Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
farklı kıraatler konusunu incelediğimde de hissettiğim şeye yakın bir yere geldim...
sahip olduğumuz bir takım ön kabuller bazı şeyleri görmemizi engelliyor yada olduğundan farklı gösteriyor ...
aynı yeri farklı okuyan iki kişinin peygambere gidip ikisinede doğru denmesi benim için ilgi çekicidir...
hafızlık yaparken bir harfi yada harekeyi yanlış okuduğumuzda kulağımız çekilir bazen dayak yerdik...
sanki şöyle bir şey....
okulda hoca bir konuyu anlatıyor...
anlatırken bakın buraları yazın diyor...
ama anlatmaya devam ediyor bazı açıklamalar misaller veriyor...
daha sonra dinleyen öğrenciler bu konuyu kendi aralarında müzakere ederken farklı ifadelerle anlatıyorlar...
hocaya danıştıklarında her ikisine doğrudur diyor..
evet siz konuyu anlamışsınız ama farklı ifade ediyorsunuz buda olabilir bir şey diyor...
yani aslında önemli olanın işin özünü anlamak meseleyi kavramak espiriyi yakalamak olduğu anlaşılıyor...
o öz yakalandığında onu kendi ifadenle bilginle görgünle ifade edebiliyorsun...
peygamber de o özü çok iyi bir şekilde yakalmış ve çevresindekilere ifade etmiş...
onu doğru olarak ifade eden her söylem geçerli oluyor...
yani şu ağaç benzetmesi de güzel...
ağaç yüce allahın yarattığı verdiği bir şey...
meyveside öyle...
ama meyve aynı zamanda ağacın yetiştiği toprağın iklimin ve çevrenin etkilerini tadını meyvesine katıyor...
o ağacı başka yere diktiğinde yine aynı meyveyi veriyor ama tadında biraz fark olabiliyor...
peygamber bir ağaç gibi sözleri davranışları onun meyvesi gibi...
yüce allah o meyveyi bize veriyor...
o nimeti sunuyor...
gibi bişey...
doğrusunu allah bilir...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Katılma Tarihi: 05 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 611
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
selam
Aslında bu çıkmazlarının ana sebebi şii ve sünni anlayışlarda egemen olan "artık Allah elçi göndermiyecek" yanılgısıdır.Durum böyle olunca hiç kimse tek bir anlayışı kabullenmek istemiyor buda doğal olarak demokratik açılımları haklı çıkarıyor.Oysa elçinin olduğu dönemde muminlerin örneğin salat konusunda ihtilafı söz konusu olabilirmiydi!Şimdi bu entellektüellerin istediği şu :"elçi gelmiyeceğine ve olmadığına göre hiç kimse benim sözüm doğru diyemez.Yanı islamın tek bir yorumu olamaz." Evet, elçi gelmiyecekse bu fikir doğrudur.Burada da çelişki şudur:İnsanlık kimin kriterleriyle sınanacak?Durum ortada insan sayısı kadar islam var.O halde kimin islamı imtihanın belirleyicisi olacak?
Yada elçi gelecek net olarak Kurani projeyi ortaya koyacak iman edenler-inkar edenler ayrışacak.
__________________ Nahl.6:Bir güzellik de vardır onlarda sizin için: Sabah saldığınız sırada, akşam topladığınız sırada. Ve lekum fîhâ cemâlun hîne turîhûne ve hîne tesrehûn
İnsanlık kimin kriterleriyle sınanacak?Durum ortada insan sayısı kadar
islam var.O halde kimin islamı imtihanın belirleyicisi olacak?
güzel sorular...
üzerinde kafa yorduğum ve bence herkesin ciddi kafa yorması gereken şeyler...
çok temel bir konu buradan doğru bir çıkış yapamazsak bir süre sonra yolun bir çıkmazla bittiğini görüyoruz...
çıkmazları görüp geri dönmeyi bilmeli ve nereden yanlış sapağa saptığımızı tekrar anlamaya çalışmalıyız...
ben bir çok sapağı olan bu temel noktada oturmuş hala düşünüyorum...
aslında imtihanın nasıl olduğunu anlamaya çalışan birisiyim sadece...
siz bu konuyu çözmüş bitirmiş olabilirsiniz...
yolunuz açık olur inşaallah...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Katılma Tarihi: 07 ekim 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 672
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Sayın Ali Aksoy ve Hasan Akçay,
Harekelendirme konusunu şöyle izah edeyim.
Şimdi bir dil vardır. Bir de bu dilin lehçesi ağızları vardır değilmi. ?
Şimdi Kur'an Peygamberimizin konuştuğu ve yaşadığı yerin Arapçasıyla indi değilmi. Bu da Mekkenin, Kureyşin konuştuğu Arapçaydı.
Mekkeli bir kişi bunu harekesizde yazsa bunu doğru okuyordu.(Ama zamanla Mekkenin de ağzı değişti. Örneğin 900 lü yıllardaki bir Mekkelinin konuşmasıyla, 600 lerde ki bir mekkelinin konuşmasında biraz değişiklik olmasını normal karşılarız değilmi. Çünkü dil de değişiyor ve gelişiyor.
Şimdi memleketimizde bir İstanbul ağzı var, bir karadeniz ağzı var, ege ağzı var. İç anadolu var, doğu ağzı, trakya ağzı vb.var.
Örneğin Kur'an 'ın Türkçenin İstanbul ağzıyla indiğini farz edelim.
Ayet.- Namazı Allahı Anmak için kılınız. - İstanbul.
Okumalar. Namazı Allahı Anmak için çılaysunuz da.- Karadeniz.
Namazı Allahı Anmak için kılın gari - iç ege-(Ayşe teyze)
Namazı Allahı Anmak için kılasınız ba- Trakya (Hüsmen aga)
vb.
Dilde gelişmeler oluyor, yeni adetler , alışkanlıklar geliyor. Örneğin 19 yüzyıl İstanbulunda adam demek çok kaba bulunup, yerine adem kullanırlarmış. Şimdi de adam yerine adem demek çok komik oluyor.
Her dil gibi, arapçada da bu tip değişimler oluyor.
Arapça yazı da sesli harfleri az bir lisan. Zaten Türkçe yazının latin alfabesine geçişi de bu yüzden.
Ayrıca bugünkü gibi televizyon yok.O zamanlarİnsanlar hangi memlekette hangi ağızla konuşmayı öğrendilerse, ömrünün sonuna kadar böyle gidiyor.
Latin alfabesinde sesli harf tam olduğu için seslerin kaybolması tehlikesi yok. Benim bugün yazdığım bin sene sonra da en ufak bir ses kaybolması ile karşılaşmaz.
Ama Arapçada böyle bir tehlike var.Arap yazısında sesli harfler tam yansıtılmıyor. Zamanında rahat okunan bir kelime zaman geçincedoğru okunamıyor. Veya kendi devrinde okunduğu gibi okunamıyor.
Bir de aynı yazıyı Mekkeli farklı, Iraklı farklı, Suriyeli farklı seslerle okuyabiliyor.
Sonuçta Kur’anın zaman içinde İndirildiği zamanın ağzıyla okunamaması tehlikesi belirdi.
Bunu farkeden Emevi Halifesi Mervan Bin Hakem(öl. 685) dir. Kendisi Mekkede yetişen, ama Şamda hüküm süren bir halife. Lehçe farkının, Kur’an okuma tarzının değiştiğinin farkını anlamış ve aynı Kur’anı kendisi ile bir suriyelinin farklı okuduğunu görmüş ve bir çözüm bulmak içinkendisibizzat çalışmıştır. Bu noktalı sistemi bulduğu söylenir. Hasan beyin gösterdiği Kufi yazı üzerindeki noktalı harekeleme sistemi Mervan Bin Hakem in bulduğu sistemdir.
Bir de Bizim bildiğimiz Kur’an lardaki üstün, esire, ötüre sistemi ni bulan kişi Haccac bin Yusuf tur. Bu kişi bizim tarihten Zalim Haccacdiye tanıdığımız kişidir. Sahabe neslinin neredeyse yarısından fazlasını yok eden bir haindir. Kabe’ye mancınıklarla taş ve alev attırmıştır. Abdullah bin Ömer gibi bir sahabeninkabede zehirli bir oka basmasını sağlayarak, zehirletip öldüren bir kişidir.
Mervan bin hakem de Hz. Osmanın ölümüyle sonuçlanan fitnenin baş sorumlusudur. Sarayda alem yapan, cariyelerin ayakkabılarına doldurduğu şarabı içip sarhoş olan bir karakterdir. İslamiyete bakışı içten bir iman değilde, iyiki Hz. Muhammed bu dini getirmiş yoksa biz Şamda Sultanlık yapacağımıza, Mekkede aşiret reisliği yapıyorduk düşüncesidir.
Ama her ikisinin de Kur’anın Kureyş lehçesiyle doğru okunmasını sağlamak için gayretleri olmuştur. Bugün bütün Kur’an lar Haccac bin Yusuf ‘unbulduğu harekelendirme sistemi ile basılmaktadır.
İslam tarihinde genelde kötü bilinen, iki olumsuz kişinin, dine böyle bir yararı olması Yüce Allahın şaşılası işlerindendir.
Herkese selamlar.
__________________ Allah Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.
Hamd önde de sonda da Rahman ve Rahim Allah�a(a.c)dır.
Allah�ın salât ve selamı yarattıkları içerisinde en güzeli,
sırrının koruyucusu, âlemlere rahmet Hatem�ul Enbiya Muhammed Mustafa
ve onun tertemiz, pak Ehl-i Beyt�i üzerine olsun.
Bugün kâfirler, dininiz yüzünden meyus olmuşlardır artık sizden,
korkmayın onlardan, benden korkun. Bugün dininizi ikmal ettim, size
verdiğim nîmetimi tamamladım, size din olarak Müslümanlığı verdim de
hoşnut oldum.(Maide 3)
Hülasa edilen konuların azaldığı, her kafadan bir sesin çıktığı,
kimsenin anlamlı cümleler etme isteği içinde olmadığı bir devir.
Abidlerin ya da zahitlerin sokaklarda dolaştığı o bizim için bugün akıl
almaz olarak görünen devirleri de geçtik çoktan. Kapitalizmin bizleri
yani halkı köleleştirdiği ve zengini ise başımıza padişah diktiği şu
günlerde artık herkesin başvurduğu bir kitap var: Cahiliye oyunları�
�Abdulkerim Suruş�a ne oldu?� sorusuyla başlayalım işe isterseniz.
Daha sonra da şu malum cahiliye oyunlarının sosyolojik bir zemin
incelemesini yapalım. Ne oldu Suruş�a acaba? Bir dönem İslam�ın en
ateşli savunucularındandı. Üstat Süphanî�nin deyimiyle �nasıl da
Nehc�ül Belaga�yı anlatırdı yürekten�. Dinlemeye doyum olmazdı. Ne
olduysa devrim sonrası oldu. İran İslam Devrimi akabinde İran
radyolarının ateşli hatibi, üniversitelerin güzide hocası Suruş acayip
açıklamalarda bulundu. �İlk önce Keyhan-i Ferhengi adlı dergide "Kabz-u
bast-i Teorik-i Şeriat" diye adlan¬dırdığı bir dizi makale yayınlandı.
Buna İran halkı ve birçok âlim karşı çıktı. Sadık Larecani,
Hüccet'ül-İslam Gareviyan, Hüccet'ül-İslam Seyyid Muhammed Bakır
Harrazi, Ayetullah Mekarim Şirazî vd��(Kadri Çelik Bir Devrimin
Anatomisi). Ancak Türkiye�de İslam devriminin diğer konuları gibi bu
konu da göz ardı edildi ve sadece halkın tepkisi yersizdir diyerek
geçiştirildi konu. Fakat elbette İran halkının tepkisi yersiz değildi.
Bu teoride Suruş alelade İslam�ın dinamiklerine dil uzatıyor ve
oryantalistlerin, emperyalistlerin ekmeğine yağ sürüyordu. Suruş�un bu
görüşleri acaba nereden kaynaklanıyordu? Öncelikle dilerseniz Suruş�un
kuramına bir göz atalım.
Suruş�un bu meşhur kuramı üç temel basamaktan oluşmaktadır:
1- Her ne olursa olsun, tüm bilgilerin değişim gösterdiği gibi dini bilgiler de sabit değil, değişim gösterebilirdir.
2- Dini veriler değişir çünkü dini veriler diğer beşeri tecrübelerle ilintilidir.
3- Din beşeri bilgilerle donandıkça büyür ve kâmil olur. Dolayısıyla
güncel beşeri bilgilere sahip olan dini veri daha sıhhatlidir.
Bu yüzden de bir müçtehit namaz rekâtlarını bilmekle kalmayıp, günümüz fiziğinin rükünlerinden de nasibini almalıdır.
İşte Suruş�un bizlere sunmuş olduğu kuram. Bugünlerde dediği şeyin
altyapısı tam da bu kuramda yatmaktadır. �Kuran: Kelam-ı Muhammed�dir�
diyor ya hazret. İşte bu kuramın sonuçlarıdır bunlar. Ancak bizler bazı
bilgilerle bu kuramın geçersizliği ispat ettikten sonra Suruş�un
İsfahan�da bardağı taşıran son damla olarak yaptığı konuşma ve
Hollanda�da bir dergiye verdiği röportajı üzerine de Allah nasip
buyurursa birkaç kelam edeceğiz. Gelelim Suruş�un kuramın eleştirisine.
Dilerseniz madde madde ilerleyelim.
Birinci olarak hazret buyuruyor ki; her bilgi gibi dini bilgiler
de değişir. Acaba bunu nereden hangi delille çıkarıyor ortaya hazret?
Gerçi üstat Süphanî�nin de buyurduğu gibi Suruş bir tür her şeyden
şüphe etme hastalığına yakalanmış. Ve bu yüzden de her şeyden şüphe
edenler gibi delil sormak yasaktır prensibini belirlemiştir. Çünkü
şüpheciler şöyle buyururlar her soruya �j�espère�, �sanırım!�. Yine de
bizler birkaç açıklamada bulunalım.
Her bilginin değişebileceği prensibi Marksizm�e aittir ve
kesinlikle temelsiz bir düşüncedir. İnsanoğlunun beşeri tecrübesinde
de, dini olarak da her zaman sabit/değişmez bilgiler vardır ve hayat da
bu değişmez bilgilerin üzerine inşa edilmiştir. Örneğin, iki ile ikinin
toplamı dörttür yargısı değişmez bir yargıdır. Dünyanın bir uydusu
olduğu ve onun da ay olduğu değişmez bir yargıdır. Bunun gibi kesin
veriler vardır ve hayat bunlar üzerine kuruludur. Bunun yanında dinde
de değişmez yargılar vardır ve dini veriler, dini hayat bunlar üzerine
kurulmuştur. Örneğin, zinanın haram olması, ahretin varlığı gibi
bilgiler dinde değişmez kabul edilmiştir. Değil bir yüzlerce müçtehit
bir araya gelse zinayı helal sayamaz. Ve Allah dini bu değişmez
hükümler üzerine kurmuştur. Bunun yanında Abdulkerim beyin bana göre
atladığı yer şurasıdır: � tüm bilgiler değil, bazı bilgiler
değişkendir�. Eğer böyle demiş olsaydı onunla hemfikir olabilirdik.
Çünkü dinde de bazı yargılar zamanın gereklerine göre değişebilir.
Örneğin Kadri Çelik hocanın bu konuda vermiş olduğu örnek çok
manidardır. Şöyle diyor üstat: � Peygamberimiz (s.a.a) döneminde kanın
bir hükmü yoktu bu yüzden de alınıp satılması yasaktı, ama bugün insan
hayatını kur¬taran bir fonksiyon taşıdığı için bu hükümde değişme arz
etmiştir�. Ya da satranç ve tavla gibi oyunların ülkelere göre helal ve
haram olmaları gibi durumlar söz konusudur. Ancak bu demek değildir ki
dini verilerin tümü değişebilir. Eğer dini verilerin tümü değişseydi
ortada İslam diye bir din kalmazdı. Herkes kafasına göre bir yorum
üretir ve öylece yaşardı. Tıpkı Marksistlerin dünya yorumları gibi.
İkinci olarak hazret şöyle buyurmuş: dini verilerin gerçekliği beşeri
tecrübelerle ilintilidir. Allah aşkına bu ne demek? Aslında hazret aynı
şeyleri bugün daha açık şekilde dillendiriyor. Dilerseniz bu maddeyi
geçelim ve Suruş�un Kuran�ı Kelam-ı Muhammed olarak tanımladığı
röportajının şerhinde bu konunun da açıklamasını yapalım.
Gelelim hazretin son buyruğuna. Şöyle buyuruyor: Din beşeri
bilgilerle donandıkça, büyür kâmil olur. Dolayısıyla güncel beşeri
bilgilere sahip olan dini veri daha sıhhatlidir. Bu yüzden de bir
müçtehit namaz rekâtlarını bilmekle kalmayıp, günümüz fiziğinin
rükünlerinden de nasibini almalıdır. Bu ne büyük çelişki ya Rab! Din
nasıl kâmil olur anlamıyorum. Din ilahi bir sistemken insani/beşeri
tecrübelerle nasıl kâmil olacaktır? Tüm bir ahret hayalimiz yoksa
deneme yanılmalara mı bağlı? Elbette hayır. Ancak neden böylesine bir
aydın bu kadar pervasız konuşmakta? İşte burada karşımıza iki seçenek
çıkmakta. Ya Suruş ne dediğini bilmiyor, yani İslamî görüşünün İslam�la
alakalı olmadığının farkında değil, ya da Suruş, İslam ve İslam devrimi
karşıtı olan emperyalizmin oyuncağı olmuş. Ben bunu Muhammed Arkoun
eleştirilerini yaptığım �İslam Islah mı Edilmeli?� başlıklı makalemde
Muhammed Arkoun için de sormuştum. Ve şimdi Arkoun hakkında dediğimi
sayın Suruş hakkında da tekrar etmek istiyorum. Ancak gerçekten onun
hakkında aynı temennilerde bulunmak imkânsızlaştı. Çünkü son dönemde
yaptığı yorumlar onun İslam olanların arasından çıktığının
göstergesidir. Ve bence Suruş artık bir İslam düşünürü değil, bir
oryantalist olmuştur. Elbette onun üzerine söylenecek çok şey var
ancak, Üstat Süphanî bunları dile getirdi. Ve Onun sözlerinin olduğu
yerde bize konuşmak düşmez. Dilerseniz şimdi ise Suruş�un İran�dan
ayrılması sonucunu doğuran İsfahan�daki konuşmasına geçelim. Neler
demişti ki Suruş, İran halkı onu tekfir etmişti.
Bu konuşmasında Suruş önce ilimleri ikiye ayırıyor: dini ilimler
ve gayri dini ilimler. Bu nasıl oluyor diye sormayın. Oluyormuş işte.
Bizler de hazretten öğrendik. Şöyle devam ediyor sözlerine: medresede
okutulan ilimler dinidir, üniversitelerde okutulan ilimler gayri
dinidir ve İslam ümmetine ait değildir, dışarıdan alınmıştır. Bu
sözlerin bir üniversite hocasının ağzından çıktığına inanabiliyor
musunuz? İlimlerin dışarıdan geldiğini iddia etmesi bir facia, ilimleri
ikiye bölmesi bir başka facia. Üniversite ilimlerinden kasıt olarak
fizik, kimya, tarih, sosyoloji gibi ilimleri kasteden Suruş acaba hiç
mi tarih okumamıştır? İslam�a kimya, fizik dışarıdan mı gelmiştir? İbni
Sina Aristo okudu diye her şeyi ondan mı öğrenmiştir. Acaba İbni Nedim
ve Cabir bin Hayyan isimlerini hiç mi duymamıştır? İbni Nedim�in
�el-fihrist� adlı kitabı şu gün bile kitap tanıma konusunda dünyanın en
muteber kitabıdır. Cabir bin Hayyan hayatını tıp, kimya ve fizik
üzerine çalışmalarla geçirmiştir. Ve hepsi de hicri 2. Yy.da yaşamış,
İmam Cafer-i Sadık�ın öğrencileridir. Ben bir millet ilimleri şuradan
almıştır diye bir söylemin saçma olduğuna inanıyorum. Aksine ilimler
insanlığın ortak ürünüdür. Burada da hazrete teessüf ediyorum bu
cehaletinden dolayı. İlimleri ikiye bölmek de aynı rükün içindedir.
İlimleri neden ikiye bölelim ki, medrese ilimleri, üniversite ilimleri
diye. Medreselerde okutulan kaynakların hepsinden modern tarih de
yararlanmaktadır. Ve ikisi karşılıklı etkileşim içindedir. Suruş bir de
alttan alta şunu dayatıyor insanlara medreselerde düşünce özgürlüğü
yok! Bu konuya ben değil dilerseniz senelerini medresede geçirmiş olan
Kadri Çelik hoca yanıt versin. Bir Devrimin Anatomisi başlıklı
kitabında şöyle diyor üstat: �Vicdan sahibi olan herkes bilir ki bugün
medreselerde yapılan eleştiri ve tartışmalar üniversitelerde yoktur.
Medrese âlimleri ilk andan itibaren öğrencilerine tartışmayı ve soru
sormayı öğret¬mektedir. Hatta bazen bu tartışmalar o kadar çok
uzamaktadır ki tartışmaya katılmayan öğrenciler rahatsız olmakta ve
"ders oku-madık" demektedirler. Özellikle "ders-i hariç" denilen
merhalede âlimler aylarca bir tek fikhi kaide üzerinde durmakta, ince
eleyip sık dokumaktadırlar. Medreselerdeki özgürlük ortamı
üniversite¬lerde mevcut değildir. Hatta medrese öğrencileri en açık
dini ilke¬leri bile tartışmaktadır. Bu husus da hiç kimse tarafından
eleşti¬rilmemektedir�. Bir ekleme de ben yapmaktayım. Sayın Suruş siz
bu konuşmayı yaparken bulunduğunuz devleti medrese çıkışlı bir adam
yönetmektedir ve sizin yaptığınız bu kadar hatalı yoruma rağmen sizi
tenkit etmemiş aksine sükûnetle sizin düşüncelerinizi belirtmenize
saygı göstermiştir. Şimdi size soruyorum acaba medreselerde düşünce
özgürlüğü yok mudur? Mutahhari üniversitelerde komünizm kürsüsü
kurulmasını önermiştir. Acaba o da bir medreseli değil miydi?
Konuşmasının devamında Suruş eleştirilerini Rehberiyyet makamına
kadar yöneltiyor ve şöyle diyor: �üniversiteliler iş bile bulamazken,
bir medreselinin rehberliğini neden kabul edelim?� �Bu Suruş�un
aşağılık kompleksine işarettir�.(Kadri Çelik Bir Devrimin Anatomisi).
Bu konudan sıkılan hiç de üniversiteli öğrenciler değildir Sayın Suruş.
Siz ve sizin arkanızda olan emperyalistlerdir bu konudan esefte olan.
Halk işte tam da bu yüzden size karşı kinlenmiş ve sizi tekfir
etmiştir. Siz de ülkeyi tek edip kendi fikirdaşlarınızla birlikte
olabileceğiniz bir yeri tercih etmişsiniz. Buna saygı duyuyoruz. Ancak
geçen ay Hollanda�da yeniden İslam�ı yaralayıcı sözlerinize devam
etmeniz gerçekten teessürle karşıladığımız bir şey. Sizin gibi birisi
halen nasıl oluyor da böyle bir hataya düşüyor anlamıyorum doğrusu.
Hollanda�da bir dergiye verdiği röportajda şöyle buyurmuş hazret:
� Kuran kelam-ı Muhammed�dir.� İşte tam da burada Suruş kendi kuramının
2. Prensibine işaret etmektedir. Neydi o prensip hatırlayalım: Dini
veriler değişir çünkü dini veriler diğer beşeri tecrübelerle
ilintilidir. İşte dini verilerin beşeri tecrübeyle ilinti olması
durumunu bu söylemiyle açıyor Suruş. Diyor ki Kuran bir şairin ilhamı
gibi Hz. Resul�ün(s.a.a) ilhamı sonucu ortaya çıkmıştır. Yani Kuran Hz.
Resul�ün(s.a.a) nefsinin ürünüdür. Kuran kelam-ı Muhammed�dir.
Öncelikle şunu sormak lazım Peygamber kimdir? Vahiy nedir? İlim nedir?
Tüm bu soruların yanıtlarını biliyor mu sayın Suruş? Bence kesinlikle
hayır. Eğer bilseydi, bu şekilde temelsiz konuşmazdı. Kuran�daki
görünmeyen alanla ilgili veriler sahih ancak diğerleri hatalıdır diyor.
Acaba görünene bu kadar güzel hükmeden kitap görünmeyen üzerinde neden
hata yapıyor? Sonra sayın Suruş�un kuramının üçüncü prensibinde de üstü
kapalı olarak sunduğu şey de budur. Beşeri tecrübe ile kamil olan din
söylemi. Bu nasıl da saçmadır. Din insanların ebedi mutluluğu için
gelen ilahi bir sistemdir. Ve bu sistemde insanlara sunulan yol hem bu
dünyada hem de ahrette mutluluğu yakalamak üzeredir. Bunun yanında
İslam neden kamil olacakmış ki? Allah Maide Suresi 3. Ayette �bugün
dininizi kamil kıldım� diye buyurmuyor mu? Allah�ın kamilleştirdiği
İslam�ın beşeri tecrübeye hiç mi hiç ihtiyacı yoktur sayın Suruş. Bu
cahiliye düşüncelerine son verin. Şairle Peygamberi bir tutanlar
cahiliye insanıydı. Sizin gibi birisinin ilmine yakışmıyor bu
söylemler. Kuran�ı, Nehc�ül Belaga�yı, Sahife-i Seccadiye�yi bu kadar
iyi bilen birisi böyle konuşamaz. Bize bu tür söylemlerin arkasında
başka şeyler varmış gibi geliyor. Sizi �yüzünüzü dosdoğru hanif dine
dönmeye davet� ediyorum. Cuma Suresi 5. Ayette şöyle buyuruyor Allah:
�Kendilerine Tevrat yüklenenler, sonra da onunla amel etmeyenler, eşeğe
benzerler ki koca-koca kitaplar taşımada; Allah'ın delillerini
yalanlayan topluluğa getirilen örnek, ne de kötü bir örnek ve Allah,
zâlim topluluğu doğru yola sevk etmez�. Siz de sahip olduğunuz ilmi
amel boyutunda kullanın ve gerçeği görün sayın Suruş. Umuyorum ki doğru
yolu bulup açıklamalarınıza bir aydınlık getirirsiniz. Unutmayınız ki
sizler istemeseniz de �Allah nurunu tamamlayacaktır�.
Allahın dinimi? slm.
öncelikle şunu söylemekte fayda var,vahiy;akılı yani kalbi
tetikleyicidir.akıl vahiyden daha geniş ve daha agırlıklıdır.vahiy
allahtan insana değil insandan allaha ulaşan bağlantının kesiştiği
noktadır.akkılı olmayanı allahınvahiyden muaf tutmasındaki sebebte
budur.şunu unutmayalımki vahiy zaman coğrafya ve kültüre göre
farklılıklar gösterir ama asıl amaç kesişen nokta aynıdır;din islam;
genişlik olacaktır .kimse kimsenin üzerüinde din belirleyici olmayacak
allaha aklı üzere imnan edecek.aklını kullanmadan vahye tabi olanlara
Allah ikazda bulunuyor aman şeytan sizi allah ile aldatmasın.ve
günümüzün en büyük sıkıntısı vahyin bir kitab olark sınırlandırılıp
kavramların anlam kaybına uğramasıdır.din,yaşam demektir.yaşamda ancak
akılla güzelleşebilir yoksa tanrı sünnetullahını bozacak
değildir.abdulkerim suruşa teşekkür edsiyorum.akıllarını kullananlara
allah mutluluk vaad ediyor. gerekli olan allahı doğru taktir etmek.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Merhaba Saffet Metin. Benim anladığım, Suruş'un yaptığı, Kuran'ın denetiminden sıyrılmanın bin bir türlü hilesinden yalnızca biri. Basbayağı bir hile.
ALLAH'IN SÖZLERİNİ nesh aracılığıyla iptal etmek, hadisler açıklar bahanesiyle çarpıtmak, parantez içi sözüm ona açıklamalarla beşerî müdahaleye uğratmak gibi.
Sonunda hepsi Allah'ın sözlerine, dolayısıyla hükümlerine, beşeri ortak etmektir.
HAREKELEME olup bittisi de odur aslında; sizin hayırlı bir iş diye nitelemenizi hak etmiyor. Âl-i İmran 7′deki vakfe "mim"ine itiraz eden Yaşar Nuri Öztürk'ün dile getirdiği ÖRTÜLÜ TAHRİF olup bittisi:
Ayetlerin orasına burasına harf ekleme hakkı Kuran’ın tebliğicisi olan Peygamber’e bile verilmemişken başkalarına nasıl verilebilir! Bu müdahale Kuran bünyesinde ÖRTÜLÜ BİR TAHRİF olarak algılanırsa ne olacaktır?
Bu insanlara bu yetkiyi kim vermiştir? Kuran’da eksikler mi var da bunlar düzeltiyor? “O ayeti şöyle anlıyacaksınız!” deme cüretini kimden alıyorlar? (İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI, S. 225).
Katılma Tarihi: 07 ekim 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 672
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Sayın Hasan Akçay,
Bu konularda Arapça bilgim yetersiz.
Biraz araştırarak , birazda osmanlıca bilgimle bu sonuçlara ulaştım.
Örneğin Osmanlıca da kürk, kürek ve gevrek aynı şekilde yazılır ve okunur. İlik ile ılık aynı yazılır. ütü ile oto aynı yazılır.
Şimdi şöyle bir problem olsun. Bir ova düşünün 1500 lü yıllarda. şimdi bu ovanın adı kürek ovası olsun. Bu ovada bir meydan savaşı geçsin. Ayrıca bu ovanın ismi 1700 lerden beri değişmiş olsun. Atıyorum yeni ismi faraş ovası olsun.
Şimdi bizim tarihçilerimiz arşivde araştırma yapıyor. Konuyla ilgili osmanlıca metinlerle boğuşuyor. Yahu bu meydan savaşına Kürk ovası meydan savaşımı diyeceğim, kürek ovası meydan savaşımı diyeceğim, gevrek ovası meydan savaşımı diyeceğim.
Canlı bir şahitte bulmam zor. Amca siz küçüklüğünüzde bu ovaya ne derdiniz. Büyükleriniz, yaşlılarınız ne derdi diye.
Gel çok işin içinden.
Oruç bey tarihi diye bir Osmanlı tarihi okuyorum. Edirneli Kazzaz Oruç bey yazmış. Nihal Atsız beyefendi bunu eski yazıdan yeni yazıya aktarmış.
Şimdi sanırım fetret devrinde bir savaş. Bir komutan adı. ddmzrk . Akın yapmış. Savaşta şehit düşmüş falan. Çevirmen dip notu koymuş diyorki ddmzrk gibi birşeyler yazıyor. Çözemedim diyor.
Ben bunu diğer tarihlerde araştırdım bir şey bulamadım. Daha Sonra Namık Kemal 'in Osmanlı tarihinde buldum. Adamın adı Dedemızrakoğlu Mehmet bey. Ayrıca Osmanlıca değişik, Oruç bey zamanının metinleri (1450 li yıllar) farklı bir şekil yazılıyor. 19 yüzyıl Namık Kemal devrinin Osmanlıcası farklı bir şekil yazılıyor. Okunuyor okunmasına ama ustalaşmak için iyide çalışma gerekiyor.
Ayrıca Arapçada sadece a,e,i,u var. ı,o,ö,ü yok. Şimdi içinde bu harfler olmayan kelimelerin doğru okunması problem. Örneğin Ötüken nasıl yazacaksın.
Peki diyeceksin madem böyle netameliydi. Bugünlere nasıl geldi. Sana o bilgiyi, Macar,Rus türkolog aktardı da öyle geldi. Yoksa zor gelirdi.
Buna benzer sıkıntı Arapçanın şivelerinde var olabilir.
Hele ki eski tarım toplumu. Yan yana iki vilayetin bile lehçesi değişik olabiliyor.
Bugün herkes standart istanbul lehçesi konuşabiliyorsa, bunda eğitimin yaygınlığının ve televizyonun büyük faydası var.
Ben o gününün dünyasında bir Mekkeli ile Medinelinin aynı lehçeyle konuştuğunu düşünemiyorum. Arada 700 km. var. Ama birbirini anlıyorlar o başka.
Türkçe ekli bir dil olduğu için lehçe farkı kelimeye ek hece getiriyor.
Ama arapça bükümlü dil. Lehçe farkı belki kelimeye ek harf getirmiyor.Ama heceyi uzatıyor, vurguyu değiştiriyor. falan.
Tahmin edebiliyorum. Ama bilgim sınırlı olduğu için Arapça konusunda örnek veremiyorum.
Yani böyle problemler var.
Mervan bin hakem ve Haccac bin Yusuf çok kötü çocuklar. Bunlar değil böyle hayırlı iş yapsın, Allah birdir dese inanılmayacak karakterde insanlar.
Ama bu harekelendirme yapılmasaydı, Kuran harekesiz tutulsaydı. Nasıl olurdu. Buna benim ilmim yetmez ama Örnek bir Kur'anı bilgisayarda harekesiz hale getirip, öyle yorumlamak Arapçayı iyi bilen ilim adamları için iyi bir proje olur.
Belki eğer varsa, harekelendirme iyi niyetle yapılmamışsa, anlam kaymalarına neden olduysa bu konu hakkında bilgimiz olur.
Herkese selamlar.
Ama yapılan nekadar
__________________ Allah Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.
Yine Kur'an'da sıkça tekrarlanan "lehv-i mahfuz" kavramı insanoğlunda
böylesi "Dipdiri, sağlam bir menbağın" bulunduğunu gösteriyor;
"Bilakis yalan dedikleri bu Kur'an, yüce bir hitabedir. Lehv-i mahfuzun
içindedir ." (85/21-22) Lehv-İ Mahfuz sözlükte "korunmuş levha"
manasına geliyor. "Levh" in kök anlamı "Belirmek, görünmek,
ortaya çıkmak, meydana gelmek" demektir…
Kaldırmak, görmeleri için yukarı kaldırmak, ima etmek, değinmek, üstü kapalı
olarak anlatmak (telvîhan), şerh, yorum, açıklama, dipnot (telvîhun), talimatname,
katolog, liste, rapor, sunu (leiha, layiha), tabela, levha, pano (levha), düz
tahta ya da tabela şeklinde olan her şey (levh) kelimeleri bu köktendir…
Yukarıdaki Buruc suresinin sondan bir önceki ayetinde "Bilakis bu (Kur'an)
yüce bir hitabe (Kur'an-ı Mecîd)'dir" deniyor ve ardından "Lehv-i
Mahfuz'dadır" denilerek sure bitiyordu. Bu durumda Lehv-i Mahfuz kavramı,
esas kelimenin (levh) görünmek, aşikar olmak anlamına geldiğinden hareketle
yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru iki anlamda yorumlanabilir. Aynı
zamanda bu Allah'dan insana ve insandan Allah'a doğru iki yorum olacaktır. Birinci
anlamda "Görünme süreci (inzali) korunmuş olan", ikinci anlamda "Korunmuş
olandan (vicdan ve sağduyudan) çıkıp görünen" demek olur. Yani yukarıdan
aşağıya "Sağlam bir yerden insana korunmuş olarak, sağlam bir yolla,
şeytan, cin vs. karışması olmadan inen, insanların dünyasında böylece görünen,
aşikar olan Kitap" demek olur. Ki Kur'an'ın başka yerlerinde müşriklerin
"Muhammed cinlerle konuşuyor, söylediklerinde cin ve şeytan karışmaları
var" iddiasına cevap olarak gelen "Açıkcası, o zikri biz indirdik
Biz, onu (indirirken ) koruyacak olan da biziz"(Hicr; 9), "O meknun
(korunan) bir kitap, şerefli bir Kur'an'dır" (Vakıa; 77-78), "Ona
(indirirken) ancak tertemiz olanlar dokunabilir" (Vakıa; 79) ayetleri bu
manadadır. Yani "Kur'an'ın iniş süreci tümüyle kontrol altındadır, endişeye
gerek yok" denmek istenmektedir.
İkinci anlamda, yani aşağıdan yukarıya ise "İnsanlığın korunmuş, unutulmamış,
diri kalan, hala sağ duran duyularından; sağduyusundan, vicdanın derinliklerinden
fışkırarak çıkan, böylece görünerek aşikar olan, ortaya çıkan Kitab"
demek olur. Kur'an'ın hem asil bir peygamberin sözü (kavli rasulün kerim) hem
de Allah'ın sözü (kelamullah) olarak anılmasının nedeni işte bu ikili okumayı
yansıtır.
Demek ki Lehv-i Mahfuz kavramı Allah ile insanlık vicdanının karşılıklı dinamik
ilişkisini betimliyor. Zira Allah bizatihi korunmuş olup O'ndan tertemiz olan
yayılıyor. Aynı şekilde vicdan da korunmuş olup, ondan da tertemiz olan fışkırıyor.
Bu ikisi zaman zaman Tur-i Sina'da, Zeytin ve İncir ağaçlarının altında, güvenli
şehir Mekke'nin Hira'sında buluşuyor ve insanlığa yepyeni levhalar yazıyor,
layihalar getiriyor…
r.ihsan eliaçık
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma