Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Vatan dedik, hain olduk.
Savcının esas hakkındaki görüşünü hazırlaması için duruşmaya sekiz gün ara verildi. Bir türlü sona ermek bilmeyen sekiz gün. Ders kitaplarımız elimizden alınmıştı. Okuyabileceğimiz öykü, roman alabildiğine kıttı. İki saat için avluya bırakılıyorduk. Bir aşağı bir yukarı volta atıyorduk.
Van Gogh: Tutuklular
Savcı, odasında çalışırken avludan görülüyordu. Ama biz hâlâ işin şakasındaydık. Mahkumiyeti aklımızdan bile geçirmiyoruk. Lütfi Güleç gibi bazı hocalarımız bize sürekli moral veriyordu.
İki gecede bi film izliyorduk. Şakalarımız eskisinden de bol ve duruma uyarlıydı. Örneğin film izlediğimiz anda üstümüzden uçak geçiyor. Bir arkadaş ciddiyetle duyururdu. "Korkmayın. Uçaklar bizden." Filmde senet imzalanıyor. Bütün arkadaşlar bağırırdı: "Hey! Oku da öyle imzala. Sonra TALAT’I GÖRDÜM yazarlar." Sinema günüdür; toplanırız. Ama "Film gelmedi; bugün sinema yok," denir. "Tuh!" diye yakınırız. "Yine aldatıldık!"
Sandalyelerin arkasına kalemle içimizi döktük, çakıyla öfkemizi kazıdık:
1459 MASUM HARBİYELİ
İNBE TALAT
VATAN DEDİK HAİN OLDUK
MİLLET DEDİK SANIK OLDUK
HÜRRİYET DEDİK MEVKUF OLDUK
ADALET DEDİK…
Adalet dedik…?
*
Oh be. Sonunda sekiz gün doldu. Savcı esasla ilgili görüşünü okuyor. Ama o da ne. İddianame nerdeyse hiç değiştirilmeden esas hakkındaki görüş diye bir daha sunuluyor. Hani derler ya, temcit pilavı. Tanıkların ifadeleri hiç kâle alınmamış. Hattâ bazı tanıkların lehimizdeki ifadeleri çarpıtılıp aleyhimize kullanılmış. Savcılığın çürütülen iddiaları hâlâ geçerli imiş gibi yineleniyor.
Umut yerini önce düş kırıklığına, sonra giderek öfkeye bıraktı. Salonu bir homurtudur aldı. Yargıç uyardı: "Sessiz olmazsanız sizi dışarı atarım. Yalnız başıma dinlerim. Usul yasası açık." Ama savcının bazı yersiz iddialarına o da tepkili; başını dikti, tavanı inceliyor.
Savcılar özetle 320 öğrencinin beraatını, 1139 öğrencinin beş yıldan onbeş yıla kadar hapsini ve kamu hizmetlerinden men edilmesini istediler; Harb Okulu’nun onurundan dem vurarak diyeceklerini dediler.
Yargıç öfkeyle, "Tamam mı?" dedi; yazıyı alıp dosyaya koydu.
Salonda disiplin kalmamıştı. Savcılığın açıkladığı "Hapırsan da ceza var sana köpürsen de!" anlamına gelen görüş, öğrencilerin kendilerini kapıp koyuvermelerine yol açtı. Kimi sandalyesini tekmeliyor, kimi dışarı çıkıyor; kimi içeri geri dönüyor.
Güvenlik subayı öğrencileri yatıştırmaya çalışıyor: "Arkadaşlar! Kendinizi koyuvermeyin! O savcıdır; şeker de verir çikolata da. Onun istediği olacak diye bir şey yok."
Okul Komutanı salona girdi. Hani TIP diye bir oyun var. Birisi "Tıp!" der, oynayanlar her ne yapıyorsa bırakıp öylece donarlar ya, öyle oldu. Öğrenciler donuverdi. Kedinin önündeki fare oldular yine.
Savunmaların hazırlanması için duruşmaya on gün ara verildi.
Salondan çıkan öğrenci yanındakine bağırıyordu: Arkadaşım! Hani savcılık kamu kurumuydu ya; hani sanıkların lehine olan kanıtları da kâle alırdı ya?
"Bunları ben uydurmadım; tanıklar söyledi!" imiş. Adını verdiği tanıklar bizim azimli olduğumuzu mu söyledi? Nuri Hazer? Ali Elverdi?
Adaaam sen de. Köpeğin havlamasıyla deniz murdar olmaz. Kılımıza dokunamazlar. Nasıl olsa foyaları dökülecek. Onlar kendilerine baksın.
Ertesi gün iç avluda "ictima"ya çıkacaktık. 20 Mayıs’tan önce nerdeyse istemiye istemiye çıktığımız ictima şimdi gözümüzde tütüyordu.
Toplanma yerine varırken çoğumuz dokunuversen ağlayacak durumdaydık. Gülümseyenler bile ağlıyor gibiydi. Hocalarımız yine pencerelerden bize bakıyordu; biraz sonra aramızda olacaklardı. Tamam, yine "Sıraya gir! Hizaya gel!" diye komutlar veriliyordu. Ama bütün bunlar iğretiydi. Biz artık onurlu Harbiyeliler değil vatan haini sanıklardık.
Bölük komutanlarına, tabur komutanlarına tekmil verildi. Alay komutan yardımcısının "Merhaba arkadaşlar"ına candan bir sağol çekildi. Ama alay komutanına kırgındık. Ona çok cılız bir sağol çıktı.
Okul komutanı Burhan Ercan’a da gür bir sağol çekildi. Ayaklar rap diye vuruldu. Sanırım sayın Ercan etkilendi bundan. Kısa süre önce bizim de yüce ülkülere sahip, kalbi vatan sevgisiyle çarpan gençler olduğumuzu düşündü; yumuşadı. Kısacık ama hoş görülü bir konuşma yaptı:
Şu anda boştasınız. Onun için her zamandakinden daha fazla disiplinli davranmanız gerekiyor. Vatan ve millet sevginiz bunu gerektirir zaten. Yazgınız sizi bu noktaya getirdi diye kendinizi kapıp koyuvermeyin. Uygarca bekleyin. Adalete güvenin. Siz kültürlü insanlarsınız.
Savunmalar
Toplu savunma sırasında Avukat Asım Ruhacan’ın özetle söyledikleri:
(1)Hukukçular kuram konusunda bazan ayrı düşseler de maddi olaylar konusunda daima birleşirler. Elimizdeki davada bu ilke gözardı edilmiş durumdadır; öyle ki sayın savcı, tanıkların asla söylemedikleri şeyleri söylediklerini öne sürüyor. Biz tanık ifadelerini okumakla yetinip takdiri yüce yargınıza bırakacağız.
(2)Bu eylemde suçun manevî öğesi olan kasıt yoktur; dolayısıyla suç hukuken oluşmamıştır. Yasanın aradığı anlamda eyleme katılım da yoktur.
(3)Olay öncesinin siyasî ortamı öğrencilerde hükümete ve rejime karşı birilerinin darbe girişiminde bulunacağı izlenimini yaratacak niteliktedir. Artı, öğrencilerin sınavlara yoğunlaşmış olması nedeniyle sınavla ilgili olmayan bir konuda yanılabileceği bir andır. Nitekim o gece olup biteni herkes kendine göre anlamış; kimisi "isyan olmuş, bastırılmış," diye, kimisi de "Silahlı kuvvetler ihtilal yapmış ve ihtilal başarılı olmuş" diye düşünmüştür. Kendilerinin olağan bir görev yapmakta oldukları inancındadırlar.
(4)Savcılık esas hakkındaki görüşünü malum bir rapora dayandırıyor. Ama o raporun hukuki hiçbir değeri yoktur. Yargının bağımsızlığı hiçe sayılarak, adalete müdahale edilerek hazırlatılmıştır. Benim üzülüşüm bu raporu kanıt sananların birer hukukçu olmasıdır. Bakınız, raporun uyku saatlerinde yazdırılması çok anlamlıdır. Bellekleri tazelemek için şunu anımsatayım: RAPORUN hazırlanmasını sağlayan tanık, hukuk öğrenimi gördüğünü huzurunuzda önce saklamış; ancak üstelenince itiraf etmiştir.
Bundan sonra bireysel savunmalar yapıldı. Bizim bölüğe bağlı olan öğrencilerin savunmasını Mustafa Gökalp adında emekli bir subay yaptı. Bireylerin durumunu doğru dürüst incelemediği ortadaydı. O yüzden ek olarak bize suçlar bile yükledi.
İş başa düştü. Ama ben zaten hazırdım; savunmamı kendim yaptım:
Efendim, söylemek istediğim iki husus var. Birincisi, savcılık Bircan Sevgör’ün beyanına dayanarak benim mermi sandığı taşıdığımı öne sürüyor. Oysa anılan beyan isimler karıştırıldığı için ortaya çıkmış olup gerçek, Hasan Şenerbay’ın burada sorgulanışı sırasında anlaşılmıştır. Ben bunu dikkatinize sunmaya çalışmıştım.
İkincisi, biz hareketten kendimiz çekildiğimiz halde savcılık bizim zorla teslim alındığımızdan dem vuruyor; Muhafız Alayından gelen imzasız bir raporu kâle alarak grubumuz için "Teslim oluş şekilleri malumdur," diyor. Bu konuda tanıkların söylediklerini anımsatıyorum izninizle. (Kurmay albay Orhan Çokdeğer’in, topçu yüzbaşı Ziya Karahan’ın ve kurmay albay İsmail Hakkı Bayındır’ın ifadelerini okudum.)
Efendim, aklanmamı istiyorum.
Hemen ardımdan Bircan Sevgör kalktı; mermi sandığı konusunda isimleri kendisinin karıştırdığını, benim doğru söylediğimi açıkladı.
Savunmalarda edilen ilginç sözler:
(1)Meclis’in bu yanında kalan öğrencilerin aklanması, Meclis’ten öteye geçenlerin cezalanması isteniyor. Pascal’ın dediği gibi "Bu ne biçim bir adalettir ki hudutlarını bir dere boyu çizer?"
(2)Hükümet, bu olayı önceden haber aldığı halde neden engellemedi? O gece sivil arabalar Meclis’ten beriye bırakılmazken darbeci subaylar ellerini kollarını sallaya sallaya okula nasıl gelebildiler?
(3)Bu öğrenciler zerrece suçlu değil. Belki derece derece biz suçluyuz.
(4)Bu öğrencileri cezalandırmak hiçbir yarar sağlamaz. Ders alınır, bir daha darbeye kalkışılmaz mı sanılıyor? Hükümet edenler ehil olmayan kişilerse…
Yargıç: Sadede gelin efendim, sadede gelin.
Avukat Demiraslan: İzin verin efendim, konuşayım. Buraya gerçekleri söylemeye geldik. Evet, eğer yönetenler ehil değilse ve yalnızca kendi çıkarlarını düşünüp darbe ortamı yaratırlarsa darbe girişimi yine olur.
(5)Albay Ethem Baykara (oğlu sanıktır; oğlunu savunuyor): Ben oğlumu Genel Kurmayın kontenjanından, K K komutanı ve Genel Kurmay başkanı rica ettiği için buraya verdim. Ben buraya geleceği güvende tertemiz bir oğul verdim. Oğlumu hiç kimsenin şu ya da bu amaç için kurban etmeye hakkı yok. Ben oğlumu tertemiz verdim; tertemiz geri almak isterim.
(6)Bir tabur komutanı ki kendisine selam durup bağlılıklarını bildiren öğrencilerine sırtını dönüp gider; bir alay komutanı ki hareket başlar başlamaz gider Genel Kurmay’a sığınır, bir okul komutanı ki yıl içinde yaptığı konuşmayı teybe aldırıp olası bir duruşmada kanıt olur diye saklar; nöbetçi kurulundaki subayların o geceki kavuk sallayıcılığı malum. Sonra bir de kalkar bu suçsuz gençleri hesaba çekersiniz. Siz kime paravan ediyorsunuz bu gençleri? Ben bu sanık sandalyelerinde okul yönetimini görmek isterdim.
(7)Ben Muhabere Okulu komutanıyım. Emrimde 5 000 (beşbin) asker var. Ama hükümet, olacaklardan pek âlâ haberdar olduğu halde beni uyarmadı. Peki, ben de alıp askerlerimi Harbiyeliler gibi o gecenin kör dövüşüne dalsaydım ne olacaktı?
Ve karar
Çeşitli tahmin ve söylentilerle dolu bir ara devre yaşadık. Büyük gün geldi. Kararlar okunacak. Duruşma salonunda her zamanki yerlerimizi aldık. Heyecan içinde bekliyoruz.
Diğer günlerin aksine salonda çıt yok. Galiba en sakin görünen benim ama aslında içimin yağı eriyor. Dudaklarımı sıkıyor, çoraplarımla oyalanıyorum.
Avukatlar girdiler. Bir üsteğmen avukat, sanıklar arasındaki kardeşine gülümsedi. Kaç kişi; kaç kişi? Üsteğmen ellerini ölçü diye kullanarak saydı. On, yirmi, otuz, kırk, elli, aştmış, yetmiş... Çocuklar "Çok!" dediler; "fiyuuu" yaptılar. Üsteğmen "İyidir, iyidir!" dedi.
Mahkeme kurulu geldi. Yerlerini aldılar. Duruşma yargıcı her zamanki sözleriyle duruşmayı açtı:
Duruşmanın ertelendiği gün ve saatte mahkeme kurulu ve zabıt katibi aynı olduğu halde toplanıldı. Savcılık makamında askeri adlî yüzbaşı Talât Onmuş. Avukatlar hazır. Kara Harb Okulu Alay Komutanlığının X gün ve Y sayılı yazısında belirtildiği üzere bütün sanıkların getirildiği görülmekle duruşmaya geçildi. Kararlar okunacak.
Kurul başkanı mikrofona uzanarak uyarıda bulundu: Kimse disiplin ve sükuneti bozmasın. Gerekli önlemler alınmış olup uygulanacaktır.
Duruşma yargıcı önce kararın gerekçesini okudu. Özet olarak:
(1)Harekete Kara Harb Okulunun bütün öğrencileri katılmış olup bunların bir kısmı "İsyan olmuş, bastırılmış; biz nöbet tutmaya gidiyoruz", bir kısmı ise "Silahlı Kuvvetler ihtilal yapmış," diye düşünmüştür. İkinci düşüncede olanların harekete bilerek katıldığı açıktır. Ancak hangi öğrencinin hangi düşünceyi taşıdığı tesbit edilememiştir.
(2)Onsekizler raporu diye anılan rapor hazırlanışı ve şekli dolayısıyla hukuki olmaktan uzaktır. Raporda adı geçen sanıklar hakkında başka kanıtlar da bulunmuşsa rapor değerlendirmeye alınabilmiştir.
(3)Harbiyelilerin tümü suçsuzdur. Ceza alanlar bütünün önemsiz bir istisnasını teşkil etmektedir.
(4)Hareket gecesi Harb Okulu öğrencilerinin ihmal edildiği kanısına varılmıştır.
(5)HARBİYELİ ALDANMAZ parolası bu hareketin niteliğini belirleyen bir işaret sayılmamıştır.
(6)Tanıkların büyük çoğunluğu sanıkların söylediklerini destekler mahiyette ifade vermiştir. Ahmet Eroğlu, Kenan Güven ve Mustafa Uzun’un ifadeleri örnek gösterilebilir.
Gerekçe tamam. Ceza alanların açıklanmasına geçildi. Adı okunan öğrenciler mikrofonun önüne gidiyor, on kişi olunca dışarı çıkıyorlar.
En ummadığım arkadaşlar ceza almaya başladı. Tamam, şimdi sıra bende diye yüreğim ağzıma geliyordu. Adı okunan arkadaşın yüzü allak bullak oluyor, tarifsiz duygularla yüklü bir "Hopala!" çıkıyordu ağzından.
Ceza alanların sayısı çok ama çok çok fazlaydı. Gerekçedeki hoş görü ifadeleri yanıltmıştı beni. Büyük dış kırıklığına uğradım.
Ceza alanların hiç biri ağlamadı. Ama oturanlar kendini tutamadı. (Ben ağlama erdemini çok sonradan edindim.) Orada benim gördüğüm herkes ağlıyordu. Kimisi sessizce. Kimisi hüngür hüngür. Kimisi saçını başını yolarak. Hattâ sara nöbeti geçiriyor gibi sandalyesinden yere yıkılıp çırpınanlar vardı. Yakınlarındaki arkadaşları bunları koltuklayıp dışarı tuvalete götürdüler.
Kenan Dikici’nin ceza alıp salondan çıkarken gülümsediğini gördüm. "Ne ağlıyorsunuz len İNEKLER!" dercesine. Işıklar Askerî Lisesinden beri arkadaşımdı. Bu kelimeyi çok kullanırdı.
Salonda yine disiplin kalmamıştı. Duruşma yargıcı bir kaç defa "Sessiz olun!" dedikten sonra uyarının işe yaramadığı gördü. Sağırmışçasına, başını hiç kaldırmadan okumayı sürdürdü. Sesi titriyordu.
75 arkadaşımızın dört yıl ikişer ay hapsine karar verilmişti. Yargıç Karaaslan cezalı öğrencinin adını okuyor, karara katılmamışsa bunu da açıklıyordu. Bunlar epeyce vardı.
*
İki köşe yazısı
İlhan Selçuk (CUMHURİYET gazetesi, 17 Aralık 1964): Devlet Bakanının bu iki yönlü cevabı üstünde de dikkatle durmak isteriz.
1. Eğer Millî Emniyet başkanı ödevini yapmadıysa, lastikli sözlerle değil, kesin olarak açıklanmalıdır.
2. Eğer Millî Emniyet başkanı 21 Mayıs hareketini başbakana ulaştırmışsa ortaya ikinci bir dâva çıkıyor. 18 Mayıs gününden 21 Mayıs gününe kadar -üç gün- ihtilali önlemek için ne gibi tedbirler alınmıştır?
Bu soruların cevabı yalnız bazı tarih gerçeklerinin üstüne ışık serpmekle kalmıyacaktır. Bin beş yüz genç Harbiyelinin kaderini değiştiren ve onları genç yaşlarında boşlukta bırakan bir büyük olayda sorumluların ödevlerini yapıp yapmadıklarını da ortaya koyacaktır.
Çetin Altan (AKŞAM gazetesi, 25 Haziran 1965): Bugün ise giriştikleri hareketin çok büyük bir suç olduğuna canı gönülden inandığım kadar bu suça katılmalarındaki çocuksu iyi niyete de o kadar inandığım altmış küsur Harb Okulu öğrencisi memleketin çeşitli ceza evlerinde yatmakta ve haklarında değil af fırtınası yaratmak, ricalı bir ima dahi yapılmamaktadır.
Birinci tutum ile ikinci tutum arasındaki fark beynime ve yüreğime diken gibi batmaktadır. Talandan yana olan suçlar daima hoş görüye doğru yönelmekte, talana karşı olan suçlar buz gibi bir katılıkla karşılanmaktadır.
İki tutum arasındaki manevî adaletsizlik insanı rahatsız etmektedir...
Eminim ki onlar bu alandaki acemiliklerini meseleler ortaya çıktıkça yeni yeni sezinlemektedirler. Eksiklerini ve hatalarını yeni yeni görmektedirler. İhtilal kavramının ne demek olduğunu yeni yeni anlamaktadırlar. Ama Türkiye'de hiç kimse acemiliklerini onlar kadar ve o yaşta ödememiştir.
SON SÖZ
Mahkemede aklandım. Köyüme geldim. Haber bekliyorum. "Okula dön!" derlerse döneceğim ve kalan sınavlarımı verip subay çıkacağım, Allah isterse.
Yaz bitti. Güz mevsimindeyiz.
İlçenin jandarma karakoluna çağırdılar. Resmî yerdir diye Harb Okulu üniformamı giyerek gittim. Komutan, "Bir yazı geldi. Sizinle ilgili. Tebliğ etmem isteniyor," dedi. Üzgün. Okudu. Özetle, disiplin kurulu, okulla ilişiğimin kesilmesine karar vermiş. Yani subay olamıyorum. Komutan, "Üniformayı çıkarın!" dedi. Tamam.
Okumak isteyenler üniversite ya da yüksek okullara yerleştirildi. Ben İngilizce öğretmeni olmaya karar verdim. Önümüzdeki ders yılı okul bitiyor.
Bazan evlerde özel ders veriyorum.
Ankara’da bir gün dersten okula dönerken otobus durağında Almanca öğretmeni yüzbaşı Turgut Ekmekçi’yi gördüm. Hiç benim öğretmenim olmamıştı ama ona minnet borcum vardı. Tutuklama kararı okunurken düşüp bayılan bir arkadaşımızı mendilini ıslatıp ayıltmaya çalıştığı için.
O da beni gördü. Bir birimize doğru yürümeye başladık. Ama ı-ıh, olmadı. O mu önce döndü ben mi, bilmiyorum. Ama döndük. O, yoluna gitti; ben yoluma.
Hoşça kal askerlik. Merhaba yeni hayat.
Hasan Akçay, 1965.
__________________ hasanakcay.net
allahindini.net
|