Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Peygamberle Özel
Görüşme Yapmanın Bedeli
Kur’an’da, Hz.
Peygamberle (s.a.v) özel görüşme (necva) yapmak isteyenin, önce karşılıksız
yardımda bulunması yani sadaka vermesi gerektiğini isteyen bir ayet var;
“Ey iman edenler!
Peygamber ile özel görüşme yapacağınız zaman önden karşılıksız yardımda
bulunun. Bu, sizin yararınıza olup dahası temizlenmenize vesile olacaktır.
Fakat gücünüz yetmezse bilin ki Allah bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet
kaynağıdır; bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Mücadele; 58/12)
Acaba burada anlatılmak istenen nedir?
Hz. Peygamber ile özel bir görüşme yapmadan
önce karşılıksız yardımı emreden bu ayeti, peygamber öleli 14 asır olduğuna
göre bugün nasıl anlamalıyız? Çünkü ayet doğrudan peygamberin şahsından
bahsediyor. Şahıs ortadan kalkınca, bugün onunla özel görüşme yapmayı nasıl
anlamalıyız? Aksi halde doğrudan kendinden bahsettiğine göre hükmün de boşluğa
düşmesi ve geçersiz hale gelmesi gerecektir.
Bunu böyle anlayan klâsik müfessirlerin çoğu hemen sonraki
ayetle bu ayetin “nesh” edildiğini ileri sürerler.
Örneğin ayeti Hz.
Peygambere yönelik
“Onun etrafında saygınlık (karizma) oluşturma, her önüne gelenin onunla
görüşememesi” çerçevesinde anlayan Razi
şöyle demektedir:
“İnsan bir şeyi
güçlükle elde ederse gözünde saygınlığı artar. Ama onu kolaylıkla elde ederse
önemsiz ve değersiz görür…” (Razi; Tefsir-i Kebir, 58/17
tefsiri)
Doğrusu bu “Birine zor ulaşma, kolay kolay randevu
alamama” dediğimiz şeyi çağrıştırıyor. Kişi, böylece, kendisine zor ulaşılan,
çok önemli birisi olduğu izlenimi verdirmek ister. Gündelik hayatta, özellikle
bürokraside bunu uygulamayan da neredeyse yoktur.
Razi’nin söylediklerini kabul edecek olursak, şu soruların
cevaplanması gerekir. Mekke’de “içinizden birisi” olarak tanıtılan peygamber,
Medine’ye gelince etrafında bürokrasi oluşturup kapalı kapılar ardına mı
çekilmektedir? Kendisine zor ulaşılan birisi mi olmaktadır? Yardım edecek maddî
imkânı olmayanlar onunla görüşemeyecekler midir? Peygamber, etrafını
zenginlerin sardığı ve sadece onların görüşebildiği bir “fenomene” mi
dönüşmektedir?
Ayeti peygamberin şahsına yönelik anlamının tabi sonucu
bunlardan başkası olabilir mi? Hâlbuki ayet esasen peygambere yönelik değil
“hayra” ve “temizlenmeye” ihtiyacı olan etrafındaki insanlaradır.
Bu noktada büyük müfessir Ebu Muslim’in münafıklarla ilgili tespitinden
hareketle şunları söylemek mümkündür: “Medine’ye gelince münafıkların sadaka
vermekten kaçındıkları görüldü. Bunlardan kimileri münafıklığı bırakarak iman
etmiş görünüyorlardı. Bunların hala nifakta kalmış olanlardan ayırt edilmesi
için peygamberle görüşmeden önce sadaka vermeleri istendi.
Bunun anlamı şudur: “Peygamberin etrafında dolanarak, onun
yakınına kadar sokularak kendinizi iman etmiş gibi gösteriyor, mümin olmanın
avantajlarından yararlanmaya çalışıyorsunuz. Ama içinizde gerçek müminde
bulunması gereken temizlik, iyilik ve yardımlaşma duygusundan yoksunsunuz.
Bencilce konum elde etmeye, avantaj kapmaya çalışıyorsunuz. Eğer gerçekten iman
etmişseniz gereğini yapın ve mümince duyarlılığa sahip olarak yardımlaşın,
elinizdekini başkasıyla paylaşın…”
Demek ki peygamber öleli 14 asır olmasına rağmen şu an
elimizde ondan geriye Kuran, namaz, hac vb. değerler kaldığına göre ayet,
“Bunlara yaklaşmadan, yani bunlardanmış gibi görünerek getireceği
avantajlarından yararlanmaya kalkmadan önce (böyle yapacağınıza) eğer gerçekten
müminseniz çevrenizi gözetin, yardımlaşın, elinizdekini başkasıyla paylaşın”
demek olur…
Örneğin kimi zaman olur ki namaz kılmak, hacca gitmek,
Kuran okumak vs. bir dindarlık gösterisine dönüşebilir ve bunlar kişiye avantaj
sağlayıp bazı kapıların açılmasında birer araç olarak kullanılabilir. Bu
durumda böylesi kişilerin gerçekten dindar olup olmadığını ölçecek elimizde bir
ölçü olmalı. İşte bu ölçüyü veriyor Kuran; yardımlaşmak, vermek, paylaşmak…
Peygamberin yanında görünmekle kendisine bazı kapıların
açılacağını uman kişilere nasıl “Harcayın, bölüşün, paylaşın da görelim”
deniyorsa bugün de dindar görünmekle bazı kapıların kendisine açılacağını uman
kişilere de “Öyle Müslümanlık görünüşle, sureta namaz kılmakla, işin lâfını
yapmakla olmaz, elinizdekini verin, paylaşın da görelim” denilmelidir…
Bunun böyle olduğuna sonra gelen ayet delildir.
“Yoksa özel görüşme talebinden önce karşılıksız
yardım yapmak zorunuza mı gitti? Çünkü yapmadınız. Bakın, Allah tövbenizi kabul
etti. Artık canı gönülden namaz kılın, zekât verin, Allah’a ve peygamberine
itaat edin. Allah her ne yaparsanız haberdardır.” (Mücadele; 58/12)
Yani: Peygamberle özel görüşme yapmak insana bir meziyet
kazandırmaz. Böyle yaparak kendinize bir avantaj sağlamaya çalışmayın. Namazı
kılın, zekâtı verin, Allah’a ve peygamberine itaat edin, samimî ve içten bir
mümin olun yeter…
Hem bütün bunlar; peygamber, din, vahiy… Eğer bir gönüle
girmiyor, yoksulu doyurmuyor, fakiri gözetmiyor, düşmüşün elinden tutmuyorsa ne
için var? İşin gösterişini yapmak, toplanıp dağılmak, peygamberin yanında
görünmek, riyaset, şa’şaa, liderlik, devlet, iktidar vs. ne için bütün bunlar?
Demek ki o gün “peygamberin yanında görünmek”, bugün için
peygamberin bıraktığı mirasa sahip çıkıyor görünmek demektir. Allah, kitap,
peygamber, din, iman, nutukları atıp, bunları yapıyormuş gibi görünüp en küçük
yardımdan (maun) bile kaçınmak, bunların gösteriş yapıldığını gösterir. Nitekim
sırf bunun için ayet değil sure nazil olduğunu görüyoruz:
“Bak şu dini yalanlayana. İşte bak,
öksüzü hor görüyor. Yoksulun halinden hiç anlamıyor. O namaz kılanların vay
haline! O kuru kuruya yatıp kalkanların vay haline! Çünkü gösteriş
yapıyorlar,en küçük yardımı bile geri çeviriyorlar.” (Maun; 107/1-7)
MAUN: Sözlükte “yardım etmek, orta yaşlı olmak” demektir.
Orta yaşlı olmak (avân),
yardım etmek (iâne), yardımcı
(muâvin), yardımlaşmak, el
birliği etmek (teâvün),
yardım istemek (istiâne),
yardım, destek, medet (avn),
ikramiye, burs, destek (iâne),
kooperatif (teâvuniyye),
yardımsever, insanlara yardım eden (mi’vân),
küçük yardım (maŭne)
kelimeleri bu köktendir…
Ayette ifade edildiği gibi, demek ki dini yalanlayan,
öksüze hor bakan ve yoksulun halinden anlamayanlar aynı zamanda namaz da
kılmaktaydılar. Çünkü namaz Mekkelilerin bildiği bir şeydi (Ebu Muslim).
Şu halde maun
en tabiî ihtiyaç maddeleri anlamında küçük yardımlar demektir. Yani âlet,
edevat, kap kaçak, ekmek, tuz vb. bir insanın diğer insana vermekte hiçbir beis
görmemesi gereken yardımlar manasında. Anlam olarak “Komşu komşunun külüne
muhtaç” dediğimiz manayı çağrıştırır…
Dikkat edilirse Kur’an “almayı” değil sürekli olarak
“vermeyi” teşvik ediyor. Yani insanlara “İhtiyaçlarınız için yardım isteyin”
demiyor, “İhtiyacı olanlara yardım edin” diyor. İstemek söz konusu olunca
Fatiha’da geçtiği gibi “Ancak senden
yardım isteriz” (iyyake
nesta’in) dedirtiyor ve Allah’tan başkasından istemeyi çok görüyor.
Ama vermek söz konusu olunca zekât, sadaka, yardımlaşma, dayanışma vs. hepsini
ısrarla öğütlüyor, teşvik ediyor.
Bunun anlamı şu olsa gerektir; “Veren el alan elden
üstündür” deyişinde geçtiği gibi alan değil sürekli veren el olmak… İsterken
Allah’a, verirken insanlara yönelen bir kişilik… Kendini muhtaç durumda
olmaktan çıkararak kendi ayakları üzerinde duran, insanlara yük olmayan,
bilakis yükü üstlenen, omuzlayan, paylaşan, bölüşen, özgür, bağımsız, onurlu kişilikler…
Yine ayette geçtiği gibi kimileri işin gösterişindedirler.
Kıldıkları namazda, yaptıkları duada hayır yoktur. Kürsülerden nutuk atmaya
bayılırlar. Mükellef sofralarda tıka basa doyup “elhamdülillah” çektikten
sonra, midelerini sıvazlarken “Mübarek sahabe efendilerimiz açlıktan karnına
taş bağlardı” diye ağlamaklı ağlamaklı konuşurlar. Kandil gecelerinde, gülyağı
kokuları arasında sahabe hayatı anlatırlar. “Sünnettir inşallah” diye tabağın
kenarında hiçbir şey bırakmadan yedikçe yerler ama tabağın içindekini başkasına
vermeyi veya bölüşmeyi hiç düşünmezler. Her yemekten sonra “huril-ıyn” duaları
ederler; ev üstüne ev, eş üstüne eş isterler ama onları yoksul bekârlarla
evlendirmeyi, hele iş sahibi yapmayı akıllarından bile geçirmezler. Nedense her
şeye kendilerini lâyık görürler. Kendileri dururken başkası akıllarından bile
geçmez. Allah güzel ve zengin nimetlerini nedense hep onlar üzerinde görmekten
hoşlanır.
Bunlar hem namaz kılarlar, dindar görünürler, hem de bir
kapitalistten daha beter mal, mülk ve para düşkünüdürler. En küçük yardımları
yapmakta bile pintilikte üzerlerine yoktur. Barlarda, pavyonlarda para
harcayamazlar ama saray yavrusundan evlere milyarlar dökerler. Hırslarını
maldan mülkten, gösterişten, güçlü görünmekten çıkarırlar. Paylaşmak, bölüşmek,
vermek, dağıtmaktan ödleri kopar. Bir şeyi vermek onlardan kerpetenle etlerini
koparmak gibi gelir.
Dıştan namazlı niyazlı içten zavallı bir dindarlık…
Dışı Müslüman içi kapitalist bir ehli-namazlık…
Bu halleriyle Allah’a değil güce ve güçlüye tapmaktan
başka bir şey yapmış olmazlar.
Adı en küçük yardımı (maun) bile çok görmek anlamına gelen yukarıdaki sureyi
dindarlık iddiasında olanlar gece gündüz okusa, sular seller gibi ezberlese
yeridir. Çünkü alışılmış dindarın o iflâh olmaz “insansız ve tabiatsız” Allah
anlayışının panzehiri bu suredir.
Boyuna, Allah’ın kendine özel olarak verdiğini sandığı
zenginliğine “elhamdülillâh” çekip, burnunun ucundaki açı, yoksulu bir türlü
göremeyen, yoksulluk, fakirlik, emek lâflarını duyunca “solculuk” yapıldığını
zanneden, “Müslüman güçlü olacak, her şeyin en iyisini giyecek, en iyi yerlerde
oturacak” deyip duran, “Ben Müslüman’ın zengin olanını severim” diye de
kafasına uygun bir hadis bulan zihniyetin panzehiri işte bu ve benzeri
surelerdir
Dini yalanlayan inkârcı kâfir tutumu ile ehl-i namaz da
olsa “kapitalistçe” tutum aynı sure içinde bir tutuluyor ve aynı azapla tehdit
ediliyor!
Varın gerisini siz düşünün…
Recep İhsan ELİAÇIK
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|