Yazanlarda |
|
hasanoktem Admin Group
Katılma Tarihi: 10 eylul 2006 Gönderilenler: 2837
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
KUR'AN-AKIL VE MÜKELLEFİYETİMİZ
__________________ Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? ENBİYA 10
|
Yukarı dön |
|
|
elmuh Uzman Uye
Katılma Tarihi: 07 eylul 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 435
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
aliaksoy Yazdı:
Selam,
Son zamanlarda bu konu üzerine düşünüyorum. Aslında bizim akletmek diye bahsettiğimiz şey sanki biraz "mantık" gibi....
Mantık, hesap makinası gibidir. Ölçer, biçer... Faydayı ve zararı değerlendirir.
Mesela aç bir kimse için, hiç kimseler görmeden bir yiyecek maddesini çalmak karnını doyurmak için "mantıklı" olabilir. Ama vicdani değil...
O halde, mesele salt mantıktan ziyade bunun yanına "vicdan / adalet" ölçüsünü koyabilmektir.
Akletmeyi, mantık + vicdan bütünü olarak tanımlamak uygun olur mu?
Tartışıp düşünelim...
Esenlikle...
|
|
|
Selam,
Öncelikle akletmek, hiçbirimiz için, sanıldığı kadar kolay bir konu değil. Zihnin kendisini kendi değer yargılarıyla inceleyip, kendisinden bağımsız bir doğruya ulaşması ne kadar kolay olabilir. Topa girme cesaretini gösteren Ali Aksoy kardeşime teşekkür ediyorum.
Akıl, vicdan aslında bizim zihinsel faaliyetlerimizi anlamlandırmak adına ürettiğimiz soyut kavramlar. Kuranda bahsedilen akletmek eylemini, doğru karar vermek, doğru sonuca ulaşmak anlamındaki zihinsel faaliyet olarak tanımlamak mümkün. O halde soruyu şöyle de sorabiliriz: Mümkün olduğunca doğru düşünüp, doğru kararlar verebilmemiz için hangi zihinsel melekelere, standartlara sahip olmalıyız. Bizim dışımızda, bizim zihinsel faaliyetlerimizden bağımsız olarak var olan gerçeği doğru olarak algılamak ve değerlendirmek için ne yapmalıyız.
Vicdan her ne kadar farklı öznelerde ortak noktalara sahip olsa da sonuçta öznel bir kavramdır. Öznel kıyasları içerir. Ben öncelikle nesnel gerçeğin nesnel bir biçimde değerlendirilmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum.
Ancak hiçbirimiz sıfır zihne sahip değiliz. Hepimizin zihni daha önceden edinmiş olduğumuz bilgilerce koşullanmış durumda. Tüm algılarımız, sonuç çıkarmalarımız, kararlarımız bu koşullanma ile bağımlı. Çok kişi bu gerçeğin farkında olmadan diğerini kolaylıkla önyargılı olmakla itham edebiliyor. Herkes nesnel gerçeği bir şekilde öznelleştiriyor. Farklı sonuçlara ulaşıyor.
Hiçbir şekilde zihnimizde var olan bilgiden bağımsız olarak düşünme imkanımız yok ise bu zorluğun üstesinden nasıl gelebiliriz ?
Muhabbetle.
__________________ O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine, gerçeği apaçık gösteren ayetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten çok şefkatli, çok merhametlidir.
|
Yukarı dön |
|
|
İbrahimizm!!! Ayrıldı
Katılma Tarihi: 14 subat 2009 Yer: Turkiye Gönderilenler: 420
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hiçbir şekilde zihnimizde var olan bilgiden bağımsız olarak düşünme imkanımız yok ise bu zorluğun üstesinden nasıl gelebiliriz ?
Evet Elmuh kardeşim ana konu bu:
bağımsız olarak düşünme imkanımız yok ise bu zorluğun üstesinden gelemeyiz..cevap bu..
üstesinden gelebilmek için bağımsız düşünebilme önündeki engelleri kaldırmak gerekir..evet hesap meselesi..
fıroonun sihirbazları nasıl olduda oldu bir anda bağımsız düşünüp zorluğun üstesinden gelebildilerde,badalları bir anda çıkıverdiler..sahi nasıl oldu bu bir anda?
fıroon,musanın geçtiği suyu görüpte nasılda daldı içine?
istikbarı akılla red edenler ve istikbar ile akılsızlaşanlar..
Elmuh kardeşin arınmış düşünce dediği topluma kolay gelmeyecektir asla..kesinlikle tepki alınacak belkide tek kalınacaktır..
niçeye bakıyorumda bir evrimi ruhsala çevirip sorgulayarak paylaşımcı oluyor bir anda..
sanırım ilk yapılması gereken bir amaç elde etme amacını yakalamak..
bu amaç yakalandığında sorgulamalar başlar..
amaç..insan şu dünyada kendini amaçsız bulmuşsa,kesinlikle kendisinide dünyaya semer bırakmaya gelmiş olanlardan görmekle beraber,kendinin değersiz oluşunuda gözardı asla etmeyecektir..
amaç olduğunda bunlar yıkılır fıroonun sistemine kendisine tehdidine bile güler hale gelir...hatırlıyorumda saddamı yargılayan hakime,saddam fırçayı bastığında adamcağız afallıyor hatta tırsak bir hal alıyordu..çünkü sistemi yıkılısada onun ruhuna yapılan yıkımın enkazı daha temizlenememişti..
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam,
Bir şeyin diğer şeylere "kıyasla" durumunu değerlendirmek, hem o şeyi, hem diğer şeyleri bilmeyi / kavramayı gerektirir.
"Her şeyi bilmek" insan üstü bir vasıf olduğuna göre kişinin "mutlak doğru"yu kendiliğinden bilebilmesi imkansızdır.
"Mutlak" mümkün değilse, konumuz kişinin yetileri dahilinde en doğruyu bulabilmesi olacaktır. Zaten Yaratıcının kişiden, onda olmayan veya gücünün yetmeyeceği bir şeyi isteyeceğini düşünmek, Yaratıcının vasıflarıyla bağdaşmaz.
Kişilerin, içinde bulundukları koşullar ve kapasitelerinin birbirlerinden farklı farklı olduğu malum ise, ortaya kişi sayısı kadar doğru çıkması kaçınılmazdır.
Kişi sayısı kadar çoğalan / çeşitlenen doğru tanımlamalarından ortak noktalar belirlenerek ortalama yargılara erişilebilir mi ?
Bana göre bu aşamada konunun iki boyutu çok mühimdir.
Birincisi; "doğru tanımlamalarının" ortak noktalarından ibaret yargılar ortaya "çoğunluk" görüşü / dini çıkarır mı?
İkincisi;"doğru tanımlamalarının" ortak noktaları durağan ve değişmez midir, yoksa bu ortalama yargılar da zamana ve mekana göre değişir mi ?
Birinci meselede görüşüm, önceki yazılarımda da sıklıkla değindiğim gibi "çoğunluk görüşünün" çoğu zaman bilinmesi / göz önünde bulundurulması gerekli bir kıstas olsa da, akıl sahibi bireyin aklını örtüp, kendi yetileri çerçevesinde sorgulamaya kapalı tutulması halinde bir Tanrı / Din hükmü buyurucu Rabb haline geleceği yönündedir.
İkinci mesele ise, cidden tereddütler içerisinde olduğum bir konudur.
Zaman ve mekan değişiminin toplumların bir çok eğilimlerinde değişiklik arzettiğini zaten gözlemliyoruz. Fakat, forumda zaman zaman "insanın fıtratı / vicdan ölçüleri" gibi tanımlamalarla dile getirdiğimiz ve "DEĞİŞMEDİĞİNİ" düşündüğümüz şeyler gerçekten de "DEĞİŞMEZ" midir ?
Somut ifadelerle dile getirirsek, mesela "hırsızlığı kötü olarak tanımlama" tüm toplmlarda ve tüm zamanlarda değişmez bir sabite midir ?
Tekamül içerisindeki insanın, tüm tekamül aşamalarını bilmeden ve gelecekte de insanın ne hallere bürüneceğini kesin olarak bilmeden bu hususta nasıl bir yargı ortaya koyabiliriz ?
Kuran, değişmeyen şeyi Allah'ın sünneti olarak tanımlıyor. Bir de "Eskimez, aşınmaz, pörsümez din" var, din-i kayyım...
Fakat ilginç olan şu ki, dini kayyımın Kuran'daki en temel tanımı, kişinin yüzünü / yönelişini fıtratına doğru yapmasıdır. Yani eskimeyen din / yol / yöntem, fıtrata yöneliştir. Peki fıtrat değişiyorsa, bu değişen fıtrata yöneliş, eskimez din / yol / yöntem olabilir mi ?
Benim görüşüm şu ki, fıtrat ölçütleri değişse de, toplumların ve insanın huzuru / faydası için gerekli olan şey o fıtrata yöneliştir.
Eğer fıtrat kıstasları değişiyorsa, öncekilerin fıtratına yöneliş, sonrakiler için başlı başına bir sorun kaynağı olabilir.
İnsanların fıtratı değişiyorsa, bu değişim olumlu veya olumsuz gibi tanımlamalara konu edilebilir mi ?
Yani, fıtrat ölçüleri mesela "kötüye" doğru gidebilir mi ?
Ben bunun mümkün olmadığını düşünüyorum.
Fıtratın değişip değişmeyeceği hususunda Rum,30 ayeti değişik yorumlamalara müsait midir ?
"O halde sen yüzünü, bir hanîf olarak dine, Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah'ın yaratışında değiştirme olamaz. Doğru ve eskimez din işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar." (YNÖ)
"Böylece sen, batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde (hak olan) dine çevir ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran: (ki,) Allah'ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin: bu, sahih (bir) din(in gayesi)dir; ama çoğu insanlar onu bilmezler." (M.Esed)
"O halde yüzünü dine bir hanîf olarak tut: o Allah fıtratına ki insanları onun üzerine yaratmıştır, Allah yaradışına bedel bulunmaz, doğru sâbit din odur, velâkin nâsın ekserisi bilmezler" (Elmalılı orj.)
Görüşüm şu ki, insanların, hayvanların, bitkilerin yapılarındaki değişim planlı ise, değişmeyen şey, onların yapısı değil, değişim kaideleridir.
Yaratıcının alemlere sindirip, dikte ettiği kanunlardır değişmeyen. Buna göre, görünen-görünmeyen, gizli açık her şey, bu kanunlara uysun / kulluk etsin diye yaratılmıştır. Bu kanunlar, varlıkların yapısında zamana yayılmış bir değişimi emretmiş olabilir.
Eğer bu değişim, Yaratıcının emri, isteği doğrultusunda planlı ve programlı ise, Yaratıcı hiç bir şeyi boş yere yaratmayacağı için mutlaka "olumlu" / iyi bir yöndedir.
Yani "dün, dündür, bu gün bu gündür" esprisinin Yaratış kanunlarında geçerliliği olabilir. Dünkü yargı / fıtrat yargısı düne, bu günkü fıtrat yargısı bu güne has ve gerekli olabilir.
İnsanların bazı örtülmüş / bastırılmış duygularını evrim / tekamül süreci ile açıklamaya çalışan teorileri çok önemsiyorum.
Mesela, bilimsel-objektif bir kısım araştırmalarda erkeklerin kadınlara oranla "çapkınlığa" daha meyilli olmasının nedeni araştırılıyor. Bunların birinde okuduğum şu teori ilgimi çekmişti:
"Tabiatta erkek canlılar için soyun / varlığın devamı mümkün olduğunca çok dişi ile cinsel ilişki kurmakla mümkün olur. Dişi canlılar için soyun sürdürülmesi, yavrunun korunup gözetilmesi ile daha yakın ilişikilidir. Bu nedenle dişiler, yavrunun korunup büyütülmesine odaklandıkları için erkeğe / güçlü erkeğe daha bağımlıdır. Bu dürtü, insanda ilkel zamanlarında baskın olan fakat bastırılmaya çalışılsa ve kimlik değiştirse bile bu gün hala etkilerini sürdüren bir eğilimdir."
Bu yargıya karşı hemen, "Üreme güdüsü başka sırf zevk için çapkınlık başkadır" denilebilir. İşte zaten ben de bundan bahsediyorum.
Yani fıtrattaki eğilimlerin değişimine... Önceden var olan ve bu güne göre "kötü" olmayan geçmişteki bir eğilimin bu gün biçim değiştirmesine ve bu günün koşul ve gereksinimlerinde "kötü" olarak algılanmasına...
Bu eylemi bu gün "kötü" olarak gören "yeni" fıtrat / vicdani ölçüler, yeni koşulların gereksinimlerine göre oluşmuş olabilir ve çok uzak gelecekte bir başka hale bürünebilir.
Mesela, erkek insanların çoğunu yeryüzünden silip götüren bir hastalık başgösterse ve insanın üremesi çetin bir sıkıntıya girse insanların bu yargılarında bir değişim olur mu?
Kısaca anlatmaya çalıştığım bu düşüncede ana fikir, "fıtratın" dahi değişken olabileceği bir düşün ve inanış sahasında, neyin doğru neyin yanlış olduğu hususunda değişkenlerin çok fazla olduğu hususudur.
"Vahiy", bir sabite olarak ele alınabilir mi ?
Bu soru, forumun muhtelif yerlerinde tartışılmakta olan "Kuran'ın ve diğer ilahi metinlerin evrensel bağlayıcılığı" konusuna gider.
Burada bu konuya değinmek istemiyorum.
Neyin doğru, neyin yanlış olduğu hususunda son zamanlarda, "Yaratış kanunlarının" nasıl bir ölçü olarak kullanılabileceği hususunu düşünüyorum. Ve yaratış kanunlarında, eğilimlerde, tutumlarda insanların hayvanlarla olan benzerlikleri, farklılıkları hususlarını değerlendiriyorum.
Mesela, evlilik için kanunla yaş sınırlaması belirlemek doğru mudur ?
Eğer Yaratıcı insanın kadınını ve erkeğini belirli bir yaşta cinsel olgunluğa eriştiriyorsa, ondan kanunla yazılmış bir yaştan önce (mesela 18 yaşından önce, bazı ülkelerde bu yaş sınırının 20 olduğunu duymuştum) bu olgunluğunu hiç bir suretle kullanmamasını istemek "DOĞRU" mudur ?
Sosyal problemler vs. başka şeyler bahane edilerek Yaratış kanununun belirlediği bir gerçeklik bastırılabilir mi ? Veya, Yaratışın emrettiği olgulara karşı direnmek, beraberinde ne gibi başka problemleri doğurabilir ? Yaratışa ve gerçeğe karşı direnip, ortaya çıkan yeni sorunları, yeni yeni başka uydurulmuş / üretilmiş kurallarla (töre, kanun ve cezalandırma vs.) çözmeye çalışmak doğru mudur ?
İnsanları hayanlarla mukayese ettiğimizde ekseriyetle insanın "düşünebilen" bir varlık olduğu yargısını tekerleme gibi söyler dururuz. Aslında bana göre iş biraz daha değişik. Yani, hayvanlarda da kendince bu yetenek var. Hatta, alet kullanma yeteneği de var. Son zamanlarda yapılan bir çok belgeselde hayvanların şehir yaşamına nasıl uyum sağladığı hususunda çok bilgi var. Benim tespit ettiğim şu ki, insanda olup ta hiç bir hayvanda olmayan şey, "BİRİKTİRMEK"...
Gerçekten hiç bir hayvan, "TİCARET İÇİN BİRİKTİRME" yapmaz. Hiç bir hayvan ihtiyacından fazlasını, karın doyurmak için biriktirmez. Bir takım yiyecek maddelerini biriktiren hayvanlar muhakkak ve muhakkak sadece karınlarını doyurmak için biriktirir. Hayvanlarda "ticaret / takas" ve bunun için biriktirmek yok.
Peki bu bir yaratış kanunu mudur ?
"Biriktirme"nin doğruluğu yahut yanlışlığında bir ölçüt, bir kıstas olabilir mi ?
İnsanın başka gereksinimleri yahut yaratılış özellikleri "biriktirmeyi" meşru kılabilir mi ?
"Vicdan" değimiz şeyde, "biriktirmeye" karşı bir anti pati var mı? Yoksa, vicdanın kötü gördüğü "biriktirme" değil de, biriktirdiğinden ihtiyaç sahibine vermemek mi ?
Eğer düz mantıkla gidersek, birilerinin "kötü görülmeyen" biriktirmesi, diğerlerinin ihtiyaç sahibi olmasına yol açsa da "biriktirmek" doğru mudur ?
Bu saydıklarım, Yaratış kanunlarının doğru ve yanlışın tespitinde ölçü olarak kullanılıp kullanılmayacağı ile ilgili idi.
Diğer bir bakış açısı, "fayda / faydacılık" olabilir. Nasıl ki, var edilmiş her şey, bir işlev üstlenmiş ve bir şeye fayda / zarar sunmaktadır, bir eylem veya durumun değerlendirilmesinde onun neye fayda yahut zarar verdiği, birden fazla seçenekte hangi seçeneğin daha faydalı olduğu değerlendirilebilir. Şu durumda sorun, fayda ve zararın göreceliliği hususunda toplanır.
Fayda ve zarar ölçütü, "doğru ve yanlış" ölçütü ile eş midir ?
Kanımca yaratışta esas fayda ve zarardır. Doğru ve yanlış kavramını üretenler biziz.
İçimizden kimimiz veya atalarımız "faydalı" gördükleri bir şeye doğru derler. Sonraki nesiller yahut diğerleri, öncekilerin "doğrusunu", dayandığı faydayı göz ardı ederek benimsediğinde ortaya "faydasız / zararlı doğrular" ve "faydalı yanlışlar" çıkabilir. Bunun için, faydalı ve zararlı kavramlarını "doğru" ve "yanlış" ile özdeşleştirmemeye gayret ediyorum. Keza, bu forumda Kuran hükümlerinin vaz edildiği zamanda gördüğü işlev, sunduğu faydanın zaman içerisinde değişim gösterebileceği ve bu sebeple ayetlerin maksadına / gördüğü işleve / sunduğu faydaya göre okunması gerektiği gibi görüşler ileri sürülmüş ve tartışılmıştır.
Ben diyorum ki, "doğru ve yanlış" kavramlarından sıyrılarak, akletmeyi tüm Yaratıştaki sisteme uygun olarak "faydalı ve zararlı" üzerine bina etmeliyiz. Göreceliliği, kişiden kişiye, zamandan zamana değişen yargıları konuşacaksak bunlar da değişen doğru ve yanlış tanımlamaları üzerine değil, değişen fayda ve zarar tanımlamaları üzerine bina edilmelidir.
Hayat, iki boyutlu bir resim gibi basite indirgenemeyeceğinden, bir eylem veya durum, birden çok şeyi etkileyecek ve birden fazla obje bu durumdan / eylemden fayda ve zarar yönüyle etkilenecektir.
Bu kerre sorun, aynı eylemden değişik seviyelerde fayda veya zarar gören objelerin hangisinin öne çıkarılacağında odaklanacaktır.
Örneğin, insanların barınmak yahut işlerini icra etmek için ormanları yerleşim alanlarına döndürmesi gibi bir eylem, insanlar yönüyle kısmen faydalı kısmen zararlı iken diğer canlılar için doğrudan doğruya zararlı bir durum ortaya çıkarır.
Bir eylem veya durumda, insanların çıkarı ile diğer canlıların çıkarı çatışırsa, faydalı olanı belirlemek için hangi objeyi üstün tutacağız ?
Veya bir eylem veya durumda bireyin çıkarı ile toplumun çıkarı çatışırsa hangisini üstün tutacağız ?
Yakın gelecekteki fayda ile uzun vadedeki zarar yahut bunun tam tersi bir çatışma / çelişki ortaya çıkarsa hangisi hangi kıstasa göre esas alınmalı ?
Bu gibi somut örnekler bizi ortak çıkış noktalarına taşıyabilir.
Göz önünde bulundurmamız gereken şey, "doğru" ve "yanlış" tanımlamalarının bizden önce başkaları tarafından üretildiği ve salt / yalın / gerekçesiz halleriyle asla değişmez olmadığını kabul etmektir.
Zaman, mekan ve ihtiyaçlar (gerekçeler / fayda ve zarar) değiştikçe, doğru ve yanlış tanımlamaları değişecektir / değişmelidir.
Doğru ve yanlış tanımlamalarının değişebileceğini kabul etmek dahi, bir çok sorunun çözüme kavuşturulmasında işin neredeyse yarısının halledilmesi gibidir.
Bu gün etrafımızda gördüğümüz veya televizyonda izlediğimiz bir çok çekişme, çatışma hangi gruplar arasında vukuu bulursa bulsun "gerekçesiz" , "gerekçesi, işlevi göz ardı edilmiş" , "ezberlenmiş / ezberletilmiş" doğrular sebebiyle ortaya çıkmaktadır.
İnsanların bir şeyin faydasını ve zararını bilip bilemeyecekleri hususunda Nisa,11. ayeti tartışmaya açmak istiyorum. Mevcut çeviriler isabetli midir ? Buradaki faydalılık kıstası ve insanların bilemeyeceği fayda hangi faydadır ?
Esenlikle...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
din konusu dışında insanlar kendi başlarının çaresine gayet güzel bakıyorlar gibi görünüyor...
bir takım yasaklar koyuyorlar emirler veriyorlar kurallar koyuyorlar ve toplum bunlarla bir şekilde yaşamanın yolunu buluyor...
sağlık açısından zararlı olduğu nu tesbit edebildiği şeyleri yasaklamaya yada kısıtlamaya çalışıyorlar...
faydalı bulunanları yaygınlaştırmaya çalışıp bazen de zorunlu olmasını sağlıyorlar...
her duruma adabte olup gerektiğinde kuralları değiştirebiliyor ve yepyeni düzenlemelere gidebiliyorlar...
toplumsal fayda ve bireysel fayda aynı anda gözetilip makul çözümler bulunabiliyor...
insanoğlu bunları yapabilsin diye yaratılmıştı zaten...
bu gidişatta ciddi aksamalar olup insan bu makul fonsiyonunu kullanmayı bıraktığında zarar görmüş ve allah elçileriyle tekrar yola sokmaya çalışmış...
peygamberler yoldan çıkanları yola sokma görevini üstlenmişler...
yol insanın fıtraten sahip olduğu özellikleri en güzel doğru şekilde kullanıp mutlu bir yaşam sürmesidir...
bu yoldan çıkıldığında insan kendini ve allahın başka yaratıklarını mutsuz ve huzursuz etmektedir...
insanın buna hakkı yoktur...
tüm yaratıklar allahın sevgiyle varettiği değerli birer evhalkı gibidir...
allah evhalkına iyi davranılmasına ihtimam gösterir..
onları huzursuz edeni huzursuz eder...
insan kendisinden başka tüm yaratıkları da kendisi gibi bilir onlarla empati yaparak yaşarsa yoldan çıkmaz...
sen seni ne sanırsan ayruğa da onu san ...
dört kitabın manası budur eğer var ise...
fıtrat zararlı olandan yanlış olandan işkillenir...
yararlı ve doğru olandan hoşlanır ve içi ışır...
fıtratın o değişmez özelliklerini köreltmeden onu ortaya çıkarmanın yollarını aramalıyız...
fıtratla dinin hç bir zaman çelişmemesi lazım...
eğer ortada bir çelişki varsa ya dinde bir yanlışlık vardır yada fıtratta...
yada bizim din anlayışımızda...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Aklı akılla terk etmekLeyla İpekçi-TARAF-
Ahmet Altan’ın dediği gibi, ‘akıllı’ insanların artık varoluşa dair
niye sorusunu sormaması, bu soruyu ortadan kaldırmadı. Dahası,
insanlığın nedensizliğini ve anlamsızlığını tek veri kabul ettiğimiz
sürece ne aklın vicdanla ilişkisi, ne de evrensel merhamet bir kıymet
olarak kalabildi.
Doğa katliamları, ötekinin
şeytanlaştırılması, tüketim çılgınlığı, egonun iktidarla ilişkisi de
artık sorulmayan bu ‘niye’nin tezahürleri olarak karşımızda.
Akıl
ve nedenselliğe dair düşündüklerimin bir kısmını ‘akleden kalp’
üzerinden ifade etmeye çalışacağım. Bunun için önce, sufilerin ‘aklı
akılla terk etme’ yönteminden elimden geldiğince seküler sözcüklerle
bahsetmeliyim.
Aklı akılla terk etmek; sanıldığının aksine
aklı küçümsemek, yok saymak değil. Aklı diğer hiçbir şey gibi
mutlaklaştırmamak demek. Aklın ötesi vardır. Çünkü aklın da bir sebebi
var.
Aklı onun asli sebebinden (kaynağından) kendi irademizle alıp kullanmak, aklın bir emanet olduğunun kanıtı bence.
Her
şeye; iradeye, korkuya, akla emanet olarak bakmak: Şüphe ve
sorgulamalar katı olan zihinden, emanetin yerleştiği mahal olan kalbe
doğru dikey bir yolculuğu gerektiriyor.
Ve yine her şeye
emanet olarak bakmak: Sahip değil ait olmaktır. Toprağı, ırkı, vücudu,
hazzı, milliyeti ya da başkalarının iktidarını mutlaklaştırmaktan bizi
alıkoyar.
Varoluşla aramızda bir mesafe bırakır. Mahremdir bu. Mahrem, bana göre, insanı iç özgürlüğüne götüren hammadde.
Her
şeye emanet olarak bakmanın akılla ilişkisini kuralım o halde. Aklın
nedenine ulaşabilmek için, aklın ötesine geçen, onu kuşatan bir bakış
gerek. Bu yüzden, kalp için Kuran’dan alıntılayarak ‘akleden kalp’ terimini benimsiyorum.
Akıl, onun ötesine geçebilmek için kullanılabilecek yegâne melekedir yine. Yani akıl, insan olabilmek için çok ama çok gerekli.
Aklı
küçümsemek ya da onu mutlaklaştırmak: Her şeyin yerli yerine konması
demek olan adaleti tesis etmemizin önünde bir engeldir diye
düşünüyorum. Her şeyin yerli yerine konması bence kavuşmadır. Asıl
buluşma.
Ve kavuşma; sebeplerin ardındaki sebebe dönmektir. İlk sebebe. Evrimlerin, yaratılışların, değişimlerin, döngülerin, âlem içinde âlemlerin sebebine. Parçalanamayacak hakikate.
Tüm sebepleri içererek varolmanın anlamı; adalete dair bir vaattir aynı zamanda.
Kavuşma
demiştim. Bu anlamda kavuşma, kader ile iradenin birbiriyle buluşması,
örtüşmesidir. Yani aşk. Aşk; aklın alanından taştığı ölçüde genişleyen
bir hakikat. Hal. Aklın sınırlarını terk eder aşk.
Âşık için
de aynı kural geçerli. Aklı akılla terk etmeden kendiliğinden
kavuşmanın sırrı ona açılmaz. Bu durumda adaletin vaadi tamamlanmadan
kalacaktır.
O halde toparlayalım. Aşk varsa kavuşma vardır; kavuşma varsa adalet vardır diyorum. ‘Her şey O’na döndürülecektir’in tüm mealleriyle birlikte.
***
Yine diyorum ki; akleden kalp iman eden kalptir. İman etmek, emin olduğum bir bilgiyi kalbime emanet etmek demek benim için.
Bazen
olur. Henüz ilk kez vücuda gelmekte olan bir şeyi, sanki ezelden beri
bildiğiniz hissine kapılırsınız. Sizde bir karşılığı vardır.
İşte insan da, tıpkı bir ‘deja vu’ gibi, zamansız ve mekânsız olarak, hakikatiyle mevcuttur. Ancak vücuduyla varolacağı vakit, bu bilgiyle birlikte dünyaya geliyor.
“İşittik ve itaat ettik” dedikten sonra, kendi rızasıyla geliyor. (Bu
bence tüm insanlığı ‘biz’ paydasına alabilen ‘ilk söz’dür. Kutsal
Kitap’taki ‘önce söz vardı’nın açılımlarından biri olarak.)
İşitmek
ve itaat etmek: Ezelden ebede, emaneti ‘biz’ olarak taşıma ahdi
diyelim. Emanete iman eden kalp, bu bilgiden emin olur. Şüphelerini
akleden kalbiyle terk etmiştir.
Kimileri bunu onur kırıcı bir
boyun eğiş olarak algılayabilir. Kimileri içinse akıntıyla birlikte
akmak kadar kendiliğinden taşınan bir bilgeliktir bu. Bazıları
bildiklerinin ne olduğunu idrak edemezken, bazıları da neyi
bildiklerinin farkına varmaz.
Niye sorusunun yanıtını bize
emanet edilen bilgiden emin olarak kalbimizde taşımak da bana göre bir
‘akıl’ belirtisidir. Bilemeyeceklerimizi bilmemeye teslim oldukça bu
bilginin kendiliğinden açıldığını görebilmek de.
Niye
sorusuna verdiğimiz yanıtlar bizi birbirimizden ayırıyor. Her kalpteki
cevap biricik. Belki cevaplarımızı tasdik etmek için aklımızı
kullanmamız gerekir. Ama kalbimizi kullanmamız gerekmez.
İçimizden biliriz. Tıpkı ‘kavuşma vaadi’ni içimizdeki ‘kavuşma arzusu’ndan bildiğimiz gibi.
Belki de evrensel adalet, niye sorusunun yanıtını akleden kalbimizde barındırmaktadır.
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
Guests Guest Group
Katılma Tarihi: 01 ekim 2003 Gönderilenler: -259
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Büyük bela...
Ahmet Altan
Böyle çöp evler vardır. İçleri tıka basa çöp doludur ve ev sahipleri o çöplerin arasında yaşarlar.
Ve, asla o çöplerinden ayrılmak istemezler.
Ruhları bir yerinden sakatlanmış ve o insanlar çöplerinden ayrılamaz hale gelmişlerdir.
Onlara, o çöplerin kötü olduğunu, evlerini temizlediklerinde daha iyi yaşayacaklarını bir türlü anlatamazsınız.
En iyi hayatın çöpleriyle birlikte yaşamak olduğuna inanmışlardır bir kere.
O hayattan neredeyse zorla ayırırlar onları.
Bizim devlet de bu çöp evlere dönmüş.
Çöplerinden ayrılmayı da istemiyor.
Üstelik, devlet �evine� çöp doldururken insanlar �bunu yapma� diye defalarca uyarmıştır devleti.
Şu Kürt sorunu denilen soruna bir bakın.
Nasıl başladı bu?
Önce �Kürt yoktur� denilerek başladı.
Kürt var mıydı, vardı.
Devlet �yok� dedi.
Aynen çöp evin delisi gibi �gerçeklerden� ve temizlikten kopuşu böyle başladı.
Gerçeği kabullenmek size zor gelmeye başladığında ve siz gerçeği inkâra koyulduğunuzda, �deliliğin� yolu açılmış demektir.
Ondan sonra delilik derinleşerek içinize nüfuz eder.
Kürt yoktur dedikten sonra �Kürtçe konuşmayı� da yasakladılar.
Kürtçe şarkı söylemeyi de yasakladılar.
Bu türdeki her saçma kararla birlikte gerçeklerden uzaklaşıp, evi çöp dolduruyorlardı.
Kürtlere, �siz Kürt değilsiniz, Kürtçe konuşmayacaksınız, çocuklarınıza Kürtçe isim koymayacaksınız, sokaklarda Kütçe şarkı söylemeyeceksiniz� diye işkenceler yaptılar.
�Kürtçe şarkı söylemek istiyorum� diyen Ahmet Kaya�yı sürgünlere kaçmak zorunda bıraktılar.
Sonunda Kürtler dağa çıktı.
Saçma sapan kararlarla Kürtleri dağlara çıkaran devlet, silahlı bir �uyarıyla� karşılaştığında bile gerçeği göremedi.
Bu sefer de Kürtleri �terörist� ilan etti.
Sanki ortada hiçbir neden yokmuş, Kürtler durduk yerde çıldırmışlar gibi davrandı devlet.
Kendi silahlı güçleri yetmedi, 80 bin Kürdü �korucu� kaydedip dağdaki Kürtlerin üstüne sürdü.
Evdeki çöpler büyüyordu ve devlet biriktirdikçe biriktiriyordu çöpünü.
O zaman insanlar uyardılar, �bunu yapma korucu belasını çözemezsin� diye, devlet dinlemedi.
Bizim devleti yönetenlerde �ben çok akıllıyım� diye bir inanç vardır, nedense inanmışlar buna, binlerce insan ölür, bunlar saçmaladıklarını anlayamazlar.
Bütün akılsızlıkların sonunda Türkiye içinden çıkılmaz bir batağa saplandı.
Birileri� yahu ev çöp dolu� demeye koyuldu.
Kürtlerin varlığı kabul edildi.
Kürtçe kabul edildi.
Kürtçe şarkı kabul edildi.
Bu �yasakların� nasıl salakça olduğu, bu yasaklar kaldırılınca daha iyi anlaşıldı.
Bunlar baştan yapılsaydı birçok sorun belki de yaşanmayacaktı.
İnsanlar ölmeyecekti.
Şimdi dağdaki beş bin silahlı PKK�lıyı oradan indirmeye çalışan devlet, koruculara �sen de silahları bırak� dedi.
Ve, belanın büyüğüyle karşılaştı.
Korucular, �PKK dağdan inmeden silahı bırakmam� diyor.
Silahı vermek kolaydır da almak zordur.
Beş bin PKK�lıyı dağdan indiremeyen devlet, hadi bakayım o seksen bin korucudan silahı alsın da göreyim.
Üstelik devlet onlara silahı bırakma karşılığında �haraç� da ödeyecek, maaşları verilecek ama korucular �olmaz� diyor.
Evi çöp doldurunca boşaltmak öyle �ha� deyince olmuyor.
Türkiye�nin başını derde sokan bu ahmakça kararları verenlerin, o dönemlerde yaptıkları konuşmalara ve medyanın o konuşmaları nasıl alkışladığına bir bakın.
Her şeye hâkim olacağız, her şeyi kontrol edeceğiz derken, ülkenin de devletin de kontrolünü ellerinden kaçırdılar.
Susurluklar, Ergenekonlar çıktı, profesörler ajan, subaylar katil, generaller darbeci oldu, yargıçlar hukuku unuttu.
Evi çöpten temizlemek için uğraşıyor şimdi devletin içindeki bazı insanlar.
Muhalefet partileri ise hâlâ çöplerine yapışmışlar �boşlatmayın evimizi, çöplerimize dokunmayın, onlarsız biz yaşayamayız� diye feryat ediyorlar.
Ev temizlenecek temizlenmesine de, bu iş biraz zor olacak.
Bunca çöpü boşaltmak da, çöpüne sevdalanmış delileri tedavi etmek de sanıldığı kadar kolay değildir çünkü.
|
Yukarı dön |
|
|
Guests Guest Group
Katılma Tarihi: 01 ekim 2003 Gönderilenler: -259
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Ahzab 23 :
Elmalılı Hamdi Yazır
|
Müminlerdendir o erler ki Allah'a verdikleri ahde sadakat gösterdiler. Kimi adağını ödedi (canını verdi), kimi de beklemektedir. Onlar, ahidlerini hiç değiştirmediler.
|
|
Yukarı dön |
|
|
Guests Guest Group
Katılma Tarihi: 01 ekim 2003 Gönderilenler: -259
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Söyleyeyim Ahmet Altan'a da sana bi balans ayarı çeksin hayrullah!Okuduklarını anlamada ciddi sorunsalların var.Selamlar..
|
Yukarı dön |
|
|
Guests Guest Group
Katılma Tarihi: 01 ekim 2003 Gönderilenler: -259
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Ahzab 23 :
Elmalılı Hamdi Yazır
|
Müminlerdendir o erler ki Allah'a verdikleri ahde sadakat gösterdiler. Kimi adağını ödedi (canını verdi), kimi de beklemektedir. Onlar, ahidlerini hiç değiştirmediler.
|
|
Yukarı dön |
|
|
|
|