapılmıştır. Sadakanın kimlere verileceğinin bir bir sayılması İslam’ın 5 şatından üçüncüsünün sadaka olduğunun kanıtı olamaz mı? Sadaka’yı Allah tanımlıyor; ama zekâtı şüpheli hadis ve rivayetler tanımlıyor. Sizce hüccet olmakta en ileri olan Kuran mıdır, yoksa Kuran’a egemen kıldığınız atalar zihniyeti mi? Bu bakımdan geleneksel İslam anlayışındaki namaz-zekât birlikteliğini Allah’ın indirdiği Kuran olumsuzlamaktadır.
Üstelik salât ve zekât kavramlarının ayrıntı ve sınırları görünüşte
Kuran’da yoktur. Peki, Kuran’da bu kadar üzerine düşülmeyen namaz
bahsinde, izlediği vahye sırt çevirip Hz. Muhammet mi namazın üzerine
düşüyordu? Bu tutarlı mı? Namazın
uygulanabilmesi için illaki somut bir örnek mi gerekir? Allah’ın
anlatma yeteneği bizim tahminimizin üzerinde değil midir? Allah, namazın rükünlerinden hepsini birden hiçbir ayette açıklamamıştır. Bu bir gerçektir. Herhâlde rükünlerin adlarını tek bir ayette zikretmek için somut bir imam gerekmiyordu! Üstelik Kuran’a göre Kitap’ın imam olduğunu da çabuk unutuyoruz.
2/43. Namazı kılın, zekatı verin, rüku edenlerle birlikte rüku edin.: Ve ekıymü’s-salâte ve âtu’z-zekâte verke‘û ma‘arrâki‘ıyn.
Yorum:
Bu ayette “salât” kelimesinin dışında “rükû” kelimesinin zikredilmesi tuhaf durmuyor mu? Hz. Allah, niçin “Namaz kılanlarla birlikte namaz kılın!” buyurmuyor da “Rükû edenlerle birlikte rükû edin!” biçiminde bir buyruk veriyor? Yoksa İslam’da namazdan başka bir de rükû âyini mi var?! Üstelik “rükû etme” eylemi niçin özellikle zekâttan sonra buyrulmuştur, bu da ayrı bir tuhaflık değil mi? Ya
Allah (hâşâ) kendisini ifade etmesini bilmiyor ya da “salât-zekât-rükû”
kelimeleri üzerinde yaşanan geleneksel bir anlama sorunu var!
Bundan sonraki ayet de Kitap’la ilişkili. Demek ki, salât’ın Kitap’la
özel bir ilgisi var. Bize göre salât kelimesinin bu ayetlere dağınık
biçimde serpiştirilmiş olma durumunun nedeni olabilecek özel bir ilgi…
2/45-46. Sabır
ve namazla Allah'a sığınıp yardım isteyin; Rablerine kavuşacaklarını ve
Ona döneceklerini umanlar ve huşu duyanlardan başkasına namaz elbette
ağır gelir.: veste‘ıynû bi’s-sabri ve’s-salâti ve innehâ lekebiyretün illâ ‘alel-hâşi‘ıyn / elleziyne yezunnûne ennehüm mülâkû rabbihim ve ennehüm ileyhi râci‘ûn.
Yorum:
Bir önceki ayet bakın ne diyor: “Kitap'ı okuyup durduğunuz hâlde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz? Düşünmez misiniz?” (2/ 44) Salâtın Kuran’la ilişkili olduğu açık, değil mi?
Peki, anlamı bilinmeyen sure ve ayetleri okumak dışında kaç kişiye
namazda Allah’a sığınıp yardım isteyen var ya da Diyâne bunu ne derece
teşvik ediyor?! 33/ 35 ayetinde Allah’ın büyük ödül vereceği kişiler
sayılmıştır; ama bunların arasında musallîn yoktur. Bu ayette salât kelimesi yukarıda görüldüğü gibi tek bir kez geçer.
Gelin şu ayet çevirilerini bağlamı içerisinde okuyalım ve bakalım hangi sonuca ulaşacağız:
2/40. Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın ve ahdimi yerine getirin ki Ben de yerine getireyim; yoksa benden korkun.
2/41. Yanınızdaki Tevrat'ı tasdik ederek indirdiğim Kuran'a, inanın; onu ilk inkar edenler siz olmayın, ayetlerimi hiçbir değere karşılık değiştirmeyin ve bile bile hakkı gizlemeyin.
2/42. Hakkı batıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin.
2/43. Namazı kılın, zekatı verin, rüku edenlerle birlikte rüku edin.
2/44. Kitap'ı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilik mi emredersiniz? Düşünmez misiniz?
2/45-46. Sabır
ve namazla Allah'a sığınıp yardım isteyin; Rablerine kavuşacaklarını ve
Ona döneceklerini umanlar ve huşu duyanlardan başkasına namaz (değil; çünkü ayette sabır ve salât birlikteliğine vurgu yapılmıştır; ama, bu) elbette ağır gelir.
Bu bağlamda açıkça İsrailoğullarına seslenilmekte ve Kuran’a inanmaları gerektiği vurgulanmaktadır. İyi de, kırmızı ışığın yanmasına neden olan 2/ 43 ayetinin
burada işi ne? Normalde bu salât buyruğunun müminlere yöneltilmesi
gerekirdi. Demek ki, gerçekten de “salât” kavramını tam olarak
kavramamışız!.. “Salâtı ikame” emrinin kimi yerde ehlikitaba kimi yerde de müşriklere yöneltilmesi, aslında, Kuran’da çelişki olmadığına inanan ve Kuran üzerindeki algılama yanlışlarının üzerine giden birisi tarafından “Kuran’daki salâtı ikame”nin “namaz olamayacağı”nı anlaması için önemli bir göstergedir. Zira İslam’a göre bir dine girmeyen kişi o dinin gereklerinden sorumlu tutulamaz, değil mi?
2/110. Namazı kılın, zekatı verin, kendiniz için önden gönderdiğiniz her hayrı Allah katında bulacaksınız. Allah yaptıklarınızı şüphesiz görür.
Yorum:
Söylenen açık, yâni yapılan hayırlar, salâtı ayakta tutma ve düzelme/iyileşme/arınma gösterme durumlarıdır. Yoksa “her hayrı” denmez “bu hayırları” denirdi.
2/177. Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir;
Lakin iyi olan, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitap'a,
peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere,
düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz
kılan, zekat veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler,
zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru
olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır.: … Leyse’l-birre en tüvellû vücûheküm kıbele’l-meşrikı ve’l-magribi ve lâkınne’l-birre men âmene billâhi ve’l-yevmi’l-âhıri ve’l-melâiketi ve’l-kitâbi ve’n-nebiyyiyn ve âtelmâle ‘alâ hubbihî zeviylkurbâ ve’l-yetâmâ ve’l-mesâkiyne ve’bne’s-sebiyli ve’s-sâiliyne ve fiyrrikâbi ve ekâme’s-salâte ve âte’z-zekâte ve’l-mûfûne bi ‘ahdihim izâ ‘ahedû ve’s-sâbiriyne fiyl-be’sâi ve’d-darrâi ve hıyne’l-be’s.
Yorum:
Hz. Allah, niçin “yüzlerimizi doğu ve batıdan yana çevirmenin iyi olmak demek olmadığı”nı vurgulamak istesin?
Hz. Allah’ın böyle bir ifade kullanması kıble olan Kâbe’nin
putlaştırılmaması için mi? Öyleyse bu ayette salâtı ikame niçin daha
sonra anılmış? Diyelim ki, “Zaten emrin salâtı ikame için verildiği
muhatap alınan toplum tarafından bilinmekte. Öyleyse bunu ayrıca
bildirmenin ne anlamı var?”, o zaman niçin Mescidi Haram’a dönülmesi
dört ayrı vurguyla bildirilmiş de, bir tanesi bile Kâbe ve salât
kelimelerine ayrılmamış? Niçin illa Mescidi Haram ve niçin illa “Nerede
olursanız Mescidi Haram’a dönün!”? Ayrıca Hz. Allah niçin “Nereden
(yola) çıkarsan çık Mescidi Haram’a dön!” buyurmuştur? “Çıkma”
eyleminin “yola çıkmak” anlamında olduğu ayetten doğrudan çıkarılamaz;
çünkü bu kelime yalnızca o anlama sahip değildir ve “sefere çıkmak”
anlamı da vardır. Dikkat ederseniz, kıble ayetlerinin savaşla ilgili olduğunu fark ederseniz.
Geleneğe
göre kıble ayetleri Medine’ye hicretten sonra inmiştir. Oysa Mekke ile
Kudüs arasında doğu-batı ilişkisinden çok güney-kuzey ilişkisi vardır.
Dahası Kudüs de Mekke de Medine’nin batısındadır. Öyleyse Hz.
Allah (tabi eğer somut anlamda namaza duracağımızda yüzümüzü
çevireceğimiz bir kıbleden söz ediyorsa) niçin bu coğrafi gerçeğe uygun
bir ifade kullanmamıştır? Eğer “Allah, mecaz yapmıştır” diyecekseniz, Hz. Allah’ın namaz kıblesi dışında bambaşka anlamda bir mecaz yapmadığını nasıl kanıtlarsınız? Dahası Hz. Allah, tıpkı abdest ayetinde olduğu gibi (“Salâta duracağınızda yıkayın…”) bir ifadeyle “Salâta duracağınızda her nerede olursanız Mescidi Haram’a dönün!” dememiştir? 2/115 ayeti de sanki bir yön kavramına dikkat çekmekte ve “Nereye dönerseniz orada Allah yüzü
vardır” demektedir. Altını çizdiğim ifadeyi niçin “Allah’ın kendisi”
olarak algılamıyorsunuz da “Allah’ın rızası” olarak algılıyorsunuz? Bu
ayette bugün anlaşıldığı gibi bir kıble durumundan söz edilmemektedir;
çünkü bağlam içerisinde ne kıble kelimesi geçiyor ne de salât… Nitekim, Salât
kelimesini namaz farz ettiğimizde yine rastgele zikredilmiş gibi
duruyor. 2/176 ayeti Kitap’ın hak olarak indirildiğini, Kitap’ta
çekişmeye girenlerin bütünden uzaklaştırıcı bir kopuş olduğu
belirtilir.
Sonuç
olarak bize “Kıble, namaz kıblesi değilse niçin ‘doğu ve batı tarafına
dönmek iyi olmak değildir’?” diye sorarsanız şöyle deriz: Çünkü Hz.
Allah, Kitap ehlinin kıblesine dönmememizi buyurmuş; ama Kitap ehli,
Müslüman olanların kendileri gibi yaşamaları, Hz. Allah’ın Muhammet’e
indirdiği vahyi izlememeleri hususunda telkinde bulunmakta, onları hak
yoldan geri çevirmeye çalışmaktadır. Oysa Hz. Allah, her kıbleyi kabul
etmemektedir. 2/177 ayeti de bunu ortaya koymaktadır.
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
23/3/2007 - NAMAZI İKAME HUSUSUNDA KISA DEĞİNMELER ve T. C. Diyanet İşleri Mealinin Eleştirisi 2
2/277.
İnanıp yararlı işler işleyenlerin, namaz kılıp, zekat verenlerin
Rab'leri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir.
Yorum:
2/ 110 için yaptığımız yorum bu belgi için de geçerli.
3/39.
Mabette namaz kılarken melekler ona seslendiler: "Allah sana Allah'ın
emriyle (vücud bulan İsa'yı) tasdik eden, efendi, iffetli, iyilerden
bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler".
Yorum:
Bu
ayette “mabet” olarak anlamlandırılan kelime mihrâb’dır. Anlaşılan
Diyanet bu kelimenin bugün kullanılan anlamda olmadığını kabul etmiş;
çünkü Hz. Zekeriya, mihrapta melekler ile konuşmaktadır. Namazda
konuşmak ise namazı bozar. Dikkat ederseniz ayrıca mihrabda namaz
kıldırmamakta, yalnızca kendi başına namaz kılmaktadır, yani bir
imamlık durumu düşünülemez. Buna karşın Diyanet mihrâb’ı yine yanlış
anlamlandırmıştır. Oysa 3/37’de yine mihrâb kelimesi geçmektedir ve Hz.
Meryem mihrapta yiyip içmektedir. Ayrıca bu ayetten bu mihrâbda
haremlik-selâmlık olduğu sonucu da çıkarılabilir. Demek ki, mihrâb’ın
anlamı “özel dairedir”. Biz, ayetlerin akışını ve işaretleri ancak
böyle yorumlayabiliyoruz. Bu arada bugünkü “namazdaki dua” namazdan
sonra yapılır; ama 3/38’de dua, namazdan önce yapılmaktadır. Bu durum
hem geleneksel namazla hem de namazın özünün dua olduğu iddiası ile
çelişmektedir. Siz, ana dili Arapça olmayan kaç tane geleneksel Müslümanın namazın içinde dua ettiğini sanıyorsunuz?
Namazda okunan Fatiha, Ettahiyyatü, Salli, Barik, Rabbena Atina,
Rabbenagfirli birer duadır; ama ana dili ile okunmayınca dua olma
niteliğini yitirmektedir; çünkü birey, duasına kendisini
katamamaktadır. Oysa dua, bireyin, dileğine kendisini katmasıyla
gerçekleşen bir zikirdir. Bu nedenle Arapça
olarak okunan dualar, yalnızca o dua üzerinde tasarrufta bulunabilecek
denli Arapça dil bilgisi yeterli olanlar için bir dua olma özelliği
gösterir.
4/77. Kendilerine: "Elinizi savaştan çekin, namaz kılın,
zekat verin" denenleri görmedin mi? Onlara savaş farz kılındığında,
içlerinden bir takımı hemen, insanlardan, Allah'tan korkar gibi, hatta
daha çok korkarlar ve "Rabbimiz! Bize savaşı niçin farz kıldın, bizi
yakın bir zamana kadar tehir edemez miydin?" derler. De ki: "Dünya
geçimliği azdır, ahiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için
hayırlıdır, size zerre kadar zulmedilmez".
Yorum:
Harple
ilgili bir ayet ve namaz ve zekattan söz ediyor, öyle mi? Bu ayetin ne
kendisinde ne de sibak siyakında zekatın harple ilişkisi hususunda bir
şey söylenmemiştir. Sizin Allah tasavvurunuz, niçin birbiriyle ilgisiz şeylerden söz ediyor? Oysa salâtı
ikameyi bu ayet için “vahye bağlılık”, zekât vermeyi ise
“arınma/düzelme gösterme” olarak algılarsak bu alakasızlık ortadan
kalkmıyor mu?
4/103.
Namazı kıldıktan başka, Allah'ı ayakta iken, otururken, yan yatarken de
anın. Emniyete kavuştuğunuzda, namazı gereğince kılın. Namaz şüphesiz, inananlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır.
Yorum:
4/102’de
zaten harp namazı (!) kılınmışken 4/103’te yukarıdaki gibi namazdan söz
edilmesi tuhaf bir durum; çünkü 4/102’de kılınan harp namazında (!)
zaten kıyamda ve otururken Allah zikredilmiş. 4/102’de namazdan değil,
bütünüyle harpten söz ediliyor, Elçi ise imamlık değil, komutanlık
yapıyor. Hz. Allah ise savaş taktiği veriyor. Oradaki secde, namaz
secdesi değil, savaşmaktır. Verilen taktik, nöbetleşe savaşmak.
4/103’te ise harp bitmiş muharip müminlerin kimisi ayakta kimisi
oturuyor kimisi de yaralı olarak yanları üzerinde yatıyor. Bir sonraki
ayetteki (4/104) “Düşman topluluğu izlemekte gevşeklik göstermeyin!”
emrini, 4/102’de ayakta, kuutta ve yanları üzerine bulunanların
durumuyla karşılaştırırsak, bu gerçek daha iyi anlaşılır. Müminler
“Nasıl olsa düşmanı yendik!” fikriyle gevşeklik gösterebilir. Hz. Allah
ise 4/104 ile onları bu duruma karşı uyanık tutmayı sağlamak istiyor.
Ayrıca 4/101 ile 4/102-103 ayetleri arasında irtibat var. 4/101’deki
kısaltılan “min es-salât” eğer namaz olsaydı, “es” takısı aldığı için
bu namazın hangi vaktin namazı olduğunun bildirilmesi gerekirdi. Oysa
bu, bildirilmemiştir. Öyleyse orada söz edilmediğini savaşacak olan her
kişinin hükümlerini bilmesi gereken, yani onlara belli olan bir antlaşmadan söz edildiğini düşünmek hiç de zor değil.
Önerdiğimiz çeviri:
Salâtı
bitirince ayakta, otururken, yan yatarken de anın. Emniyete
kavuştuğunuzda antlaşmayı (4/101’de uyulmaktan vazgeçilip kısaltılan
salât) tam olarak yerine getirin. Şüphesiz, salât, müminler üzerine
vakte bağlı olarak yazılmıştır. (4/103)
4/162.
Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlara, sana indirilen Kitap'a ve
senden önce indirilen Kitap'a inanan müminlere, namaz kılanlara, zekat
verenlere, Allah'a ve ahiret gününe inananlara, elbette büyük ecir
vereceğiz.
Yorum:
Bu
ayete göre, yalnızca vahye inanmanın yetmeyeceği, vahyin hükümlerine
bağlılığın ayakta tutulması gerektiği belirtiliyor. Yoksa Hz.
Allah’ın Kitap’a inanmaktan söz ettikten sonra, vahye sıkı sıkıya
sarılmaktan söz etmeden kuru kuruya namaz ve gelenekteki zekâttan söz
etmesini düşünmek mantıklı mı?
5/12.
And olsun ki, Allah, İsrailoğullarından söz almıştı. Onlardan on iki
reis seçtik. Allah: "Ben şüphesiz sizinleyim, namaz kılarsanız, zekat
verirseniz, peygamberlerime inanır ve onlara yardım ederseniz, Allah
uğrunda güzel bir takdimde bulunursanız, and olsun ki kötülüklerinizi
örterim. And olsun ki, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere
koyarım. Bundan sonra sizden kim inkar ederse şüphesiz doğru yoldan
sapmış olur" dedi.
Yorum:
İlginç!
İsrailoğullarının en çok sıkıntı çektiği konulardan biridir “vahye
uymak, onu ayakta tutmak”. Yoksa namazın peygamberlere inanmaktan önce
zikredilmesinin ne anlamı var? Önce
Allah’a olan bağlılığını kanıtlamak için arınma göstereceksin ki,
nefsine yenilip elçileri inkâr etmeyesin, onlara karşı tavır almayasın.
5/55. Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun Peygamberi ve namaz kılan, zekat veren ve rüku eden müminlerdir.
Yorum:
Yine ilgisiz bir durumda rükû var. Önceki ayet şöyledir: Ey
inananlar! İçinizden kim dininden dönerse şunu bilsin: Allah, yakında,
kendilerini sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı boynu bükük,
kâfirlere karşı başı dik bir topluluk getirecektir. Bunlar Allah
yolunda savaşırlar, hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu,
Allah'ın, dilediğine yönelttiği bir lütuftur. Allah, yaratılışı ve
yarattıklarını genişletir, her şeyi bilir. (5/54)
Bu
ayet dinden dönmeye değindiğine göre 5/55’teki salâtı ikameyi “vahye
bağlılık” olarak anlamlandırmakta bir sorun yok. Zaten 5/56 ayeti de
“Allah elçisi’ni ve namaz kılanları” değil “Allah elçisi’ni ve iman
edenleri” dost edinen kişilerden söz etmektedir. Buradaki rükû edenler
ise Allah’ın vahyine olan salâtı alçak gönüllü olarak ayakta tutan ve
arınma gösterenlerdir.
6/71-72. De
ki: "Arkadaşları bize gel diye doğru yola çağırırken, şeytanların
yeryüzünde şaşırttıkları bir kimse gibi geriye mi dönelim. Allah bizi
doğru yola eriştirdikten sonra, bize faydası olmayan, zarar da
veremeyen Allah'tan başka şeylere mi yalvaralım?" De ki, "Doğru yol
ancak Allah'ın yoludur. Alemlerin Rabbine teslim olarak namaz kılın,
Allah'tan sakının diye emrolunduk." Kendisine toplanacağınız O'dur.
Yorum:
Ne yapmamız gerektiği açık değil mi? Hidayete erdikten sonra ilk yapmamız gereken niçin “vahye bağlılığı yerine getirmek” değil de “namaz kılmak” olsun?
8/2-3. İnananlar
ancak, o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalbleri titrer, ayetleri
okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Ve Rablerine güvenirler;
namaz kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf
ederler.
Yorum:
Ayetleri okumakla zekât vermenin ne ilgisi var?
Ayetleri okuyan kişi, Hz. Allah’ın her şeye egemen olduğunu kavrar ve
Rabbine güvenerek o ayetlerdeki hükümlere olan bağlılığını ayakta tutup
nefsini arıtır, davranışlarını iyileştirir ve şükrünün önemli bir
göstergesi olarak Allah’ın nimetini paylaşmak için harcama, adaletli
bir alışveriş yapar.
9/5. Hürmetli
aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; onları
yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe
eder, namaz kılar ve zekat verirlerse yollarını serbest bırakın.
Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.
Yorum:
9/5 ayetine göre savaşılan müşriklere, zorla namaz kıldırılması ve onlardan zorla zekât alınması mı buyrulmuştur? Eğer öyle değilse bu kişilerin Müslüman olduğuna ilişkin kanıtınız nedir? “Tevbe etmek” fiili “Müslüman olmak” anlamını kapsıyor mu? Başka ayetlerde bu anlamın bir örneği var mı? Yoksa aslen olduğu gibi “işlenmiş bir suçun bir daha işlenmeyeceğine dair verilen bir söz” anlamıyla mı kullanılmıştır? Tevbenin “ihtida”yı kapsaması iddiası, 9/6 ile de çelişmez mi?
Çünkü 9/5’te müşriklerden herhangi biriyle savaşılmaması için tek bir
çözüm yolu önerilmişti: Namaz kılıp (!) zekât vermek (!). Ayrıca
burada normal bir durumda müşriklerden böyle bir tavır beklenmesinden
değil, savaş sırasındaki durumdan söz ediliyor. Dolayısıyla harp,
çatışma, çarpışma sırasında gösteriş olarak namaz kılıp zekât vermeleri
(tabii zekâtı da anında bulup çıkarabilirse keselerinden!) öldürülüp
hapsedilmemeleri için yeterliyse bu tuhaf bir durum oluşturmaz mı? 9/4 ayetinde “antlaşma hükümlerini bozmayan ve aleyhimizde kimseye yardım etmeyen” müşriklerden böyle bir tevbe/yöneliş
beklememiş olmamıza karşın böyle bir tavır beklenme olasılığı daha az
olan durumu anlatan 9/5 ayetinde çarpıştığımız müşriklerden böyle bir
tavrı beklememiz saçma değil midir?
Sizce müşrikler, “Müslümanların savaşmama şartlarını kabul etmek”
yerine niçin münafıklığa itilerek “Müslümanların temel ibadetleri olan
namaz ve zekât”la sorumlu tutuluyor? Kuran’da müşriklerden zekât alındığına ilişkin başka bir kanıt var mıdır? Ayrıca niçin kelime-i şahadetten sorumlu tutulmuyor (Hadi, “kendi seçimleriyle…” diyelim) da bundan sorumlu tutuluyorlar? Son çıkan durum, baskı
ve sindirme nedeniyle, aslında kendisini Müslüman saymayan insanları,
Müslüman görünmeye zorlayıp münafıklaştırarak İslam toplumunun
içtenliğe dayanacak birlik duygusunda bir gedik açılmış olmuyor mu? Hz.
Allah’ın böyle bir çelişkiye düşmesi olası mı? 9/5 ayetindeki salât ve
zekât çevirileri (zekât çevirisi görünüşte usul sayılabilir. Oysa bu zekât,
geleneksel olarak bildiğimiz zekât ise Kuran ayetleriyle bu zekâtın
niceliği, en azından “örfe göre bir miktar” söz öbeğiyle açıklanmış
olmalı değil miydi?
Zira, şeriatla ilgili başka ayet misallerinde bu yol izlenmiştir.) 9/4
ile 9/5 emri arasında bir tutarsızlık oluşturmuyor mu? Ayrıca 2/256
ayetindeki “Dinde zorlama yoktur” ifadesiyle de çelişki doğmuyor mu?
Tüm bu ilkeleri göz önünde tutarsak 9/4 ve 9/5 ayetinin aslına uygun
olarak düşündüğümüz çevirisinden “Müşrikler, ya savaşıp Müslümanları yenmek için zulmü sürdürmeyi seçecekler ya da Müslümanlarla yaptıkları antlaşmalara salâtı, yani “bağlılığı ayakta tutarak” bu hususta zekât, yani “iyileşme ve düzelme” gösterecekler.”
anlamı çıkmayacak mıdır? Yüzyıllardan süregelen bu çevirinizle İlhan
Arsel, Turan Dursun gibi İslam düşmanlarını haklı çıkarmıyor musunuz?
9/11. Eğer
tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse, sizin din kardeşiniz
olurlar. Bilen kimseler için ayetleri uzun uzadıya açıklıyoruz.
Yorum:
9/11’de müşrikler, dinde kardeşlerimiz oluyor, namaz kılıp zekât vermekle!.. Peki, niçin, 9/12 ayetinde önceki (9/7, 10) yeminlerinden Müslüman olduktan sonra da sorumlu tutuluyorlar? Demek ki, dîn kelimesi İslam’a eşit değil, yalnızca “yasa = kânun” anlamında anılmaktadır. Nitekim Medine Anayasası’nda da, “Yahudilerin dinleri kendilerine müminlerin dinleri kendilerinedir” denerek federal bir devlet düzeni öngörülmemiş midir? 9/12 ayetindeki yemin (eymânehüm) İslâm’a giriş yemini olamaz; çünkü başka herhangi bir ayette eymân ya da yemin
sözcüğü böyle bir anlamda kullanılmamıştır. Müslüman olanlar tek bir
yeminden sorumludur: Kitap’a sahip çıkma misakı. O da yemin kelimesiyle
değil, mîsak kelimesiyle ifade edilir.
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
|
|