Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam;
İnsan olmak,insan olabilmek bünyesinde fayda,yarar,zarar, ıslah,ifsad, iyilik,kötülük,hayır,şer gibi kavramları barındırır. Ancak bu kavramlar bu kavramlara dayalı eylemleri yerine getiren insan ile anlamlıdır. İyilik, iyi bir davranışı sergileyen ile anlamlı bir tanımdır.Kötülükte benzer şekilde.
Fayda, zarar, ifsad,ıslah gibi kavramlar insanın yaşantısında karşısında duran aynaya baktığında gördüğü resme göre verdiği tanımlamalardır. Zarar kavramı bir insan için olumsuzluk ifade ederken bir başkası için fayda ifade edebilir.
İnsan temelli kavramlar,insanın tavırlarıyla ortaya konmuş ve zamanla da değişmez kabuller (jargonlar) halini almışlardır. Esmaların insana öğretilmesi, yaşadığı hayata anlam katabilirliği, kelimeleri yaşadığı hayat içerisinde gözlemledikleri üzerinden tanım verebilmesidir. Esmalar, yaşanılan zamana, araçlara, algılara, kültürlere göre tanımlanır.
Fayda, yarar, ıslah, iyilik, güzellik, hayır ve hasenat gibi kavramlar bir karşılık için yapılıyorsa burada öze dayalı bir eylem değil menfaate dayalı bir eylemden bahsedilir.
Fayda, iyilik, güzellikler bir başkasının mağduriyetini sağlayacak şekilde tezahür ediyorsa adı iyilik , güzellik olmaz. İyilik, güzellik, ıslah edici olmak bir ölçüye bir kritere göre belirleniyorsa bu ne adamlıktır ne de yapılan bir güzelliktir. Adam olmak, adem olmak özde var olanın inkişafıdır. Adam olmak, yazılı olanlarla tarif edilemez. Tarif edilenler yaşanılan hayattan edinilen benzer sunumlardır. Bir başka ifadeyle yaşananlar muhkemler yaşananlardan edinilenlerin kitaba aktarımı ve sunumu müteşabihlerdir. Emirle güzellik olmaz, emre binaen iyi bir adam olunmaz. Emre binaen kötü bir adam olunamayacağı gibi.
Allah, yarattığı varlığa zulmedici değildir.Yarattığı evren ve içinde yarattığı varlıklara bir takım emir-sulta ve tehditlerle dayatmacı bir anlayışla hitap eden ve emirlerine uymayanları gazabıyla tehdit eden bir Tanrı anlayışı aşkın olanın tabiatına uygun bir tavır değildir.Tanrı oyun oynamak istiyor ise elbette insandan daha iyi bir oyuncağı kendisine temin edebilir. Ayrıca, kainatın sahibi olan gücün, kainat içinde aciz, zayıf, muhtaç bir varlığı kendisi için bir tehdit unsuru gibi algıladığı da düşünülemez.
“Kitabın eşsiz oluşu, yeryüzünde bir muadilinin olmayışı, bu kitabın oluşması bir vakıadır, “Yeryüzünde Kur an ı Kerim dışında kendi verdiği kelimeyi kendi anlamlandıran pratikte kullanıp teorisini veren ve hayatla ilgili her türlü tasavvuru içeren hayatla çelişmeyen bir belgeniz varsa getirin... Siz islam değilsiniz.. .Dolayısıyla islami bir kavram olan fıtratı bir argüman olarak kullanmanız sadece sizin maskeli bir iblis olduğu anlamına getirir...”
Vay, vay, vay….Ne böyük bir laf bu böyle J Kur’an mahluk mudur ki, kendisi kendi söylemi için kelime veriyor ve onu anlamlandırıyor.? Konuştuklarına anlam verebilen, ağzından çıkan seslere anlamlı kelimeler seçebilen insandır üstadım kitap değil. Kitaba anlamlı kelimeleri yükleyen insandır. Yaşadığı hayatı kullandığı kelimelerle renklendirmeye çalışır insan. Kelimeyi kur’an vermez kuranı konuşturan elçidir, insandır. Kelimeler, insan içindir insan kelimeler için var değildir. İnsan yaşadığı hayatı tarif ederken, kullandığı araçları tanımlarken esmaya ihtiyaç duyar. İsimler fıtrata, vicdana,ruhunuza uygun ise her kelime gideceği yere gider zaten zorlamanın anlamı yok. Elçiler, Yaratıcının hitabını kavle dönüştürmüşlerdir. Peki yaratıcının kelamı belirli aralıklarla sunulan bir brifing biçiminde midir? Ve nihai brifing biçimindeki eğitim semineri sona mı ermiştir ki mushafın yazdıkları 1400 sene öncesinden bugünün ve yarının yaşanan ve yaşanacaklarına hitab eder?
Yaratıcının yaratmasının sürekli olduğu bir ortamda sessiz sedasız, durağan bir Rab algısı Yaratıcının yaratma kaderiyle çelişir. Yaratması sürekli olan bir Rabbin hitabı da süreklidir.
Kuranın tarzı olan teşbihsel anlatım ile de açıkça görülmektedir ki Allah bir beşer ile doğrudan konuşmaz. 3 hal dışında ; doğrudan vahy, perde ardından ve de elçi aracılığıyla vahy.
Aşkın olanın, fani olan ile kendi tarzıyla konuşması olacak iş değildir. İnsan, yaşadığı düzlem de bir çok canlının sesini duymaktan aciz iken, belirli bir işitme ve görme alanının dışında kalanları göremez duyamaz iken Tüm bunların varlığının sebebi olan Aşkın gücü bir insanın O’nun frekansından, görmesi, işitmesi olası bir iş değildir. Musa ve yanındakilerin Tur dağında görmek için beklediği Rabbisininin dağa tecelli edeceğini lakin dağı yerli yerinde bulabilirse o takdirde Rabbini görebileceğini anlatan sunum aşkın olanı algılamak, görmek, işitmek, dokunmanın imkansızlığının bir tiyatro sahnesini andıran anlatımıdır. Dağa tecelli edeni görememek, düşüp bayılmak, aslında mevcut duyularla bu tarz bir eylemi insanın gerçekleştiremeyeceğinin öğretisidir. Aksini düşünüldüğünde ise İnsanın kendisini var edeni aşkın olanı gözlemlemesi Ondan bir cüze dönüşmesi şeklinde tanımlanır ki bu söylem bir ölçüde Vahdet-i Vücut söylemini çağrıştır.
Hayat, teoriler üzerine yaşanmaz, şahitlik üzerine yaşanır. Yaşanılan hayat zaten pratiğini kendisi sunuyordur. Ayrıca yaşanılan hayat için bunlar, bunlar da yaşama dair pratik sunumlar demek anlamsızlığa anlam katma patinajlarıdır. İnsan, kendisinde var olan kodlar ile hayatı yaşar yaşadıkları onun dini, uyguladığı yaşam biçimi de pratiğini anlatır.
“Siz İslam değilsiniz” sözü karşısında ki insanı bir konuma, bir formata sokma çabasından öte bir şey değil.
İblisleşme temayülü insani bir vasıftır. İnsan , kendisine verilenlere kulak vermez ,kendisine üflenmiş olan Ruha sahip çıkmaz ve onu geri püfletirse işte o zaman yaşadığı hayat anlamsızlaşır. İnsan anları yaşayandır. Anı yaşayan yaşadığı ana göre hayatına yön verme çabası içerinde olur.Doğru adam yaşadığı ana şahitlik eden, yaşadığı anı anlamlı kılan adamdır. Müslümanım diyenler işte onlar hidayeti arayanlardır. Hidayeti aramak, doğruluğu aramak bir misyondur, bir yaşam tarzıdır teslim olan için. Doğruluğu arayan arayışa girdiği yolda durmaksızın ilerleyen,kısa soluklu molalarında kendisini rahat ettirecek yumuşacık koltuğu değil bir sert bir iskemleyi tercih eden insandır. J
The Müslümanların durduğu yerde The Allah,The Rabler, The ilahlar doğar büyür ve tılsımlı sözler fısıldarlar. Hayat; Tılsımlı sözlerin anlamlarına göre yaşanmak için var edilmiş değildir.
Rab; Bir insan ile bir beşer (kadın-erkek) ile konuşmasını yarattığı evren üzerinden yapmaktadır. Çünkü evren Yaratıcının elinin eseridir. İnsan da O’nun elinin eseridir. Aynı kaynaktan beslenen iki mamül elbette birbirlerini anlayabilir , kavrayabilir donelere sahiptir. Yaratıcının fırça darbelerinin eseri olan kainat O’nun karakteridir.O’nun mimiklerini taşır. İnsan, evren de var olan Rabbe dair mimiklere dokunur dokunanlar söz olur. Bir müzisyen nasıl bir enstrümanın tuşlarına dokunur anlamlı melodiler ortaya koyarsa, elçinin dokunması da anlamlı sözler olarak dökülür.
Kitabın El-ilahtan olması, Meyem’in yanı başına gelen yiyeceklerin nereden geldiği ile ilgili Zekerriya’nın sorusuna karşın verilen cevaptan çok farklı değildir. “Bu yiyecekler nereden ey Meryem? Onlar Allah’ın katından”
Evet, Kura ,ve diğer kitapların da beslendiği kaynak aşkın olan El-ilahtır. Rab, haksızlığı, zulmü, fesadı kelam etmez. Rab, iyiliği,doğruluğu, erdemliliği, adaleti, ihsanı kelam eder. Bu kelamını insanın yaşadığı evren içinden sunumlarla açıklar.
Elçiler hevalarından konuşmazlar, evet çünkü hesapsız, ölçüsüz iş yapmazlar. Onların konuşmaları, yaşadıkları, gözlemledikleri hayatı kuşatacak tarzdadır.
Doğduğumuzdan beri önümüzde "Allahın Kitabı" diye bulup,dokunmaya bile korktuğumuz,çarpan,olağanüstü bulunup kutsanan,ana dilimizde olmayan bir metni herkesin gözü önünde,mertçe "gerçekten bu metin Allaha mı ait?" diye tahkik edip sorgulamamızda ne tür bir iblislik olabilir?Bunu senin vicdanına ve aklına sormanı istiyorum..
İnsan kendisine verilen akıl ile yaşadığı hayatı anlamaya çabalamış, anlayamadığı noktaları anlayabilmek adına sorgulamıştır. Kuran mushafında bahsi geçen kıssalardan birisi olan İbrahim peygamberin kıssası, yaşamın sorgulanması yönünden akli melekelerin en üst perdede (Cibril-mikail ve israfili düşünce biçimi) çalıştığını gösterir. Ay’a bakan, yıldızlara bakan ve güneşe bakarak Rabbini arayan bir düşünce biçimi ve sorgulamanın en nihai sonucu olan o meşhur söylemi “BATANLARI SEVMEM” ile akli melekelerin nasıl inkişaf ettiğinin bir göstergesidir. Arı-duru bir düşünüş biçimi, bir takım hurafelerden arınmış ,geleneğin ve jargonların baskın öğretisinden sıyrılmış bir düşünce biçimidir. İşte bu yönüyle tüm elçiler evren kitabını müşahhaslaştırarak o kitap üzerinden gözlemlediklerini yine o kitabın sahibinin kendisine öğrettikleri vechilesiyle anlamaya, ikra etmeye (toplayıp-biriktirip aktarmaya) çalışmışlardır. Hiçbir ferde çaba ve gayreti olmaksızın bir paye, bir makam bir mevki verilmemiştir. İnsanlar,hem kendilerinde var olan meziyetlerle (doğuştan gelen yetenekler,beceri vs.) hem de kendi çaba ve çalışmalarıyla ön plana çıkmışlar ve elçi doğmuşlar ve de olmuşlardır.
Yaratıcı yarattığı kainatın sahibidir hiç şüphesiz, bununla ilgili onlarca ayeti Kuran mushafında da görebilirsiniz. Ancak yaratıcının evrenin sahibi olduğu kitapta yazılı olduğu için mi tastik edilmesi gereken bir gerçektir yoksa evren üzerinde insanın rasad ettiği gözlemlediği harikulade işleyiş biçimimidir.
İnsanlık, tarih boyunca hep bir koruyucu,sığınak aramış ve bu aşkın güce kendi zamanı, kendi dili,kendi kültürü ve algıları veçhilesince bir tanımlama getirmeye çalışmıştır. Aşkın olanı tarif etmeye çabalayan mevcut kelimeler ancak insanın akli melekelerinin ürettiği kelimelerdir. Bir dönemin Ra sı, bir dönemin Tengri si, bir başka çağın Baba sı,(İsanın Babası) bir dönemin Tanrı sı, Muhammed rasulün söylemiyle de Rab ,Allah, İlah, Melik,vb. Olmuştur. Bahsi geçen tüm tanımlamalar, insan ürünü, insanın zihni artrakasiyonunun meyveleridir. Varlık aleminden (hammaddeden) aldıklarını işleyen elçi, yaşadığı çağın ,toplumun problemlerine çözüm getiren mükemmel bir sunum gerçekleştirmiştir. Ancak insan, bir süre sonra kendi içinde ki öze ihanet eder bir tavırla sergilediği anlamsız yaşamın gereğini yerine getirmiş ve kelimeleri kutsamaya,bir takım öğretileri, projeleri,kutsayarak kendi düşünme,tefekkür melekelerinin üzerini örtmüş ve kafirleşmiştir. Zihni melekelerin dumura uğradığı insan modelinde düşünceler artık putlaştırılan düşüncelere, kutsallaşan değerlere ve jargonlara kendini teslim etmiştir.Hülasa; insan kendi eliyle oluşturduğu düzene kendince bir takım kutsiyetler atfeden bir varlıktır.
Bir örnekle açıklamaya çalışırsak; İbrahim peygamberin yaşamından bir kesit anlatılır Kuran’da, Hani onlarca taştan putu kırmış ve en büyüğünün üzerine de baltayı bırakarak toplumuna da bu putları kıranın en büyüğü olabileceği şeklinde bir alaycı ve bir o kadarda düşündürücü bir üslupla toplumun sorgulamasını istemiştir.” Sen bizimle dalga mı geçiyorsun? bir taş nasıl hareket eder de diğerlerini kırar?” diyebilen zihniyet, kendince akli düşüncesiyle olayı çözümlemiştir. Lakin akli düşüncesi Beytin temellerini yükselten İbrahim’i bir harç karan inşaat ustası ve yaptığı taştan yapıyı da Allah’ın evi ve kutsal mekan olarak tanımlayabilecek bir zihni bulanıklığı da ortaya koymuştur. Bir tarafta taştan putları yıkan bir peygamber öte tarafta yeni bir taştan put diken bir peygamber tasavvuru…
Musa peygamberin kardeşi Harun’a bıraktığı toplum nasıl bir toplumdu? İnanmış, teslim olmuş, doğruluk üzere giden bir toplumdu değil mi? Ne zaman Musa, toplumunu kardeşi Harun’a emanet edip Allah ile buluşmağa gittiği ve döndüğü 40 gün sürenin sonunda yoldan çıkmış buzağıya tapan bir toplumu gördü karşısında. Hani dosdoğru yol üzere olan bir toplum vardı, ne oldu da birden bire bu toplum değişti? Bir taştan heykele tapar oldular?İşin özünde ademi tavrı gösterememek var, söylenenleri tetkik etmemek, meseleyi iyi analiz etmemek var. Taklitçi bir anlayış var. Ve de sonuç olarak yaşamayı bilmemek, yaşamı anlamlı kılıcı tutum ve davranışları sergilememek, doğruluğa giden yolda sürekli varım diyememek var.
İnsanın düşünce ve tahkik, araştırma, inceleme argümanları dayatmacı bir mantaliteyle, mevcut sistemlerin ve de jargonların kalıplarıyla çerçevesi belirlenemez. İnsana verilen akıl bir yere kadar düşünür ondan öteye geçemez deme cüreti düşünceye vurulan en büyük darbedir. İşte asıl bu andan itibaren fertler vicdanlarını ,yüreklerini, akıllarını evrene kapatmış, o kalpler taşlaşmış, mühürlenmiş olur. İşte şeytani yaklaşım yada insanın iblisleştiği an bu andır. Çünkü vahye aklını, gönlünü,vicdanını ,ruhunu kapamış olan bir insan için ademi tavır sergilediğinden bahsetmek ne mümkündür. İnsan, aklıyla, ruhuyla,vicdanıyla ve yüreğiyle ya adam gibi adam dır. Yada bir zavallı.
Bir dönemin yaşanılanlarını, algılarını, mimiklerini, jestlerini, ruh halini anlatan pikselsiz flu fotoğrafta bugünün algıları ve teknolojisiyle 15 megapiksellik pozlar çekerek kendinizi kutsanmış bir yaşamın portresine yamamağa kalkmayın.O fotoğrafın içerisinde yer almanız sizi kurtarmaz sizi kurtaracak olan her ne ise o sizin kendi içinizde.
Yazdıklarım saçma, anlamsız, zırva sözler gibi düşünülebilir. Belki de saçmalamış ta olabilirim Lakin yazdıklarım sesli düşünmeden öte bir şey değil.
Selam ve saygılarımla,
Esen kalınız.
|