Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
MÂÛN SÛRESİ’NE GİRİŞ
Mâûn
sûresi Mekke’de 17. sırada inmiştir. Sûrenin tamamının Medine’de
indiğini iddia edenler olduğu gibi, 1–3. âyetlerinin Mekke’de, 4–7.
âyetlerinin Medine’de indiğini iddia edenler de vardır. Ancak hem
sûrenin üslûp ve içeriği, hem de İzzet Derveze gibi araştırmacıların
İbn-i Abbas ve İbn Zübeyr kaynaklı tespitleri, sûrenin kesin olarak
Mekkî olduğunu göstermektedir. Sûrenin yarısının Medine’de indiği
iddiası ise, 4. âyetin “takip” veya “sebep” “ف - fa”sı
ile başlaması nedeniyle dikkate alınacak bir görüş değildir. Çünkü
sûredeki konu bütünlüğü, âyetlerin birbirinden ayrılmasına engeldir.
Sûrenin Mekkî olduğunu gösteren bir başka husus da, sûrede özellikleri
anlatılan insan gurubunun Medineli münafıklar olmayıp adı sanı belli
olan bazı Mekkeli azgınlardan oluşmuş olmasıdır. Sûre sözel olarak
Mekke müşriklerini teşhir etmekle birlikte, onların şahsında tüm
dünyadaki ve tüm zamanlardaki müşrik ve din karşıtlarının ilkelerini
ortaya dökmekte, onlara karşı alınması gereken tavırları
belirlemektedir.
SÛRENİN İNİŞ SEBEBİ: Mâverdi, sûrenin Ebû Cehl hakkında indiğini ileri sürmüş ve iddiasını şu rivâyete dayandırmıştır:
Ebû
Cehl, vasisi [velisi] olduğu bir yetimin ihtiyaç sebebiyle kendi
malından bir şey istemesi üzerine, onu iterek isteğine kulak vermez.
Kureyş’in ileri gelenleri, alay etmek maksadıyla çocuğu peygamberimize
gönderirler. Çocuk da peygamberimizden yardım ister. Hiçbir ihtiyaç
sahibini geri göndermek âdeti olmayan peygamberimiz, çocuğu dinledikten
sonra onunla beraber Ebû Cehl’e gider. Ebû Cehl peygamberimizin
isteğine uyarak çocuğa malını verir. Bunun üzerine Kureyşliler Ebû
Cehl’e “sen de sapıttın” diye tarizde bulunurlar. Ebû Cehl ise onlara
“Hayır sapıtmadım. Fakat onun sözleri bende öyle dehşet uyandırdı ki,
vermezsem helâk olacağımdan korktum” diye cevap verir.
Âyetin
iniş sebebi hakkında, Ebû Cehl‘in yanı sıra, cimrilikleri ile tanınan,
yoksullara ve düşkünlere eziyet ederek onları hor gören, itip kakan
Velid b. Âiz, Ebûsüfyan, As b. Vâil es-Sehmî, Velid b. Muğıre gibi
isimlerin geçtiği başka rivâyetler de vardır.
Aslında
sûrenin kimin için indiği önemli değildir. Çünkü Kur’ân’ın hükmü sadece
bu şahıslarla sınırlı olmayıp her zaman ve her yerde, bu kişilere
benzeyen, aynı davranışlarda bulunan tüm insanları kapsayacak bir
evrenselliğe sahiptir.
RAHMÂN ve Rahîm Allah adına.
Âyetlerin meali:
1- Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü?
2–3- İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse.
4- Bu nedenle, şu namaz kılanların / şu destekçilerin vay haline!
5- Onlar namazlarından / destek verişlerinden gafildirler,
6- onlar, gösteriş yaparlar,
7- ve mâûnu vermezler.
Âyetlerin Tahlili:
1. Âyet: Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü?
“الدّين - din”
sözcüğü üzerinde hem Arap-İslâm âlimleri hem de Mac Donald, A. Jeffery,
L. Gadret gibi oryantalistler ciddî araştırmalar yapmışlar, İbranice’de
ve Eski Farsça’da bu sözcüğe yazılış ve okunuş olarak benzeyen
sözcükler bulmuşlardır. İbni Menzur’un Lisanü’l-Arabve Zebidî’nin Tacü’l-Arusadlı eserlerinde, örnekleriyle açıkladıklarına göre; “دين - din” sözcüğü “د - dal”, “ى - ye” ve “ن - nun” harflerinden meydana gelmiştir. “دين - deyn” sözcüğünü oluşturan harfler de aynı harflerdir. Üstelik “deyn” sözcüğünde “ى - y” harfi, cezim hâliyle bir mastar veznini korurken “دين - din” sözcüğündeki “ى - y” harfi harekesini kaybederek harf-i med [uzatma harfi] durumuna dönüşmüş ve böylece “دين - din” sözcüğü isimleşmiştir. Bu durum “din” sözcüğünün “deyn” sözcüğünden türediğini göstermektedir.
“Deyn” sözcüğünün ilk anlamı “borç” demektir. Aslında “din”
sözcüğü de başlangıçta “borç” anlamında kullanılmaktaydı. Fakat zaman
içerisinde insanlar arasındaki alma-verme işlemleri kapsam olarak
genişleyince, buna bağlı olarak bu ilişkileri ifade eden sözcüğün de
anlamı genişlemiş ve ceza [her şeye bir karşılık verilmesi], hak-hukuk,
nizam-intizam, sosyal düzen gibi kavramlar da “din” sözcüğüyle ifade edilir olmuştur.
“Din”
sözcüğü, konumuz olan âyette “ceza” anlamındadır. Kısaca “karşılık”
demek olan “ceza” sözcüğü, Türkçede sadece kötülüğün karşılığı olarak
anlaşılmaktadır. Oysa “ جزاء - ceza”, iyi ya da kötü, her türlü davranışın karşılığıdır. Bu âyette konu edilen ve “ceza” anlamına gelen “din” sözcüğü, âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını göreceği anlamını ifade etmektedir.
“Din” sözcüğünün Kur’ân’da ceza/karşılık anlamında kullanıldığına Nur/25, Zariyat/6, İnfitar/9 ve Tin/7 gibi birçok âyet örnek olarak gösterilebilir. Saffat sûresinin 53. âyetinde ise sözcük yine aynı anlamda ama “مدينون - medînûn” şeklinde kullanılmıştır. Ayrıca Kur’ân’da geçen tüm “يوم الدّين - yevmü’d-dîn [din günü]” tamlamalarının anlamı da İnfitar sûresinde detayı verildiği gibi, “Karşılık günü”dür.
Aynı kökten gelen ve Yüce Allah’ın sıfatı ya da ismi olarak kullanılan “الدّيّان - ed-deyyân”
da “Yapılan işlerin karşılığını veren, hesaba çeken, hiçbir ameli
karşılıksız bırakmayıp hayra da şerre de karşılık veren” demektir.
“Din”
sözcüğü daha sonra da istiare yoluyla ve mutlak olarak “toplumsal
alış-veriş, toplumsal ilişkiler, şeriat [sosyal nizamı belirleyen
ilkeler]” anlamında kullanılır olmuştur. “Şeriat” anlamında kullanılan “din” terimi, Kâfirûn sûresinin tahlilinde açıklanacaktır.
Âyetteki “Sen gördün mü?”
hitabı, görünüşte peygamberimizedir. Ancak; Kur’ân üslûbu gereği, bu
hitap her çağda ve her coğrafyada geçerli olup yaşayan her akıl sahibi
insanadır. Ayrıca “duydun mu?” değil de “gördün mü?” ifadesinin
kullanmasının nedeni, dini yalanlayarak icraatta bulunanların bu
yalanlayıcı tavırlarını fikir düzeyinde değil, toplumda eylem olarak
ortaya koyduklarını belirtmek içindir. Ancak bu soru, “evet gördüm” ya
da “hayır görmedim” diye cevabı beklenen bir soru değildir. Tam
tersine, ortaya çıkan bir durum karşısında “teaccüb [hayret etme]
hislerini ifade eden bir soru tipidir. Böyle hayret ifade eden bir
soruyla başlanması, dini yani iyi-kötü her amelin mutlaka karşılığının
alınacağını yalanlamanın şaşkınlık uyandıran, hayret verici, tuhaf ve
enteresan bir tavır olduğunu ifade eder. Bu üslûp, muhatabını âhireti
inkâr eden insanda ne gibi bir karakter meydana geleceğini düşünmeye
davet etmektedir. Hatırlanacak olursa, aynı soru tipi Alak sûresinde de kullanılmıştı:
“Gördün
mü, eğer o kul doğru yol üzerinde idiyse ya da takvayı emrettiyse!
Gördün mü, eğer o yalanlamış ve yüz çevirmiş ise!” Alak; 11.12.13.
2 – 3. Âyetler: İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen kimse.
Mâûn sûresinin bu âyetleri bizeFecr sûresinin 17–20. âyetlerini hatırlatmaktadır.
Hayır…
Hayır… Doğrusu siz yetimi kerimleştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği
üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına
öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki,
yığmacasına! Fecr; 17 20.
Fecr
sûresindeki bu tenkitlerin muhatabı belirgin değildi, Bir bakıma, itham
ve tenkitler ortaya yapılmıştı. Mâûn sûresinde ise stratejinin
değiştiği, hitapların sertleştiği, safların belirginleştiği,
kimliklerin açıklandığı görülmektedir.
Âyette geçen “يدعّ اليتيم - yedu’u’l yetîm” deyimi birden çok anlama gelmektedir:
- “Yedu’u’l yetîm”; Babasının yetime bıraktığı mirasa el koymak sûretiyle onun hakkını yemek ve onu kovmak demektir.
- “Yedu’u’l yetîm”;
Yardım talebiyle kendisine gelen bir yetime merhamet etmemek, yanından
kovmak, kovulduğu halde çaresizlik nedeniyle yanından gitmeyeni iterek
uzaklaştırmak demektir.
- “Yedu’u’l yetîm”;
vesâyet ya da velâyet yoluyla yanında bulunan yetime, ev halkının
hizmetini gördürmek ve kahrını çektirmek sûretiyle ona zulmetmek
demektir.
Ancak “yedu’u’l yetîm”,
yukarıdaki davranışları ara sıra değil devamlı yapmak, bunları âdet
haline getirmek demektir. Bu fiili işleyenler yetimin yalnız olduğunu,
yardım edeninin bulunmayacağını zannederek onun hakkını yemekten
sakınmaz. Ya da elinden tutar gibi görünür ama zulmeder, yardım
istediğinde kovar veya iter. Bu yaptıklarının çok kötü şeyler olduğunu
düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden, Allah’ın her şeyi gördüğünü
bilmeden bu tavırlarına devam eder.
Başlarını
okşayacak, sahip çıkacak, ilgilenecek bir velileri olmayan, dolayısıyla
hakları yağmaya açık ve korunmaya muhtaç yetimler, insanların
yumuşaklık ve duyarlılığına muhtaçtırlar. Ne var ki, bu çağrıyı
duymayan “yedu’u’l yetîm” vicdanı yetimi iter, aşağılar,
mağdur eder. Yukarıdaki âyette “dini yalanlayanlar” diye nitelenen
kimseler işte bu tür kimselerdir.
Âyette “ طعامالمس 03;ين - ta’âmu’l-miskîn” ifadesi kullanılmıştır. Bu ifade, “miskinlere yemek yedirmeyi/yedirmeye teşvik etmek” anlamına gelen “ا طعامالمس 03;ين - it’âmu’l-miskîn”den farklı bir ifadedir. “Ta’âmu’l-miskîn”
ifadesi, “miskinin kendi hakkı olan yemek” demektir. Bu nedenle,
“yoksulu doyurmayı teşvik etmemek”le itham edilen sorumsuz ve ahlâksız
kimseler kendilerine ait bir yemeği esirgemekle değil, bizzat yoksula
ait olan yiyecekleri vermemekle suçlanmaktadırlar. Burada çok ince bir
anlatım vardır. Verilmeyen o yemekler vermeyen o kimselerin
mülkiyetinde görünüyor olsa bile, aslında doğrudan o yoksullara aittir.
Bu şu anlama gelmektedir: O yemek, verenlerin üzerine borç olan,
yoksulun hakkı olan yemektir. Yemeği veren, onu bir bahşiş veya lütuf
olarak değil, tersine, yoksulun hakkı olduğu için ve zorunlu olarak
verecektir, vermelidir. Yoksulun bu hakkı, Zariyat sûresinin 19. âyetinde “Onların mallarında sâil ve mahrumların hakkı vardır” denilmek sûretiyle belirtilmiştir.
Daha
önce Fecr sûresinde de açıklandığı gibi, “miskin” sözcüğünün gerek
fakirlik sebebiyle, gerekse fiziksel-zihinsel yetersizlik, yaşlılık,
egemen güçlerin baskısı altında olmak gibi çok değişik nedenlerle
hareketsiz kalmış, serbest hareket imkânını kaybetmiş, boynu bükülmüş
kimse anlamlarına geldiği tekrar hatırlanmalıdır.
Âyetteki “lâ yehuddu”
ifadesi, hakları olan yemeği miskinlere vermeyen kişilerin, kendileri
yapmadığı gibi başkalarını da bu işi yapmaya teşvik etmedikleri
anlamına gelir. Böylesi kişiler, fakir ve muhtaçların çalışarak veya iş
yeri açarak kendi ekmeklerini kazanmaları yönünde herhangi bir
girişimde bulunmazlar, onlara haklarını vermezler. Bu kişiler daima
efendi/lord olmak isterler; köleleri olsun isterler; herkesin ekmeğini
aşını kendileri versin isterler; kölenin soyu köle, işçinin soyu işçi,
çiftçinin soyu çiftçi olsun isterler.
Allah’ın
burada iki bariz misalle anlattığı konu, âhireti inkâr edenlerin ne
kötü meziyet sahibi olduklarını göstermektedir. Tabii ki, “dini
yalanlayan” kimselere ait yegâne gösterge bununla sınırlı değildir.
Şimdilik “dini yalanlayanın” sadece bu özelliği öne çıkarılmıştır.
Burada
asıl vurgulanan, âhireti yalanlayanlarda bulunan yetimi itip-kakma,
onları saygın bir hale getirmeme, ihtiyaçlıların yemeklerini vermeme
gibi ahlâki bozukluklar değil, bu veya buna benzeyen sayısız kötülüğün
doğrudan âhireti yalanlamanın bir sonucu olarak ortaya çıktığıdır.
İman,
gönüle düşünce orada rikkat, hassasiyet ve sevgi oluşturur. Oysa “dini
yalanlayan” kimselerde vicdanın sermayesi olan bu hasletler bulunmaz.
4. Âyet: Bu nedenle, şu namaz kılanların/şu destekçilerin vay hâline!
Âyetin başındaki “bu nedenle” diye çevrilmiş olan “ف - fa”
edatından, bu ve bundan sonraki âyetlerde sayılan kötü niteliklerin
ortaya çıkış gerekçesinin dini yalanlamaya dayandırıldığı
anlaşılmaktadır.
Bu âyetteki “المصلّين - el-musallîn” ve 5. âyetteki “salâtihim” sözcükleri, şimdiye kadar klâsik eserlerde hep terimsel anlamlarıyla ele alınmıştır. Bize göre, Kevser sûresindeki “salli”
sözcüğünden yola çıkılarak verilen geniş bilgiler doğrultusunda, bu
sözcüklerin hem terimsel hem de sözlük anlamları ile açıklanması
mümkündür.
“Mûsâllîn” sözcüğünün
terimsel anlamı esas alındığında, âyetin anlamı “… Şu namaz kılanların
vay hâline!” olur. Sözcüğün sözlük anlamı esas alındığında ise âyet “…
Şu destekçilerin vay hâline!” anlamına gelir.
5. Âyet: Onlar namazlarından/destek verişlerinden gafildirler,
Âyette “فى - fi” edatının değil de “عن - an”
edatının kullanılmasından anlaşılmaktadır ki, namaz esnasında zihinleri
dalıp gaflete düşenler değil, namazın ne olduğunu, mahiyetini,
erkânını, yararını bilmeden, atalarından gelen bir alışkanlıkla içi
boşaltılmış boş namazı kılanlar kınanmaktadır. Bu da âyette belirtilen
bu tür namaz kılanların kâfirler olduğunu göstermektedir. Yoksa bu
tanımlamaların müminlerle hiç bir ilgisi yoktur. Eğer âyette “fi”
edatı kullanılmış olsaydı, bu takdirde kınananlar namazlarını kılarken
gaflete düşenler olacaktı. Yani gerçek namazı kılarken hata yapanlar,
kusur işleyenler kınanmış olacaktı. Bu durum ise, hatasız bir kulun
olamayacağı dikkate alındığında, bütün insanların kınanması anlamına
gelecekti. Yüce Rabbimiz bu ayırımı “fi” yerine “an”
edatı kullanarak yapmış, böylelikle de namaz kılarken hata yapması
mümkün olan bütün insanlar değil, kıldığı namazın ne anlama geldiğini
bilmeyenler kast edilmiştir. Rabbimizin kınamasına uğrayan bu kimseler,
Celâleddin-i Rumi’nin tabiriyle “Ser bî zemin, dem bî hevâ [baş yere,
kıç havaya]” şeklinde namaz kılanlardır.
Bu âyette geçen “ساهون - sâhûn” sözcüğü, Abdullah b. Mes’ud’un mushafında “lâhûn” olarak yer almıştır. Bu durumda âyetin anlamı “Onlar namazı eğlence olarak kılmaktadırlar” olur ki, Enfal sûresinin 35. âyeti de “Onların Beyt yanındaki namazları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir” diyerek müşriklerin namazı zevk, eğlence, tatmin aracı olarak kıldıklarını doğrulamaktadır.
Bu
noktada, müşriklerin Kur’ân’da net bir şekilde tarif edilen bu
davranışları ile günümüzde dindar geçinen bazı kimselerin düğün-dernek
ve çeşitli merasimlerde anlamını bilmeden güzel sesli sanatçılara
Kur’ân okutmaları veya bazı kesimlerin dinî ibâdet [ritüel/ayin] olarak
sema, zikir ya da sazlı sözlü semah yapmaları arasındaki benzerlik
gözden kaçırılmamalıdır.
Yukarıdaki açıklamalar “salâtihim”
sözcüğünün terimsel anlamı esas alınarak yapılmıştır. Sözcüğün sözlük
anlamı esas alınırsa, âyetin anlamı da “Onlar desteklerinden
gafildirler, verdikleri desteği eğlence olarak yapmaktadırlar” şeklinde
olur.
6. Âyet: onlar gösteriş yaparlar,
Yani “âhirete inanmadan, namazın mahiyetinden habersiz, eğlence olarak namaz kılanlar gösteriş yapmaktadırlar.”
Âyette “gösteriş yapmak” diye çevirdiğimiz “رياء - riya” sözcüğünün kökü, görmek anlamına gelen “رئية - rü’yet”tir. Sözcük “riya” kalıbına girdiğinde anlamı da “gösteriş” olmaktadır. Gösteriş,
bir kimsenin sırf “görsünler” diye bir davranış içerisine girmesi
anlamındadır. Gösterişle amaçlanan şey, iyi görünerek insanların
kalbinde yer etme isteğidir. Bu bir karakter bozukluğu ve alçakça bir
davranıştır. Bu şekilde gösteriş yapanlara “riyakâr” veya “mürai” denir.
“Riya”
samimiyetsizliğin ve kişiliksizliğin bir sonucudur. Bu ikiyüzlü
kimseler, ya bir dünyalık elde etmek, ya bir makama çıkmak, ya da
şöhrete ulaşmak için içten gelmeyen sahte davranışlarda bulunurlar.
Bulundukları ortama göre, çıkar sağlamayı düşündükleri insanların
hoşuna gidecek veya onlara şirin görünecek hareketler yaparlar. Oysa
onları gören, izleyen birileri yoksa bu hareketleri yapmazlar. Zira
amaçları doğru olanı yapmak değil, çıkar sağlamayı umdukları kişilerin
gözlerini boyamaktır. Bu hareketleri ile beklenti içinde oldukları
insanları kandırmaya çalışırlar. Böylece hem kendilerini hem de
biriktirdikleri servetlerini korumuş olurlar.
Bu
tür insanlar aslında inançsız kimselerdir. Bunlar komşularından en ufak
bir yardımı bile esirgedikleri halde, yardım ediyor gibi görünmek
istediklerinde de neredeyse televizyon kameralarını ve gazetecileri
çağırıp ne kadar yardımsever olduklarını cümle âleme göstermeye
çalışırlar. Aslında bu sözde sosyal destekçiliklerini, satışlarını ve
prestijlerini artırmak için bir halkla ilişkiler metodu olarak
kullanırlar. Bu da yaptıkları sosyal destekçiliğin toplumda kendilerine
karşı oluşmuş karşıtlığı ortadan kaldırma amacıyla gerçekleştirildiği
anlamına gelmektedir. Ayrıca bunun onlar için bir eğlence olduğu da
meselenin bir diğer yönüdür. Tıpkı memleketi soyup soğana çevirenlerin
birkaç okul, kültür merkezi, sağlık ocağı yapmaları gibi… Tıpkı bazı
sosyetik kulüp ve derneklerin bayramlarda kimsesiz çocukların kaldığı
yuvaları ziyaret etmeleri gibi… Tıpkı bazı süper marketlerin reklâm
broşürlerinde, ulusal ya da uluslararası yardım kuruluşlarına
yaptıkları yardımları ilân etmeleri gibi. Tıpkı Hıristiyan
misyonerlerin aslî işleri olan Hıristiyanlık propagandasını perdelemek
için sergiledikleri yoksullara yardım ve iş bulma çabaları gibi…
Riya, Kur’ân’da en çok yerilen kavramlardan birisidir:
Ve
inananlara rastladıkları vakit “inandık” dediler. Şeytânlarıyla baş
başa kaldıklarında ise, “biz kesin olarak sizinleyiz ve onlarla
yalnızca alay ediyoruz” dediler. Bakara; 14.
Ey
inanalar! Allah’a ve son güne inanmadığı halde malını insanlara
gösteriş için bağışlayan kimseler gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve
eziyet ederek boşa çıkarmayın… Bakara; 264.
Ve Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde mallarını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri [Allah sevmez] .Ve şeytân Kim için arkadaş olursa, o ne kötü arkadaştır! Nisa; 38.
Evet,
ikiyüzlüler Allah’ı aldatmaya çalışırlar; oysa onları aldatan O’dur.
Onlar namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş
yaparlar ve Allah’ı da pek az hatırlarlar. Nisa; 142.
5.
Âyet, bize göre Medine münafıklarını değil, Mekke müşriklerini işaret
etmektedir. Çünkü Medineli münafıkların hem namazda hem de malî
yardımda riyakâr olmalarına karşılık, Mekkeli müşrikler 7. âyette de
gördüğümüz gibi hiç malî yardımda bulunmadıkları için sadece namazda
riyakârdırlar.
Sûrede dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de, ilk âyetlerde tekil ifade kullanılmışken 4. âyetten itibaren “المصلّين - el musallîn”, “الّذين - ellezîne”, “هم - hüm”
gibi çoğul ifadeler kullanılmış olmasıdır. Bu da bize, Mekke
müşriklerinin namazlarını evlerinde, bahçelerinde, kimsenin olmadığı,
görmediği yerlerde tek başlarına değil, Enfal sûresinin 35. âyetinde belirtildiği gibi, Kâbe’nin yanında ve kalabalık içinde kıldıklarını göstermektedir.
7. Âyet: ve mâûnu vermezler.
“ماعون - Mâûn”,
kendisinde insanlar için fayda bulunan küçük ve az bir şeye denir.
“Bol” sözcüğü ile zıt anlamdadır. Müfessirlerin çoğuna göre “mâûn”,
komşuların birbirlerine ödünç verdiği ufak tefek eşyalara denir. Bunlar
kap-kacak, keser-balta, su kabı gibi, “ıvır zıvır” denen basit
eşyalardır. Bu anlamda pek kıymeti olmayan şeyler için kullanılır. Son
âyet, dini yalanlayanların aslında çok basit şeyleri bile
vermediklerini, toplumsal yarar için ellerini ceplerine atmadıklarını,
yaralı parmağa bile üflemedikleri mesajını vermektedir.
“Mâûn”
sözcüğünün bazı tefsirlerde “zekât” şeklinde çevrildiği görülmektedir.
Bu yorum, âyetin delâlet manasına dayanılarak “küçük, basit ve sıradan
bir şeyi bile vermeyen bir insanın zekât gibi malının belli bir oranını
hiç veremeyeceği” mantığı ile yapılmıştır. Gerek bu âyetin Mekkî, zekât
emirlerinin ise Medenî olması ve gerekse Kur’ân’da açıkça “zekât”
kavramının bulunması gibi nedenlerle mâûn sözcüğüne zekât anlamı vermek
isabetli değildir.
Mâûnsûresi, dikkat
edilirse, bundan evvelki sûrelerde üzerinde durulmuş olan sosyal adalet
ve sosyal paylaşım ilkelerine ait öğretileri özetleyerek yine ön plâna
çıkarmaktadır.
Gerek Mâûn sûresini iyi
anlamak ve gerekse mümin ile mükezzibin [yalanlayıcının] bir
karşılaştırılmasını yapabilmek için yalanlayıcıların bu sûredeki
negatif tavırlarına karşılık müminlerin hangi pozitif tavırlara sahip
olduğunun anlatıldığı Bakara sûresinin 3–5. âyetlerine bakmak yerinde olur.
Mâûn sûresi, peygamberimizin misyonunu sürdüren bugünkü müminlere hâlâ şu mesajı vermeye devam etmektedir:
Tüm
insanları uyararak onlara öğreteceğiniz, tebliğ edeceğiniz ilk ilke,
onları yapılan iyilik ve kötülüğün karşılığının mutlaka âhirette
görüleceğine inandırmak olmalıdır. Âhirete inanmayanlar kesinlikle
sosyal paylaşımda bulunmazlar. Yapar gözükseler de “dostlar alış
verişte görsün” diye yaparlar. Onlar kesinlikle yaralı parmağa
üflemezler, kimseye zırnık koklatmazlar. Onlardan hiçbir kimseye ve
hiçbir topluma yarar gelmez.
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır
hakkı yılmaz
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|