muvahhıd Uzman Uye
Katılma Tarihi: 07 eylul 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 174
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
ÜSTÜNLÜK İNANMAKTA'MI ERDEMLİ OLMADA MI.?...
Şüphesiz akıl doğruyu ve yanlışı ayırt etmek ve gerçeğe ulaşmak için insanın tutunacağı tek sağlam kulptur. Nitekim vahye inanmak da akılla sorgulama sürecinden sonra ‘doğru’ olduğunu kabul ederek gerçekleşir. Vahiy kendisini aklını kullanan, düşünen insana ithaf eder. İnsan doğruyu ve yanlışı ayırt edebilecek bir donanımla yaratılmış ve aklını kullanması istenerek zorlu bir yol olan, insanların boyunlarına vurulmuş kölelik zincirlerini darmadağın etmekle başlayan, doğruluk ve hakkı müdafaa yolunun yolcusu olması istenmiştir.
İnsan aklını kullanmaktan sorumludur. Aklını kullanmayan, sorgulamayan insan değil canlıların en zararlısıdır ve alçağıdır. Aklını kullanan insan olur ve önüne doğrunun ve yanlışın iki yolu serilir. Bu iki yolun da bir çok aşaması, tabakası vardır. Pasifliğin asla mazeret olmadığı bu yollarda aktiflik de büyük bir sorumluluktur. Aktif kötünün(kâfir) karşısında aktif iyi(muttaki) bulunur.
Aktif kötü (kâfir); kimden ve neyden gelirse gelsin, doğruluk, gerçek ve içinde adaleti, iyiliği taşıyan mesaj, apaçık bir şekilde önüne serildiğinde, aklı doğru olanı kavradığı ve ona dosdoğru yolu(sıratı müstakim) gösterdiğinde menfaatini, çıkarlarını, egosunu efendi edinerek, doğrunun, gerçeğin, adaletin üstünü örtüp hakikatle mücadele edendir.
Aktif iyi ise (muttaki); aklını rehber edinen ve aklı ona doğrunun, gerçeğin, adaletin zorlu yolunu gösterdiğinde tüm kalbiyle onu tasdikleyen ve bu uğurda her tür bedeli göze alan, göğüs geren, sorumluluk bilincini kuşanmış erdemli kişidir. Üstünlüğün tek ölçüsü de elbette erdemdir.
Biraz önce belirttiğimiz gibi kötülüğün/sorumsuzluğun/bozgunculuğun yolu nasıl kat kat, aşama aşama ise sonu cennet olan doğruluğun yolu da aşamalı bir yoldur. Bu yolun yolcusu her zaman bir sonraki aşamadan sorumludur ve ilerlemekle yükümlüdür. Erdem zaten yolun hangi aşamasında olduğun değil, imkânlar ve koşullar nezdinde ne kadar ilerleyebildiğindir. İnsanları özgürleştirmek, kölelik zincirlerini kırmak ve efendileri alaşağı etmek bilinci bu yolun başı, bu bilinci söyleme ve eyleme dönüştürmek ise temel hedefidir. Kişinin kendine karşı olan sorumluluğuyla ve kendi devrimini gerçekleştirmesiyle başlayan aşamalar silsilesi, kişinin ailesine, çevresine, toplumuna, halklara/insanlığa, tüm canlılara, gezegene, evrene, cansızlara karşı olan sorumluluğu kuşanmasıyla erdem yolunun zirvelerine ulaşılır. Her aşama yolculara daha büyük sorumluluklar ve ödenecek bedeller getirir beraberinde. Akıl, sorgulama ve sorumluluk bilinci/erdem tüm bu aşamalardan sonra aşkın ve mutlak idraki aşan bir gerçeğe götürür; Yaratan… İnanmak bu aşamaları geçmiş ve ilerlemeye devam etmek zorunda olan kişi için kaçınılmaz/kaçınılmaması gereken bir gerçekken, bu aşamaları geçmekte olan ya da yolun başında olan bireyler için teferruat konumundadır. Tanrı’ya inanmak tüm bu aşamalardan sonra hem anlamlı hem de tüm bu aşamaları yeniden anlamlandıran bir obje oluyorken, erdem yoluna henüz girememiş salt taklitçi, kitleci, atacı, statükocu yığının şeytanı ve putu olur. Tamamen gereksiz, anlamsız yararı bir yana dursun zararı kaçınılmaz bir virüstür. Nitekim inanmayı, iman etmeyi, ‘şuna inanıyorum, buna inanıyorum, kabul ediyorum’ gibi anlamsız ‘inançlar’ı -inanmaya/imana en büyük zararı vererek- üstünlük gören kitle de işte bu virüslü kitledir.
Peki, ilahi mesajların/vahyin, elçilerden insanlığa sunulan öğretilerin yeri nedir?
Birazdan okuyacaklarınızı yazımın şuana kadarki bölümüyle iyi bir pekiştirme ve karşılaştırmayla okumanızı rica ediyorum.
İnsanlık bir insan gibi doğdu, bebek oldu, çocuk oldu, ergenliği atlattı, olgunlaştı, olgunlaşmaya devam ediyor ve sonunda ölecek. Tanrı insanlığın gelişme sürecinde kol-kanat gerdi ve baba şefkati gösterdi ve Muhammed'den sonra ayaklarımızın üstüne bıraktı. Dünya hayatı vahiyde ‘gece’ olarak tanımlanır birçok yerde, hesap günü/kıyamet şafağın atması yani fecr, sonraki sonsuz hayatta gündüzdür. Biz insanlar yeryüzünde gecenin zifiri karanlığında, vahşi, tehlikeli ormanlardan kurtulmak için ilerlemek zorunda olan ve yolumuzu bulmaya çalışan kişileriz, tabi eğer akletmiş ve bunun farkında olmuşsak… Aklımızı kullanarak doğru yolu bulmamız ve şafak atana kadar kendini korumamız ve insanları kurtarmamız mümkündür, elbette çok zordur, birçok hatayla, deneme yanılmayla ulaşılır sonuca. Bu ormanda bazılarının imkânları bazılarından fazladır, koşulları daha iyidir. Mesela tecrübeli bir ekibe sahiptirler ya da rehberlik edecek birileri çıkmıştır veya alet edevata, silahlara sahiptirler v.s. Ancak eğer böyle bir ortamda bulunmuşsanız ayın ışığının hele hele dolunay ışığının ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu bilirsiniz. Dolunay geceyi aydınlatır, yolumuzu bulmak için tarifi imkânsız bir imkândır. Artık dolunayın vardır ve daha kısa zamanda daha uzun mesafeyi en az zararla kat etmen beklenir, elbette yol dolunay da olsa yine zorlu bir yoldur, yine hatalar, düşme kalkmalar olacaktır ancak ayın ışığı altında ilerleyenler er geç kurtuluşa ereceklerdir. Ancak her zaman bu imkâna sahip olunamıyor, çoğu kişi mahrum kalabiliyor, bazen belli yerlerde belli dönemlerde hava kapalı olabiliyor, dolunay değil yeni ay olabiliyor. İşte vahiy bizim dolunayımızdır. O yüzden vahiy kendisine ‘ziya’ yani güneş ışığı değil ‘nur’ yani dolunay ışığı anlamını verir. O yüzden vahiyle/dolunayla imkanlanmış, nimetlenmiş gece/dünya hayatı ‘kadir gecesi’dir.
Evet, dolunay çok büyük bir imkândır, zenginliktir. İmkânların, zenginliklerin, koşulların en iyi şekilde kullanılmasıyla erdemli olunur. Fakirlik ve zenginlik nasıl birer imtihansa vahiyle muhatap olma ve olamama da öyle birer imtihandır. Bir örnek verecek olursak; bir insan düşünün otuz haneli bir köyde çobanlık yapan, tüm dünyası ve imkânları bu köyden ibaret olan bir insan… Bir de dünyanın en gözde kentlerinin birinde, her türlü imkânlara sahip bir şekilde, kentin en zengin ailesine, ülkenin otorite sahibi bir zümresinin seçkin bir mensubu olan insan… Sizce bu ikisinden beklenenler aynı mıdır? Gidip o çobana ‘bak sen aileni geçindiremiyorsun, köyüne hayrın yok adam binlerce insana bakıyor, koca ülkeyi yönetiyor’ diyebilir misiniz? O imkânlar ve zenginlikler sahibi insan isterse ülkesine refahı getirsin, özgürlüğü, adaleti tesis etsin, gönülleri fethetsin ama o dağ başındaki çoban o elindeki kısıtlı imkânlarla öyle bir mücadeleye girişirki o otuz haneli köyü için, o imkân sahibi zengin insan imkânlarının yarısını kullanarak başarmıştır belki o büyük şeyleri! Ama bu çoban imkânlarının, zenginliğinin tümünü kullanır, o zengin insanın ödemediği bedelleri misliyle öder ve belki başarıya ulaşamadan ölür/öldürülür. Üstün kimdir sizce? Üstünlük erdemdedir, üstünlük büyük iş yapmak değil, gerekeni, elimizden geleni yapmaktır. Kimse o çobandan büyük işler bekleyemez, bu zalimliktir. Vahiyle muhatap olmak dolunay ışığına sahip olmaktır, imkândır, zenginliktir dedik, aynı şekilde elçilerle, davetçilerle muhatap olmak da bir imkân bir zenginlik ve eşit derecede bir sorumluluktur. Erdemin, kâfirin tanımını da yaptık yazımızın başında. Vahyin gerçek mesajının/dolunay ışığının ulaştığı kişi bu imkânı, bu zenginliği kullanmakla yükümlüdür. Gerçek mesajı altını çizerek belirtiyoruz, çünkü insanlık tarihinin en büyük aldatmacası ‘vahiy’ adına yani Tanrı adına olmuştur ve olmaya devam ediyor. Doğrunun, gerçeğin, adaletin, hakikatin, özgürlüğün mesajına ulaşan ve bunu aklıyla idrak eden, kalbiyle doğruluğunu tasdikleyen kişi artık vahyin sorumluluğunu omuzlarında taşır, erdemi gereği inanmakla yükümlüdür. Zaten inanmak ‘inandım, kabul ettim, tabii ki inanıyorum’ demek değil, akılla, sorgulayarak, idrak ederek ve kalple tasdiklenerek kabul edilen şeydir. O yüzden vahye inandığını iddia eden çoğunluğun, vahyin mesajına düşman olduğunu, vahye inanmadığını söyleyen birçok kişinin de vahyin mesajını yaşadığını görebilirsiniz. Zaten vahyin gerçek mesajına ulaşma imkânı olmayan kişilerin vahiy, din, tanrı adına ortada bulunan genel öğretiler üzerinden vahye, dine, tanrıya tavır almaları doğal ve özünde erdemli bir tavırdır. Erdeme adımını atmamış hatta birçoğu erdeme düşman olan, bir grup din adamı zevatının sahte şeytani virüslü ışınlarını dolunay/vahiy ışığı zannederek peşine düşen ‘inananların düşman olarak gördükleri takva/erdem sahipleri kişilerdir onlar. Kitaplar ve elçiler ‘bunlara inanıyoruz’ denmesi için, cennete girmek için kullanılacak parola olsun diye, sorulduğunda ‘inandım’ demek için değildir. Elçilere ve kitaplara inanmak amaç değildir amaç insanların adil, özgür, doğru, dürüst, erdemli olmasıdır, kitaplar ve elçiler de bu amaç için araçlardır. O ‘inananlar’ koyun gibi güdülmekten bıkmadığı, efendilerinin, hazretlerinin boyunduruğu altında oldukları ve akıllarını zerre kadar kullanıp kafalarını kaldırarak bu ışık diye yutturulan şeyin dolunay ışığı olmadığını anlayamadıkları sürece daha çok inanırlar ama şafak atınca kendilerini kurtulmuşların yanında değil ateş çukurunun kenarında bulacaklar. O yüzden işte bu inananlar İslam coğrafyasında doğmuş ve büyümüşseler Müslüman, Avrupa’da Hıristiyan, Hindistan’da Hindu, Tayland’da Budist, İsrail’de Yahudi olurlar. Hepsi aynı dindir, sürü dini, statüko dini, gelenek-kültür dini, ata dini, din adamları dini… Aklın ve vahyin dini olmadığı ise kesin.
Ey ‘inananlar’ inanın! Aklınızı kullanmanız ‘inandık’ dediğiniz kitapların size en çok emrettiği şey değil mi? Aklınızın değerini bilin, size ‘kurtuluş elinizde’ diyerek akla çağıran, doğruya, gerçeğe, adalete, özgürlüğe, sahte tanrıların ve efendilerin tiranlığından kurtuluşa davet eden ve zincirlerinizi kıracak olan dolunayın ışığını işaret ederek sizinle beraber Tanrı’ya yürümek isteyen elçilerin değerini bilin. Geceleyin vahşi ormanlarda yürümek zorunda olan insanlık için en büyük tehlikenin sömürücü vampirler olduğunu görün. Sömürücülük vampirliktir, insanların kanını emerler ve vampirler her kan emişlerinde bir öncekinden daha fazla kan emerler. Evet, sömürünün adı şuan kapitalizmdir ve tehlikelidir, ancak dinli kapitalizm en tehlikeli olanıdır ki kapitalizm dinle kapitalizm olmuştur.
Bu yazıda ayet olmayacak. Evet, bu yazıdaki her cümlenin temelinde bir ayet vardır, yazılanlar vahyin gerçek mesajını açıklama çabasıdır, ancak gerçeklerin kabul edilmesi değil anlaşılması gerekiyor. Kitaplarınızdan ayetler adı altında ne gelirse gelsin sorgusuz sualsiz kabul etmeye, anlamadığınız metinlerle tapınmaya, tapınma dahi sayılamayacak ritüelleri dinin direği bilmeye, hatimler indirmeye, kitapları yükseklerde tutmaya, ‘Allah kelamı konuşan’ şeytanları kutsamaya, taşlayarak birini öldürmenizi isteyen dine, geleneğe laf ettirmemeye ve bunu vahye yamamaya, güzel sesli biri Arapçasından bir vahiy şarkısı okuduğunda tek harfini anlamadığınız halde kendinizden geçmeye alışıksınız zaten. 600 senelerinde Arap yarım adasında yaşayan biri olsaydınız, Muhammed adında biri bunlar Tanrı’nın sözleridir diyerek ‘ her insan kendini yirmi yaşında öldürmelidir’ diye bir ayetle gelseydi yine de inanır mıydınız Muhammed’e? Sorgulamaz mıydınız bu adam ne diyor, doğru mu söylüyor, Tanrı böyle bir şey ister mi? Sebebi, gerekçesi nedir? Sorgulamadan, akıl süzgecinden geçmeyen şeye ‘inanılmış’ olunur mu, olunmaz, teslim olunmuş olunur. Aklınız dışında hiçbir şeye teslim olmayın. Muhammed Tanrı adına ‘Fekku Raqabe’ dediği için akıl izan sahiplerince kabul gördü ve ezilmişlerin isyanı, mazlumun haykırışı oldu. ‘Kitabımızda varsa doğrudur’, ‘kitabımızda öyle deniyorsa öyledir’ hastalığından kurtulduğunuz, mevcut dinlerin birbirinden farklarının olmadığını anladığınız ve aklı ölçü olarak kabul ettiğiniz zaman başaracaksınız. buna emin olabilir siniz...
Selam ve dua ile
Kalın sağlıcakla
|