“Müslümanın Milliyeti Akidesidir: Teori ve Açılım”
Giriş
Ulusalcı söylemlerin cazibesi günlük hayatımızı kuşatmaya devam ediyor. Ulusalcılık muhatabına başkalarından farklı bir kimlik farklı bir tarih ve şahsiyet sunuyor. Bu sunumda da muhatabının kişiliğinde bulunan zaaflara hitap ediyor. Bireyin “kendiliği”ni tanımlarken yaşadığı toprak parçası ya da ait olduğu etnik-kültürel sınıfı ölçüt alarak yeniden bir kimlik tanımlaması yapıyor. Biz ve ötekiler ayrışmasını bu ölçütlere göre tasarlıyor. Sadece kendi kazanımları, edimleri sonucu aldığı kararlar, seçtiği düşünce ya da inançlar ile şahsiyetini tanımlaması gereken, biz bilincine sahip olması gereken insanlar kendi iradeleri dışında gelişen etnisite, hemşehrilik gibi etkenlere mahkum bir kimlik tanımlamasına yönlendiriliyorlar. İnsan iradesinin yerine irade dışı faktörlerin belirleyen olduğu bu gibi bir kimliklendirme de gayri insaniliği ve kurgusallığı doğuruyor.
Bir Müslüman için inancının gereği olan İslami kimlik ölçütleri onun yaşadığı toprakları, aile ve kardeşlik bağlarını da belirleyen perspektifi vermektedir. Bu temel bakış açısı ise insani zaaflara karşı Müslümanı dengeli bir tutum içinde korumaktadır. İnsanın zaaflarının en önemlilerinden birisi kişisel çıkarını evrensel değerlerden önce gözetmesidir. Bencillik, cimrilik vb. şekillerde tezahür eden bu yaklaşım biyolojik olarak kendinden olan akrabalarının çıkarlarını da evrensel değerlerin de ötesinde gözetmek olarak ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan Musa (as)’ın haklı mı haksız mı olduğunu önemsemeden kendi soydaşının yanında yeralması ve bir mısırlıyı öldürmesi örneği bağlamında bu zaaf Kur’an’da bize anlatılmaktadır. Yine biz bilincini inşa eden Vahiy Nuh’a oğlunun, Lut’a hanımının, Yusuf’a öz kardeşlerinin onların ailesinden olmadığı ancak Müminlerin kardeşler olduğu ortak biz bilincine sahip olabilecekleri önemle vurgulanmaktadır. Bu bağlamda Müslüman zihin için tek bir “biz” tanımlaması bulunmaktadır o da sadece Muvahhidler, Müminler, Salihlerdir…
Ulus Projeleri kimin hediyesi?
Kapitalizm, Avrupa’da ortaya çıkışıyla örgütlenmesini ulus-devlet formunda inşa etti. Kapitalizm, ürettiği ulusçuluğu, ulusçuluğun doğurduğu ulus-devleti tüm yaşam tarzı ve üretim ilişkileriyle beraber Avrupa’nın dışına tüm dünyaya da yaymayı başardı. Ulusçuluğun küreselleşmesi aidiyet bilinçlerinin de köklü biçimde değişmesine neden oldu.
Katolik Kilisesi, tüm Arupada merkezi otoriteyi temsil ediyordu. Tüm Avrupa topraklarının 1/3’üne sahip olan ve bu ekonomik güce karşılık gelen bir siyasal güce de sahip olan kilise, ekonomik ilişkiler açısından burjuvazinin iktidar olma mücadelesinde yoluna çıkan en önemli düşmanlarından biri idi. Hristiyanlık bağıyla tüm Avrupayı bir arada tutan Kilise ekonomik ve siyasal açıdan feodal beylerin üst çatısı durumdaydı ve bu yeni ekonomik sınıf olan burjuvazi ile çatışmasını kaçınılmaz kılıyordu.
Derebeyliğini ayakta tutan bu temel birleştirici dinsel kimliğin karşısına burjuvazinin iktidar mücadelesinin temsili olan bir kimliğin inşaası gerekiyordu. Bu ihtiyaca karşılık gelen kimlik, ulusal kimlik olacaktı. Avrupa’da Kiliseye karşı verilen mücadele sonrası ortaya çıkan sanayi ile başlayan değişimin öznesi olan yeni sınıflar, burjuvazi ve işçi sınıfı eski dönemin derebeyliklerin devletlerinde temsil edilmiyordu. Temsil için başlattıkları mücadelede bu iki sınıfın eski olanla yani feodalizmle savaşının ideolojik zeminini, ulusal bilinçle yaratılacak olan demokrasi ile yönetilen bir cumhuriyet fikri oluşturuyordu.
Feodal beylikler üzerine oturan ve biz bilincini Din birliği üzerine kuran Kilise Avrupası artık Kiliseye ve feodaliteye karşı özgürleşmiş kendi topraklarını dinsel-feodaliteden kurtarmış bu anlamda da o toprakları “Vatan” olarak ilan ederek kutsallaştırmış bir ulusalcılıktan söz ediyoruz. Kilise Avrupası yerini uluslar Avrupası’na bırakırken üretilen Ulus projesi verdiği mücadelenin doğası gereği laik, toprak merkezli ve bu merkez dahilinde bulunan insanları “biz” yani “vatandaş” sayan yeni bir anlayıştı. Bir toprak parçası içinde yeralanlar ortak bir bayrak ortak bir tarih, vatan, dil, eğitim ve marş etrafında bütünleştirilerek yeniden kurgulandı. Böylece siyasal ve ekonomik değişim sosyal alandaki köklü değişimi beraberinde getirdi. Artık Paris’li bir genç kendini Roma Katolik kilisesiyle değil Fransızlıkla tanımlamaya, Hristiyan ülküleri için değil Fransa vatanı için ölmeye adayacaktı. Din merkezli hayat ulus merkezli laik hayata dönüştürülüyordu.
İşte Avrupa’nın kendi iç savaşımının sonucu olarak ortaya çıkan ulus projesi ve onun mucidi ulusçuluk. Başka bir ifadeyle bir sakatlık olan Feodalite-Kraliyet-Kilise otoritesine karşı ayaklanan yeni sınıfların yanlışa başka bir yanlışla verdikleri cevaptı ulus toplum tasarımı. Burjuvazi-Demokrasi-Laik kurumlar otoritesinin ilanı…
Ne gariptir ki “ulus”un varolduğuna dair olan inanç ta dinden kendi tanımlamasına göre dogmadan akıldışılıktan özgürleştiğini iddia eden ulus paradigmasının bizzat kendisi bir dogmadır. Demir Küçükaydın’ın yerinde tespitiyle: Peki nedir ulus? En demokratik biçiminde bile belli bir devletin topraklarında doğmuş olmaktır. Bu bütünüyle rastlantısal ve aslında hiçbir insani temeli olmayan seçimin neresi hangi dinden daha rasyonel ve insanidir? Örneğin kapitalizm öncesi bir uygarlık üstyapısı olan İslamiyet, insanlara bir kelimeyi şahadet getirerek Müslüman olma olanağı verirken ve bunu insanın kabulüne ve seçimine bırakırken, bu günün hududundan girilmesine karşı bin bir bariyer ören, onları elektrikli teller, mayınlar, silahlı askerler hatta uydularla, enfraruj kameralarla donatan, vatandaşlığına girilmesi ve çıkılması adeta olanaksız veya aşılmaz bürokratik engellerle dolu olan modern uygarlığın dininden daha mı az demokratik ve eşitlikçidir.”
Ulus’un kurgusallığı ve totaliterliği bir yana Modernitenin farklı yüzleri olan Kapitalist ve sosyalist yaklaşımlarında önkabul olarak kabullendikleri bir hal olarak karşımıza çıkmaktadır. Kapitalizmin ulusların icadı sonrası Leninizm ve Stalinizm’in ulusalcılığı arasında ulus tasarımının meşruluğu konusunda zaten bir fark yoktur. Ancak Stalinist yaklaşımlara katılmayan Marksist enternasyonalistler de zaten modernitenin getirisi olan ulusları önce meşru görüp sonra bunları birleştirmeye çalışmaktadırlar. “Ulus”ların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi aslında gerçekte varolmayan bir kurgunun kendi kaderinden bahsedilmektedir. Ulusun karakteri dolayısıyla laik-seküler yaklaşım sosyalist ulus tasarımına da renk vermektedir.
Batı’nın dışına ihraç edilen ve özellikle İslam coğrafyasında pratize edilmeye çalışılan uluslaştırma çabaları ise Avrupadan çok daha vahim sonuçlar doğurmuştur. Osmanlı ve Safevi yönetimleri altında dinsel tercihlere ve iktidar tabiiyetlerine göre konumlandırılan Müslüman ve gayrimüslim kavimler’i modernitenin kalıplarında birer ulus haline getirmek için oryantalizm’in çalışmaları ortaya kondu. Oryantalizm Batı kültürünün sadece ekonomik sömürgeciliğini değil sömürülenlerin kimliklerinin de başkalaştırılması, talan edilen doğulunun sadece malının değil ruhunun da satın alınmasını hedefliyordu. Şeriati’nin Öze Dönüş’ünde altını çizdiği gibi oryantalist sömürgeci söylem Afrika ya da Okyanusya kavimlerine ilkel ve vahşi oldukları onun için medenileştirilmeleri gerektiğini telkin ederken, Medeniyet birikimine sahip Anadolu, Arap, İran gibi coğrafya insanlarına aslında ne kadar da üstün olduklarını bunun için din bağı ile değil ulus bağıyla din kardeşlerinden ayrı oldukları telkinini yapar. Böylece bir Türk kimliği üretilir. Türk kimliği için bir ortak tarih, vatan ve simgeler dizesi icad edilir. Tarihteki parça “malzemeler”den bütünsel bir “Türklük” ortaya çıkıverir. İşte bu kurgunun inşası için Türkoloji kürsüleri kurulur. Aynı şey “Arap” ulusunun ya da “Kürt”lüğün, keşfi de aynı serüvenin farklı şekilleridir. “Türkiye” vatanı’nın ve Türklüğün icadı Türk ya da Türkmenliğin olmadığı anlamına gelmez. Elbette bir kavim yani topluluk anlamında böyle bir topluluk vardır. Ancak belirleyen yukarıda belirttiğimiz kavimin ulusa insanın frenkeştayna dönüştürülmesi fıtratın kirletilmesinin sonucudur. Balibar’ın tabiriyle: "Günümüz dünyasının çelişkisi şudur: İnsanların doğaları gereği kendilerini 'evlerinde', biz bize hissedecekleri bir ulus devlet tahayyül etmek, sonra bu devleti içinde oturulamaz kılmak... Durmadan düşmanın 'içeride' olduğunu keşfederek, 'dış' düşmanlar karşısında birleşmiş bir cemaat oluşturmaya çalışmak... Böyle bir toplum siyasal olarak tam anlamıyla yabancılaşmış bir toplumdur."[1]
Ulus, parçalamış ve yıkmış olduğu dinsel birliğin enkazından da yararlanmayı bilmiştir. Fransız devrimi sonucu ortaya çıkan Kilise karşıtı Laik Cumhuriyetçilerin “Rasyonalite Dini” nin aksine örneğin Toprak ve ırk temelli ulus kurguları Hristiyanlık imgelerini kendilerine uyarladılar. Dinin cemaatini ulusa dönüştürenler Ulusun dinini de üretmiş oldular. Ulusal kiliseler ve Hristiyanlığın mevcut ulus devletteki yardımcı ama edilgen konumunun benzeri İslam coğrafyasında yaşandı. Hatta din öylesi bir edilgenliğe düşürüldü ki dinsel simge ve söylemler ulus kurgusunun tektipleştirme politikalarının malzemesi haline getirildi. Örneğin Şehitlik ulus ve vatan için savaşarak ölmeye teşmil edildi. İslam’ın hilali “Şanlı Türk Hilali”ne dönüşmüştü. Diyanet teşkilatının gördüğü işlev de malzeme üretkenliğidir. Ancak tüm bunlara rağmen ulus kimlik asla dini toplumda egemen kılmaz. Ulusun doğası gereği “amelsiz, a-sosyal bir inanç” olarak kontrol altında tuttuğu “din”den faydalanmanın yanı sıra kurgusunu bina ettiği kavmin resmi tarihinde de dinöncesi kültürü daha önemli ve etkin olarak kabul eder. Örneğin Alman ulus kimliği Hristiyanlık öncesi Germen Ari tarihini ve paganizmini öne çıkartırken, Araplık bilinci Kur’an öncesi Arap edebiyatına Irak’ta Babil’e, Mısır’da Firavun sistemine, Türklük İslamöncesi Orta Asya tarihine ya da Anadolu’daki İslamöncesi uygarlıklara (Etiler gibi) göre üretilir. Fars kimliği Persliğe, Kürt kimliği Medler ve Zerdüştlük ile anlam kazandırılır.
Etnisite ve Irk kavramlarının da gerçekliği de tartışmalıdır. Saf bir ırk’ın mevcudiyetinin olmaması dışında ırk’ın değişkenliği ve muhayyelliği de masaya yatırılmalıdır. “Etnik” batıda öteki anlamında kullanılırken daha sonraları soya bağlı farklılıkları tanımlamaya yönelik anlam değişikliğine uğramıştır.
Bir dünya dini ve hareketi olarak Hıristiyanlık belirgin kimlik farklılıklarını silmiş, aynı zamanda belirli evrensel kimlik unsurları empoze etmiştir. Hıristiyansınız, ama Cenova’dan veya Hırvatistan’dan veya Güney Afrika’dan geliyorsunuz. Hepinizi bağlayan evrensel ve evrenselleştirici bir bağa sahipsiniz, çünkü siz Hıristiyansınız ve evrensel bir topluluğa aitsiniz. İşte bu sebeple etnisite ve milliyetçilik kiliseler için bir rakiptir. Diğer bir deyişle, kilise problemin bir parçasıdır çünkü kilisenin bir düzeyde evrenselleştirici, evrenselci, homojenleştirici bir kimliği bulunmaktayken, kilise üyelerinin mikro-kimlikleri bulunmaktadır. Mikro-kimliklerle makro kimliklerin karşılaşması, evrenselleştirici veya evrensel kimliklerin oldukça parçalanmış kimliklerle karşı karşıya olması insanlar için normal bir tecrübe olmuştur. Bugün kilisenin karşısındaki zorluklardan bir tanesi budur.
1935 yılında sosyologlar Lulian Huxley ve A. C. Haddon ırk, kültür ve ulus kavramları arasındaki karmaşıklığı çözmek için insan gruplarını tanımlamada ırk teriminin kullanılmasının bilim sözcük dağarcığından çıkarılmasını önermekte ve ırk teriminden kasıtlı olarak uzak kalarak bunun yerine etnik grup veya halk kelimelerini kullanacaklarını belirtmektedirler[2]. Micheal Banton, bu dönemlerde Birleşik Devletler’de İtalyan, İrlandalı, Polonyalı Amerikalılar ve benzer grupların (benzer grupların hangileri olduğu belirtilmemekle beraber kavramın Avrupalı göçmenlere yönelik kullanıldığı düşünülebilir) etnik azınlık olarak nitelendirildiğini yazmaktadır.[3]
Bugün Türk ulus kimliği onu inşa ettirenlerce önemsizleşmiştir. Çünkü oryantalist söylem çıkarı dairesinde kurgular ya da o kurguyu bozarak yenisini kurgular. Önemli olan Kapitalist üretim-tüketim döngüsünün devamıdır. Ümmetin olduğu bir toplum yapısında gelişemeyecek olan bu ilişkiyi tesis etmek için kurulan vatanlar şartlar gerektirdiğinde başka vatanlara dönüştürülebilirler. Türk ulusu ve Türkiye ulus devletinin yerine başka ulusların ve ulus devletlerin inşasının gerekli kılınması bunun göstergesidir. Kürdoloji kürsülerinde hazırlanan “Kürdistan Vatanı” ve “Kürt Ulusu” miti de eskiyen, işe yaramayan ulusun yerine yeni gözdenin getirilmesinden ibarettir. Müslümanlar açısından sorulması gereken soru “Biz” bilincimizi oluşturan Kur’ani ilkelerin mi yoksa modernitenin kavramlarını mı referans alıp almadığımızda yatmaktadır. Bu açıdan Ulusçuluğun gerçek anlamlarını boşaltarak yerine kendi istediği anlamları yüklediği ve maalesef galat-ı meşhur kullanımlar halinde kitlelerin zihinlerine işlediği kavramları yeniden orijinal anlamlarıyla tanımlamamız gerekmektedir. Bunların başında şüphesiz Millet ve Kavim kavramları gelmektedir. Kur’an’da tanımlanan “Millet” hiçbir cinsiyet, etnisite ya da hemşehrilik gibi iradedışı birliktelik için kullanılmamakta aksine insanların kendi özgür iradeleriyle seçtikleri-tercih ettikleri düşünce ve yaklaşımlar, inanç sistemleri etrafında toplanan insanlar bütünü için kullanılmıştır. Özellikle de İslam Ümmeti için dinsel bağ anlamında millet tabiri kullanılmıştır. Yine Kavim, Karye ve Ashab tabirleri de farklı kültür ya da özellikler taşıyan her cins grup için kullanılan genel tabirlerdir. Örneğin bir coğrafyada aynı dili konuşanlar ya da aynı mesleğe sahip insanlar birer kavimdirler. Kavim’in Türkçedeki karşılığı grup ya da birlikteliktir. Zazaca konuşanlar kavmi (grubu) olabileceği gibi hem bu kavme mensup hem de erkekler kavmine mensup insanlar bulunabilir. Hucurat Suresindeki bağlamda geçtiği üzere aynı etnisiteye sahip olsalar da Allah farklı grupları farklı kavimler yani gruplar olarak tanımlamıştır. Hucurat suresindeki konuyla ilgili bölüm 49/6 Ey o bütün iman edenler! eğer size bir fâsık bir haberle gelirse onu tahkik edin ki cehaletle bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz. Ayetiyle başlamaktadır. Burada Kavim tabirinin savaş esnasındaki gruplardan herhangi biri olduğunu görmekteyiz. O coğrafyada dil olarak aynı dili yani Arapçayı konuşan her bir grup için kavim ifadesini kullanmaktadır. İlerleyen ayetlerde iki Müslüman grup için “taife” tabirini kullandıktan sonra Müminlerin kardeşliğinden yani biz bilincinden bahsedilmektedir. Müminlerin kardeşliğiyle ilgili ayetin takibinde farklı gruplar/kabileler halinde bulunan ve o dönem itibariyle aynı dili konuşan Müslüman kabilelerin yani grupların yani kavimlerin birbirlerine üstünlük beslememeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. “Ey inananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın; birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın; inandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Tevbe etmeyenler, işte onlar zalimlerdir. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. 49/11-12
Siyak ve sibakta görüldüğü gibi ayetlerin genel akışı bölgede bulunan aynı dili konuşan bugünkü ulusçu tanımlamaya göre aynı ulusa ait (!) Araplar’ın her bir grubuna kavim denmektedir. Ve konu kötü niyetli kişilerin asılsız haber taşıyarak bu gruplar arasında fitne çıkarma tehlikesidir. İyice araştırma yapılması gerektiğidir. Konu kabilecilik-aşiretçilik yaklaşımının yerilmesiyle ve kimlik tanımlamasının Allah’a karşı sorumluluk bilinci anlamına gelen Taqva kavramıyla ifade edilmesiyle son bulur: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için gruplara ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah herşeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır”. 49/13
Kur’an’ın kullanımında kavim herhangi bir etnisiteyi ya da dil bağını değil özellikle nüzul ortamında bölgedeki herhangi bir kabileyi-gruplaşmayı ifade etmektedir. Daha sonra Kavim kelimesinin kullanımı etnik gruplara daha sonra da daha da tahrif edilerek Ulus kimliğe eş değerde kullanılması maalesef yanlış anlamalara sebep olmaktadır. İnsanlar dünya üzerinde farklı farklı özelliklere sahiptirler ve bu farklılık bir zenginliktir, çeşitliliktir. Bu farklılıklardan birisi şüphesiz dillerin, örfler ve adetlerin çeşitliliğidir. Ancak Kavim kelimesi sadece bu anlamı barındırmaz. Nasyonalistler için yanlış biçimde kavmiyetçi tabiri kullanılırken İslamcı çevrelerde de nasyonalizme karşı İslami enternasyonalizm yani yanlış kullanımıyla; “kavimler arası İslam birliği” savunusu geliştirilmiştir. Oysa gerek sosyalistler arasında yaygın olan bu anlamda “ulus”u ön yargı olarak var kabul eden enternasyonalizm de gerek İslami çevrelerdeki önce kavimi etnisiteyle ya da ulusla eşdeğer gören bu önyargıyla enternasyonalist bir İslam kardeşliğini savunan söylemler ciddi biçimde modernitenin algı kırılmasına maruz kalmaktadırlar.
Oysa bugün a-nasyonalizm olarak tanımlanan ve enternasyonalist algı hatasına dikkat çeken tavır fıtrata daha uygun bir yaklaşım sergilemektedir. Ulus’un kurmaca, beşeri bir tasarlama olduğuna vurgu yapan bu tavır insanın doğallığını da önemsemektedir. İslam bu açıdan bakıldığından ulus kurgusunun sanallığına karşın tüm gezegenimizde doğal etnisitelerin, örf ve adetlerin, dillerin ve renklerin her birini bir çeşitlilik, zenginlik olarak görmekte ve insanların gruplaşmalarını-kavimleşmelerini değil ancak hukukun üstünlüğünü ilahi adaletin hakemliğini ve bireysel arınmayı ölçüt kimlik olarak tanımaktadır.
Kur’an insanları kan bağı bulunmasa bile kardeşlik bağıyla ( 49/10 ) birleştirirken, imanı olmayan akraba, oğul'u vb. soydaşları aynı aileden kabul etmez. ( 11/46, 9/23, 58/22 ), farklılıkların dikkate alınacak yegane ölçütü Allah’a karşı duyulan sorumluluk bilincidir. (49/13)
Kur’an insanlar arası farklılıkları renklilik olarak görmektedir: “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır.” 30/22
“İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da renkleri böyle değişik olanlar vardır. Kulları içinde ise, Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri titreyerek-korkar' Hiç şüphe yok Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır.” 35/28
Kavim (Qavm) kelimesini etnisite ya da ulus anlamıyla aynileştirenler yanlış bir tasavvur inşâ ettiklerinden yanlış çıkarımlar ve düşünceler de ortaya koymuşlardır. Aynı şey daha da vahim bir haliyle “Millet” terimine uygulanmıştır. Kur’an’da “Sen onların milletlerine tabi olmadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da senden asla hoşnut olmazlar. De ki: «Her halde yol Allah yoludur.» Şanım hakkı için sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, faraza onların arzularına uyacak olsan, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunur.” Bakara 2:120 görüldüğü üzere bu ayette Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam özelinde “Din/Yaşam tarzı” anlamında kullanılmıştır. Yine aynı surenin 130. ayetinde “İbrahim'in milletinden, kendine kıyandan başka kim yüz çevirir? Gerçek şu ki, Biz onu dünyada onu dünyada seçkin birisi yaptık, ahirette de hiç şüphe yok ki o iyiler arasındadır” (Bakara 2:130) denilerek İbrahim (as)’ın hayat tarzı, dünya görüşü yani Dini kastedilmektedir. Bu açıkça 135. ayetten anlaşılmaktadır: (Yahudiler ve Hristiyanlar Müslümanlara:) Yahudi ya da Hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim'in Milletine (dinine) uyarız. O, müşriklerden değildi. (Bakara 2:135) Aynı kullanım Âl-i İmrân 3:95, Nisa 4:125, En’am 6:161, Ayet de de tekrarlanmıştır. Kavim ve Millet kelimelerinin birlikte kullanıldığı aşağıdaki ayet te dikkat çekicidir: “Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: "Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya Milletimize (dinimize) döneceksiniz" (Şuayb): İstemesek de mi? dedi.” (Ar’af 7:88) Şuayb’ın içinde yaşadığı grup (kavim) İslam milletine mensup peygamberi ve yandaşlarını, kendi dünya görüşlerine/yaşam tarzlarına yani kimliklerine-Dinlerine yani Milletlerine zorla döndürmeyle bir nev’î engizisyonla tehdit etmektedirler. Resulullah Şuayb’ın cevabı da şöyle olmuştur:
“Doğrusu Allah bizi kurtarmış iken sizin milletinize(dininize) dönecek olur isek bir yalan söyliyerek Allâha iftira etmiş imişiz demek olur, ona dönmemiz bizim için olacak şey değildir, meğer ki rabbımız Allah dilemiş olsun, rabbımız her şeyi ilmiyle kuşatmış, biz Allaha dayanmışız, ey bizim rabbımız kavmimizle bizim aramızı hakk ile fetih buyur, sen fatihlerin en hayırlısısın” (Ar’af 7:89)
Yine Resulullah Yusuf şöyle demektedir:
(Yûsuf) şöyle dedi: "Size rızık olarak verilen yemek henüz size gelmezden önce bunun yorumunu size haber vermiş olurum. Bu (yorum) Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir (bu bilgileri Rabbim bana lutfetti). Ben, Allah'a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin milletini (dinini) terk ettim (Yusuf 12:37)
“Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un Milletine (dinine) uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Yusuf 12:38)
Görüldüğü üzere millet kavramı din kavramına eşdeğer olarak anlamlandırılmış ve kullanılmıştır. Oysa ulusçuluk kendi kimliğini insanlara benimsetebilmenin yolunu Dini kavramların içlerini kendi cahili anlamlarıyla doldurarak, onları istismar etmekte görmüştür. “Dini kimlik” anlamına gelen Millilik dini kimliğe alternatif olarak üretilen ulus kimliğin eş adı haline getirilmiştir. Bu anlamda Kur’an’dan baktığımızda “Türk milleti” ya da “Kürt Milleti” tanımlamasının bir anlamı yoktur. Kur’an’a göre İslam milleti, Hristiyan,Yahudi, Müşrik milletleri vardır. Bu bağlamda baktığımızda Türk, Kürt ya da başka bir dil-ırk temelli unsuru modern anlamda kullanan millet tanımlaması ulusu karşılamakta, Milli Güvenlik Kurulundan tutun da Milli bayramlara vb. kullanımlarda hep kurgusal-sahte ulusallık kastedilmektedir. Aynı şekilde “Şehitlik” te Kur’an’daki millet yani İslam idealleri uğruna mücadele ederken canıyla İslami ideallere şahitlik yapmak anlamına gelirken Ulusçuluğun istismarıyla ulus ve ulusu anlamlı kılan toprak parçası “vatan” için ölmek anlamına dönüştürülmüştür. Milli Piyango ve toprak için öldürmek-ölmek dünyasıyla Kur’an’ın “Millet” ve “Şehitlik” kavramları arasında tam bir zıtlık mevcuttur.
Oysa Seyyid Kutub’u 20. yy. İslam düşüncesinde farklı kılan, öne çıkartan şey onun yerleri değiştirilmiş içleri boşlatılmış başka anlamlara payanda kılınmış İslami kavramları ve kimlik tanımlamalarını otantik asıllarıyla birlikte düzeltme yeniden anlamlandırma çabasıdır. İşte bu çabanın vücut bulduğu eseri “Meâlimû fit’Tariq” Yoldaki İşaretler’de Müslümanın Kimlik tasavvuru için de konumuzla ilgili önemli açılımlar getirmektedir. Bu konuda özellikle “Müslümanın milliyeti akidesidir.” başlıklı bir bölüm ayırmış ve Müslümanın kimlik tanımlamasını, biz bilincini nasıl tanımlaması gerektiğine dair yaklaşımlar sergilemiştir.
O şöyle demektedir: “İslam yeni değerler, yeni kabuller ve bunların alınacağı ölçüler getirdiği gibi insanlararası ilişkiler konusunda da yeni bir düşünce yapısı sunmuştur insanlığa. Her şeyden önce İslam insanı Rabb’ine yöneltmek: O’nun iktidarını, değer ve ölçülerinde yegane kaynak bellettirmek, varlığını ve hayatını O’ndan aldığını, insanlar arası bağlantılarında tek başvuru kaynağının o olduğunu; bütün bunların onun iradesi sonucu meydana geldiği gibi hepsinin tekrar ona döneceğini öğretmek için gelmiştir. Ayrıca insanları birbirine ve Allah’a bağlayan tek bir bağın olduğunu, bu bağ işlevini yitirince insanlarla insanlar arasında, insanlarla Allah arasında bir sevgi bağının kalmayacağını onlara anlatmak için gelmiştir İslam. Nitekim Allah şöyle diyor: “Allah ve ahiret gününe inanan bir milletin babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a, Rasulü’ne düşman olanlara dostluk ettiklerini görmezsin...” (Mücadele, 58:22)
Burada Allah adına tek bir hizip vardır; kesinlikle birkaç tane olamaz. Geri kalan hiziplerin tümü şeytan ve tağutların partileridir. Şu ayette buyurulduğu gibi: “İnananlar Allah yolunda savaşırlar; kafirler ise tağutun yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostları ile savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.”(Nisa, 4:76) Burada insanlar Allah’a ulaştıran tek bir yol vardır; geri kalanların hiçbirisi ulaştırmaz: “İşte benim dosdoğru yolum budur; o halde ona uyun. Başka yollara uymayınız ki, sizi O’nun yolundan ayırması...” (En’am, 6:153).
Burada tek bir “dünya düzeni” vardır: İslam nizamı; geriye kalan bütün dünya düzenleri “Cahiliyye nizamıdırlar”: “Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar iyi bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?” (Maide, 5:50) Tek bir hukuk vardır burada: Allah’ın şeriatı; geriye kalanların hepsi dizginlenemeyen arzular (heva)dır. “Sonra sana katımızdan bir şeri’at (hukuk) gösterdik; ona uy; bilmeyenlerin hevasına dizginlenemeyen arzularına) uyma.” (Casiye, 45:18), Kesinlikle birkaç tane olmayan tek bir “Haké vardır; geriye kalanların tümü sapıklıktır: “Hak’tan sonra sapıklık (dalalet)tan başka ne var? Öylesi ise nasıl Hak’tan sapıklığa çevriliyorsunuz?” (Yunus, 10:32).
Bunların yanı sıra tek bir İslam ülkesi (Dar’ul-İslam) vardır; İslam devletinin kurulduğu, Allah’ın şeri’atı’nın yürürlükte olduğu, şer’i cezaların uygulandığı, Müslümanların birbirlerini veli (dost) edindiği Darü’l-İslam... Geriye kalan ülkelerin tümü “Darü’l-Harp’tir; müslümanın bu tür ülkelerle olan ilişkisi ya onlarla savaşmak ya da ahd-ü eman üzerine ateşkes anlaşması yapmaktır. Müslümanın vatanı, Allah’ın şeri’atının uygulandığı; vatan ile orada yaşayan insanlar arasında Allah!’a bağlılık temeline dayalı ilişkilerin olduğu yerdir. Bu vatanın tanımı dışındaki ülkelerden hiçbirisi Müslümanın vatanı olamaz.
“Dar’ül-İslam”da, Müslümanı “İslam Ümmeti”nin bir üyesi yapan inanç,(akide) biçiminden başka bir uyruğu, bir milliyetçilik anlayışı kesinlikle yoktur. Allah’a inanma temeline dayanmayan hiçbir yakınlık türü yoktur Müslümanın. Yabancı insanlar şöyle dursun Müslümanın kendisi ve neseben ailesi ile olan akrabalık bağlarının da bu temele (Allah’a inanma temeline) dayalı olması gerekir. Birinci derecede önemli bu bağ ‘yaratıcı’ya bağlılık temeline dayanmıyorsa, Müslümanın neseben ilişkisi olan babası, anası, kardeşi, eşi ve akrabaları ile dinen bir yakınlığı yoktur. Kur’an şu açıklamayı yapıyor:
“Ey insanlar sizi bir tek candan yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkek ve kadın üreten Rabb’inizden korkun; adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının...” (Nisa, 4:1) Kaldı ki bu ayetler ebeveyn ile çocukları arasında inanç muhalefeti olsa bile, ana baba Müslümanların düşmanlarının cephesinde yer almadıkları sürece, medeni ölçüler dahilinde ilişkilerini sürdürmelerine engel değildir. Aralarında akide bağı olduğu zaman –başka bağlara gerek yok- bütün mü’minler kardeştir. Çünkü “Ancak mü’minler kardeştir” ilkesi bu prensibi kesin bir yapıya kavuşturmuştur. Öte yandan şu ayette de aynı konu vurgulanmaktadır: “Onlar ki inandılar, hicret ettiler mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad ettiler. Onlar ki inandılar ülkelerine hicret edenleri barındırıp onlara yardım ettiler. İşte onlar birbirlerinin velisidirler.” (Enfal, 8:72) bu öylesine bir velayettir ki, birbirini izleyen kuşaktan kuşağa geçer, bu ümmetin başlangıcı ile sonunu birbirine bağlar; sonunu, başlangıcına bağlar, sevgi ile, dostlukla içtenlikle... İşte şu ayetler bu konuya ışık tutuyor:
“Ve onlardan önce o yurda (Medine’ye) yerleşen, imana sarılanlar (ensar), kendilerine hicret edip gelenleri severler ve onlara verilen ganimetlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç eğilimi duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi hicret eden kardeşlerini öz canlarına tercih ederler. Kim nefsin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir.”“Onlardan sonra gelenler de derler ki:” Rabb’imiz, bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabb’imiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin. (Haşr, 59: 9-10)
İlk dönem iman kervanı inanan ümmete sunulan ilahi yaşama biçimini benimseyince, birinci derecede önemli olan akide bağının kopması sonucu akide farklılığı ortaya çıkmıştı. Bu nedenle aynı çatının altındaki aileler ayrılmış, aynı aşiretin üyeleri bölünmüştü. Bu seçkin mü’minlerin nitelikleri hakkında yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Ahiret gününe inanan bir milletin babaları, oğulları kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah’a ve elçisine düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. Allah onların kalplerine iman yazmış ve onları kendilerinden bir ruh ile (Kur’an’la) desteklemiştir. Onları, içinde ırmaklar akan cennetlere sokacaktır ve orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da ondan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah’ın hizbindendir; kuşkusuz başarıya ulaşacak olanlar yalnızca Allah’ın hizbidir.” (Mücadele, 58:22)
İslam, ne sadece sözle ifade edilen bir kelime (kavram) ne de İslami bir etiket ve unvan takınan insanların doğup yaşadığı bölgedir. Kişinin Müslüman olan bir ana-babasının ocağında doğup onlardan tevarüs yoluyla edindiği bir miras da değildir İslam. Allah şöyle buyuruyor: “Hayır, Rabb’in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme, içlerinden bir burukluk duymadan, tamamen teslim olmadıkça inanmış olmazlar.” (Nisa, 4:65)
Vatan nedir: İslam’a göre vatan akidenin hakim olduğu, Allah’ın koyduğu şeri’at ve hayat biçiminin uygulandığı herhangi bir bölgedir. Zira insana yaraşan vatan kavrama da ancak budur. Cinsiyet (uyruk) nedir: cinsiyet inanç (akide) ve yaşama biçimidir. İşte insanoğluna yakışan insanları birbirine bağlayan bağlar sadece bunlardır. Gerçek anlamada Allah’ın seçip çıkardığı ümmetinin nitelikleri, aralarındaki ülke, dil, renk, etnik köken farklılıkları olmasına rağmen hepsi bir araya gelerek topyekün Allah’ın sancağı altında toplanan “İslam Ümmeti”dir. Kur’an onlar hakkında şöyle diyor: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz: ma’rufu emreder, münkerden nehyedersiniz ve Allah’a inanırsınız...” (Al-i İmran, 3:110) O eşine benzerine tarihte rastlanmayan ilk topluluk arasında bakın kimler vardı ve hangi etnik kökeni taşıyorlardı: Ebubekir Arap asıllı, Bilal, Habeşli; Suheyb, Yunan asıllı; Selman Fars İran asıllı... bunların hepsi farklı iklimlerin, farklı ulusların insanları olmalarına rağmen hepsi birbiri ile en samimi kardeş olmuşlardır. Bu olağanüstü uygulama, onlardan sonra da nesiller boyu devam etti. Bu ümmette uyruk ,inanç; ülke, “Darü’l-İslam”dır. Hakimiyet yalnızca Allah’a özgü bir olgudur; anayasa ise Kur’an’dır.”
Seyyid Kutub’un yukarıda alıntıladığımız ve çok net ifade ettiği Kur’an’ın muhkem perspektifinin dönüştürücü etkisi dolayısıyladır ki; bir çok Müslüman bu bakışla yeniden Kur’an’a dönüş çabası içine girmişler, yaşamlarında büyük dönüşümler yaşamışlardır. Devrin Sosyalist Ulusal kahramanı(!) Nâsır’ın “Yoldaki İşaretler” kitabını okuyup derhal Seyyid Kutub’u idam sehpasına yollamasının ardında da işte bu and içilen kalem’in yani tasavvur inşasının taşıdığı potansiyel tehlikesi yatmaktadır. Ümmetin Kur’an’ın Furkanlığında yeniden inşâsının yolu Kur’an kavramlarıyla yeniden ortak Kur’an dilinin ve zihninin müslümanlar arasında kurulmasından geçmektedir.
Kürdoloji Çalışmaları
Kürdoloji alanında yapılan ilk kapsamlı çalışma 1787'de "Kürt Dili Grameri ve Sözlüğü" eserini yayınlayan İtalyan Maurizio Garzoni'dir. Bu eserde yaklaşık 4.600 kelime yer almaktadır. Kürtçe üzerine ilk bilgilerin yer aldığı başka bir çalışma da Rusya’dan P. S. Pallas da"Tüm Diller ve Lehçelerin Karşılaştırmalı Sözlüğü" çalışmasını yayınlar. Ayrıca 1880 yılında F. Justi "Kürtçe Grameri" adlı çalışmasını Petersburg'da yayınlar. İtalyan, Alessandro Coletti (1925-1985) "Kürt Dili ve Grameri Sözlüğü" adını verdiği çalışmasının ilk cildini Kürtçe gramerine ve ikinci cildin ikinci bölümünü de Kürtçe-İtalyanca sözlüğe ayırmıştır. Kürtçe üzerine çalışmalar yapan Alman bilim-insanlarının birkaçının adlarını zikretmemiz yerinde olacaktır: E. Rödiger, A. F. Pott, Theodor Nöldeke, Albert Socin, Ferdinand Justi, Oscar Man ve Karl Hedank. Soane 1913 yılında Londra'da "Kurmanci veya Kürt Dili Grameri" çalışmasını ve 1919 yılında da Bağdat'ta "Temel Kurmanci Grameri" adlı çalışmalarını yayınlar. Yine İngiliz C. J. Edmonds da Tevfik Vehbi ile birlikte "Kürtçe-İngilizce Sözlük" çalışmasını yapar. 1957 yılında "Kuzey ve Merkezi Kürtçeye Lehçebilimsel Bir Bakış" adı altında doktorasını yapan dilbilimci David Neil Mackenzie, sonraları bu çalışmasını iki cilt halinde "Kürtçe Lehçesel İncelemeler" adıyla yayınlar. Bu çalışmaların temelinde Kirmanç dilinin homojen modern bir ulus diline bugünkü modern “Kürtçe”ye dönüştürülme amacı yatmaktadır. Bunun için de Standart Kürtçe olarak belirlenen Kirmançça’nın geliştirilmesi hedeflenmiştir.
Avusturyalı profesör Freidrich Müller (1843-1898) "Kürt Dilinin Kurmanci Lehçesi" ve "Kürt Dilinin Zazaca Lehçesi" adlı çalışmalarını yayınlar. Viyanalı Hugo Makas dilbilimsel çalışmalar yapmış olup "Kürtçe Metinler-Kurmanci Lehçesinde" adlı bir eser yayınlamıştır. Bunlardan başka, "Kürtçe-Fransızca Sözlük"ün yazarı A. Jaba'yı da unutmamak gerekir. Amerika'da, Kürt dili üzerine yapılan ilk dilbilimsel çalışmalar misyoner S. A. Rhea tarafından yapıldı. 1851-1865 yılları arasında Hakkari yöresine yerleşmiş olan Rhea, burada Kürtçeyi öğrenmiş ve sonradan Kürtçe gramerini yayınlamış. Rhea bununla yetinmemiş ve 1.600 kelimelik Kürtçe-İngilizce sözlüğü de çalışmasının sonuna eklemiştir.
Yerli Kürdologlar
Kuzey Irak’ta dilbilimsel çalışmalar genellikle Soranice üzerine yapılmıştır. Bu lehçe üzerinde ilk kez Tevfik Vehbi'nin (1891-1984) çalışmaları olmuştur. Vehbi 1926 yılında "Kürtçe Dilbilgisi" adlı çalışmasını yayınlar. Giw Mukriyani de 1950 yılında "Rehber, Arapça-Kürtçe Sözlük"ü ve 1955 yılında da "Kürtçe-Farsça Arapça-Fransızca Sözlük"ünü yayınladı. M. Xal da "Xal Sözlüğü" adlı çalışmasını Kürtçe-Kürtçe yayınladı. Nuri Ali Emini de dilbilgisi kitabını 1956 ve 1960 yılında Bağdat ve Süleymaniye'de yayınladı. İstanbul'da kümelenen Kürt aydınları arasında Kürtçe üzerine tartışmaların yaşandığından ve Arap harflerinin Kürtçe'ye uymadığı, Kürtçe için yeni bir alfabeye gereksinim olduğunu ileri süren aydınlardan Xelil Xeyali, Abdullah Cevdet, Salih Bedirxan, Celadet Bedirxan, Kamuran Bedirxan, Reşide Kürt, Osman Sebri, Kemal Badıllı, Feqe Huseyn Sağnıç ve Tori. Abdullah Cevdet gibi ateşli bir batıcının Kürtçeye bu denli ilgi duymasının sebebi neydi acaba? İttihat ve Terakki'nin kurucuları arasında yer alan Abdullah Cevdet, dine karşı yürütülen savaşın Türkiye'deki ilk öncülerinden biriydi. Toplumu dinden koparmak için kapsamlı bir "dünya görüşü" oluşturmuştu. Ona göre, modern uygarlığın temeli din dışı bir kültüre dayanmalıydı. İslam ise, sözde "ilerlemeye engel olduğu" için toplumsal yaşamın tümüyle dışına çıkarılmalıydı. Abdullah Cevdet Fransız materyalistlerin görüşlerini incelerken Fransız yazar Gustave Le Bon'un etkisinde kaldı. Le Bon'un fikirleri doğrultusunda geliştirdiği "Türk ırkının damızlık erkek yolu ile ıslah edilmesi projesi" ise onu tekrar ülke gündemine getirdi. İşte aynı Abdullah Cevdet her nedense kürdoloji çalışmalarında da yer alıyordu.
Şimdi tıpkı modern Türkoloji çalışmalarında olduğu gibi eski ümmet-dini tabiiyet bağlarından bağımsız biçimde üretilen sun’i kültür alfabesini de bir “Dil Devrimi” ile gerçekleştirmeye çalışacaktı. Kemalist devlet gücüyle daha sistematik biçimde kendi ulusunu “kurgulayan” Türk harf inkılabının benzeri bir gelişme olarak Kürt harf inkılabı-dil devrimi gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. Bin yıllık alfabe uymaz olmuş Kürtlere özel batı merkezli ulusal bir alfabe aranır olmuştu.
Genel olarak İslam öncesi Kirmanç, Zaza, Sorani ve Goraniler aynı dil ailesine mensup Loriler, Farsiler vb. gruplar gibi Eski Pehlevi alfabesini kullanmışlardır. İslamiyetten sonra tüm İran ve Mezopotamya havzasında Arap alfabesinin kullanımı yaygınlaştı. Bölge klasik edebiyatına ait eserlerin büyük çoğunluğu bu alfabeyle yazılmıştır. Ancak 19. yüzyılın sonlarında 32 harfli olan Osmanlı alfabesinin Kürtçedeki sesleri karşılamada yetersiz kaldığını vurgulayan ulusalcı Salix Bedirxan 8 harf ekleyerek, 40 harfli bir alfabe yaptı. Bu alfabeyle Roji Kurd'de birkaç yazı yayınlanmıştır. Yazılı olarak ilk kez Abdullah Cevdet "Roji Kurd" dergisinde Arap alfabesinin Kürtçeye uymadığını ve kendi alfabelerini değiştirmeleri gerektiğini işaret ediyor. Kemal Badıllı'ya göre o dönem Kürt aydınları Latin alfabesine yakın bir Kürt alfabesi üzerinde çalışmış, fakat I. Dünya Savaşı nedeniyle bu alfabe hazırlanamamıştır.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde Ermeni asıllı Hakop Xaraziyan 1921 yılında Ermeni alfabesini Kürtçeye uyarladı. Bu alfabe "Şems" adıyla bilinir. Aynı dönemde Asuri asıllı İshak Morogulor tarafından Kürt Latin alfabesi hazırlandı ve 1930 yılında Kürtlerin en uzun süreli yayını olan "Riya Teze" gazetesinde kullanılmaya başlandı. 1944 yılında Rus merkezi hükümetinin dayatmasıyla bu alfabenin kullanılması durduruldu ve Heciye Cindi başkanlığında bir komisyon oluşturularak Kiril alfabesi Kürtçeye uyarlandı. Günümüzde modern Kürtlüğün ortak alfabesi olarak takdim edilen Kürt Latin alfabesi 1932 yılında Celadet Bedirxan tarafından ilk kez 'Hawar' dergisinde kullanılmıştır. Ancak Celadet Bedirxan bu alfabe üzerinde çalışmalarına 1919 yılında başlamıştır. C. Bedirxan, Fransız ve Türk Latin alfabelerinden de esinlenerek alfabesine son şekli vermiştir. Kürdoloji çalışmaları başlangıçta Kürtçe’nin Kirmançça’nın diğer adı olduğu gerçeğinden hareketle Kürt ulus dilinin Kirmançça merkezinde inşa edilmesine dayanmaktadır. “Grammar of the Kurmanji or Kurdish Language” (E.B. SOANE, 290 pages, London 1913) isimli oryantalist çalışma buna örnek gösterilebilir.
Bugün Kirmanç, Zaza, Sorani ve Gorani unsurlarını homojen ortak bir payda olarak Kürt ulusu çatısı altında birleştirmeye onlara ait özel bir dil özel bir alfabe ve özel bir “biz” bilinci kazandırmak için gerek PKK sol-ulusalcı söylemiyle gerek Hakpar gibi sağ-muhafazakar söylemiyle gerekse KDP-KYB gibi Laik muhafazakar söylemiyle aynı Kürt Ulusalcılığını dillendirmektedirler. İşte bu Avrupa destekli modern toplum projesinin bugünkü çalışmaları zaten Türkçülük, Arabizm ve Pers ulusacılıklarıyla yaralanmış ortak Müslüman kimliğinin daha da bölünmesi daha da atomize edilerek Müslümanların sekülerleştirilmesini doğurmaktadır.
Örneğin PKK Söyleminin legal temsilcilerinden olan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi her yıl düzenlediği Kültür Festivali etkinlikleri çerçevesinde geçtiğimiz yıllarda oldukça önemli bir konferans gerçekleştirildi. Konferans farklı coğrafyalardan gelen Kürt milliyetçilerinin Uluslaşma sürecine nasıl hız verilebileceğine dair yapılmıştı. Kürt dilinin sorunları başlığı altında şu konular işlendi:
Ortak Alfabe
Kürtçe olarak tanımlanan Ulusal dilin çok lehçeli oluşu (Kurmanci, Sorani, Gorani ve Zazaki) ve bu lehçelerin de kendi aralarında farklı ağızları olması, Kürt dilinin karşı karşıya bulunduğu bir diğer sorunu teşkil ediyordu. Çünkü ulsal dil tüm Kürtler arsında aynı olmalı ve bu aynı dil vesilesiyle kürt ulusunu bir arada tutabilmeliydi oysa farklı lehçe denen ama aslında farklı iletişim araçları yani diller olan Kirmançça, Soranice Goranice ve Zazaca’nın Kirmançça çatısı altında doğal-fıtri farklılıklarının ortadan kaldırılması gerekiyordu.
Peki bu soruna karşı ne yapılmalıydı?
* Kürtçe lehçeleri arasındaki ilişkinin güçlendirilmesine yönelik çalışmalar yapılmalı ve bu lehçelerde yayınlanan eserler yakından takip edilmeli
* Kürt dili ve edebiyatı ile ilgili ortak imla kuralları ve ortak bir terminoloji geliştirilmeli,
* Kürt dili ve edebiyatı ile ilgili olan kurumlar (enstitü, üniversite...) ortak bir program geliştirmeli,
* Yazar ve edebiyatçıların yerel ağızlarla yazmak yerine yazım diline yönelmeleriydi.
Yukarıdaki tablo açıkça doğal-fıtri seyrinde yaşayan insani anlamda herhangi bir ayrışmayı barındırmayan farklılıkları belirli kalıplarla “farklı” kılarak İradi bir kimlik seçiminden ziyade ırk ya da dil’e dayalı bir kimlik seçimine insanları yönlendiren bir yaklaşım tarzını yansıtmaktadır. İslami Kimlik böylesi sun’i ortaklaştırma-aynileştirme ve ümmeti atomize etme girişimlerine müsade etmez. Ancak ulus kimliği meşru gören yaklaşımlar bu itirazı da doğal ve korunması gereken renkler ve dilleri yok saymak olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa İslami kimlik bahsini ettiğimiz tüm fıtri özellikleri korur ve savunur. Muvahhidlerin imanlarının gereği olarak itiraz ettikleri şey ise İslami kimliği Ulus kimlikle değiştirmek ya da sentezleme gibi cahilî çabalardır. Aynı tavrı muvahhidler tarih içinde İsrailiyat’a da göstermiştir. İsrailiyat’a gösterilen tavır muhtediliğe gösterilmemiştir. Çünkü biri kimlik değişimiyken diğeri doğal bir durumdur. Bugün emperyal güçlerin üzerinde en çok kafa yordukları şey her zamanki çıkarlarından daha da hayati hale gelen coğrafya medeniyetlerin beşiği ve İslam kültürünün kalbi olan İstanbulla başlayıp Yemende biten coğrafydır. Bu coğrafya üzerinde bulunan geleneksel Müslüman gruplar’ın Kur’an’la ve onun diriltici, bilinçlendirici mesajıyla buluşmamaları için ellerinden geleni yapan “Küfür milleti” Müslümanları “İslam Milleti” yapmamak için hgem teoride hem de pratikte onların zihinlerini parçalamış, kavramlarını çalmıştır. Emperyalizm kendi gitmiş adı kalmış olan hilafet dönemini ulus kimlikler dağıtmış, Türk-Kürt-Fars-Arab-Peştun vb. kimlik/millet yani dinlere bölüştürmüştür. Arap ulus kimliğine pay biçtiği kavimleri-grupları da aşiret-mal ve mevki ile bölüştürmüş ve bölgedeki işbirlikçi Arap diktatörlüklerini ihdas etmiştir. Millet-i Küfr, Afganistan’da geçtiğimiz son 20 yıl içinde kanlı aşiret-iktidar savaşlarını sadece izleyerek dahi bölgeyi kontrol altında tutmaktadır. İşte böylesi bir durumda en başat aktör olarak seçilen Kirmançça, Zazaca vb. diller konuşan yukarı Mezopotamya’nın Müslüman yerlilerinin uluslaştırılma süreciyle karşılaşyoruz. Haksöz dergisinde yayınlanan “Müslümanların Kürtlerle İmtihanı” başlıklı yazının anımsattığı bir gerçekle karşılaşıyoruz: “Kürtlerin İslam’la İmtihanı” Müslümanları Kürtlerle (?) imtihan ettirmeye elzem gören yaklaşım sahiplerinin tüm Müslümanların özellikle aidiyet ve dünya görüşü açısından “İslam”la imtihan olunduğumuzu, bırakınız cahili ideoloji mensupları arasında, kendini muvahhid olarak tanımlayan Müslümanlar arasında dahi Kur’an’a aykırı “biz” ve “siz” tanımlamaları yapılabilmekte olduğuna şahit olabilmektedyiz. Hatta üzüntü verici şekilde “biz Kürt müslümanlar ve Kürdistan vatanımız” ve “siz Türk Müslümanlar ve Türkiye vatanınız” gibi tanımlamalar yapılabilmektedir.
[1] Etienne Balibar, Immanuel Wallerstein, “Irk Ulus Sınıf, Belirsiz Kimlikler” Metis Yay. 1993
[2] Micheal Banton. , “Ethnic Conflict”, Sociology, vlm.: 34, sayı: 3. 2000’den naklen Etnisite Kuramları Ve Eleştirisi Meral Öztoprak Sağır H. Serkan Akıllı, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2004, Cilt : 28, No:1, ss. 1-22.
[3] Micheal Banton, a.g.m.
Bülent Şahin Erdeğer