Mürselat Yasaklı
Katılma Tarihi: 31 temmuz 2009 Yer: Turkiye Gönderilenler: 71
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Tesbih kelimesinin kökü ‘se-be-ha’ fiilidir. Se-be-ha sözlükte yüzmek, uzaklaşmak, yıldız hızlı hareket etmek, bir topluluğun yeryüzünde yayılıp hakim olması, suyun yayılıp kaplaması gibi anlamlara gelmektedir. ‘es-Sebhu’ suda ve havada hızlı yayılışı ifade eder. Mecazen yıldızların uzaydaki hareketleri için kullanılır: “ve kullün fi felekin yesbehûn” (Hepsi bir yörüngede akıp/yüzüp gitmektedir) (21/Enbiya, 33; 36/Yasin, 40). Atların hızlı koşması ‘sebh’ (sebhan) fiili ile ifade edilir. İşlerdeki süratli koşuşturma için de aynı kelime kullanılır: “Senin için gündüz uzunca bir koşuşturma vardır.” (73/Müzzemmil, 7).
‘Se-be-ha’ fiilinden türeyen tesbih, Allahu Teala’yı tenzih etmektir. Söz, fiil ve niyet olarak ibadetlerin geneli için kullanılır. (Rağıb). Kelimenin kök anlamı göz önüne alındığında, Allah’ı iman ve amelle tenzih edişte sürekliliği, sağa sola sapmamayı ve tezliği ifade ettiği düşünülebilir. Elmalılı Hamdi Yazır, ‘tesbih’i, “Allah Teala’yı Cenabı akdesine layık olmayan şaibelerden gerek itikaden, gerek kavlen ve gerek kalben tenzih etmek ve uzak tutmaktır” diye tanımlamaktadır. Kur’an’da tesbih konusunun işlendiği ayetlerde, insandan ziyade, insan dışındaki diğer mevcudatın Allah’ı tesbih ettiği teması ağırlıklı olarak işlenmektedir. Kur’an’ın haber verdiğine göre, alemdeki bütün varlıklar Allah’ı tesbih ederler. Şimdi bu konu üzerinde biraz detaylı durmamız gerekmektedir.
Kur’an’ın bazı ayetlerinde, göklerde, yeryüzünde ve her ikisi arasında bulunan şeylerin tamamının Allah’ı tesbih ettiği bildirilmektedir. Bunlardan, hemen hemen noktasına virgülüne kadar birbirinin aynısı olan, sadece birinde (57/Hadid, 1) ‘el-Arz’ kelimesinden önce bir ‘mâ’ mevsul edatının eksik olduğu üç ayette şöyle denmektedir: “Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ı tesbih etmektedir.” (57/Hadid, 1; 59/Haşr, 1; 61/Saf, 1).
Bu ayetler ilgili surelerin ilk ayetleridir, yani sure bu girişle başlamaktadır. Bu üç ayette ‘sebbeha’, yani ‘se-be-ha’ fiilinin tef’ıl babından ve mazi sîgası kullanılmıştır. Bu durumda ayetler zahiren, “…her şey Allah’ı tesbih etti” diye tercüme edilmek durumundadır. Fakat arapçada ve Kur’an’da bu şekilde, geçmiş zaman (mazi) kipiyle şimdiki ve geniş zaman ve hatta bazen de gelecek zaman anlamının kastedildiği yerler bulunmaktadır. Meallerde de genellikle bu ayetler “…tesbih ederler” diye tercüme edilmektedir. Bununla beraber, ‘yüsebbihu’nun (tesbih ederler) yerini alacaksa, neden öyle denmedi de ‘sebbeha’ dendi, diye sorulabilir. Elbette bu soru haksız değildir ve ‘sebbeha’ mazi fiilinin kullanılması şöyle bir inceliğe binaen olmalıdır: Gökler ve yeryüzünde olan her şey, ilk varlık alanına çıkışı itibariyle Allah’ı tesbih ettiler, yani varlık alanına gelirlerken Allah’ı tesbih ettiler, onların var kılınmaları, Allah’ın varlığına, yüceliğine şehadettir. Fakat bu varlıkların tesbihi elbette ilk başlangıçtakiyle kalmadı. İlk günden bugüne kadar bu süreç devam etti, kıyamete kadar da devam edecektir.
Bunun bir örneği, evrenin yaratılışından bahseden Fussilet suresinin ilk ayetlerinde bulunmaktadır. Buna göre, Allah, duman halinde bulunan göğe yönelerek, göğe ve arza şöyle emrediyor: “isteyerek veya istemeyerek gelin!” Her ikisinin cevabı, “İsteyerek geldik!” oluyor. (41/Fussilet, 11). Bu ayet, kâinâtın yaratılışının ilk başlangıcına ve Allah’a olan itaatine işaret etmektedir. Fakat göklerin ve yerin Allah’ın emrine “isteyerek geldik” demiş olmaları bir kere olmuş bitmiş bir iş değildir, bu teslimiyet o günden bugüne süregelmekte olup, kıyamete kadar da devam edecektir. Diğer bazı ayetlerde ise muzari sigasıyla göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Allah’ı tesbih ettikleri haber verilmektedir:
“O, Allah’dır. Yaratıcı, yoktan var edici, şekil verendir. Bütün güzel isimler O’na aittir. Göklerde ve yerde bulunan her şey O’nu tesbih eder. O azîzdir, hikmet sahibidir.” (yüsebbihu lehû mâ fis-semâvâti vel ard) (59/Haşr, 24).
“Göklerde ve yerde olanların hepsi melik, kuddûs, azîz ve hikmet sahibi Allah’ı tesbih ederler.” (yüsebbihu lillahi mâ fis-semâvâti ve mâ fil ard…) (62/Cuma, 1).
“Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nundur, hamd de O’na aittir. Ve O her şeye kâdirdir.” (yüsebbihu lillahi mâ fis-semâvâti ve mâ fil ard…) (64/Teğabün, 1).
“Görmez misin; göklerde ve yerde bulunan her şey ve dizi dizi kuşlar Allah’ı tesbih ederler. Her biri kendi duasını ve kendi tesbihini bilmiştir. Allah onların yaptıklarını tam olarak bilmektedir.” (yüsebbihu lehû men fis-semâvâti vel ardı vet’tayru…) (24/Nur, 41).
“Gök gürültüsü Allah’ı tesbih eder. Melekler de O’nun korkusundan (tesbih ederler).” (ve yüsebbihu’r-ra’du bi-hamdihi vel melaiketu min hıîfetih) (13/Ra’d, 13).
“Yedi gök, yeryüzü ve orada bulunanların tamamı Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbihi etmeyen hiçbir şey yoktur. Lakin şu var ki, siz onların tesbihini anlamazsınız. O, çok yumuşak ve bağışlayıcıdır.” (tüsebbihu lehû’s-semâvatu’s-seb’u…) (17/İsra, 44).
Bu ayetlerin tamamında ‘tesbih’ kavramı muzari fiili ile ifade edildiği için, “Allah’ı tesbih ederler” şeklinde geniş zaman kipiyle çevrilmeye elverişlidir. Buraya kadar yazdığımız ayetlerden, ihtilafsız, kesin olarak anlaşılan şudur: İster mazi, ister muzari sigasıyla bildirilmiş olsun, göklerde, yeryüzünde ve her ikisi arasında bulunan şeylerin tamamı Allah’ı tesbih etmektedirler. Bu tesbihin mahiyetini müzakere etmeden önce, gökler ve yer (semâvat ve arz) ve ‘her ikisi arasındakiler’in neye tekabül ettiğine açıklık getirmek gerekmektedir.
‘Semâvât’ kelimesi ‘semâ’nın çoğuludur ve gökler demektir. ‘Gök’ ve ‘gökler’ kelimesi ilk bakışta, oldukça yalın, basit bir gerçekliğe işaret eder görünmektedir. Tecrübi olarak bütün insanlar göğü bilirler. Görme özrü bulunanların dışında, gözlerini göklere dikmemiş hiçbir insan tasavvur edilemez. Fakat ‘gökler’in delalet ettiği derinlikli anlam bu kadar basit değildir. Çünkü bu kelimeyle, kafamızı çevirdiğimiz zaman gördüğümüz, üzerinde bulunduğumuz coğrafyanın tavanı gibi duran ‘gök kubbemiz’den daha geniş bir alan kastedilmektedir.
Kur’an’ın indiği dönemin uzay ve kâinât bilgisi gereğince Kur’an ‘gökler’ demiştir. Fakat ‘gökyüzü’ dendiği zaman, nerde başlayıp nerde bittiği bilinmeyen, uçsuz bucaksız bir uzay akla gelmektedir. Bu uzay, yıldızları, gezegenleri ve galaksileri ve galaksi kümelerini içermektedir. Astronomi bilgisinin oldukça sınırlı olduğu miladi 7. yüzyıl insanları açısından ‘gökler ve yeryüzü’, üzerinde yaşadığımız bu dünya ile onun göğünü temsil etmektedir. Halbuki ‘gökler’, bütün uzay ve içindeki yıldızları ve gezegenleri, yani kâinâtı kapsayan bir terimdir. ‘Arz’ ise, üzerinde yaşadığımız dünyadır. Dikkat edilirse ‘gökler ve yeryüzü’ derken sanki ikisi birbiriyle benzer çapta iki alandan bahsediliyor intibaı uyanmaktadır. Oysa arz, yani dünya, uzaya kıyasla, dağa oranla bir nokta gibidir. Bu iki terimin bu şekilde kullanımı, Kur’an’ın indiği dönemdeki toplumun ‘dünya’, ‘uzay’, zaman ve mekan algısıyla yakından alakalıdır. Uzay hakkında derinlemesine bilgisi olmayan toplum için, sanki kâinât, üzerinde yaşadığı dünya, gökyüzü ve güneş, ay gibi bazı gezegenlerden ibarettir. İşin aslı, ‘semâvât’ terimi, diğer yıldızlar ve gezegenlerin yanı sıra zorunlu olarak ‘dünya’yı da içerir.
‘el-Ard’ (arz: elif harfi ile; ayın harfi ile arz başka kelime olur) terimi, ‘semâ’nın mukabili olarak kullanılır. Aslında Arapça’da bir şeyin en yüksek noktasına ‘semâ’, en alt tarafına da ‘arz’ denmektedir. Kur’an’da ‘arz’ kelimesi ile yeryüzü, yani dünya kastedilmektedir.
Yukarıdaki ayetlerde “göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey”in Allah’ı tesbih ettiği belirtilmektedir. Bu ayetlerde o kadar genelleyici bir ifade kullanılmıştır ki, göklerde, yeryüzünde ve her ikisinde bulunan her şey, yani bütün varlık Allah’ı tesbih edenler zümresine dahil edilmiştir. Buna göre, kâinâtta Allah’ı zikretmeyen hiçbir şey kalmamaktadır. Var olan her şey O’nu tesbih etmektedir.
İşte Kur’an’ın bu hükümleri, materyalist ve pozitivist felsefenin aksine, ‘cansız madde’ olarak adlandırılan, insan, hayvan ve bitki dışındaki varlık kategorisine büyük bir anlam yüklemektedir. Vahyin eğiticiliğinden nasibini almamış zihinlere göre sıradan cansız madde olan tabiat ve evren, Kur’an mü’minleri nazarında, Allah’ı tesbih eden bir ‘kul’ statüsüne yükseltilmiştir. Peki, kâinâttaki bütün varlıklar Allah’ı nasıl tesbih etmektedirler? Tesbihin mahiyeti nedir? Kâinâtın tesbihi, insanın Allah’ı tesbih etmesi gibi bir şey midir? İkisi aynı mı, gayrı mıdır? Bu tesbihi biz insanların da bilip anlaması mümkün müdür?
Öncelikle, insanın dışında kalan ister hayvan, ister bitki, ister diğer varlıklar ve isterse uzayın derinliklerinde yer alan diğer yıldızlar ve içlerinde bulunan bilmediğimiz şeyler olsun, bunların Allah’ı tesbihi, biz insanların ‘sübhanellah’ sözüyle tesbih etmemize benzetilemez. Çünkü ‘sübhanellah’ demek, sözdür ve harflerle konuşmak insana özgü bir eylemdir. Fakat ‘konuşma’nın tek biçimi, bizimki gibi sesle ve harflerle olan değildir. İnsan için nasıl bir de ‘beden dili’ varsa, eşyanın ve hayvanların da kendilerine has mesaj dili vardır. Bu gerçeğe rağmen, nedense insan haricindeki varlıkların tesbihi, aynen insan gibi, sesle ve sözle tesbih olarak anlaşılmak istenmektedir. Halbuki, dilimizle ‘sübhanellah’ demek, tesbihin biçimlerinden biridir ve biz insana mahsustur. Söz söylemenin, konuşmanın, yazı yazmanın da biz insana mahsus olması gibi… Şüphesiz insanın tesbihi, yani Allah’ı tenzih etmesi ve O’nu yüceltmesi sadece sözlü olandan ibaret değildir. Bu böyle olduğu gibi, diğer varlıkların tesbihi de harflerle, kelimelerle olmak zorunda değildir. İnsanın dışında, örneğin hayvan ve bitkinin veya suyun Allah’ı tesbih etmesini şöyle tasavvur edebiliriz: Bu varlıklar, Allah’ın yaratılıştan verdiği özelliklerle, kendilerine yüklenen görevleri hakkıyla yerine getirmektedirler. Fussilet suresinde anlatılan da budur. Bu varlıkların, adeta yaratılıştan kodlandıkları fiil ve davranışları hakkıyla işlemeleri, kendilerinden beklenen rolü mükemmel şekilde yerine getirmeleri, varlık ummanında kendilerinden isteneni eksiksiz biçimde ifa etmeleri, kendilerini yaratan Allah’ın varlığına tanıklık etmekte, O’na en iyi biçimde şehadet etmektedirler. Kâinâttaki bu düzgün, mükemmel işleyiş, Mülk suresinde (3-4. ayetler) anlatıldığı gibi, evrendeki kusursuz, düzen, nizam ve intizam; ses, renk, koku, görüntü ve müzikal ahenk hep Allah’ı işaret etmektedir. Var olan bütün bu ‘şeyler’ Allah’ın varlığını, kudretini, azametini haykırmaktadırlar. Her ne kadar ‘haykırmakta’ diyorsak da, bu, lafın gelişidir. Onların haykırışı, sesle ve harfle değil, kendilerine mahsus hal diliyledir.
İşte bundan dolayı Kur’an bunlara âfaktaki ayetler demektedir. Vahyi oluşturan kelamın dışındaki varlıklar ‘kevnî ayetler’dir. Yani oluşu gösteren işaretler, belgeler ve kanıtlardır. İşte bu ayetleri iyi okuyabilen insanlar, ‘ala kulli şey’in kadîr’ Allah’ı bilip anlamakta hiçbir güçlük çekmezler. Bilakis bu ayetleri tefekkür ettikleri için imanları artar, yerleri ve gökleri Allah’ın boş yere (batıl olarak) yaratmadığını idrak ettikleri için (3/Al-i İmran, 190-191) kalpleri titrer. (8/Enfal, 2; 22/Hac, 35).
Varlık aleminde, Allah’a isyan eden, Allah’ın emirlerinden dışarı çıkan, Allah’a rağmen kendi başına buyruk iş yapan, kısacası Allah’ın varlığına, birliğine ve O’nun kudretine delalet etmeyen hiçbir varlık yoktur. Bitki, hayvan ve tabiat deyince aklımıza gelen ‘şey’lerden bir tane bile böyle bir varlık bulmamız mümkün değildir. İşte varlık alemindeki bu mükemmelliği iyi okuyan insanlar, her şeyin O’na işaret ettiğini anlamaktadırlar. Böylece Allah tesbih edilmiş olmaktadır. Sanırım bal arısı, anlatmak istediğimizin en iyi örneğidir. Allah’ın kendisine yaratılıştan öğrettiği bal yapmayı, peteğiyle birlikte mükemmel şekilde işleyen bu küçücük böcekler, Allah’ın yüce kudretine nasıl da delalet etmektedirler! Sadece arıya dikkatle bakan insanlar, başka hiçbir şeyi düşünmeseler bile, gökleri, yeri ve her ikisi arasındaki her şeyi, gücü sonsuz olan bir Allah’ın yarattığını anlamakta zorlanmazlar.
Kur’an, göklerde kanat çırparak uçan kuşların da Allah’ı tesbih ediyor oluşlarına dikkat çekmektedir. Yüzeysel bir düşünce, kuşların tesbihini mutlaka ses olarak -en azından ötmelerini buna yorarak- algılamak isteyebilir. Oysa kuşların göklerde uçuşu bir mucizedir ve zaten Kur’an da buna dikkat çekmektedir. Fakat, hayata gözlerini açtığında kendini böyle bir ortamda bulan insan, duyularının aşina oluşu nedeniyle bu mucizeyi, ‘anmaya değer’ bulmamaktadır. Şu halde, kuşlara bakan mütefekkir (düşünen) insan, Allah’ın yüceliğini idrak etmekte, Allah’ı nâkısalardan tenzih etmektedir.
Kur’an’ın bu alanda söylediği çok mühim bir şey var. Kur’an’a göre, kâinâttaki her şey Allah’ı tesbih etmektedir; Allah’ı, hamd ederek tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur ve fakat biz onların tesbihlerini anlamayız: “Yedi gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan herkes (her şey) O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ne var ki, siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O çok yumuşak ve af edicidir.” (17/İsra, 44).
Bu ayet, buraya kadar yer verdiğimiz diğer ayetlerle çelişmekte midir? Onlarca ayet, varlıkların Allah’ı tesbih ettiğini söylerken bu ayet “siz onların tesbihini anlamazsınız” kaydıyla, bir anda bütün bir kurguyu allak bullak mı etmektedir? Hayır, bizce böyle değil.
“Onların tesbihlerini anlamazsınız” sözünü gerçek anlamından ziyade, bir dikkat çekme, dikkat çekilen hadisenin ancak ince bir nazarla kavranabileceğine işaret olarak algılamak daha doğru olur kanaatindeyiz. ‘Fe-kı-he’ fiili iyice anlamak, idrak etmek, kavramak anlamına gelir. ‘Lâ tefqahûne’ sözü, literal olarak “siz onların tesbihini anlamazsınız” demektir. Bizce bunu, “siz insanlar, eşyanın/varlığın bu tesbihini asla bilmez ve anlamazsınız” şeklinde anlamak hata olur. Bu tıpkı, münafıklardan bahsederken, Peygamberimize hitaben, “onları sen bilmezsin, onları biz biliriz” (9/Tevbe, 101) sözüne benzemektedir. Bu söz aslında (daha önce nifak kavramında işlediğimiz gibi), Peygamber (a.s)ın münafıkları bilmediği anlamına gelmemektedir. Çünkü münafıkların bütün özellikleri Kur’an’da sayılmakta, savaşlara önce katılıp sonra ayrılmaktalar, mescid-i dırar ile kendilerini ortaya koymaktalar, Peygamber’in hanımına iftira atmaktalar, Peygamber’in, Kur’an’ın, İslam’ın ve Müslümanların aleyhinde daima nifak hareketlerine girişmektedirler. Şu halde, münafıkları kastederek, “sen onları bilmezsin” demek, aslında onları bildirmenin bir yolu olsa gerektir. Bunu böyle ifade etmenin, münafıklara da kinayeli bir göndermesi olsa gerektir.
Bunun gibi, bütün kâinâtın Allah’ı tesbih ettiği, fakat onların tesbihini bizim anlamayacağımızı söylemek, edebi bir anlatım ve dikkat çekmeye matuf bir sanatsal ifadedir. Bunun anlamı şu olmalıdır: Biz insanlar belki diğer varlıkların tesbihini bizim gibi sesle, sözle, harflerle ve kelimelerle olacakmış gibi düşünmeye meyilliyiz. Halbuki tabiata yüzümüzü çevirdiğimiz vakit, ‘sessizlik sesi ile’, hal diliyle konuşan bir alem görmekteyiz. Aslında insan da her zaman mesajını kelamla iletmez; insan beden diliyle de ‘konuşur’. İşte insan, tabiata baktığında ondan sözler işitmez. Fakat tabiatın lisan-ı halini okumasını bilirse oradan çok büyük mesajlar çıkartır. Tabiatın mesajı, herkes tarafından algılanır değildir. Çünkü ‘herkes’ tabiata, mesajını algılamak amacıyla bakıyor değildir. Söz konusu mesaj, tefekkürle, ta’akkul ile, tedebbür ve tezekkürle anlaşılır. İşte bu şekilde kâinâta bakanlar, kâinâtın, Allah’ı nasıl da tenzih eden işaretlerle dopdolu olduğunu, nasıl da zamanın, mekanın, oluşun biteviye Allah’ı tesbih ettiğini anlayacaktır. Bunu anlamak için, mü’min gözüyle, basiretle, ibret gözüyle bakmak gerekmektedir. Materyalist biri için evren mekanik bir düzen iken, mü’min için evren, kevnî ayetler yumağıdır; Allah’ın hikmetlerinin denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa, denizin tükenmesi pahasına, yazmakla bitmeyeceği amaçlı bir âlemdir, ilahî bir mekteptir. Yaratılışın her an yinelendiği bir akıştır adeta.
Kâinâtın tesbihi, sanki ilahi sır perdesi altında işlemektedir. Fakat o perde hiç kalın değildir. Yeter ki insanlar akıllarını kullansınlar ve tefekkür etsinler. Akleden ve tefekkür eden insanlar, o perdeyi aralamakta, varlıkların Allah’ı tesbih ve zikir edişini görebilmektedirler.
Kâinâtın yaratılışı, gece ile gündüzün düzenli işleyişi, yani zamanın ve mekanın mükemmel işleyişi akıl sahipleri için birer ayettir. İşte mü’minler, ister ayakta iken, ister otururken ve isterse yatarken Allah’ı zikrederler, bunların boş yere, iş olsun diye (batıl yere) yaratılmadığını düşünerek Allah’ı tesbih ederler. (3/Al-i İmran, 190-191). Bu da, varlıkların tesbihini insanın anlayacağına dair bir ipucudur.
Kâinâtın Allah’ı tesbihi, ‘secde’ kavramıyla da işaret edilmiştir. Bir başka deyişle, ‘tesbih’le ‘secde’ kavramları arasında büyük bir ilgi ve alaka vardır. Göklerde ve yerde bulunanlar, isteyerek ya da istemeyerek Allah’a secde etmektedirler. (13/Ra’d, 15). Rağıb İsfehani, kâinâtın tesbihini siz anlamazsınız ayetiyle, Ra’d/15 ayeti arasında bağıntı kurmaktadır. Bu ayet aynen Fussilet suresinin 12. ayetini çağrıştırmaktadır. Fakat önemli olan burada, secde kavramının tesbih kavramıyla hemen hemen aynı anlamda kullanılmış olmasıdır. Bu ayette, tesbih ayetlerinin aksine, “gökler ve yeryüzü” değil de, “göklerde ve yeryüzünde bulunanlar”ın Allah’a secde ettikleri haber verilmektedir. Kâinâttaki varlıkların Allah’a secde etmesi, söz konusu varlık aleminde mutlak manada Allah’ın egemenliğinin geçerli olması demektir. Varlık, Allah’ın koyduğu yasalara harfiyen bağlıdır. Herhangi bir itaatsizlik söz konusu değildir.
Kur’an, yukarıdan beri konu edindiğimiz, kâinâtın tesbihini genel olarak anmasının dışında bir de, mesela dağların (21/Enbiya, 79; 38/Sa’d, 18), şimşek ve meleklerin (13/Ra’d, 13) Allah’ı tesbih ettiğine değinir. Meleklerin Rablerini tesbih etmeleri, üzerinde fazlaca durulan bir husustur. Daha Adem’in yaratılmasını ilk işittiklerinde melekler Allah’a, O’nu sürekli hamd ile tesbih ve takdis ettiklerini söyleyerek, Allah’ı tesbih etmeyecek bir varlığı ne diye yarattığı sorusunu yöneltmişlerdi. (2/Bakara, 30).
Allah, insan diye bir varlık yaratacağından melekleri haberdar ettiğinde meleklerin O’na müteveccihen: “Biz seni, hamd ederek tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkartacak, orada kan dökecek bir varlığı mı yaratacak (halife kılacak)sın?” (2/Bakara, 30) demeleri, konumuz açısından çok manidardır. Zira melekler, kendileri Allah’ı tesbih (ve takdis) ettiklerini söylüyorlar, ama insanın tesbih ediciliğinden bahsetmiyorlar. Bu da, insanın yaratılış itibariyle tesbih etmeye de, tekfir etmeye de meyilli bir varlık olduğuna delalet etmektedir. Herhalde buna binaendir ki, Kur’an, kâinâttaki her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini kaydedip, bu konuda varlıklara bir ‘emir’ vermekten bahsetmezken, insana “Rabbini tesbih et!” mealinde emir verir. “O’nu hamd ile tesbih et” (25/Furkan, 58); “Rabbine hamd ederek sabah ve akşam tesbih et” (40/Mü’min, 55); “Rabbini ham ederek tesbih et” (110/Nasr, 3); “Yüce Rabbi’nin ismini tesbih et!” (56/Vakıa, 74, 96; 69/Hakka, 52; 87/A’lâ, 1) gibi. Çünkü insan, kendisine yol gösterilmesi gereken bir kuldur. Allah ona ne yapacağını vahiyle öğretmiştir. Rabbani terbiyeyi almazsa insan, Rabbini tesbih etmeyi bilemez. Oysa diğer varlıklar, hiç kibirlenmeden, bıkıp usanmadan Rablerini tesbih etmektedirler. (21/Enbiya, 19-20). İnsan aynı zamanda müstekbir ve Rabbi’ne karşı müstağni bir varlıktır; melekler ise hiç yüksünmeden gece gündüz mütemadiyen Allah’ı tesbih ederler. (41/Fussilet, 38).
İnsanın mü’min olanı, Allah’ın ikazı (tezkir) kendisine fayda veren ve bu ikaz sonucunda Rabbine hamd eden ve O’nu tesbih eden varlıktır. Allah’ın öğüt vermesi karşısında mü’minler büyüklenmezler, istikbar etmezler, hadlerini bilirler ve hatta huşû ile secdeye kapanırlar. (32/Secde, 15). Secde etmek Allah’ı tesbih etmenin önemli bir biçimidir. Secdede insan, ubudiyetin en uç noktasına ulaşmakta, büyük bir makam karşısında yüzünü yerlere sürmekle, insan benliğini gurur ve kibirden arındırmanın (tezkiye) en ileri boyutunu yaşamaktadır. Dolayısıyla, Allah’a secde etmeden O’nu tesbih etmek asla kamil olmayacağı gibi, Allah’ı her haliyle tesbih etmeyenlerin de secde etmeleri bir değer ifade etmeyecektir. Secde bilinçli olmaz da, sadece şekilde kalınırsa, sıradan bir geleneğin tatbiki olur, tesbih değeri olmaz. Secde ile biçimsel olarak Allah tesbih edilirken, yaşamın başka alanlarında tekfir ve teşrik edilmemelidir. Namaz, mü’minlerin Rablerini her türlü kemal dışı sıfatlardan tenzih edişlerini ifade eden dua ve sözcüklerle doludur. Her namazın başında sübhaneke duası okunur ki, Allah’ı tenzih ederek başlamaktadır. Rüku’da ve secdede “büyük/yüce olan Rabbim yücedir” cümleleri tekrar edilmektedir. Namazların sonunda okunan ayetel kürsi (2/Bakara, 255), Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih etmekte, en mükemmel bir söz dizimiyle O’nu tesbih etmektedir.
Allah’ın tesbih edilmesi, O’nun, hiçbir eksik sıfat taşımadığının, her şeye gücü yeten, yoktan var eden, hiçbir varlığa benzemeyen, eşi ve benzeri olmayan bir İlah olduğunun kabulü ve ikrarıdır. Bu şuura eren insanlar, sözle ‘sübhanellah’ diyebilecekleri gibi, mesela secde ederek de Allah’ı tesbih etmiş olurlar. Allah’dan başka hiçbir ilah olmadığını ve hiçbir zaman, ilah olduğu ileri sürülen paçavralara tapmayacağını söylemek gibi, bizzat bu esas doğrultusunda bir hayat yaşamak da Allah’ı tesbihtir, yani O’nu tenzih etmek ve tazim etmektir. Allah’ı tesbih hem kaville hem de fiille olmalıdır.
Namaz gibi kısmen kişisel ibadetlerin dışında, mesela dinin tebliği de, Allah’ı tesbih etmenin önemli bir alanıdır. Risalet görevi bir anlamda Allah’ı tesbih etmektir. (20/Taha, 33). Dolayısıyla Rasuller en iyi tesbih edicilerdir. Çünkü risalet sabır ve salatla tahammül etmek ister. İslam’ın tebliğcilerine ilahi tavsiye, sabretmek (40/Mü’min, 55; 52/Tur, 48) ve Allah’ı tesbih etmektir. Tebliğci, şikayet yerine, Rabbini tesbih edecek, O’nun yardımını talep edecektir. Muhammed (a.s)a, kavminin kendisini, göğsünü daraltacak kadar yalanlamasına karşı, adeta yapılabilecek tek şey olarak, Rabbine hamd ederek O’nu tesbih etmesi, secde edenlerden olması ve kendisine ‘yakîn’ gelinceye kadar Rabbi’ne ibadet etmesi emredilmiştir. (15/Hıcr, 98-99). Benzer şekilde, müşriklerin sataşmalarına karşı, güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbine hamd ederek tesbih etmesi, gecenin ve gündüzün belli aralıklarında Allah’ı tesbih etmesi (namaz) emredilmektedir. (21/Enbiya, 130; 50/Kaf, 39-40; 52/Tur, 49; 76/İnsan, 26) Belki böylece Allah’ın rızasını kazanabilecektir. (21/Enbiya, 130). Muhammed’in bir şahid, müjdeci ve uyarıcı elçi olarak gönderilmesi de, mü’minlerin sabah ve akşam Allah’ı tesbih etmelerini hatırlatmak içindir. (48/Fetih, 8-9).
Yunus Peygamber, tesbih kavramı bağlamında bizim için öğretici bir örnektir. O, nübüvvet görevini hitama erdirmeden bırakıp gitmiş, fakat Allah’ın verdiği bazı belalarla imtihan edilmişti. Hatasını anlayan Yunus, Allah’ı tenzih etmiş (‘sübhanellah’) ve kendi nefsine zulmettiğini itiraf ederek Allah’dan af dilemişti. (21/Enbiya, 87). Yunus’u balığın karnından kurtaran, onun Allah’ı tesbih etmesidir. Böyle yapmasaydı kıyamete kadar onun karnında kalması mukadderdi. (37/Saffat, 143).
Ne ticaret, ne de alış-veriş, yani dünya meşgalesi mü’minleri Allah’ı zikretmekten, O’nu tesbih etmekten, O’na tapmaktan, O’nun yolunda gitmekten alıkoymaz. (24/Nur, 36-37). Kur’an’da üç kardeşe ait bahçe meseli, Allah’ı tesbih etmeyen, adeta Allah’dan (Allah’ın ‘verin’ dediği yerden) mal kaçırmaya çalışırken suçüstü yakalanan ve cezalandırılan kimselerin ibretlik öyküsü olarak anlatılır. (68/Kalem, 28). Dolayısıyla, Allah’ı tesbih etmek, sahip olduğumuz zenginlikleri muhtaçlarla paylaşmayı gerektirir.
Mü’minlerin Allah’ı tesbih etmeleri, Allah’dan başka veliler edinmemelerini, O’na şerikler koşmamalarını gerektirir. (25/Furkan, 18). Zira Allah’ı bırakıp da, bir faydası da, zararı da dokunmayacak olan putlara tapınmak, onları Allah katında şefaatçiler olur zannetmek, Allah’ın hiç bilmediği bir şeyi O’na öğretmek anlamına gelir. (10/Yunus, 18). Oysa Allah böyle bir kusurdan münezzehtir. İnsanların kendileri gibi etten kemikten yaratılmış ermiş, evliya, din büyüğü, aziz adı altındaki kimseleri Allah katında sözü geçer, şefaat edebilir ‘büyük zatlar’ olarak kabul etmeleri, Allah’a şirk koşmak demektir. Halbuki Allah çocuk edinmediği gibi, şefaatçi de edinmemiştir. Böyle bir iddia, Allah’a büyük bir iftira olur. Allah böyle ortak koşmalardan yücedir, münezzehtir ve beridir. (10/Yunus, 18; benzer bir ayet: 34/Sebe, 41). Mü’minler cennette de Allah’ı tesbih/tenzih ederler, hayır duaları selamdır ve sözlerini alemlerin Rabbi Allah’a hamd ederek bitirirler. (10/Yunus, 10).
Tesbih kavramını belki de en iyi anlatan Kur’an sözü şudur: “Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir” (sübhanellahi amma yuşrikûn). Bu söz birbirinden küçük farklılıklarla birçok ayette tekrar edilmektedir. (6/En’am, 100; 9/Tevbe, 31; 16/Nahl, 1; 17/İsra, 43; 23/Mü’minun, 91; 28/Kasas, 68; 30/Rum, 40; 37/Saffat, 159, 180; 43/Zuhruf, 82; 52/Tur, 43; 59/Haşr, 23 v.b.). “Allah onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir” (Sübhanellahi amma yesıfûn) (21/Enbiya, 22); “Allah onların ortak koşmalarından yücedir” (ve tealâ amma yuşrikûn) (39/Zümer, 67) gibi ayetler, Allah’ı hakkıyla tenzih edemeyen müşriklerin şirkine atıf yapmakta ve şirke karşı bizi uyarmaktadır. Müşriklerin yaptığı, Allah’a beyinsizce ortaklar koşmak O’nu hakkıyla takdir edememektir. (39/Zümer, 67). İşte Allah’ı, gerçek sıfatlarıyla anmak, O’nu, olduğu gibi, gerçek şekilde, sıfatlarını yok saymadan veya inkar etmeden, hatta Allah’ı cisim gibi düşünmekten (tecsim) veya yaratılmışlara benzetmekten (teşbih) kaçınmak, hulûl ve ittihad gibi sapık fikirlerden Allah’ı tenzih etmek gerçek tesbihtir. Bu sıfatların hiçbiri O’na yakıştırılamaz. Suyun su olmadığını, mesela taş olduğunu iddia etmek ne kadar haksız, gerçeğe aykırı bir iddia ise, Allah’ı şeriklerle anmak da en az o kadar gerçeğe aykırı bir anmadır ve tam bir zulümdür. Mü’minlerin akidesi şudur: “Alemlerin Rabbi Allah münezzehtir (sübhandır)” (27/Neml, 8). Her şeyin melekutünü (mülkiyetini) elinde bulunduran Allah elbette her türlü eksiklikten, acizlikten, zayıflıktan münezzehtir. (36/Yasin, 83). Yerin bitirdiği bütün çiftleri, insanın kendi nefsinde ve insanların bilmedikleri şeyleri yaratan (36/Yasin, 36); bineceğimiz gemileri ve hayvanları var eden, onları bizim hizmetimize amade kılan (43/Zuhruf, 12-13) Allah nasıl tenzih edilmez ki! Allah, bütün kemal sıfatların sahibidir. Bütün güzel isimler O’nundur. (59/Haşr, 24). Belki de ‘şeylerin’ Allah’ı tesbih etmesi (59/Haşr, 24), her bir isminin tecellisi kabilindendir.
Müşrikler Allah’ın çocuk edindiğini ileri sürüyorlar. Allah’a cinleri ortak koşuyorlar, oğullar ve kızlar isnad ediyorlar. (6/En’am, 100; 10/Yunus, 68; 16/Nahl, 57; 37/Saffat, 158; 21/Enbiya, 26). Hristiyanlar İsa’yı, Yahudiler Üzeyir’i Allah’ın dışında rabler kabul ediyorlar. (9/31). Halbuki diyor Kur’an, yerlerde ve göklerde bulunanların hepsi zaten Allah’ındır, her şey O’na boyun eğmiştir, böyleyken O, neden bir çocuğa ihtiyaç duysun? (2/Bakara, 116; 10/Yunus, 68). Çocuk ihtiyacı duymak, canlılık zaafları olan varlıklara özgüdür. Allah ise aşkındır; “bir çocuğu olmaktan münezzehtir” (4/Nisa, 171). İşte bu, Allah’ı tesbih etmektir. İsa (a.s) kavminin kendisini ve annesini ilah edinmeleri nedeniyle Allah’ın kendisine soracağı haber verilen soruya, Allah’ı tenzih ederek ve hakkı olmayan bir sözü söylemenin kendisine yakışmayacağını belirterek cevap vermiştir. (5/Maide, 116).
Musa Peygamber ise, Allah’ı görmek istemiş, fakat görememişti. Baygınlıktan sonra ayılınca, “Seni tenzih ederim, sana tevbe ettim ve ben mü’minlerin ilkiyim” diyerek tevbe etmişti. (7/A’raf, 143).
‘Subhân’ kelimesi mastar olmasına rağmen, Kur’an’da kullanıldığı yerlerde, “Allah sübhandır” (münezzehtir) anlamını ifade etmektedir. (12/Yusuf, 108; 17/İsra, 1, 93, 108). ‘Sübhanenallah’ sözü, Allah’ı kötü sıfatlardan teberri etmeyi, kötü sıfatları O’na yakıştırmamayı, O’nu tenzih etmeyi ifade eder. Ancak bazen de taaccüb ifade etmek için ‘sübhanellah’ denebilir. Mesela, İsra suresinin 93. ayetinde böyle anlam vardır.
Müşriklerin Peygamber (a.s)dan istedikleri olağanüstü talepleri karşısında Rasulullah, “Sübhanellah” sözünden sonra, “ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki?!” diyerek taaccüp etmiştir. (17/İsra, 93).
Günümüzde her kavramın ve her konunun allak bullak olduğu gibi tesbih kavramı da bundan payına düşeni almıştır. Ne yazık ki, tesbih kelimesini ağzında en fazla terennüm edenler, Allah’ı en çok tesbih değil, en fazla teşrik edenler olabilmektedir. Biçimsel/görsel olarak tesbih dualarını dilinden düşürmeyen, hatta tesbih namazları kılan pek çok kimse, içinde bulunduğu şirk bataklığından haberdar olmadığı için, Allah’a koştuğu şeriklerden hiç birini terk etmeyenler olabilmektedir. Dolayısıyla, insanlar dinlerini Kur’an’dan öğrenmedikçe gerçek manada tesbih ediciler olmayacaklardır.
Kaynak: İktibas
__________________ Allah ve melekleri, Resule namaz kılıyor. Ey iman edenler, siz de resule namaz kılın...... çok ilginç bir çeviri oldu değilmi. böylelikle salatın ne anlama geldiğinide öğrenmiş olduk :))
|