Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Allah ile aldatmanın birkaç şekli vardır:
1- Allah ile Peygamberlerini Ayırma Daha önce üzerinde durulduğu gibi her insan Allah’a inanır ve bu inancını bir şekilde ifade eder. Tanrıtanımaz diye adlandırılan ateist de öyledir. Adına ister Doğa, ister Gök Tanrı isterse ne denirse densin, Allah’ı inkar mümkün olmadığından tanrıta¬nımaz, baba¬sını tanımazlık edene benzer. O, sıkışınca nasıl ba¬basının desteğini ararsa bu da Allah’ın desteğini arar. Allah’ın her şey vermesini ama emir vermemesini ister. Böyle birinin peygambere inanması beklenemez.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ı ve peygamberlerini göz ardı eden, Allah’la peygamberleri arasını ayırmak isteyen, Allah’a inanır peygamberi tanımayız, diyen ve ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçek kâfirlerdir. O kâfirlere aşağılayıcı bir azap hazırlamışızdır. Allah’a ve peygamberlerine inananlara ve onlardan birini diğerinden ayırmayanlara gelince Allah, işte onları ödüllen-direcektir. Allah bağışlar, ikramı çoktur.” (Nisa 4/150- 152)
Peygamber tanımayanlarla yaptığımız bazı görüşmeler şöyledir: Peygamber tanımaz- Benim Allah’ıma inancım sonsuzdur. Bayındır- Allah’a herkes inanır, bu her insan için kaçınılmazdır. Peygamber tanımaz- Ben zaman zaman Allah’ıma sığınır, onun yardım ve desteğini isterim. Böyle yaptığım zaman rahatlar, mutlu olurum. Bayındır- Bunu herkes yapar. Zor olan Allah’ın emirlerine uymak, yani Peygambere uymaktır. Siz Peygambere uyma yerine gönlünüzce yaşamak istiyorsunuz değil mi? Peygamber tanımaz- Elbette. Hayat benim hayatım; buna kim karışabilir? Bayındır- O hayatı veren Allah karışamaz mı? İşte Allah’ın elçileri, onun bu konu ile ilgili emirlerini getirirler. Peygamber tanımaz- Ama bu konuda, bir biriyle tutarsız, saçma sapan çok şey duydum. Bunların bir çoğu hurafeden ibaret, sonradan uydurulmuş şeyler.
Bayındır- Doğru karar vermenin yolu, dini kaynağından öğrenmektir. Dinin kaynağı Kur’ân’dır. Kur’ân’ı anlayarak okuyun. Eğer onun, ancak Allah’ın kitabı olabileceği kanaatine varırsanız, Muhammed aleyhisselamın da Allah’ın Elçisi olduğuna inanmak zorunda kalırsınız. Eski bir peygamber tanımaz- Ben ateisttim.
Eğer insanların din adına anlattıklarına baksaydım dinsiz kalırdım. Ben tıp doktoruyum. Bir gün Kur’ân’ı aldım ve inceledim. Maksadım Kur’ân’ın gerçekten Allah’ın kitabı olup olmadığını anlamaktı. Orada tıpla, bilhassa çocuğun ana rahminde geçirdiği safhalarla ilgili öyle bilgiler buldum ki, bunların o devirde bilinmesi mümkün değildi. Daha başka şeyler de gördüm ve kesin olarak anladım ki, bu Allah’ın kitabıdır. İşte o zaman müslüman oldum.
Bayındır- İşte böyle yapmak gerekir. Başkalarına bakarak değil, düşünerek ve araştırarak karar vermek gerekir. Bunun olmazsa olmaz şartı, Kur’ân’ı anlayarak incelemektir.
2- Sorumluluğu Allah’a Yükleme Bir çok kimse yaptığı yanlışların sorumluluğunu Allah’a yükler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Şirke düşmüş olanlar şöyle diyeceklerdir: “Eğer Allah dileseydi şirke düşmezdik, babalarımız da öyle. Hiçbir şeyi haram da kılmazdık.” Onlardan öncekiler de aynı yalanı söylediler de baskınımıza uğradılar. De ki, “Elinizde, gösterebileceğiniz bir bilgi var mı?” Siz ancak kuruntuya uyuyor ve sadece tahmin yürütüyorsunuz. De ki: “En kapsamlı delil Allah’ınkidir. O dileseydi hepinizi yola getirirdi”. (En’am 6/148-149)
Allah’ın dilemesi yani iradesi iki türlüdür; biri teşriî, diğeri tekvînî iradedir. Tekvînî irâde Allah’ın bir şeyi yaratma konusundaki iradesidir. Yaratmak istediği şeye, “ol” deyince oluverir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bir şeyi istediği zaman onun işi sadece “ol” demektir; o iş hemen oluverir.” (Yasin 36/ 82)
Allah’ın teşriî iradesi ise insanların davranışları ile ilgili iradesidir. O, koyduğu kanun ve kurallara uyulmasını ister ama kimseyi zorlamaz. Bu iradenin yerine gelmesi, insanın gayretine bağlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“De ki: Bu gerçek Rabbinizdendir; isteyen inansın, isteyen de göz ardı etsin. Ama biz, yanlış yapanlara öyle bir ateş hazırladık ki, dumanı onları içine alacaktır. yardım isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri kavuran su ile yardımlarına koşulacaktır. Ne kötü içecek ve ne fena birliktelik!” (Kehf 18/29)
Allah Teâlâ, din konusunda baskı yapmadığı gibi kimsenin baskı yapmasına da razı olmaz. O bu konuda Muhammed aleyhisselamı şöyle uyarmıştır:
“Rabbin dilese, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan inanır. İnanıncaya kadar insanları, sen mi baskı altında tutacaksın?” (Yunus 10/99)
“Onların yüz çevirmesi sana ağır geldiğinde yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya ve onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa hiç durma! Allah dilese onları kolayca doğru yolda top¬la¬yıverir. Sakın ha, cahillerden olma!” (En’am 6/35)
Allah Teâlâ, istekli olmayan hiç kimseyi yola getirmez. O, şöyle buyurur: “Allah kâfir toplumu yola getirmez.“ (Maide 5/67) “Allah zalim toplumu yola getirmez“ (Tevbe 9/199) “Allah fasık toplumu yola getirmez. “ (Tevbe 9/24)
Allah, yalnızca istekli olanları yola getirir. Bu konuda şöyle buyuruyor: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara açıklamayı iyi yapsın. Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir . Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” (İbrahim 14/4) İnsanın yola gelmesi, istekli olarak Allah’a yönelmesine bağlıdır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah, isteyeni sapıklıkta bırakır, kendine yöneleni de yola getirir.” (Ra’d 13/27)
İyiliği sonsuz Allah, yola geldikten sonra yanlış işler yapan bir kulunu uyarmadan yoldan çıkmasını onaylamaz. Bu konuda şöyle buyurur: “Allah bir cemaati yoluna kabul ettikten sonra, ne¬den sakınacaklarını kendilerine açıkça bil¬dirmeden onları yoldan çıkarması ihti¬mali yoktur.” (Tevbe 9/115)
Sapıtanlar, açık uyarıları dikkate almayanlardır. Böyle bir toplum, önce refaha kavuşur, sonra hiç beklemediği bir anda cezaya çarptırılır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ne zaman ki yapılan uyarıları göz ardı etti¬ler, biz de üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Kendilerine verilenlerle tam ferahladıkları bir sırada onları kıskıvrak yakaladık. Hepsi bir anda umut¬suzluğa düştüler.” (En’am 6/44)
Allah, uyarılmamış bir topluma ceza vermez. Bu konuda şöyle buyurur: “Kim yola gelse kendi için gelir. Kim de sapsa kendi aleyhine sapar. Kimse kimsenin günahını çekmez. Bir elçi gönderinceye kadar kimseye azap etmeyiz.” (İsra 17/15)
3- Yanlış Tevekkül Tevekkül, bir işte aciz kaldığını kabul edip onu başkasına bırakmaktır . Allah’a tevekkül ise, bir işte yapabileceği her şeyi yapıp gerisini Allah’a bırakmak olur. Fakat tevekkül zamanla, kendini yormadan “işi Allah’a bırakma” şeklinde anlaşılmıştır.
Bazı âyetler de buna göre yorumlanınca tembelliğe açık ama gelişmelere kapalı ve sorumluluğu Allah’a yükleyen bir davranış biçimi ortaya çıkmıştır.
Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İnsanın çalışmasından başkası kendinin değildir.” (Necm 53/39)
“İnsanlardan kimi der ki: “Rabbimiz! Bize ne vereceksen, bu dünyada ver!” Onun Ahirette alacağı bir şey kalmaz. Onlardan kimi de şöyle der: “Rabbimiz! Bize bu dünyada güzellik ver, Ahirette de güzellik ver. Bizi o ateşin azabından koru! Onlardan her birine kazandıklarından bir pay vardır. Allah hesabı çabuk görür.” (Bakara 2/200-202)
Demek ki, dünyayı isteyen çalışmak zorundadır. Hem dünyayı hem ahireti isteyen de çalışmak zorundadır. Çalışmayana bir şey yoktur. Başarının iki şartı vardır; biri istemek, diğeri gerekli güce sahip olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Senin Rabbin rızkı, isteyen ve gücü yeten için yayar. O, kullarının içini bilir ve onları görür.” (İsra 17/30)
Yeryüzünde ekmek, peynir, et vs. hazır vaziyette yoktur. Ama Allah, onları elde etme imkanlarını yaratmıştır. Bu imkanları kullanmayanlar, o nimetlere ulaşamazlar.
O, şöyle buyurur: “Allah yeryüzündeki yiyecekleri, dört günde belirlemiştir. Bunlar araştıranlar için eşit uzaklıktadır.” (Fussilet 41/10)
Kim gerekli çalışmayı yaparsa o nimetlere ulaşabilir. Bulunduğumuz bölgede Allah, hangi nimet ve imkanları yaratmışsa ancak onları bulabiliriz. Allah kendine şöyle seslenmemizi istemiştir: “… Dilediğine hesapsız rızık verirsin.” (Al-i İmran 3/27)
İmkanlar bol olsa ama gerekli güce sahip olmazsak veya gücümüz olduğu halde çalışmazsak elimize bir şey geçmez. Bu sebeple gerekli gücü elde etmeli ve başarı için elden geleni yapmalıdır. Kuraklık, aşırı yağmur ve deprem gibi afetlere karşı gücümüz olmadığından o gibi konularda da bütün tedbirleri aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmeliyiz. Tefsir ve meallerde bazı ayetlere farklı anlam verilerek, yanlış tevekkül anlayışı körüklenmiştir. Mesela yukarıda mealini verdiğimiz İsra 17/30. âyetine şöyle meal verilmiştir:
“Senin Rabbin dilediğine rızkı genişletir ve daraltır. O, kullarının içini bilir ve onları görür.” Farklı anlamın sebebi, ayetteki “يَشَاء = ister” ve “ يقدر = gücü yeter” fiillerinin faili olan “o” zamirinin neyi gösterdiği ile ilgili tercihtir. Arapça’da zamir en yakınını gösterir, uzak için karine gerekir. Böyle bir karine olmadığından burada zamir, “مَن = kim’i gösterir. Ama tefsir ve meallerde zamirin, uzakta bulunan الله lafzını gösterdiği kabul edilmiştir. Buna bir örnek de Sebe’ suresinin 39. âyetidir. Elimizdeki mealler şu şekildedir:
“De ki: “Doğrusu Rabbim, kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de kısar ” Arapça bakımından doğru anlam şöyle olur: “De ki: “Rabbim, kullarından istekli olan ve gücü yeten herkes için rızkı yayar”
|