Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
İranlı ünlü felsefe uzmanı Abdülkerim Suruş'un, Hollanda
radyosuna verdiği röportajda Kur'an-ı Kerim hakkında yaptığı açıklama
batıda ilgi toplarken, İslam aleminde sert tepkilere neden oldu. Suruş
röportajında, Kur�an-ı Kerim�in Peygamberin zihninin ürünü olan üst
seviye bir şiir olduğunu ileri sürmüştü. Bu arada, Suruş'un birkaç ay
sonra piyasaya çıkacak olan �Nebevi Tecrübenin Açılımı� isimli
kitabının daha büyük tartışmalara neden olacağı belirtiliyor.
Suruş'ın yakın arkadaşı Muhammed Ayetullah Tabar, "Kur'an-ı kim yazdı?"
adıyla kaleme aldığı makalesinde, Suruş'u, Müslüman Lüther olarak
tanımlıyor. Tabar, Suruş'un Avrupa ve ABD�de, o üniversiteden bu
üniversiteye dolaşarak, İran�ın imamlık kurumuna şok dalgaları
gönderdiğini yazdı.
"Yeni peygamberler ve mehdiler türeyecek"
İlk
olarak oryantalistler tarafından ortaya atılan Kur'an-ı Kerim ile
ilgili iddiaları İslam dünyasında ilk kez Suruş ileri sürmüyor.
Müslüman dünyada bunu ilk dillerinden biri Pakistanlı düşünür
Fazlurrahman olarak gösteriliyor. Fazlurrahman Kur'an üzerine benzeri
iddiaları içeren bir kitap yazdığında Pakistan'daki ulema tarafından
büyük tepki almış ve ülkesinden sürgün edilmişti. Mısırlı aydınlar
Suruş'un Kur'an ile ilgili iddiaların son yıllarda daha revaç
bulacağını açıklıyor. Dini ilimler konusunda büyük erimenin yaşadağına
dikkat çeken Mısırlı aydınlar, yakın zamanda gelenek savunucuları
arasından birçok mehdinin hortlayacağı gibi, modernist Müslümanlar
arasında da birçok peygamber'in hortlayacağını ileri sürdü. Mısırlı
aydınlar, "Modernist Müslümanlar ilham ve vahyin manasını karıştırıyor.
Vahyin iniş şekilleri üzerinden hareket ederek çok yanlış çıkarımda
bulunuyorlar. Bunlar peygamberin sahip olduğu bilgeye kendilerinin de
sahip olabileceğini ileri sürerek kendi peygamberliklerini zımnen ilan
ediyorlar." dedi.
Muhammed Ayetullah Tabar'ın makalesi için tıklayın:
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
Hangi yazıları kaldırmışlar, kaçırdığım bir şey mi oldu?
Esenlikle...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
Mustafa Bey'in sitesi vasıtası haberdar olduğum "Açık Fikir
Toplantıları" çerçevesinde tertip edilen ilk konferans olan Prof.
Abdülkerim Suruş 'un "İslam, Demokrasi, Modernite" konulu konuşmayı
kendim adıma bilgilendirici, düşünmeye sevk edici buldum.
Prof. Suruş günümüz İran�ının yetiştirdiği en tanınmış
düşünürlerdendir. Kendisini ilk olarak 2001 yılında Washington'da CSID
(İslam ve Demokrasi Etütleri Merkezi) organizasyonunun düzenlediği
benim de bir tebliğ sunduğum �Post-modern Çağda İslam Demokrasi ve
Laikçi Devlet� konulu konferansta tanımıştım.
Prof. Suruş�un düşünce çizgisini karakterize etmek için akılma gelen
ilk kelimeler rasyonalist İslam savunucusu, veya modernite ve demokrasi
ile barışık İslam yorumcusu denilebilir. Başkaları kendisi için
reformist, revizyonist, yenlikçi, liberal Islamist hatta ve aşırı uçta
mürtet gibi kelimeler kullandılar. Suruş kendisi için başkalarının
kullandığı tavsifler konusunda savunmacı olmayacak kadar öz güvenli,
bir düşünür. Daha önce dinlediğim konuşması gibi bunda da bir ideolog
değil görüşleri tahlil ederken makul argümanlar sunan ve kendininkine
zıt görüşlere de adil davranabilen bir düşünür.
Suruş �İslam ve akıl � konusuna yaklaşırken İslam�daki iki itikadi
gelenek olan Eşariye ve Mutezile arasında Mutezile�yi tercih ettiğini
söylüyor. Suruş�a göre Eşariye okulu mutasavvıf, din adamı
yetiştirmiştir fakat filozof yetiştirememiştir; çünkü vahiyden bağımsız
akli fazla olumlu bakmayan bir gelenektir. Öte yandan Mutezile mezhebi
vahyin dışında da objektif rasyonel olabileceğini, dolayısı ile aklin
vahiyden bağımsız olarak kullanılabileceğini savunur. Bu bağlamda
Suruş�un görüsü bana Papa XVI. Benedikt�in �dinin akıl ile bağdaşır�
olduğunu ve Ibn-i Hazm gibi ulemanın �Allah�ın insan aklından bağımsız�
olduğunu öne sürdüğünü ve bundan Islam'in "siddet" gibi akla uygun
olmayan fiillere cevaz verdigini iddia etmesini hatırlattı. Keşke Papa
Suruş�un konuşmasını dinleseydi.
Sünni İslam�da kazanan, ve hakim tarafın Eşariye olduğunu not etti.
Öte yandan Şii İslam�ın Mut�ezile geleneği ile gurur duyduğunu fakat
bunun şu anki gerçeği yansıtmadığını, bugün İran�da aslında Eşariye
okulunun hakim olduğunu ifade etti. Şimdilerde ise Sünni İslam�da da
Mutezile çizgisinde alimlerin yetişmesinden memnuniyetini ifade eder.
Su ana kadarki notlar aslında Prof. Suruş�un bir soruya cevap
dışında dokunduğu mevzular değildi. Ama o�ndan bahsedince kendisinin en
karakteristik argümanlarından birinden bahsetmeyi gerekli gördüm.
Konuşması adı üstünde İslam ve modernitenin ve demokrasinin
bağdaşabilirliği üzerine idi. Suruş bunu yaparken modernite fetişizmi
yapmadı. Tam tersine �modernitenin ruhunu (veya özünü, hakikatini
�esence�) aramaya gerek yok; modernitenin ruhu (veya ahlaki bir
hakliliği) yoktur� dedi. Ne geleneğin ne modernitenin üstünlüğü
argümanı objektif olarak yapılamaz Suruş�a göre. Modernitenin zıddı
için gericilik (veya �irtica�) olarak değil yoksunluk ve basarisizlik
(hüsran) olarak tanımladı (tabii ki burada modern dünyada modern
olmayan toplumları kastediyor).
Modernitenin iki farklı bileşenini donanım ve yazılım olarak tasvir
etti. Donanım teknoloji, ve ürünleri, yazılım ise fikirler, değerler,
prensipleri temsil eder. Gelenek ile modernite arasındaki savaş yazılım
cephesinde cereyan eder. Buradan ben moderniteyi bir �hayatin gerçeği�,
kaçınılmaz bir durum olarak sunduğu yorumunu çıkardım. Moderniteyi
yüceltmek veya kökten reddetmek yerine kendisine uydurarak sahiplenmeyi
(kullanımına almayı - �appropriation�) daha akılcı buluyor Suruş.
Nitekim modernitenin kökten reddini savunduğunu söylediği gene İran�ın
yetiştirdiği zamanımızın değerli mütefekkirlerinden Seyit Hüseyin
Nasr�i bu görüsünden dolayı eleştirdi.
Modernite sadece daha önce belirlenmiş sabit gayelere ulaşmak için
vasıta değildir; modernite ayni zamanda varılacak hedefleri de
değiştirebilir. Örneğin telefon icat edildiğinde bu günkü Internet veya
cep telefonu mucidin aklından geçmedi. Modernitenin �donanım� kısmı
bize �ihtiyaç� dediğimiz şeyleri yeniden tanımlattı. Yaşamanın objektif
amacı mutluluk olmak tanımlanır çoğunlukla. Artık bunun evrensel
geçerliliği tartışılır.
Bu bağlamda Batı ile İslam dünyasını karsılaştırırken birkaç
yüzyıldır açılan makas için yerli oryantalist bir gözlük kullanarak
�onlar reform yaptılar, biz yapmadık� vb seklinde suçu İslam�a yüklemek
yerine �tarihi kazalara� yordu. �Onlar şanslıydı biz şanssızdık�.
Diğer kayda değer bir tespit de modernitenin Islama rejimler için
problem yarattığı idi. (Ör. Iran). Problemin nedeni: Modern vasıtalarla
modernite öncesi gayelere ulaşmaya çalışmak.
Iran deneyimini İslam dünyası için örnek olarak sunmak yerine daha
nötral ve objektif bir yaklaşımla bu tecrübenin İslam dünyası için
başarıları ve başarısızlıklarından çok şeyler öğrenebileceği bir deney
olarak bahsetti. Iran bağlamında Hatemı çizgisine yakın olduğunu da
dolaylı olarak ifade etti.
Modernitenin ortaya çıkardığı açmazlar, tezatlara karsı �çözüm� veya
�doğru yaklaşım� olarak su öneriler ve değerlendirmelerde bulundu:
Modernite tamamını almak veya reddetmek zorunda olduğumuz bir paket
değildir. İçinden değerlerimize göre secim yapabiliriz. Değişik
moderniteler mevcuttur; alıp kendi değerlerimize uygun hale
getirebiliriz.
Modernite de tezatlar da mevcuttur; fakat tezatlar hayatın bir parçasıdır, �tezattan korkamayalım�.
Modernite taklit demek de değildir. Her kültür gibi , İslam kültürü
de moderniteyi kendisine adapte edebilir. Bunu açıklamak için benim
örneğim: TV veya Internet bir �donanım� dır, ahlaki olarak notraldir.
Bu donanım doğru yazılım ile uygunlaştırılarak sahiplenilir. Bizim
sahiplenmemiz Müslüman kimliğimizi yansıtır şekilde olmalıdır.
Geçmişte insanlar için Arap, Acem veya Türk olmak önemli bir kimlik
değildi; otomatik avantaj veya dezavantajlar barındırmıyordu. Ama
modernite milli kimliklerin önemini arttırdı. Fakat bu gün görüyoruz ki
bu artık tekrar insanların kendilerini kimliklendirmelerinde kifayetsiz
kalıyor.
Yönetim ve demokrasi üzerine:
Demokrasi üzerine daha az konuştu. Demokrasinin sadece sandığa
gitmekten ibaret olmadığını söyledi. İran�ı örnek verdi ama nezaketin
Türkiye�den bahsetmedi.
Vurguladığı diğer bir nokta , çeşitli baskı rejimleri tarafından
veya dış güçler tarafından hakları çiğnenen İslam toplumlarında
Müslümanların bütün problemi �gücün� kendilerinde olmayışında
gördükleri ve devlette hakim olduklarında problemlerinin çözüleceği
gibi bir kolaycılığa kaçtıkları idi. Gücün bütün problemleri çözeceği
yanlış bir beklentidir. Güç değil fikirler, bilgi ve bilginin
sahiplenip uygunlastirilmasi veya �Islamizasyonu� gerekir.
Churchill�in meşhur �demokrasi berbat bir sistemdir ama berbatların en
iyisidir� sözünü hatırlattı. Demokrasinin kendi kendine nihai hedeften
çok daha temel gaye olan adaletin sağlanması için en uygun mevcut araç
olduğunun altını çizdi. Bundan dolayı da demokrasinin temel direğinin
bağımsız adil ve güçlü bir yargı olduğunu ve bunun tesisi için de
sağlam bir adalet teorisine ihtiyaç olduğunu ifade etti. Aklıma �tavuk
mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar� ve �peki bu güçlü adalet
teorisini hangi şartlar ortaya çıkarır� sorusu geldi ama soruların
çokluğundan sıra gelmedi sormaya.
Soru cevap kısmında bir arkadaşın Iran devrimi�nin gayesi Silikteki
velayet-i fakih müessesesini tesis etmek olduğu argümanını reddederek,
bu durumun gaye değil devrimin oncusu İmam Humeyni�nin ayetullah
olmasının �kazaren� ortaya çıkardığı bir durum olduğunu ifade etti.
Aklımda kalanlar ve notlarımdakiler bu kadar. Ben ilk is olarak
Prof. Suruş�un "Reason, Freedom and Democracy in İslam" (İslam�da Akil,
Özgürlük ve Demokrasi) kitabini alacağım. Türkçe�ye çevrildi mi
bilmiyorum. Kendisi ve fikirleri hakkında daha fazla bilgi için
www.drsoroush.com.
Bize böyle değerli bir mütefekkirin fikirlerinden istifade etme
imkanı sundukları için �Açık Fikir Toplantıları� düzenleyicilerine
teşekkür ederim. Buna benzer daha nice hayırlı faaliyetler dilerim.
bekir yıldırım
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Fethullah Gülen, bazı açılardan İranlı düşünür, filozof
Abdülkerim Süruş ile de karşılaştırıldı. Asıl ismi Hüseyin Hâc
Feracullah Debbağ olan Abdülkerim Süruş, eczacılık, kimya, tarih ve
bilim felsefesi tahsili yaptı. Gayri resmî olarak fıkıh, İslâm
felsefesi ve kelâm dersleri de aldı. Muhammed Hasan Salih Ali Şah'a,
yani Alişahî tarikatına intisap etti. Meşhur çağdaş müfessir ve
filozof, Ayetullah Hüseyin Ali Tabatabaî'den çok etkilendi. İslâm
felsefesinin üstünlüğüne o kadar inanmıştı ki, "Tüm dünya kanatlarımın
altında" diyordu.
Süruş, İran devriminin hazırlayıcılarından Mutahharî, Behişti
ve Şeriatî gibi âlimler ve aydınlarla da yakın temas halinde idi.
Devrim önderi Ayetullah Humeynî'ye çok bağlıydı. Türkçe'ye Evrenin
Yatışmaz Yapısı adıyla çevrilen ve 16. asır İran işrakî filozoflarından
sayılabilecek Molla Sadra (Sadreddin Şirazî)'nın felsefesini ele aldığı
Nahâd-i nâ-Ârâm-ı Cihan adlı eseri Humeynî tarafından çok beğenildi.
Ayetullah Humeynî, devrimden sonra Süruş'u Kültür Devrimi Danışma
Kurulu'na tayin etti. Süruş, bu arada Mevlânâ'nın şiiri üzerine
konferanslar veriyor, Havza-yi İlmiye'de kelâm-i cedit okutuyordu.
Süruş, zamanla devrim kadrosuyla anlaşamadı. Artık, geleneksel İslâm
metafiziği karşısında modern sosyal bilimleri daha sağlam temelli
görerek tercih ediyordu. Geleneksel İslâmî ilimlere insan menşeli
olarak bakıyor, onları modern bilimlerden farklı değerlendirmiyordu.
Çalışmaları zamanla hermenötik, bilim felsefesi, "dinî bilginin evrimi"
gibi konular üzerinde yoğunlaştı. Dinî bilginin, her bilgi dalı gibi
bir bilgi dalı olup, herhangi bir kudsiyete sahip bulunmadığını iddia
ediyordu. Bu sebeple, ulemadan büyük tepki gördü.
Abdülkerim Süruş'u tanımak için, düşüncesinin temelini
oluşturan iki görüşünü kendi cümleleriyle vermek ve bir tavrına dikkat
çekmek yeterlidir: Süruş, şöyle yazar: "Tektipçiliğe, taklide, fıkhın
ve fakihin kutsallığına saygı duyuyorsun; ben ise imanın, özgürlüğün,
inceliğin, inanç ve iradenin çevikliğinin renkliliğini ve çok
boyutluluğunu takdir etmeni rica ediyorum." Bu sözler, ilk bakışta
fıkhı donmuş kurallardan ibaret sayanlara haklı bir tepki olarak
algılanabilir. Oysa, kendisine "Şiî İslâm'ın Luther"i denilen Süruş,
genel düşünce yapısı içinde, dini fıkhî yanından âdeta mahrum ve
dolayısıyla inanç noktasında korunmasız bırakmaktadır.
Süruş'u tanımak için ikinci çok önemli donemiz, onun
felsefesinin temelini oluşturan şu değerlendirmesidir: "Fıkhın
daralması ve genişlemesi realist bir teoridir ki, bir şeyi, o şeyi
kavramaktan ayırır. İdealizm bir şeyin zihindeki ve hariçteki varlığını
birbirinden ayrı görmezken - çünkü zihni ve gerçekliği aynı kabul eder
- realist epistemolojinin asgarî şartı, nesne ile onu bilmeyi
birbirinden ayırmaktır."
Süruş'un, Kant ile Karl R. Popper çizgisine yakın "eleştirel
realist filozof" olarak değerlendirilmesine sebep olan bu görüşü hiç de
yeni ve bize yabancı değildir. Onun bu temel kalkış noktası, aslında
Mutezile'ye aittir. Bu Mutezilî düşünceye göre bir şey, evvelemirde,
yani kendisi ve insandan bağımsız olarak ne ise odur ve onu bilmekten
farklıdır. Dolayısıyla bilgi bilenden, değer onu değerlendirenden,
ibadet âbidden bağımsızdır. Mutezile'ye göre, meselâ namaz kılarız,
fakat onun evvelemirdeki kendi olan keyfiyet ve mahiyetini
yakalayamayız; bu sebeple de, hiçbir zaman tam manâsıyla namaz
kıldığımız söylenemez. Tamamen vesveseye açık bu düşünceye karşı Ehl-i
Sünnet, "Namazın evvelemirdeki keyfiyeti ne olursa olsun, namazın
gerekli şartlarını yerine getirmekle namaz kılmış oluruz." der.
Süruş'un benimsediği bu Mutezilî görüş, İslâmî ilimlere ve dine
uygulanınca, elbette dinî ilimlerin dayandığı gerçekten bilinebilir,
objektif ve herkesi bağlayıcı bir hakikat kalmayacak, her dinî bilginin
değeri bilenle özdeşleşecek, onun İlâhîlik vasfı ortadan kalkacak ve
her bilgi, tamamen izafî hale gelecektir. Böylece, din adına da ortada
mutlak değerlerden çok şahsî yorumlar kalacaktır. Tarihselciliği dine
uygulamaya yol açan görüş, yine bu görüştür. Nitekim Süruş, "Dinî ilim,
başka her ilim gibi, dini bilmeyi temsil eder. Yani bilenin bilgisinden
ibarettir." diyerek, dinî ilim adına her şeyi yoruma indirger.
Carroll'un çalışmasının önemi
Süruş'u tahsil yıllarındaki tavır ve düşüncelerinden bu noktaya
getiren ana faktör, İran devrimini başarısız görmesidir. O, başarı
adına ölçü ve verili gerçek kabul ettiği modern durumlar, olgular,
modern siyasî sistem ve düşünce ile geleneksel İslâm arasında
beraberlik kuramamış, dolayısıyla İslâm'ı da suçlayamayacağı için, onu
yoruma indirgeme yoluna gitmiştir. Meşhur Oliver Roy'u, "siyasal
İslâm'ın bitip, post-İslâmcılığın başladığı" iddiasını seslendirmeye ve
"post-İslâmcılığı da siyasî İslâm'ın başarısızlığından türemiş bir tür
lâiklik" olarak tarif etmeye sevk eden, Süruş'taki bu değişimdir.
Neo-Selefîliğe dayalı İslâmcılık, mevcut durumları ve İslâm'ın
kendine has yolunu, aksiyon çizgisini nazara almadan, su üstüne bina
kurma girişimi gibi bir İslâm devleti, siyaseti, ekonomisi hedefine
yönelmiş ve temelsiz bir idealizm sergilemiştir. Süruş ise, dinin
özellikle hayata yansımasında izafîliği öne çıkarmış, ulemanın
otoritesine muhalefet ederken, elbette kendisinin de dahil olduğu yeni
bir otorite sınıfı üretmiştir.
ali ünal
makalenin tamamı için http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=658778
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
- Kimlik olarak İslam ve Hakikat olarak İslam diye bir ayrım
yapıyorsunuz. Bu ikisi birbirinden tamamen ayrı mı, yoksa ilintili mi?
Bunlar birbirinden farklı; ama ilintili iki kavram. Hakikat olarak
İslam, hayat, doğa ve ahiret hakkındaki inançlar ve ameller bütünüdür.
Kimlik olarak İslam ise ötekine fark koyan bir ideolojidir. Tarihsel
olarak baktığımızda Hazreti Peygamber döneminde �kimlik olarak İslam�a
belirgin bir önem atfedildiğini görürüz. Allah ve ahiretle ilgili bazı
inançları vazedip gitmiş değildir Peygamber Aleyhisselam. Kasti ve
kararlı bir şekilde Yahudi, Hıristiyan ve putperest kimliğiyle farkını
ortaya koymaya çalışmıştır.
Kanaatimce ibadet dilinin Arapça olması bir kimlik tesisi gayretinin
ürünüdür mesela. Bu sayede ümmet için bir ortak dil vazediliyordu
aslında. İranlısı, Arap�ı, Türk�ü, Endonezyalısıyla bütün bir ümmet
aynı dili kullanırsa birbirlerine daha yakınlaşacaktır. Bu da
birleşmiş, oturaklaşmış, bağları güçlenmiş bir ümmet demek. Hasılı
Kimlik İslamı Hazreti Peygamber�in vazettiği dinin vazgeçilmez bir
rüknüdür.
Bir rükün olmakla birlikte bu kimlik faktörü dinin tamamı değildir.
İslam�ın Batı ile temasa geçtiği yıllara kadar İslam�ı hem bir hakikat
kaynağı hem de bir kimlik kaynağı olarak kullandık. Ancak Batı�yla,
�öteki�yle olan temasımızla birlikte toplum dinin �kimlik sağlama�
rolüne daha fazla ağırlık vermeye başladı. Kimliğimiz konusunda daha
bir bilinçli ve vurgulu davranmaya başladık. Böylelikle de kimlik
savaşı ortaya çıktı. Kimlikler böyledir; birbirlerini iterler. Sen
kendi kimliğini vurgularsan, ben de kendi kimliğimi vurgularım. Ve
sonuçta çatışma başlar.
- Bir dinler savaşı değil, kimlikler savaşı öngörüyorsunuz yani?
Benim söylediğim şundan ibaret: Batı�nın baskın ve tehditkâr
kimliğinden dolayı Müslümanlar bugün Kimlik İslamı�na gereğinden fazla
vurgu yapıyor. Bu da kimlik ve hakikat faktörleri arasındaki dengeyi
bozuyor. Eğer dini sadece inanç prensipleri olarak görürseniz safi bir
sûfi olursunuz. Dünyada neler olduğu, adaletin tesis edilip
edilemediği, ümmetin hali, çevrenizdeki insanlar ilgilendirmez sizi.
Diğer taraftan kimlik faktörüne yapılan vurgu gereğinden fazlaysa bir
savaşçı olmanız kaçınılmazdır. Bu defa da inançlar, bu inançların
insani yönü ilgilendirmez sizi. Bu ikincisine �dinin
ideolojileştirilmesi� diyorum. Bu, dinin kimlik faktörünün bir silah
olarak kullanılması anlamına geliyor.
Yanlış anlaşılmak istemem. Dinin kimlik sağladığı gerçeğini inkar
etmiyorum. Bu gerekli değildir de demiyorum. Ama bu, dinin inanç ve
amel yönünü bastırmamalı. Bir zamanlar bu dengeyi koruyabiliyorduk.
Şimdi din büyüklerinden beklediğimiz o dengeyi yeniden tesis etmeleri.
İSLAM DÜNYASINDA ÇOK BEDEVİ VAR
- Bu sınıflandırma sadece İslam dinine mi has? Hıristiyanlar da dinin
kimlik yönü ile hakikat arayışı yönü arasındaki dengeyi bozabilirler
pekala.
Doğrudur. Bu bütün dinlerde olabilecek bir şey. Sözgelimi mevcut papa,
bence fazlasıyla kimlik vurgusu yapan bir insan. Oysa önceki papa, yani
John Paul II farklılıkları kabullenebilen, hakikati nerede görürse
saygı duyabilen bir insandı. Bu yeni papa bir teolog. Teoloji
felsefeden farklı bir disiplindir. Teoloji karşıtı değilim ve belki ben
de bir teolog sayılırım. Ama teoloji diyalog için iyi bir dil değil,
bunu da kabul etmek gerek. Teoloji doğası icabı dışlayıcıdır. Bir
teolog olarak benim işim dinimi korumak ve desteklemek. Tabii ki
seninkini dışlayarak. Bu noktada diyalog biter, çatışma başlar. Oysa
felsefede durum farklıdır. Felsefe hakikatle uğraşır ve hakikatler
kimlikler gibi çatışmak zorunda değildir. Bir araya gelebilir ve
birbirini destekleyebilirler.
Zamanımız Yahudiliği de neredeyse tamamen bir kimlik dinine dönüşmüş
durumda. Yahudi olduğunu söyleyen insanların çoğunun bir inanç sistemi
olarak Yahudilikle alakası kalmamış. Onda bir kimlik buluyorlar o
kadar. Bu da onu çatışmacı ruhlu adamların elinde bir silaha
dönüştürüyor.
Ne yazık ki Müslümanların içinde de çok var böylesi. Tekrar ediyorum.
Kimlik olarak İslam�a karşı hiçbir eleştirim yok. Bu gerekli bir
yönüdür dinin. Kimliksiz kalırsak �hiç kimse� oluruz. İslami kimlik
bizim kültürümüz, geleneğimiz ve tarihimizdir. Bu korunmalı, ara ara
harekete geçirilmeli, sık sık ziyaret edilmeli. Ama gereğinden fazla da
vurgulanmamalı ve dinin inanç ve hakikat yönünden daha baskın olmamalı.
Bu söylediklerimi Kur�an terminolojisiyle anlatmak gerekirse �İslam�
kimlik olarak din, �iman� da hakikat olarak dinin karşılığıdır
diyebilirim. Hucurat Sûresi�ndeki şu ayetten bahsediyorum: �Bedeviler,
�inandık� dediler. De ki, siz iman etmediniz; ama �İslam olduk� deyin.
Henüz iman kalplerinize yerleşmedi.� (49:15) Demek ki iman, İslam�dan
ayrı olabiliyor. Birlikte olması, birinin diğerini bastırmaması en
iyisi. Ben diyorum ki bu ayette bahsedilen bedeviler, dini bir kimlik
olarak benimsemiş, ama henüz dinin hakikat yönü, yani iman, kalplerine
yerleşmemiş. Şimdilerde İslam dünyasında çok bedevi var böyle.
DİYALOG DENGE GETİRİYOR SÜNNİ-Şİİ DİYALOGU DA LÂZIM
- Çatışma dinin kimlik yönüne vurguyu artırıyorsa, dinlerarası diyalog ve barış çabaları bu dengeyi oturtmaya yarayabilir mi?
Kesinlikle. Şimdilerde yaşadığımız dünya geçmişten çok farklı bir
dünya. Bu küreselleşmenin hem kötü yönleri var hem de iyi yönleri. İyi
yönü bu dinlerarası diyalog. Geçmişte bir dinin inananı başka dinler
hakkında tam anlamıyla cahil kalıyordu. İhtiyaç hissetmiyordu
öğrenmeye.
Sadece farklı dinler açısından değil. Aynı dinin farklı kolları
arasında da bilgisizlik hakimdi. Diyeceğim o ki dinlerarası diyalog
güzel. Ama acilen aynı din içinde bir diyaloga ihtiyacımız var bizim.
Özellikle de Şii-Sünni diyaloguna. Hususen de Irak ve Lübnan�da
Şii-Sünni çatışmasının tohumlarının atıldığı bu dönemde.
Habermas�a göre artık post-seküler (laiklik sonrası) bir dünyada
yaşıyoruz. Laiklik artık günün modası değil. Şimdi dinî kimlik ve
dindarlık yükselişte. Bu post-seküler çağ henüz doğuş aşamasında
olabilir. Ama büyüyor ve genişliyor. Artık din, üzerinde konuşulması
gereken bir fenomen. Bernard Lewis�i bilirsiniz; ABD Dışişleri
Bakanlığı�nın danışmanı. Diyor ki; 21. yüzyıl Avrupa�sı Müslüman bir
Avrupa olacak. Doğru söylüyor. Dolayısıyla din meselesi çok mühimdir ve
sanırım dünyanın üzerinde asıl konuşması gereken temel meselesidir. Net
bir ifade ile söyleyeyim: Dinin dünyasında barış olmadığı müddetçe,
siyasetin dünyasında asla barış olmayacak.
TEK YORUM, DİNÎ DESPOTİZM GETİRİR
- Ötekini bilmek kadar kendi dinini doğru bilmek de gerekli sanırım.
Sizin önemli bir ayrımınız da �Dinin Kendisi� ile �Dinin Bilgisi�
arasında yaptığınız ayrım. Şart mı böyle bir ayrıma gitmek?
Bu ayrımı ben yapmıyorum. Bu ayrım var, ben adını koyuyorum. Adını
koymak şart bence. Bunun bir tarafında �Dinin Kendisi� var; Kur�an�ın
metni, hadisler ve Hazreti Peygamber�in hayatı. Diğer tarafta da
bunların yorumları. Benim tezim şu: Dinî bilginin doğası icabı her
zaman bir yorum çoğulculuğu olmak durumundadır. Bir nihayi yorum
yoktur. Yorum ilanihaye devam eder. Tek yorum veya resmî yorum dinî
despotizme yol açar.
Tarihimize bakarsanız dinin bir ölçekte çoğulcu yorumlandığını
görürsünüz. Dinî liderlere düşen bizi yine o eski �yorumların
akışkanlığı� dönemine döndürmeleri. Bugün var olan farklı fıkıh
ekollerinin hepsi o akışkanlık döneminde ortaya çıkmış. Sonra birden
kapılar kapatılmış. Bu, fundamentalizmin sebeplerinden biridir.
- Ama yorumların da bir sınırı olmalı öyle değil mi? Sınırsız çoğulculuk olacak iş değil.
Bir sınır olmalı muhakkak. Ama bunu siyasetçiler değil, yorumu yapan
ulema koymalı. Siyasi konumları veya emelleri olan insanlar sınır
koymaya başlarlarsa bu, dinî bilgi üretiminin durdurulması anlamına
gelir.
- Bazıları sizin sınır tanımadığınızı, derin meseleleri halka açarak uzman olmayanların kafalarını karıştırdığınızı söylüyor.
Tutarsız bir suçlama bu. Bugünlerde uzman olanla olmayan ayrımı
netliğini kaybetmiş durumda. Belki eski zamanlarda, âlimlerin sayısının
oldukça az, halkın çoğunun eğitimsiz olduğu dönemlerde bu tür iddialar
ortaya atılabilirdi. Ama şimdi her türlü bilgiye ulaşmak o kadar kolay
ki. Kimin uzman, kimin henüz yeni başlamış bir talebe olduğunu ayırt
etmek çok zor. Benim fikirlerim de kamu mallarıdır. Herkes onlara
istediği gibi ulaşabilmeli. Eğer insanların kafalarını siz
doldurmazsanız, dolduracak birileri illa ki çıkacaktır.
- Peki siz bilgiyle inanç arasında bir ayrım görüyor musunuz?
Bu analitik felsefenin ilgilendiği bir konu. Bilgiyle inanç arasında
bir fark var tabii. Analitik filozofların tanımına göre �inanç bilgi
yoluyla doğrulanır.� Dolayısıyla inanç bilginin bir alt sınıfıdır. Bu
onların tanımı tabii. Ama bu soruyu niye sorduğunuzu anlayamadım.
- Siz �Dinin Kendisi� ile �Dinin Bilgisi� arasındaki ayrımdan
bahsederken inancın bazen anlamadığımız, nüfuz ve idrak edemediğimiz
alanlarla da alakalı olduğunu görmezden geliyor gibisiniz de�
- Dinin bize ilahi vahiy yoluyla geldiği ve bizim onu anlamaya
çalıştığımız, çalışmamız gerektiği doğrudur. Bütünüyle anlayamadığımız
da doğrudur. Kapasitemiz, donanımımız buna yetmez. Belki ileride daha
iyi anlarız. Ancak dinî inanç her durumda bilgiye bina edilmek
durumundadır. Bir şeyi bilmiyorsan ona inanmamalısın.
- Bakara Sûresi�nde muttakilerden �gaybe iman ederler� diye bahsediliyor?
Ama �gayb� anlaşılamayan veya idrak edilemeyen anlamına gelmiyor ki.
Gayb, �algılanamayan şey� demek. Yani duyu organlarınla algılayamazsın,
ama anlayabilirsin. Bir şeyi bildiğin ölçüde güvenebilirsin ona. Ve
güven, iman demektir. Tevekkül imanın bir rüknüdür. Belki bu konuda
sözü Mevlana�ya bırakıp imandan öte aşkın bile bilgiyle mümkün olduğunu
ondan dinlemek lazım. Gazali�den bir satır aktarıyor gibidir Farsça�ya.
İmam Gazali, �Muhabbet marifetin semeresidir� der: �Bilmeden nasıl
sever ki insan; onların sevgisi cehalet üzerine bina edilmiştir.�
- Bilginin kabz-u bastından bahsediyorsunuz bir müddettir. Dinin
bilgisi genişliyor ve daralıyor size göre. Bu ifadeler tasavvufi
ifadeler değil mi?
Evet sûfilerin kullandığı ifadeler bunlar. Havf-u reca, korku ve ümit
kavramlarıyla irtibatlı olarak kullanılmışlar hep. Çok basit bir
analojiyle korkuyorsan kabz halindesin; ümitliysen bast halinde,
açılmış, ferah fezasın denilebilir.
Ama ben bu kavramları dinî bilgiyle alakalı olarak kullanıyorum. Dikkat
edin; dinin kendisiyle alakalı değil. Dinin kendisi vahiydir;
verilmiştir ve orada durur. Ama dinî bilgi zaman içinde bazen daralır,
bazen genişler. Kabz-u bast tamamen dinî bilgiyle, işin insan yanıyla
alakalıdır. Anlama önkabullenimlere bağlı bir süreç. Bazı
önkabullenimler anlamayı ve bilgi üretimini kısıtlayabilir. Diğer
bazıları da geliştirebilir. Bazen bu iki durum için kabz-u bast yerine
evolüsyon ve devolüsyon tabirlerini kullanırım. Dinî bilgi her zaman
ileri gitmiyor. Bazen geri de gidebiliyor.
İSLAM DÜNYASI �BAST� HALİNDE; AMA
- Bu kabz-u bast bireylerde mi gözleniyor yoksa toplumsal bir süreç mi?
Prensipte bir insanda da gözlemlenebilir. Ama ben ulema cemaati ile
ilgiliyim daha ziyade. Bilgi her zaman kolektiftir. Bireysel değil.
Bireyler de kabz-u bast yaşayabilir. Ama kolektivite önemli. Zira bilgi
üretme aslen ulemanın ihtilaf ve ittifaklarıyla vuku bulur.
-Hegel�in gerçek tarihin aklın tarihi olduğu tezini kabullenirsek,
sizin bu kabz-u bast teoriniz de bir tür tarih felsefesi olmuyor mu?
Hegel�in bahsettiği akıl insanların aklı değil. O evrensel bir akla,
sonunda Geist durumuna ulaşan bir akla inanıyordu. O akıl da kabz-u
bastlar gösteriyordu doğrusu. Ama benim teorim tamamen dinî bilgiyle
alakalıdır. Din dışı bilgiyi dahi kapsamaz. Gerçi şunu da ifade
etmeliyim: Lâdinî alanlarda bilgi gelişmiyorsa, dinî alanlardaki
bilginin gelişmesi de beklenemez. Ancak bu bağımlılık çift yönlü değil.
Dolayısıyla da tam bir bilgi teorisi veya tarih teorisi denilemez buna.
Sadece dinî bilginin tarihi derseniz, evet.
ŞAH DÖNEMİNDEKİ ÖZGÜRLÜK VE SONRASI
-Peki İslam dünyası şu anda kabz halinde mi, bast halinde mi?
Bir bast halinden bahsedebiliriz. İslami kimliğin güçlendiği, yeniden
uyandığı bir dönemi yaşıyoruz. Eğer bu kimliksel uyanışı dinin hakikat
yönüyle dengeleyebilirsek geleceğimiz parlak. Ama daha çözülecek çok
problemimiz var. Geçmişte de sorulan bir soru şu: Bizim dinimiz hak ise
niye geri kalıyoruz? Dinin hak; ama o dini yorumlayışın hak değil.
Bilgin doğru değil. Bunları aşmamız gerekiyor önce.
-Dinî bilgiyi düzeltmek anlamında sizin bir şansınız oldu İran�da.
Devrim�den sonra üniversitelerin müfredatını elden geçirmekle
görevliydiniz. Ama mollalarla aranız açıldı. Devrimin kabullenemediği
ne gibi bir eğitim vizyonunuz vardı?
Devrim üniversiteleri, havzaları (Şii medreseler) yüzde yüz kontrolüne
almak istedi. Ben de ayrıldım. İnanın bana Şah döneminde bile havzalar
daha özgürdü. Camiler de daha özgürdü. Hatta şunu rahatlıkla
söyleyebilirim, camilerin bu özgürlüğü Şah�ın sonunu getirdi. O dönemde
camileri halk açar, imamı halk bulur, maaşını halk öderdi. İmam da
tamamen özgür olurdu. Tabiri caizse ülkenin dört bir tarafındaki
camiler tam anlamıyla birer sivil toplum kurumu olarak çalışıyorlardı.
Humeyni�nin dâhi buluşu bu STK yapılanmasını keşfedip, onların
üzerinden bütün bir halkı devrimciliğe yönlendirmesi oldu. Ama
devrimden sonra bütün camiler devlet kontrolüne alındılar.
Ben ayrıldıktan sonra büsbütün aynı kalmadı havzalar. Son dönemdeki
değişiklikler medrese eğitiminin geleceğinin çok parlak olacağı
sinyalini veriyor. Çünkü öğrenciler artık eskiden olduğu gibi tek alan
çalışmıyorlar. Eskiden havzalarda İslam tarihi dersi bile yoktu. Şimdi
Arapçanın yanı sıra İngilizce ve Fransızca öğreniyorlar. Bir de bence
çok önemli olan dinî ilimlerle beşeri ilimlerin birlikte verilmesi.
Şimdi öğrenciler çok farklı alanlarda dersler alıyor. Tabi bunlar
sadece ufuktaki ışıklar. Neticenin nereye varacağını ancak yirmi, otuz
yıl sonra göreceğiz.
HUMEYNİ NİÇİN �DEMOKRASİ� İSTEMEDİ?
- Sizin Humeyni�yle tek probleminiz eğitimin kontrolü olmadı. Devrimin
ilk başbakanı olan Mehdi Bazargan yeni İran�ın resmî adının İslami
Demokratik Cumhuriyet olmasını teklif etmişti. Siz de onu
desteklediniz. Ama Humeyni �demokratik� ifadesini sevmedi. �Dinî
Demokratik Cumhuriyet� diye bir şey hakikaten olabilir mi?
Bazargan bu ifadeyi kullandığında Humeyni�nin hoşuna gitmedi hakikaten.
O sadece İslam Cumhuriyeti ifadesini kullanmak istiyordu. Belki de
Humeyni�nin demokrasiyle alakalı bilgisi yeterli değildi. Belki
demokrasi ile liberal demokrasiyi birbirinin aynı sanıyordu. Liberalizm
o dönem itibarıyla hiçbir sorumluluk, görev tanımama ve sınırsız
özgürlük olarak algılanıyordu. Sanırım Humeyni demokrasiyi de böyle bir
şey olarak görmüş ve reddetmişti.
Dikkat ederseniz �dinî demokratik devlet� diyorum. Bu ifadede sıralama
kendi başına bir mesaj içeriyor. Benim kanaatime göre devletin ilk
vasfı demokratik veya anti-demokratik olmasıyla alakalıdır. Dinî veya
lâdinî olmasıyla alakalı değil. Bu ikinci vasıf ancak demokrasiyle
alakalı vasıftan sonra gelir. Yani sonuçta �dini demokratik devlet,
lâdinî demokratik devlet, dinî diktatörlük ve lâdinî diktatörlük� olmak
üzere farklı devlet yapıları oluşabilir.
Şimdi buradaki hayati soru şu: Demokratik bir devlet aynı zamanda dinî
olabilir mi? Bu iki sıfat yan yana gelebilirler mi? Ben net bir şekilde
�evet� diyorum. Uzun bir açıklaması var bunun. Ama şununla
başlayabiliriz: Demokrasi, dereceleri olan bir rejim türü. Dünyada
hiçbir yerde mükemmel demokratik devlet yok. Birisi % 70 demokratik,
öteki % 50. Diktatörlük de böyledir. Demek ki öncelikle demokrasinin
mutlak ve değişmez bir tanımı olmadığını kabullenmek lâzım.
Bir şeyin tanımı yoksa sıfatlarından hareketle karşılaştırma yapılır.
Kanaatimce demokrasinin en temel vasfı �adalet�tir. Peki İslami adil
bir devlet olabilir mi? Olabilir. İkinci önemli bir vasıf güçler
ayrımı. Bu da İslami değerlerle pekâlâ uyumludur. Yöneticinin hesaba
çekilebilirliği de demokratik bir değer olduğu kadar İslami bir değer.
Basın özgürlüğü demokrasinin bir vasfı. Niçin? Yönetimi eleştirebilmek
için. İslam da bunu öngörüyor. Hasılı �İslami Demokratik Devlet� pekala
olabilir. Tabi ki bu, tam anlamıyla liberal bir devlet olmayacaktır.
Ama liberal bir devlet olması gerektiği nereden çıktı ki?
LAİKLİK VE ANTİDEMOKRASİ
- Türkiye�de gerçek bir demokrasinin ancak laik bir devlet yapılanmasında mümkün olduğu yönünde oturmuş bir kanaat var.
Bu tamamen bir yanılgı. Benzer ifadeleri İran�da da başka ülkelerde de
çok duydum. Çoğu insan laiklikle demokrasinin neredeyse aynı anlama
geldiğini zannediyor. Öncelikle laikliğin demokrasi için yeter şart
olmadığını kaydedelim. Sovyetler Birliği�nde laiklik vardı; Devrim
öncesinin İran�ı da laikti. Ama demokrasiyi getirmedi bu laiklik.
Dahası laiklik demokrasinin gerek şartı da değildir. Bazıları laikliğin
�insan egemenliği� dinîliğin de �ilahi egemenlik� olduğu gibi bir
saplantıya kapılmışlar. Oysa benim yaptığım �Dinin Kendisi� ve �Dinin
Bilgisi� ayrımı bu saplantıdan kurtarır insanları. Dindar insanların
yaşadığı şey kendi dinî bilgilerinin hayata geçirilmiş halidir.
İnsanidir. Tartışmaya, değişmeye açıktır. Demokrasi halkın yönetmesi
ise, dinî demokrasi de halkın dinî değerlere, kaygılara, ihtiyaçlara
saygı duyarak yönetmesidir. Ama yine halkın yönetmesidir. Bir de şu
var: Halkın çoğunun samimi dindar olduğu bir ülkede lâdinî bir devlet
anti-demokratik olacaktır. İnsanlar sadece dünyevi ihtiyaçlarla
boğuşmuyorlar. İnsanoğlunun ahirete bakan ihtiyaçları da var. Gerçek
bir demokrasi bunları da içselleştirebilmeli.
ABDÜLKERİM SURUŞ KİMDİR?
Günümüz Şii dünyasının �liberal İslami düşünürü� Abdulkerim Suruş 1945
yılında Tahran�da dünyaya geldi. İran�da Eczacılık okudu. Londra�da
Analitik Kimya konulu yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra
kendisini tarih ve bilim felsefesi çalışmalarına adadı. Devrim�den
sonra İran�a dönen Suruş, Ayetullah Humeyni tarafından üniversitelerin
müfredatlarını elden geçirmek üzere oluşturulan Kültürel Devrim
Enstitüsü�ne atandı. Prof. Suruş�un rejimle olan ilişkisi mollaların
eğitimin her alanına hükmetme kararlılığından dolayı açıldı. İmam
Humeyni�ye istifasını sunduğu 1983 yılından sonra da rejime karşı
eleştirileri sürekli olarak sertleşti. 90�lı yıllarda çıkardığı Kiyan
adlı aylık dergi Suruş�un dinî çoğulculuk, hermenötik, hoşgörü, molla
rejimi ve ruhbanlık gibi konularda makalelerini yayımladı. 1998 yılında
dergi kapatıldığı gibi Suruş da işini kaybetti. 2000 yılından sonra
İran dışında dersler vermeye başlayan Suruş, Harvard, Yale ve Princeton
gibi Amerikan üniversitelerinin yanı sıra Almanya�da
Wissenschaftkolleg�de ve Hollanda�da Amsterdam Üniversitesi�nde
çalıştı. Din ve dinin bilgisinin iki ayrı şey olduğunu; dinin
kutsallığına karşın din bilgisinin insani ve eksik olduğunu vurgulayan
Suruş, akademisyenliğinin yanı sıra Mevlana Celaleddin-i Rumî�ye olan
hayranlığıyla da dikkat çekiyor.
k.balcı aksiyon
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
abdulkerim suruş islamci bir aydin olmasina rağmen islam devleti olan iran`da tutunamamiş ve abd`de bir üniversiteye geçmek zorunda kalmişti. geçen haftaki iran gezisinde gördük ki, suruş iran`da en çok okunan ve kitleler üzerinde en fazla etkisi olan ciddi bir figüre dönüşmüş. iran`da üniversite öğrencilerinin aklini kariştirdiği ve hikmet-i hükümete uygun düşünceler üretmediği için konferanslari basilan suruş`un kisa bir sürede toplumsal etkisi yüksek bir kanaat önderine dönüşmesi calib-i dikkattir. suruş bir felsefeci. iran`da 100 bin tiraja sahip iki felsefe dergisi var. bilim felsefesinden kimyaya kadar birçok farkli alanda uzmanlaşan suruş, latince`den ispanyolca`ya kadar 7 farkli dil bilen orijinal bir düşünce adami. 1995 yilinda konferans vermesi için türkiye`ye davet ettiğim suruş`un kimi görüşleri onun islam`in martin luther`i olarak adlandirilmasina yol açmişti. suruş`un sorduğu `iktisat, devlet, siyaset ve benzerleri dinden beklenmesi gereken hususlar midir; bu alanlar dinin kapsamina girmekte midir; bulunmamalari dinde herhangi bir eksikliğe yol açmakta midir; acaba peygamberlerin risaletinin zati bir parçasi midirlar? devlet kurmak dinin vazifesi midir? siyaset ve devletin şartlarini beyan etmek risaletin görevi midir? din müslümanlardan böyle bir şey istemekte midir?` gibi sorular iran`da ciddi sikintiya sebep olmuştu. suruş`un görüşlerini kisaca özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir: 1. insan haklari ve adalet gibi bazi kavramlar dinden bağimsiz olarak tanimlanmalidir. 2. dinin asli boyutlariyla arizi boyutlari tanimlanarak alanlarin özerkleşmesi sağlanmalidir. 3. dinin kutsal, dini anlayişlarin ise kutsal olmadiği düşüncesiyle çoğulculuk üretilmeli ve eleştiri kapisini açilmalidir. 4. dinin yükümlülük dili, demokrasinin haklar diline tercüme edilmelidir. iran yönetiminin hem son dönem yaşanan ideolojik boşluğu doldurmak, hem de suruş`un etkisini kirmak için ali şeriati`yi yeniden gündeme taşidiği belirtiliyor. merhum şeriati aslinda sosyal bilimler alaninda suruş`a yakin görüşlere sahip bir aydindi. ama özellikle siyasal tasavvur açisindan suruş`dan ayrilan bir perspektife sahipti. mustafa özcan suruş`un iran`daki konumunu şöyle anlatir: `ali şeriati öze dönüşçü bir düşünürdür. evrensel olmasina rağmen bu biraz sol düşünceyle maluldur. bunun için cemil meriç ona marksizan demiştir. abdulkerim suruş gibi o da clery denilen iranli hiyerarşik ulema zümresinin ve geleneğinin dişinda kalmiştir. clery geleneğinin dişinda olmasi ve biraz da onlar açisindan aykiri fikirler taşimasi onu ulema zümresinin saldirilarina maruz birakmiştir. suruş`u ali şeriati`den farkli kilan ise demokrasi ve ferdiyetçilik ve hatta liberalizm anlayişidir.` (yeni şafak, 16 ağustos 1995) bugün iran`da reformcu kanadin düşünsel arkaplaninda suruş`un etkisi rahatlikla görülebiliyor. reformcular siyasal iktidarin kullaniminda yeterince mesafe kat edemediler, ama suruş, düşünce bazinda önemli bir aşama kaydetti. suruş iran`da tutunamadi, ama düşünceleri toplumda kök saldi. düşünce gücü böylece bir kez daha ne kadar muktedir olduğunu gösterdi.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Abdülkerim Suruş, İranlı bir felsefeci ve din bilgini. 1945`te Tahran`ın nispeten yoksul mahallelerden oluşan güney tarafında doğdu. Üniversitede eczacılık okudu. Daha sonra Londra`ya giderek kimya ve bilim felsefesi eğitimi aldı. Prof. Suruş, İran`daki `resmi din anlayışını` sorgulayan aydınlardan biri. Bu nedenle seveni de çok, yereni de... Konferans verirken birkaç kez saldırıya uğradı. Berlin`den sonra, şimdilerde Amsterdam`da ders veren Suruş `Açık Fikir Topluluğu`nun davetlisi olarak Türkiye`ye geldi ve salı günü İstanbul`da `İslam, Demokrasi, Modernite` başlıklı bir konuşma yaptı. Dün de Abant Platformu`nun organizasyonuyla Kısıklı`daki Mabeyin restoranda küçük bir grupla yemek yedi. Bizlere çeşitli konulardaki fikir ve gözlemlerini anlattı. Prof. Suruş`un önemli saptamalarından biri, ABD`nin aldığı tavrın İran`daki rejimi daha da güçlendirdiği yönünde. Bizim medya ağırlıklı olarak İran`daki rejimin `totaliter` olduğunu öne sürer. Hem Prof. Suruş`un anlattıkları, hem de başka kaynaklar bunun gerçek olmadığını gösteriyor. Mesela Cumhurbaşkanı Ahmedinejad`ın bazı konuşmaları, atıp tutmaları yerden yere vuruluyor İran`da. Tabii bu durum, devlet, hükümet ve mollalarda `otoriter` eğilim ve uygulamalar olmadığı anlamına gelmiyor. Doğrusunu isterseniz, önemli bir düşünür olmasına rağmen ben Prof. Suruş`u pek tanımam. Sadece Birikim dergisinin 137`nci sayısında (Eylül 2000) yayınlanan bir çeviri söyleşiyi okumuştum. İşte ilginç fikirlerinden bir demet: * Bizim, `Allah`ın kitabı yeterlidir` diye bir teorimiz yok. `Allah`ın kitabı bize yeter ve başka hiçbir şeye de muhtaç değiliz` demiyoruz ve dememeliyiz. Biz hem teorik, hem de pratik bakımdan başka birçok şeye muhtacız. Bizim, `Peygamberin tecrübeleri bize yeter` teorimiz de yok. Biz başka birçok tecrübeye muhtacız. * Din, ekonomi ve siyaset teorileri sunmamıştır ve sunamaz da. Ancak yöneticilerin, eğitmenlerin ve siyasetçilerin düşüncelerini hırslar ve batıl bağımlılıklardan kurtararak, onlara siyaset, yöneticilik ve benzeri konularda teoriler üretmelerinde yardımcı olur. * Din ve ahlak normal insanlar ve normal hayat koşulları içindir. Eğer insanlar anormal olursa ve hayat koşulları anormal olursa ne din, ne de ahlak bu koşullarda geçerli ve faydalı olabilir. `Çaresizlerin ve yoksulların elinden tutun` dediğimiz zaman, bizim muhataplarımız başkalarının elini tutabilecek asgari geçim koşullarına sahip olmalıdır. Eğer kendileri aç ve çaresizse başkalarına yardım etmek yerine, belki de onlara saldırıp parçalayabilirler. Birisine `sakin ol` dediğimiz zaman bu normal ve alışılagelmiş durumlar için geçerlidir. Yoksa normal dışı koşullarda bulunan bir insan çaresiz sinirlenecektir. Din kadar pozitif bilimlere de vakıf olan bu önemli profesörün Türkiye`de de ders vermesi iyi olur.
emre aköz
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Kuşkusuz
bu soruyu “vahyin niteliği nedir?” biçiminde sormamız gerekirdi. Fakat
vahiy dönemi kapandığına ve artık o dönemin kayda geçmiş belgesi olarak
elimizde bir kitap (metin) bulunduğuna göre mecburen soruyu “Kur’an
nasıl bir kitaptır?” şeklinde sormak zorundayız.
Kur’an’ın,
okunan vahiy olmaktan “kitap”a dönüşmesiyle ne tür anlam ve bağlam
kaymalarına uğradığı işin ehlinin malumudur. İslam kültür tarihinde
“Kur’an ilimleri” sahasını ortaya çıkaran da büyük ölçüde bu anlam ve
bağlam kaymalarını inceleyen disipline ihtiyaç duyulmuş olmasıdır.
Vahiy
tecrübe edilirken sözkonusu bile olmayan “hareke” sorunu bile, tek
başına, “vahiy”den “kitap”a dönüşmenin yarattığı krizin boyutuna
ilişkin fikir verebilir.
Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı
sırasında İstanbul’u küresel entelektüel sermayenin cazibe merkezi
haline getiren faaliyetlerimiz sırasında Türkiye’yi tanıştırmaktan hep
gurur duyduğum büyük düşünür Abdulkerim Suruş, çevirisini
yayınladığımız söyleşisinde özlü biçimde dile getirdiği görüşleriyle
Kur’an üzerine çok önemli bir tartışma başlattı.
Tartışma
İran’da ünlü dinadamlarının da katılmasıyla alevlenmiş görünüyor.
Önümüzdeki günlerde bu tepkileri de fikritakip.com’da yansıtacağız.
Yakın dostluğumuz bulunan Suruş, özel sohbetlerimizde de dile getirdiği bir görüşünde 90’ların başında şu soruyu soruyordu:
Kur’an nasıl bir kitaptır? Sâmit mi, nâtık mı?
Suruş’un
bu sorusunun İran’da dinadamlarının denetiminde işleyen kendine özgü
cumhuriyet rejimini ve dinî demokrasiyi yakından ilgilendirdiğine kuşku
yok. Suruş bu soruyla aslında dinin siyasi idaredeki (hatta toplumdaki)
rolü üzerine çok temel bir soru yöneltmiş oluyordu.
Kur’an eğer
nâtık (konuşan) bir metinse; kendi sözünü söyleyen, hükümlerini
bildiren ve talimatlarını yönelten bir kitap olacaktır. Ama bu durumda
metni konuşturacak bir kesime ihtiyaç vardır. O kesim de dinde uzman
kişiler, yani dinadamları olmalıdır. Bu yönüyle meselenin sadece
İran’la da ilgili olmadığı görülüyor. İslami gelenekte dinin
yorumlanmasında ulemanın yeri, Kur’an’ın nâtık (konuşan) ya da sâmit
(suskun) bir kitap olmasına göre anlam kazanacaktır.
Kur’an
eğer nâtık (konuşan) değil de sâmit (suskun) bir kitapsa ve ancak
sorulan sorulara cevap veriyorsa her tarihsel dönemin ve her kültürel
havzanın, hatta tek tek her bireyin, sorduğu soruya göre kendi cevabını
alacağı bir metin olacaktır.
Değişik arkaplanlar, bilgi ve
deneyimler, kaygı ve meraklar vs.’den beslenen sorulara farklı cevaplar
alınması Kur’an’ın sâmit (suskun) bir kitap olması halinde doğal
karşılanacakken, nâtık (konuşan) bir kitap olması halinde gayri meşru
bile görülebilecektir.
Vahyin niteliği tartışmasını gündelik hayatın gereklerine taşıyan bu mecraya dikkat edilmelidir.
Bu
pencereden bakıldığında klasik ilahiyatçıların, kelamcılar veya
fıkıhçılar arasındaki ilahiyat tartışmasından ibaret sandıkları
tarihsel pek çok münakaşanın gerçekte dinin en temel konuları üzerine
öne sürülmüş kritik anlamlara haiz fikirler olduğu açıkça görülür.
Geçmişteki
ulemanın neden vahyin niteliğini tartıştığını, neden Kur’an’ın lafzının
vahiy olup olmadığını tartışma konusu yaptığını, neden Kur’an’ın
yaratılmış mı (mahluk), yoksa yaratılmamış mı olduğunu tartıştığını,
Kur’an’da kullanılan kelimelerin yerine başka kelimelerin de
geçebileceğine ilişkin onlarca delil sıraladıklarını (mesela yedi
okuyuş meselesi) vs. gibi konular, dini hayatın ve düşüncenin
biçimlenmesinde doğrudan etkileri olacak tartışma başlıklarıdır.
Fakat
galiba bu tartışmalara yeniden bu gözle bakmadan önce yönteme (usûl)
ilişkin farklı görüşlerin mümkün olabileceğini savunan yaklaşımlara
kulak vermek gerekiyor.
Teknik tabirle “usûlde içtihad”, bu
konuları sadece kelam ve fıkha dair entelektüel tartışma saymamayı, o
tartışmalardan alınacak sonuçların düşünce evreninde yol açması
muhtemel değişim ve bunun tezahürleri üzerine kafa yormayı sağlayabilir.
Şu
halde vahyin niteliği üzerine yapılan tartışmaları incelerken öncelikle
ortaya konan sorular, aktarılan rivayetler ve yürütülen tartışmaların
iklimine bakmakta yarar vardır. Bu sayede aynı tartışmaları bugün
tekrar ele alırken tartışmanın taraflarının gayri meşru önermelerle
ortaya çıkmadıklarına ikna olabiliriz.
Sözgelimi Hz. Ömer’in
İnşirah suresini farklı bir kelime ile okumasını veya hırsız için
öngörülen cezayı kıtlık döneminde uygulamamasının anlamını, yahut
Abdullah b. Ömer’in Felak ve Nas surelerini (Muavvizeteyn) Kur’an’dan
saymamasını, Buhari’de bazı sahabilerin mevcut Kur’an mushafına giren
surelerden başka ayetlerin de bulunduğu veya filan surenin daha uzun
olduğu yönündeki itirazlarına ilişkin rivayetleri vs. geçmişin din
konusundaki algı biçimine ilişkin önemli toplumsal veriler sayıp konuyu
dinîlik, din dışılık tartışmasına dönüştürmemeliyiz.
Yukarıda
sıraladığımız ilginç örnekler, klasik usûlle ele alınıp rivayetlerin
kuvvetli olup olmadığı tartışmasına dönüştürüldüğü içindir ki o
tartışma başlıklarını, aslında dinin temel konularının
tartışılabileceği imkanlar olmaktan uzaklaştırmış olabiliriz.
Oysa
bakılması gereken, zayıf bile olsa bu rivayetlerin muteber hadis
kitaplarına girebilmiş olması, o rivayetlerin halk arasında dolaşıyor
bulunması ve buna rağmen ulemanın veya halkın o tür yaklaşımlara
tepkiyle yaklaşmamasıdır.
Bu açıdan bakıldığında bugün Suruş’un
Hz. Peygamber’in vahiydeki rolü üzerine söyledikleri, aslında geçmişte
tekraren söylendiği halde sırf ilahiyat veya entelektüel tartışma
sanıldığı, yahut somut bir bağlama oturtulup dinin temel ilkeleriyle
ilişkisi kurulamadığı için fark edilememiş çok önemli bir bahsi önümüze
koymuş oluyor.
Buna en güzel örnek hiç kuşku yok Kur’an’ın yaratılmış (mahluk) olup olmadığı ile ilgili tartışmadır.
Klasik
ilahiyatçılara göre bu tartışmanın arkasında Hıristiyan kelamcılarla
yapılan bir tartışma vardır ve Müslüman kelamcılar, “Tanrının sözü”
olan İsa’nın yaratılmış olmasıyla kıyaslanan “Allah’ın sözü” Kur’an’ın
yaratılmamış olduğunu savunmuşlardır.
Oysa neresinden bakılırsa
bakılsın Kur’an’ın yaratılıp yaratılmadığı meselesi, ilahi metnin ebedi
ve ölümsüz olup olmadığı, ya da bugünkü söyleyişle, tarihsel mi olduğu
ile ilgilidir. Öte yandan tartışmanın bir diğer yanında da, Kur’an
sözlerinin (lafız) vahiy mi olduğu, yoksa muhtevanın Rasulullah’ın
kalbine indirildikten sonra onun sözcüklere dönüşmesinin Peygamber’e mi
ait olduğu meselesi vardır.
Mesele, Kur’an’ı modern hayata
uyumlu hale getirmek değil şüphesiz. Fakat bütün zamanlara sözü olan
vahyi tarihsel bir döneme sıkıştırıp o tarihsel dönemin bütün zamanlar
için geçerli olduğunu iddia etmek acaba Kur’an mesajıyla bağdaşıyor mu?
Böyle
bir tartışmanın İran’da yapıldığında heyecanlandırıcı etkilere yol
açmasının nedeni, dinin toplumsal ve siyasal alanların birincil öğesi
olmasındandır. Yaşayan bir siyasi sistemde ve dine göre yönetilmeye
çalışılan bir toplumda bu tür tartışmaları yapmak da izlemek de
bilimsel merakı fazlasıyla kışkırtan bir durum oluyor ister istemez.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma