Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam Kuranyeter;
Verdiğim linkin devamında bir yazı daha var. Bu yazıda sorduğun iki soruya da cevap veriyorum.
Önce bu yazıları asıp ilgili yerlerini işaret edeyim. Sonra, varsa itirazlarınız hususunda konuşuruz.
....
Selam Mustafa kardeşim;
Sen beni çok güzel anladın, ben de seni çok güzel anlıyorum.
Sen diyorsun ki; “Kuran’ı koruyarak size eriştiren beşerin size
ilettiği Kuran’a inanıyorsunuz da, aynı beşerin size ilettiği hadislere
niçin inanmıyorsunuz”
Doğru anlamış mıyım ?
Bu soruya verdiğim cevabın iki cephesi var.
Birinci yönü şu: Kuran’a inanma işi sadece “tanıklarına” has bir
eylemdir. Bir beşer bile, kimseyi tanık olmadığı bir şeyin bilgisinden,
sonucu ebedi cehennem olacak derecede mesul tutmaz. Hal böyleyken,
bunun Allah hakkında söz konusu olması olası değildir. Zaten Kuran’a
iman edenler için Kuran’ın kendisi bu hakikati değişik boyutlarıyla
ortaya koymuştur.
Mesela, “vahyin anlaşılması için muhatabının dilinde olması” ,
“vahyin muhakkak ve muhakkak bir elçi aracılığı ile tebliğ edilmesi” ,
“vahyin muhatabının, vahiy ve elçi bütünlüğünde gelen -açık seçik -
delillere, nüzul ortamına, nüzul sebebine ve nüzul ortamı ie ilgili
olan ve vahyin anlaşılmasında doğrudan etkin diğer hususlara -emin-
derecede vakıf olması” gibi teferruatı ile her şekilde müzakere
edebileceğim ilkeler bütün ilahi metinlerin “tarihsel” oluşunun
kanıtıdır. Biz bu ve benzeri “zor” konuları hanifdostlar forumunda ve
yeniislam forumunda muhtelif açılardan tartışıyoruz. Teferruatını bu
forumlardan takip edebilirsiniz.
İşin bu cephesinde Allah, bırakın hadisi, vahyin kendisinden dahi
mesul tutacak değildir. Bu “ürkütücü” görünen yargıyı yadırgayan
kardeşlerimiz, vahyin nüzulundan önce kitap nedir, iman nedir bilmeyen
Hz. Muhammed ile müşrik Mekke toplumunun hangi sebeplerle “incil ve
tevrat” hususundaki “alakasızlık”larından mesul tutulmadıklarını, bu
yönde en ufak bir kınamanın dahi söz konusu olmadığını inceleyip
tefekkür ederek ilginç sonuçlara erişebilirler. Bu konuda varsa bir
diyecekleri katkılarını öğrenmekten de mutluluk duyarım.
İşin ikinci yönü de şudur: Bir kimsenin bir metni Allah kelamı
olarak görmesi subjektif bir kabuldür. Bu kabulün din
terminolojisindeki adı imandır.
Şimdi bir kimse bir metni Allah kelamı olarak kabul ile ona iman
ettikten sonra, dine dair değer yargılarını bu metnin prensiplerine
göre dizayn etmek mecburiyetindedir.
Bu cepheden bakıldığında aynı kaynaklar yolu ile korunup
eriştirildiği düşünülen iki kaynağın eşitlenmesi / tasdik edilmesi
hususu bir kısım arızalar doğurmaktadır.
Bu “birlikte kabul” işi, bir çok çelişkiler barındırır. Bu
çelişkilerin neler olduğu bu sitenin bir çok makalesinde bir çok
teferruatına varıncaya değin açıklanmış, tartışılmıştır.
Mesela, bir tarafta “Ben yalnız vahye tabi olurum” diyen bir
Muhammed, öbür tarafta vahiyle asla bağdaştırılamayacak sözler
sarfettiği ileri sürülen bir Muhammed… Hem öyleki, gah vahyin buyruk ve
yükümlülüklerine ilaveler getiriyor, gah bunları neshedip yerine
başkalarını ikame ediyor.
Mesela, bir tarafta kendisine mucize verilmediği sebepleriyle
birlikte izah edilen Muhammed, öbür tarafta canı istediğinde mucizeler
irad eden bir Muhammed…
Mesela, bir tarafta “… ben gaybı bilmem, ben bir meleğim de
demiyorum…” diyen bir Muhammed, öbür tarafta şöyle ufuklara bakıp gayb
hakkında konuşup duran, kendisinden gaybe dair bilgiler fışkıran bir
Muhammed…
Sözü uzatmak istemiyorum. Bu ve yüzlerce başka olgu, çelişki, işin
içinde bir bit yeniği olduğunu ortaya koyuyor. Birinci yön olarak dile
getirdiğim bakış açısı ile hadiseye bakıldığında kişi belki tanık
olmadığı vahiyden mesul olmaz ama, “birbirine rağmen” iman ettiği bu
çelişik tutumdan mesul olur. Çünkü bu kendisinin tanıklık ettiği ve
onunla işler gördüğü “akılla” ilgili bir sınamadır.
Bunun dışında, müminlerin Kuran ve hadislere aynı ehemmiyet
derecesinde yaklaşıp, aynı ehemmiyet derecesinde koruma çabasında
oldukları fikri hayatın olağan akışına terstir. Bu nedenledir ki, Kuran
yazılarak muhafazasına gayret edildiği halde hadisler hakkında böyle
bir yazım çalışması yoktur. En azından hadislerin “çoğunu” kapsayacak
böyle bir çaba iddia bile edilmemiştir.
Burada şöyle bir soru sorulmalıdır. İnsanlar Kuran sebebiyle mi
hadislere iman etsinler, yoksa hadisler sebebiyle Kuran’a mı iman
etsinler ? Yani hangisi hangisinin “illeti / delili”dir ?
Eğer insanlar hadislere iman ettikleri için Kuran’a iman
edeceklerse, hadislere ters düşen Kuran ayetlerini inkar etmeleri icab
eder.
Yok, Kuran sebebiyle (Resule itaat etme adına) hadislere iman
edeceklerse, Kuran beyanına aykırı hadisleri reddetmeleri “mantığın”
bir gereğidir.
Bu aşamada şu söylenebilir: Denebilir ki; biz kendimiz Muhammed
olmadığımız halde, Kuran’ı en iyi anlayan kişi olarak gördüğümüz
Muhammed’in sözlerini nasıl olur da “kendimize ait” bir akılla inkar
edebiliriz ? [Tabiki, hadis namına duyduklarımızın gerçekten Muhammed’e
ait olup olmadığı belli değilken. Çünkü, Muhammed’e ait olduğuna şahit
olunan bir yargının inkarı mümkün değildir]
İşte bu yargı, mümin için akletme sürecini tatil etmesini
gerektirir. Böyle olunca da Kuran ile aramızda başka bir çelişki doğar.
Madem, Muhammed haricindeki insanlar Kuran’ı anlamaktan acizdirler,
Kuran ne diye Hz. Muhammed haricinde bir kısım insanları muhatap alarak
onlara kelam eder ? Mesela, bir kedi beni anlayamaz. Ben bir kediye
hangi akla hizmet kelam edeyim ki ? Yahut, bir çocuk anlattıklarımı
anlayamayabilir. Ben hangi akla hizmet ona kelam edeyim de ondan sonra
onu bu kelama aykırı düşmesi sebebiyle cezalandırayım. Beşer yapsa
“delilik” denecek şeyi Allah’a mı yakıştırayım ?
Sözün özü şu ki, bu konu öyle bir soru sorup sonra cevabına dünyalar bağışlanmayla çözülecek kadar basit değildir.
İyice tetkik etmeniz için size şunu söyleyeyim:
Gelenek dini iki temel / iki inanış üzerine oturur. Bu iki inanış
kabul edilmediği müddetçe hadis külliyatı ile Kuran arasındaki çelişki
ve ihtilafın giderilebilmesi olanaklı değildir.
Birincisi: Kuran dışı vahiy inancı
İkincisi: Nesh inancı.
Bu iki inanış, kendince Kuran ile hadis külliyatı arasındaki çelişkiyi gidermeye çalışır.
Kuran dışı vahiy inancı, hadisin aklen sorgulanmasını imkansız
kıldığı ve hadis ile Kuran ayetini aynı vahiy kaynağında eşitlediği
için Kuran ile hadis külliyatı arasında mukayese bile yapamazsınız.
Vahiy eseri olan bir sözün, aklen tetkiki mümkün değildir. Tabi, burada
Kuran ayetlerinin kendi kendisini “akletmeye” açmasının ne gereği
olduğu bu görüş sahiplerinin kıyamete kadar açıklayamayacağı bir
paradokstur.
Nesih inancı ise, birbiri ile çelişen olguları birbirinin yerine
ikame etmeye yarar. Bir hüküm, kendisi ile çelişen bir diğer hükmün
yürürlüğünü ortadan kaldırır ve yaz boz tahtasına dönen din
hükümlerinde bu şekilde çelişkisiz bir görünüm aranır.
Nesih inancı, önce ayerler arasında tatbik edilmiştir. Bir ayetin başka bir ayeti neshedebileceğine inanılmıştır.
Sonra, nesh Kuran’ın, kendisine / kendi hükümlerine aykırı hadisleri neshetmesi şeklinde belirmiştir.
Sonra, hadislerin hadisleri neshedebildiği bir inanışa geçilmiştir.
Sonra, iş artık tam olarak çığrından çıkarılıp, müşriklerin
Muhammed’den talep ettikleri “bir başka Kuran”ı icad edebilmek adına,
hadislerin Kuran ayetlerini neshedebileceği inanışı benimsenir
olmuştur.
Düşünebiliyormusunuz ! Rivayet, yani Türkçesi ile “SÖYLENTİ” kültürü, Kuran ayetini neshedebiliyor !!!
İşte bu iki inanış, yani hadislerin Kuran dışı bir vahiy ürünü
olduğu inancı ile, nasih inancı, Kuran ile hadis külliyatı arasındaki
çelişkileri gidermek yahut bu çelişkilere dair tartışmaları bitirmek
adına bir araç olarak kasten kullanılmıştır.
Söylentiyi meşrulaştırmak adına, işlenen bu din cinayetinin boyutlarını düşününüz.
Sonra, Yahudilerin ve Hıristiyanların hangi usullerle yoldan çıktıklarını da bir düşününüz.
Bu size, “yahudileşmiş” müslümanların tarihini açıklayacaktır.
Esenlik dileklerimle…
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Selam Önder kardeşim;
Bu iki cephenin ikincisini, yani dinde hüküm kaynağının ne olacağı,
Kuran’a mı yoksa rivayete / söylentiye göre mi hüküm kurulacağı kısmını
bir tarafa bırakarak, ilk cephe üzerinde düşünelim.
Bu konuda derinlemesine tefekkür etmek isteyenler Yunus kıssası
üzerinde düşünmelidir. Mevcut meallerden konuyu tam olarak idrak
edememiş olabiliriz. Ancak, Yunus kavmi için takdir edilen azabın
kaldırıldığı ve kavmin sonradan Yunus’a iman etmesi sebebiyle
affedildiği, “bir müddet daha yaşatıldığı” anlaşılıyor.
Neden ?
Peygamberlerini inkar eden bütün kavimler helak edildiği halde Yunus kavminin istisnası nedir ?
Anlaşıldığı kadarıyla, Yunus tebliğ tamamlanmadan önce kavminden
ayrılmıştır. Bazı kimseler, Peygamberlerin günahsız olduğundan bahisle
bunu reddetseler de, Kuran böyle bir yargıyı onaylamaz. Yani,
“kusursuz” bir peygamber yoktur. Zaten “kusursuz” olan kişi, “beşer” ve
“örnek” olmaz.
Bu örnek bana, beşer hukukunda da var olan bir ilkeyi anımsatıyor.
Mesela bizim hukukumuzda “tebligat” eksik yahut kusurlu olursa, bu
tebligatın muhatabı tebliğin içeriğine farklı bir şekilde vakıf olsa da
tebligat geçersiz addedilir.
Beşer hukukunda olan bu tedbirin sebebi, beşer hakimlerinin “her
şeyi bilen” olmaması, bu nedenle kimin tebliğe muttali olup olmadığını
“gerçek” olarak bilemeyecek durumda olmalarıdır. Bir kişiye haksızlık
edilmektense, yapılan işlemin tümden geçersiz kabul edilmesi, beşerin
adalet namına eriştiği titiz bir durumdur.
Şimdi burada iki kabul var.
Birincisi, mesuliyet tebliğ / öğrenme (anlama) ile başlar. Gerçekten Kuran bunun pek çok delili ile doludur.
İkincisi, birbirini açıklayan / tamamlayan hükümler / koşullar eksik
tebliğ edilirse / eksik olarak vukuu bulursa, erişmiş şeyler de
erişmemiş gibi addolunur. Bu ikinci kabulün Kuran’da görülebilecek tek
örneği Yunus kıssasıdır. Fakat bu kıssanın nasıllığı hususunda bir
kısım itirazlar bulunduğu için biz işin bu yönünü diğer deliller ile
irdeleyelim.
Mesuliyet, daima bir şey hakkındadır. Konusu olmayan mesuliyet
olmaz. Yani kişilerin mesuliyetinin daima bir konusu vardır. Öğrenci,
bir şeyi öğrenmekten, memur bir şeyi ifa etmekten vs. sorumludur.
Şimdi, vicdan ve adaletin var olduğu her yerde, mesul olan kişi, neyden
mesul olacağını bilir. Bilmesi aranır. Bilmeyen mesul tutulmaz.
Tutuluyorsa orada adalet / vicdan zaafa uğramış demektir.
Mesela öğrencisiniz. Öğretmeniniz sınavda size öğretmediği şeyleri sorarsa onun hakkında ne düşünürsünüz ?
Demekki sorumluluk “bilme / öğrenme / anlama” ölçütünü muhakkak
kapsar. Bir şeyden sorumlu olacak kişi, neyden sorumlu olacağını
bilmelidir.
Sorumluluğun “neticesi / müeyyidesi” ne denli büyükse, sıhhat
yönünden aradığı şartların vukuu bulup bulmadığına verilen önem de o
derece büyüktür.
Bu anlattığım sorumluluğun “bilme” boyutudur. Bilme boyutunda iki kavram karşımıza çıkar.
Birincisi, bilgiyi alma.
İkincisi, bilgiyi anlama.
Kendisine Kuran beyanının erişmediği bir kimseyi ondan mesul tutmak
mümkün olmaz. Allah hakkında bunu düşünenler gerçekten Allah’ı gereği
gibi takdir edemeyenlerdir. Beşer yapsa, “zulüm” denecek şeyi Allah’a
yakıştırırlar.
İkinci boyut bilgiyi anlamadır. Şimdi bir Çinliye, Arapça Kuran verdiğinizde bilgi o kişiye erişmiş olur mu?
Mesela sen, Türkçe bilmeyen çalışanına türkçe emirler verip, sonra
bunu yerine getirmediği için azab edebilir misin ? Eğer sen bunu
kendine yakıştıramazsan Allah’a yakıştırabilir misin ?
Demekki, “dil” anlamak için olmazsa olmazdır. Bu nedenledir ki, her
peygamber kavmine ancak o kavmin konuştuğu dil ile gönderilmiştir.
Eğer bu koşul oluşmazsa insanlar, “… ayetleri açıklanmalı değilmiydi” diyebilirler. Bunu Kuran apaçık ortaya koyuyor.
İnsan bazen, kendi dilinde yazılmış bir metni de anlayamayabilir.
Bunun nedeni ya o metindeki “teknik” terimlerdir, yahut konunun
karmaşıklığıdır.
Teknik terimler, “başka bir dil” kapsamında değerlendirilebilir ki, onu az önce işledik.
Metnin / sözün konusu karmaşık, ifadesi bozuk, anlam örgüleri kopuk, grameri bozuk olabilir.
Kuran, bu arızaların hiç birisini barındırmamasını övünç konusu
edinmiştir. Gerçekten Kuran, “prüzüz bir Arapça” ile indirilmiş,
ayetleri açıklanmış, örnekler verilmiş, bilineni konu / temel edinmiş
bir kitaptır. Bilinmeyeni, bilinen vasıtası ile “… uzun uzun / türlü
türlü / açık seçik” açıklamış, öğüt alınması için kolaylaştırılmıştır.
Bütün bu olguların, Kuran’ın muhatap toplumu / tanıkları için
mükemmel seviyede olduğu inkar edilemeyecek bir hakikattir. Kuran’ın
muhatapları içerisinde onun meramını anlayamayacak hiç kimse yoktur.
“Anlamalarına engel olacak perdeler koymak / mühür vurmak” gibi
lafızlar, Kuran’ın yabancı bir anlam örgüsü içermesi değil,
muhatapların “önceki inkarları sebebiyle” ve “kibirleri yüzünden” içine
girdikleri psikolojiyi anlatan hususlardır. Yoksa, en önde giden
müşrikler bile, Kuran’ın ne dediğini çok iyi anlıyorlardı. Zaten
anladıkları ve işlerine gelmediği için inkar ediyorlardı.
Bunlar, sorumluluğun / mükellefiyetin “anlama” boyutu idi. Bir de, “yetkinlik” boyutu vardır.
İşin bu kısmı, sosyal bilimlerde “yetki ve sorumluluk dengesi” olarak adlandırılır.
Mesela, bir polis memurunun sorumluluğu, suçluyu yakalamak ise, ona
bu işini görecek yetki ve araçların verilmiş olması gerekir.
Bunlar olmaksızın kişinin mesul tutulması mümkün değildir. Kuran, bu
olguyu her kişinin “güç yetirebileceği şeyden mesul tutulacağı” ilkesi
ile açıklar. Hiç kimse gücünü (yeteneğini / imkanlarını) aşan şeyden
mesul tutulmaz.
Kuran, insanın sorunlu tutulmasını / sınanmasını, insanın işitici ve
görücü kılınması ile eşleştirir. İşitici, görücü kılınmak, kavrayış iin
gerekli olan yeteneklerin bir timsalidir. Elbette bu anlamda en önemli
delil, insanın düşünebilen, doğru ile eğriyi ayırabilen bir varlık
olmasıdır. Bu yeteneklere sahip olmayan canlı sınanmaz.
Şimdi şunu anlamış bulunuyoruz ki, sorumluluğun temel şartları
“bilme / anlama” ve “yetenek”tir. Bunların yanına her kişinin kendi
özgün koşulları içerisindeki çevresel şartlar da eklenebilir.
Kuran, bunların yanına özel bir koşul daha ilave etmektedir: “Elçi”
Gerçekten, hiç bir kitap / vahiy / beyan yoktur ki, insana elçisiz olarak iletilmiş olsun. Bu, Allah’ın sünneti / kanunudur.
Bu şart üzerinde tefekkür ettiğimizde ve elçilerin ne iş
yaptıklarını değerlendirdiğimizde aslında bu koşulun önceki saydığımız
“anlama / öğrenme / bilme” koşulunu sağlamak için var olduğunu görürüz.
Yani, elçisiz olarak şu veya bu şekilde vahyin bilgisine “tam” olarak
vakıf olan kimse bundan mesul olacaktır. Ancak biz elçinin yanı başında
hazır bulunmadığımız için, elçi ile var olan bilginin onsuz elde edilip
edilemeyeceğini tam olarak bilemiyoruz.
Bu aşamada bir bilgiye doğrudan erişim ile dolaylı erişimin mesuliyeti ne derecede etkileyeceği hususuna değinelim.
Mesela, bir kanun metnini bir hukuk kitabından öğrenmekle,
çıkarıldığı anda Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde okunurken
öğrenmek arasında bir fark olabilir mi?
Eğer konu sadece “bilme”ye odaklı bir öğrenme ise elbette hiçbir fark yoktur.
Fakat, konu “iman”a dayalı ise işte orada bir kısım farklar ortaya çıkar.
Enam suresinde, konu müşriklerin bir kısım hayvanları ne sebeple
haram kıldıklarına getirilir ve şu tarihi ve can alıcı soru sorulur:
“Onlar, Allah atalarına bunları emrederken orada hazır mı idiler ?”
Ben hayatta bu kadar gerçekçi / realist bir iman ilkesi bilmiyorum !
Çünkü müşrikler şunu söylüyorlardı: “Biz, bu dini atalarımızdan öğrendik. Atalarımıza da Allah emretti”
Bu yargıya / inanışa karşı Kuran’ın getirdiği itiraza bakınız:
“Siz o sırada oradamıydınız !”
Yani siz, bizzat görmediğiniz, duymadığınız, herhangi bir sağlam
delile de dayanmayan şeyleri nasıl olur da Allah’ı bahane ederek din
edinirsiniz ?
Gerçekten Kuran, bunu destekleyen onlarca ayetinde “basiret üzerine
yaşama ve ölme” , “bilerek iman ve inkar” üzerinde durmakta, “kesin
bilgiyi” yani “şahitliği” önemsemektedir.
Mesela, Meryem için kura atılırken Muhammed’in orada olmadığı yani
şahit olmadığı özenle vurgulanır. Böylelikle bilginin kaynağının
Muhammed değil, Allah olduğuna dşkkat çekilir. Aynı vurgu mesela Tur
dağında Musa’ya vahyedilmesi kıssasında da tekrarlanır.
Yahudilere de şu söyleniyor: “Yakup ölüm döşeğinde oğullarına vasiyet ederken siz orada mıydınız ?”
Ve Muhammed’e bir tavsiye / emir: Ashab-ı Kehf’in kaç kişi olduğu
hususundaki münakaşalara asla katılma ! Neden ? Çünkü siz bunun
şahitleri değilsiniz.
Pek çok başka örnek, şahitliğin / tanıklığın önemini vurgular. Çünkü
Kuran’ın temel konusu imandır. İman, eminlik demektir. Şüphe üzerine
iman tesis edilmez. Allah, böyle bir iman istememekte olduğunu pek çok
ayeti ile ortaya koymuştur.
Örneğin, İbrahim, kesin ilme erenlerden olması için göklerin ve
yerin büyük mülkünü temaşa etmiştir. Burada Allah, “temaşa
ettiriyorduk” dediğine göre, eylem Allah’a nisbet edilecektir.
İbrahim bununla yetinmez, ölülerin nasıl diriltildiğini de görmek
ister. Sebebi ise “mutmain” olmaktır. İlginçtir ki, bu sebebe dayanan
talep kınanmadığı gibi isteği de yerine getirilir.
Musa’nın “Allah’ı görme” talebi ise imkansızlık sebebi ile reddedilirken “mutmain” olma arzusuna karşı hiç bir kınama yoktur.
Kuran’da Muhammed’e mucize verilmeyişinin sebebi açıklanırken, daha
önceki kavimlerin bunu inkar etmelerinin onların helakini zorunlu
kıldığı söylenmektedir. Çünkü mucize / sultan, açık bir şahitliktir. Bu
şahitliğin gerekli kıldığı “eminlik” , “iman” , ona denk bir sorumluluk
getirmektedir.
Bu açıdan bakıldığında “… eğer Allah dileseydi yeryüzündeki herkes
iman ederdi.” Çünkü, o halde çetin bir şahitlik ortaya çıkar ve inkara
hiç bir gerekçe kalmazdı. Gerçekten, bu şahitlik mahşerde ortaya
çıkmakta ve inkar edenlere şu sorulmaktadır: “Allah’ın vaadi gerçek
değil miymiş ?” Cevabı ise ittifakla verilmektedir: “Evet, gerçek
olduğuna şahitlik ederiz.”
Anlatmaya çalıştığım olgu, konu iman yani eminlik olduğunda,
şahitliğin önem arzettiğidir. Bu şahitlik ne derecede yoğunsa,
gerektirdiği iman ve sorumluluk ta o kadar yoğundur.
Bu nedenle Kuran’ı Muhammed’in dilinden, aynı ortamı paylaşan, aynı
şeyleri yaşayan kimseler olarak dinleyip anlamak ve iman etmekle, 1400
sene sonra matbu mushaflardan ve çoğu eksik ve / veya hatalı
çevirilerden öğrenmek, böylece iman etmek arasında ciddi bir fark
olduğu yadsınamaz bir GERÇEK tir.
“Din” söz konusu olduğunda gereken bilginin doğrudan ve dolaylı
edinilmesi arasında fark vardır. Bir hadisi, Muhammed’den doğrudan
dinlemek yoluyla öğrenmek ile, ondan ikiyüz sene sonra, kişilerin
kişilere aktarması ile öğrenmek de farklıdır. Bir defa, bilginin zaman
ve mekan aşarken uğradığı tahrifat sorumluluğun derecesini
değiştirecektir.
Yukarıdaki açıklamalar, vahiyden önce kitap nedir iman nedir
bilmeyen Muhammed peygamber ve onun müşrik toplumu bakımından paralel
bir sonuç ortaya çıkarıyor.
Yakınlarındaki Medine’de hıristiyan ve yahudiler yaşadığı halde ne
Muhammed ne de müşrik toplumu onlardaki bilgi ile ne sebeple
ilgilenmedikleri hususunda hiç bir kınamaya maruz bırakılmamıştır.
Kuran, o bölgede yaşayan Hıristiyan ve Yahudilere “arapça” olarak
seslendiğine göre, onların Arapça bildiğini, imanlarına temel teşkil
eden bilgileri “Arapça” olarak Muhammed ve müşrik toplumuna
eriştirebileceklerini varsayabiliriz. Ancak hakikat şu ki, ne Muhammed
ne de müşrik toplumu aslı İbranice olan bu metinleri “Arapça meal” yolu
ile öğrenmek ve inanmakla mesul tutulmamıştır. Hatta bu gerçeklik bir
Kuran ayetine konu olmuştur:
“Size bu kitabı indirdik ki, < kitap bizden önce iki topluluğa
indirildi. Biz ise onların dillerini bilmiyor, kitaplarını
okuyamıyorduk > demeyesiniz.”
Konunun kritik boyutları bunlardır. Bunların hepsi, mesuliyetin şartlarını özetler.
Kuran’da müşriklerin daha Kuran va’z edilmezden önceki bazı
davranışlarının kınandığı ve bu sebeple onlara azab edileceği de haber
veriliyor.
Mesela, “diri diri toprağa gömülen çocukların günahı” sorulacaktır.
Çünkü, bunun kötü olduğunu bilebilmek için ne Peygambere ne de vahye
gerek vardır. Yer yüzündeki gelmiş ve gelecek bütün insanlara verilmiş,
akıl ve vicdan bunun kötü olduğunu DOĞRUDAN DOĞRUYA kişiye
bildirmektedir. Kişiler bunun iyi mi kötü mü olduğunu bilebilmektedir.
Bu bilgi ve yetkinlik sebebiyle onlar bu yaptıkları cürümden hesaba
çekileceklerdir.
Demekki, insanın mesuliyeti vahiyle başlayıp vahiyle bitmemektedir.
İnsanın mesuliyeti, onun işitici, görücü kılınması, onlara kulaklar,
gözler, gönüller verilmesi, onların akledebilmesi ve varlık alemindeki
sayısız ayetlere vakıf / şahit olunması ile başlamaktadır.
Akıl ve vicdan… Bu iki ölçüt için gereken bütün veriler insanın
genlerine, fıtratına işlenmiştir. Onun için, insanın Rabbine şahit
tutulması olgusu, “Kalu bela” inanışı yaratılıştan önce hiç kimse
tarafından hatırlanmayan ve içeriği bilinemeyen bir seramoni değil, her
kişinin genlerine işlenmiş ve herkesin apaçık bildiği ve şahit olduğu
bir gerçekliktir. Kişi, daha varlık alemine çıkmadan önce, “bir çiğnem
et” iken DNA’sına vahyedilmiştir. (Arıya vahyedilmesinde olduğu gibi)
Bu çoğunlukla “iç ses” olarak belirir. İç ses bazen nefsani olguları
da içerir. Bu da insanın şeytanının, yani heva ve hevesinin sesidir.
İlginçtir ki, ama hayır ama şer, iç ses kişinin kendi dilindedir. Hiç
bir Türk’ün iç sesi mesela Arapça değildir. Bu iki yönlü iç ses, akıl
ve vicdan süzgecinde ayrışır. Akıl ve vicdan sahibi, işitici, görücü
insan neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilir.
Mahşer sorgusu bir bilgi yarışması değildir. Mahşer sorgusu, kişinin
yapıp ettiklerinin ve niyetlerinin kendi özgün koşullarında hesaba
çekilmesidir. Her kişi gücünün yettiğinden, bilip anladığından, yani
MEVCUDUNDAN hesaba çekilecektir. Biraz önce “çocukların diri diri
toprağa gömülmesinden” sorulacağı söylenmişti. Şimdi bunun “iman” ile
bir alakası var mı? Yok ! Çünkü bu eylem devam ederken, ortada iman
edilecek kitap yok, peygamber yok. Ama sorumluluk var. Çünkü o
sorumluluğa sebep teşkil eden akıl ve vicdan var. İnsan var…
Peki bütün bunlara rağmen ben ne sebeple “Kuran’a iman”dan bahsediyorum ?
Çünkü Kuran sadece bir “sorumluluk kitabı” değildir. Kuran, aynı
zamanda bir “hidayet rehberi”dir. Daha güzel, daha erdemli eylemler
için, karanlıklardan aydınlıklara kavuşmak için tam bir yol
göstericidir Kuran… En adil ve en doğru yolu gösterir.
Bu Kuran sayesinde atalarımızın karmakarışık ettiği, çelişkilere
boğulmuş gelenek inanışından kurtulan biz değil miyiz ? Ve bize bu
hususta doğruyu işaret eden de Kuran değil mi ?
Umarım sorularınıza yanıt verebilmişimdir.
Esenlik dileklerimle…
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|