Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
انس kök kelimesinin lügat çağrışımları: Bu kökü,türevleriyle birlikte değerlendirdiğimiz zaman yine bununda bir veya birkaç yerde buluştuklarını görüyoruz.bunlardan birisi ve en önemlisi bence sevgidir.burada horoz ve bakire kelimeleri geçtiğine göre bu sevgi daha çok cinsel bir sevgiyi çağrıştırıyor,bu kökten gelen insan kelimesi de erkek ve dişinin cinsel birleşmesiyle meydana gelmiş bir varlık değil midir?o halde bu iddiamız isabetli oluyor.burada ateş geçiyor.ateş sıcaklığı çağrıştırır.bu ateşin yanmasıyla(yani cinsel aşklar sonucunda)sıcak yuvalar kurulmuyor mu?demekki fıtrattan gelen ateş zarar değil,fayda veriyor.çünkü o muhabbet ve aşk olmasaydı insan nesli kuruyup yok olurdu.insanların cinsel hazları da muhabbet ve aşkın sonucu meydana gelmiyor mu? burada anlamak,görmek kelimeleri geçiyor.insanlar birbirlerini anlayıp dinleyince ve güzel yüzlerini görünce sevgi ve muhabbet başlamıyor mu?siz görmediğiniz insanı nasıl seversiniz?atalarımız ne demiş''gözden ırak olan gönülden de ırak olur'' dememişler mi?.demekki bu kökten gelen kelimelerden ''görmek''kelimesi boşuna oraya konmamış,bu kelimede zincirin halkalarından birisi..burada hissetmek geçiyor.yani sevginin gönülden geldiğini (fıtrattan olduğunu)ilan ediyor. Yusuf5:''Babası, şöyle dedi: “Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa,sana tuzak kurarlar.Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”(Diyanet Meali) burada altı çizili olarak geçen kelimenin yerine ''insan''değil de ''sevgi''kelimesini koysak anlam bozulmuyor ve çok anlamlı bir mana meydana geliyor,adeta tefsir ediyor.farklı kökten gelen bir anlam koymuş olsak büyük oranda mana bozulabilirdi,ancak aynı kökten bir anlam koyarsak (zıt anlamlı bir kelime olmadığı sürece)mananın büyük oranda bozulmama durumlarıyla karşılaştım..hatta çok ilginç ve güzel anlamlarda ortaya çıkabiliyor..onun için aynı kökten gelen kelimeleri liste halinde sizlere sunuyoruzki kolay mukayese yapabilelim diye.. selamlar,sevgiler.
selamlar,kıymetli dostlarım,
sözlüğüme çeşni katmak ve size yaptığımız işin ciddiyet ve önemini
vurgulamak için değişik tarzlarla bu işi devam ettirdiğimin
farkındasınızdır umarım.bu vechile araya zaman zaman kurallar ve
bilgilendirmelerde sunuyorum.işte bu
konuyla ilgili olarak bir internet sitesinden alıntılar yapacağım.bu
alıntısını yaptığım Arif Beyin görüşlerinin çoğuna bende
katılıyorum.tabiki sizde katılabirsinizde katılmayabilirsinizde..şayet
katılmıyorsanız gerekçelerinizi öğrenmekte isterim doğrusu.işte o
alıntım:
KLASİK ARAPÇA ÖĞRENİM METODUNUN PROBLEMİ NE? (1) “Selamunaleykum.
Birçok insan gibi çalışmalarınızdan istifade eden biri olarak teşekkürü
ve hayır duayı bir borç bilirim. Ben uzun zamandır (15 seneden fazla)
Arapçayla uğraşan biriyim. Şöyle desem, sözümü abartmış olmam galiba:
Arapça için verdiğim emek ve zamanla bu zamanın iki üç fakültesini
bitirirdim rahatlıkla. Hemen belirteyim ki bitireceğim hiçbir fakülteyi
Arapçaya değişmem ama sormadan edemiyorum: Bu kadar uzun ve çetrefilli
yollardan geçmeden öğrenilmez miydi?... sorusuna Arif Çevikel Beyefendi'nin Cevabı: Önce
sevgili ilim talibinin tesbitini doğru bulduğumuzu ifade edelim. Evet,
“Sarf-Nahiv” ilmine dair Emsile, Bina, Maksut, Avamil, İzzi, Merah vb.
diye devam edip giden klasik Arapça eğitim metodu sorunludur. Sorun
sadece usul ile sınırlı değildir. Esas’ta da problem vardır. Zaten
yöntem ve muhtevadaki sorun da esastaki bu sorundan kaynaklanmaktadır.
Bu sorun sadece yukarıda sayılanları kapsamaz, Katru’n-Neda,
en-Nahvu’l-Vâdıh ve hatta İbn ‘Akîl gibi bu baba dahil edilebilecek
klasik metotla üretilmiş Arap dili öğrenimine dair eserleri de kapsar. Bunu hem klasik medrese usulünde hem de modern usulde Arapça tahsil etmiş biri olarak söyleyebilirim sanıyorum.
Şimdi,
isbat etmek şartıyla, şu tesbiti yapabiliriz: Klasik Arapça öğrenim
metodunun en temel problemi, “eksen kayması”dır. Tıpkı, bir insanı
ayakta tutan omurgadaki disk kaymasına benzer. Eğer disk kayarsa, bir
daha belinizi zor doğrultursunuz. Arapça’nın omurgasında yaşanan disk
kayması da, Arapça’nın belini iki büklüm etti. Durum gitgide kötüleşti
ve en sonunda 5 yıl, 7 yıl, 9 yıl ve hatta daha fazla klasik Arapça dil
talimi verip de yine de Arapça’ya vakıf kılamayan bir garip “model”
çıktı.
Bu “eksen kayması” nerede yaşandı peki?
Arapça’da
eksen kayması, bir dilin olmazsa olmaz üç unsurunda yaşandı:
“lafız-mana-maksat”. Önce lafız-mana çiftinde ortaya çıktı bu “eksen
kayması”. Zira bu ikilide eksen “mana” olmalıydı, ama Arapça dil
öğreniminin tarihi sürecinde yaşanan kırılma sonucunda eksen “lafız”
oldu. Yani, belagat ile nahiv ilminin arasındaki köprü atıldı.
Kur’an,
kendi ifadesiyle “mubin bir Arapça” ile gelmiştir. Hatta, mubîn
kelimesinin “Arapça” ile kullanılmadığı yerlerde dahi zımnen onun “mübin
bir Arapça ile geldiğine” dair bir atıf var gibidir. Mesela “Kitabun
Mubîn”, “Kitabun Arabiyyun Mubîn” şeklinde anlaşılabilir.
Mubîn,
“ebâne” fiilinden türetilmiştir. Hem geçişli hem geçişsiz manayı içinde
barındırır. Yani hem “özünde açık” (lazım), hem de “hakikati
açıklayıcı” (müteaddi) anlamına.
Kur’an’ın “özünde açık ve
hakikati açıklayıcı” olması, Arapça’dan mı kaynaklanıyor, vahiyden mi?
Bu suale behemehal ikincisini gösterirdim ama önümde “bi-lisanin
Arabiyyin mubîn” (apaçık ve açıklayıcı Arapça bir lisanla) ibaresi
olmasaydı. Demek ki, mubin olmanın Arapça’dan kaynaklanan bir boyutu
var.
“Fasih Arapça” (el-Arabiyyetu’l-Fusha), Mübin Arapça’nın
karşılığıdır. “Anlamın ortaya çıkması” manasına gelen fesahat lafızda
değil manadadır. Lafız mananın kabı ve hizmetçisidir. Mana da maksadın
hizmetçisidir. Bu yüzden, Arap diline dair ilk metinler bu üçlüyü
göstererek kaleme alındı. Mesela Arap gramerinin kurucu dil dâhisi
Sîbeveyh’in el-Kitab’ı değil sadece sarf-nahiv kitabı değildi. Belagat
ve fesahat kitabıydı da.
Yukarıda dile getirdiğimiz boyut,
Allahu alem, Arapça’nın dünyada hemen hiçbir dile nasip olmayan
“bakirliği”dir. Binyıllardır çölün içindeki vahalarda kapalı havza
toplumu olarak yaşayan bir kavmin dili olan Arapça, adeta bir konserve
gibi “dondurulmuş” ve korunmuştur.
Tam bu noktada
Oryantalistlerin faraziyelerine dayanan önyargılı “Sami dil ailesi”
tezlerine kuşkuyla yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Onlar içinden
önyargılı garezkarlar, utanmasalar Arapça’nın İbranice’nin bozulmuşu
olduğunu söyleyecekler. Sürgünler, soykırımlar, düşmanını taklitler
arasında birkaç kere tüm kültürüyle birlikte yok olma tehlikesi atlatan
ve icad edilmiş bir kimlik olarak Babil sürgünü sonrası ortaya çıkan
Yahudi kimliği ve bu sümmetedarik kimliğin dili mi Arapça’nın anası
olacak? Hele ki tarih var.
Peki, sarf ve nahiv, ikiz kardeşleri olan fesahat ve belagatten nasıl ayrıldı?''
Bu Konuda Aynı Sitede Yer Alan Yorum ve Tenkitler ise Şunlardır: Yazan: | Tarih: 2009-09-16 02:18:41 Konu: arapça bir vahiy dilidir ALLAH
(C.C)İNSANLIĞA SON MESAJINI ARAPÇA OLARAK İNDİRMİŞTİR.BU ALLAHIN YÜCE
VE HİKMETLİ TAKDİRİDİR.TÜRKÇENİN İÇİNDEKİ ARAPÇA FARSÇA UNSURLAR ÇIKTI
MI TÜRKÇENİN EDEBİLİĞİ GİDER,GERİYE ALTTAN İTTİRGEÇLİ,ÜSTTEN TÜTTÜRGEÇLİ
OTURGAÇLI GÖTÜRGEÇ KALIR.GÖLGE YAPMA BAŞKA İHSAN İSTEMEYİZ
ŞOVENİSTLİĞİN GEREĞİ YOK.
Yazan: | Tarih: 2009-01-05 13:00:45 Konu : Arap dili Selamlar. Tüm
yazıyı okudum. Bu konuya 15 yıllık bir emek verdiğinizi söylüyor ve bu
konuda yazılı metinleri, öğretimin yapı taşlarını da ortaya
koyuyorsunuz. Peki bu zaman içinde, kaç tür Arapça olduğunu öğrenemediniz mi? Bozulmamış-bakir ve konserve gibi diyorsunuz... Hangi konserve ve bakirlik? Sadece
kabile toplumu olabilen Arapların, ciddi bir dili olmadığını, özellikle
sami dillerinden alıntılarla 200 kelimelik dile sahip olduklarını yine
bu zaman içinde öğrenemediniz mi? Yoksa emeğiniz vechile söylemek zor mu
geliyor? Şuna dürüstçe, 15 seneyi çöpe attım desenize. Onlarca Arap ülkesindeki bugün yaşayan dillerinde batı kökenli yapıdan neden söz etmiyorsunuz? Esre ve üsreler dilin çaresizliğinden anlatı sorunlarındandır diye niye açıklamıyor lafı geveliyorsunuz? Bende yıllarımı verdim bu dile. İlkel bir dil işte var mı başka ifadesi... Türkçemizdeki;
"Sizinle tanışmış olmak bendenize büyük onur verdi" gibi nazik-kibar
anlamı tam yüklü bir cümleyi Arapça ile ortaya koysanıza bakayım. Zaten
bu nedenle, gerçek Arapçayı öğretmek ve okuduğunu anlamak (o zaten
yıllar ve yıllar alır) yerine üstün körü harf ve kelime öğretisi ile hiç
bir Arapçaya uymayan telaffuzlarla sözde (kuran okumayı öğretmek) diye
milleti kandırmaktan öte nedir? İlkel anlayış ve düşünce kalıpları
içinde (benim tespit edip bulduğum, daha kimbilir ne kadar çok vardır)
63 Arapça lehçesi mevcut. Bugün Suudi Arabistan ve Mısır Arapçaları
olarak baktığımızda Kuran'ı Kerim farklı anlatı göstermektedir. Kaldı
ki; Kuran bunun ötesinde Kureyş Arapçası ile yazılmıştır. Peki bu
Arapçaya vakıf olan kim var bugün... Eğer Arapçadan konuşacaksanız bunları dile getirin. Allah'ın selamı üzerinize olsun. Cevap almak için, müsaadeniz olursa yine misafiriniz olacağım.''
Klasik Arapça öğrenim metodunun problemi ne? (2)
Soru şuydu: Peki, sarf ve nahiv, ikiz kardeşleri olan fesahat ve belagatten nasıl ayrıldı?
Bittabi
önce bir ve beraber idi. Buna, Arap gramerinin babası ve dil dâhisi
Sibeveyh’in el-Kitab’ını misal vermiştik. Bu ayrımın başımıza ne
çoraplar ördüğünü bilmeyen bazı çağdaş nahivciler hâlâ Sibeveyh’i
“nahivci”, el-Kitab’ı “nahiv kitabı” gibi takdim ederler. Oysaki o,
eserinde “lafızlar ve manaları”, “sözün güzeli ve çirkini” ve “mecaz”
bahislerine derinlemesine dalmış bir dil allamesi.
Sibeveyh,
Basra okuluna mensuptu. Ünlü kitabı Basralı hocası ve ilk Arap lugatı
sahibi büyük dil arkeologu Halil b. Ahmed’in ders notlarından oluşur. Bu
okulun çeşmesinden sulanan Ahfeş, Ebu Ubeyde Ma’ber b. El-Müsenna,
Müberred, Sa’leb, Zeccac gibi altın isimlerin hepsi de
nahiv-belagat/lafız-mana birliğini korudular.
Basra okulunun
karşısında Kûfe okulu yer aldı. Bu okulun babası Kisâî ve onun öğrencisi
Ferra da Kufe okulunun en ünlü isimlerinden idi. Onlar da lafızla
manayı, nahivle belağati ayırmadı.
Bağdat kurulduktan sonra Basra
ve Kufe okullarının ilim çayları, Bağdat’a doğru aktı ve orada ırmak
oldu. Bu ırmağa “Basra okulu” demek yerine “Ebu Ali Farisi Okulu” dense
yeridir. Zeccac’ın talebesi olan Farisi, İbn Cinni’nin de hocası idi.
Zemahşeri’nin de bir halkasını oluşturduğu ilim zinciri Ebu Ali
Farisi’ye kadar uzanır. Bu yüzden Keşşaf’ın kaynağında bazıları
Zeccac’ın tefsirini görürler.
Bu iki okulun biri dilin uydaşım
eseri, diğeri sabit olduğunu savunuyordu. İki okulu birleştiren Ebu Ali
Farisi, dili yepyeni bir kurallar dizgesi üzerine oturttu. Bu kuralların
tümünün temelinde şu ilke yatıyordu: Nahv ile belagatin ayrılmazlığı.
İşte
semasında tek yıldız diyebileceğimiz Delailu’l-İ’câz ve Esraru’l-Belağa
gibi iki muhalled eserin yazarı Cürcani, bu ölümsüz eserleri bu
çizginin bir mümessili olarak verdi. Bu eserlerde Cürcani’nin amacı
“Nahivle belagati etle tırnak gibi kaynatmak” idi.
Dr. Abdülaziz
Atîk, Fî Tarihi’l-Belâğati’l-Arabiyye adlı eserinde şöyle diyor:
“Zemahşeri Keşşaf’ını Abdülkahir Cürcani’nin belağata ilişkin görüşleri
çerçevesinde oluşturdu”. Keşşaf’ın kendinden sonraki hemen tüm
tefsirleri ve özellikle de Beydavi ve Ebussuud tefsirini etkilediğini
hatırlamanın tam sırası.
Cürcani, belagatte tutturduğu başarıya,
kanaatimce, nahvin sadeliği ilkesinden yola çıkarak ulaşmıştı. Ona göre
Arap dilinde kelam sadece şu üç şey üzerine kurulur:
Failiyye-mef’uliyye-idafiyye. Dolayısıyla: fail merfu, mef’ul mansub,
muzafun ilayh mecrurdur. Gerisi bu üçüne hamledilir, asıl değildir.
Merfuda da aslolan isim cümlesidir, gerisi ferdir.” (el-Cumel).
Nahiv-belagat
birliği süreci Sekkaki ile zirvesine çıkmıştı ki, birden bir kopuş
oldu. Nahivle belagatin birbirinden kopuş tarihinde dikkatimizi ilk
çeken isim et-Telhis ve onun şerhi mesabesindeki el-Îdâh adlı eseri
Osmanlı Medreseleri’nin olmazsa olmazı olan Hatib Kazvini (ö. 739/1338).
Meani ilmi için alternatif bir tanım getiren Kazvini, belagatı
“kodifiye” ederek bir kurallar manzumesine dönüştürdü. Sonuçta etle
tırnağın, teori ile pratiğin arası ayrıldı.
Daha sonra bu kopuş
gittikçe derinleşti. Bunun doğal sonucu, pratikten kopuk ve teoriye
odaklanmış bir dil bilgisi öğretimi oldu. Bunun en tehlikeli sonucu
dilin canlı bir organizma olduğunu unutup sanki ölüymüş/nesneymiş
muamelesi yapmak oldu.
Medreseler, talebenin Arapça’yı
“edinmesini” temin etmek yerine “öğrenmesini” öncelediler. Lafız o kadar
büyüdü ki, mana lafzın büyüyen cüssesi altında soluk alamaz oldu. İyi
derecede Arapça bilen bir Arab’ın dahi ömür boyu kullanmadığı
“ik’ansese, ikşa’arra, iclevveze” gibi fiil kalıpları talebeye
çektirildi.
Sonuçta şu oldu:
1. Lafız ve mana etle
tırnaktı, etle tırnak birbirinden ayrıldı. Maksat ise “gramer” değil
“anlamak” idi. İkili birbirinden ayrılınca, elde manasız bir gramer
yığını kaldı. Yıllarını veren talib-i ilim, “alet ilmi” olan dili elde
edip bir türlü “maksat ilme” gelemedi. Dilin gramerini bir Arap’tan çok
daha iyi biliyor, ama kurallarını bildiği dili bir türlü öğrenemiyordu.
Bu, insanı tarif etmek için önce etini ve kemiğini ayırıp, tarife ondan
sonra başlamaya benziyordu.
2. Bu eksen kayması sürecinde gramer
kuralları bir kartopu gibi büyüdü, mana kar tanesi gibi küçüldü. Denge
mana aleyhine bozuldu. İlim öğrenme maksadı dil öğrenmeye, dil öğrenme
de gramer öğrenmeye indirgendi. Oysaki ilim bile kendi başına bir maksat
değil, haşyete ulaşmanın bir aracıydı.
3. Dil öğreniminin en iyi
metodu bir çocuğun ana dilini edinişine en yakın yöntemle bir dili
“edinmek” idi. Fakat dil gramer kuralları yığını olarak kodlanınca, bu
kodları öğrenip çözmek bir ömre mal olacak bir uğraş haline geldi.
Klasik
sarf-nahiv yöntemiyle dil öğrenecek sabra sahip olmayan zamane
talipleri, bir başka yanlışa yöneldi: Batılıların dil öğrenim yöntemine…
O
yöntemin taklidiyle yazılan dil öğrenim setleri bıtırak gibi piyasayı
kapladı. Kendi kadim yöntemimizi ıslah etmeyi düşünen ya olmadı, ya da
oldu benim haberim olmadı. Bunlara bir de ticaret maksadıyla çıkarılan
görsel setler eklenince, Arapça öğretmekle Mahmutpaşa’ya “turist
rehberi” yetiştirmek aynı şey zannedildi.
Not: Soru sahibi ilim
talibi, müteradifleri soruyor. Bizce mutlak müteradif diye bir şey
yoktur. Kelime farklıysa, anlam da farklıdır. Bu konuda en güzel
eserlerden biri Osmanlı ulemasından Ebu’l-Beka’nın yazdığı
el-Külliyyat’tır.
Arif Çevikel
http://lisanularab.blogcu.com adlı siteden alıntıdır.
Bana Göre Arapça ile ilgili Başlıca Problemlerimiz Şunlardır:
1-Kur'an hem ilmi arapçanın hemde halk
arapçasının nümuneleriyle doludur..bu nümunelere göre Arapça dizayn
edildiği zaman hem çok kolay olacaktır,hemde sevilecektir..Doğrusu ben
Kur'an Arapçasını modern Arapça'dan hem daha iyi anlayabiliyorum hem de
daha akıcı ve kolay buluyorum. 2-Kur'an
Arapçasının bir özelliği de az kelimelerle çok şey ifade etmesi.örneğin
bizde de atasözleri buna benzer bir durumdur.''sakla samanı gelir
zamanı''ifadesindeki ‘saman’ kelimesinden asıl kastedilen şeyin ‘saman’
değil de ‘mal’ olduğunu çoğu kimse anlar.''yani bu mecaz ifadelere
Kur'anda da yer verilmiştir.ancak karışıklıklara sebep olan şeyler
sadece kural arapçasına uymadığı için bu tür tarzlar ya unutulmuş,yada
kelimelerin kök bilgisi zayıflığından dolayı kullanıldığı zamanda yanlış
anlaşılmalar ortaya çıkmıştır. 3-Kur'anda
emsile(misalller) tablosunu doğrulayan cümleler pek çoktur.o halde
emsilede bir yanlışlık yoktur.Yanlışlık Kur'an Arapçasından
uzaklaşılmasıdır.Günlük pratiği yapılmayan her dil unutulur.unutulan şey
aslında pratiğidir.kuralları okuduğunuz zaman hatırlayabilirsiniz,ancak
pratiği yapılmadığı için unutulan şey pratiği oluyor.Burada Arapça'nın
zor bir dilmiş gibi görünmesinin en büyük sebeplerinden biride
budur.Aslında bu sadece Arapça'ya münhasır olan bir şey değil,bütün
dillere mahsus olan bir şeydir. 4-cümle
kurarken Kur'an cümleleriyle cümle kurmakta derdimizi anlatmaya
isteklerimizi ortaya koymaya yüzde 90 oranında yeterlidir.Ancak bununda
pratiği yapılmadığı için Arapça bir dağa tırmanmak gibi zor
görünüyor,ancak bence hiçte öyle değildir.Kalan o yüzde 10'da bize
bırakılmış,Kur'an ''ezzeytüne verrummane..''dedikten sonra size kadayıfı
veya bifteki de sıralamamıştır..buna gerekte yok zaten..ama kadayıf ve
bifteki de senin söylemene bırakmıştır.o kadarını da sen üret demek
istemiştir.bu insanların düşünmesine kelamını geliştirmelerine pay
bırakılması anlamınada geliyor. 5-Arapça'nın
zor görünmesinin bir sebebi de kelimelerin içindeki illetli harflerdir
ki.bunlar vav,ye,elif harfleridir.bazen gizlenir,bazen açığa
çıkarlar,bazen elife bazen ye'ye dönüşürler.bunun kurallarını bilmek
ilim ve ve bilgi ister.bunu halk pek bilemez.o halde bununda çözüm
yollarını bulmak çok zor değildir.Bence bunun bir kaç yolu veya çözümü
şöyle olabilir. a-içinde illetli olmayan
kelimelerle cümleler kurulmalıdır.,emsile(misaller)tablosundaki
nesara'nın,feale'nin veya darabe'nin seçilmesi bence çok anlamlıdır ve
bunda bir mesajda vardır. b-Arapça'da en az 2000 tane kök kelime vardır(ki türevleriyle birlikte binlerce
oluyor.)bunların 700 tanesini illetli harflerin içinde bulunduğu
kelimeler varsayarsak kalan 1300 tane kök kelimeyle bir halk rahatlıkla
cümle kurabilir.(türevlerini de katarsak bu binlerce olur.)maalesef bu yöntemi hiç kimse dile getiripte uygulamaya
çalışmamıştır.amaç mübiyn olmak ise yani anlaşılmak ise bence bu
yöntemde mübiyn olmaya uyumluluklardan birisi olacaktır.Bakara 185:''...
Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez...''(Diyanet Vakfı
Meali) c-çocukken şu şekilde dil
öğreniriz.bunları formülleştirirsek:
harfler+heceler+kelimeler+cümleler,burada basitten kemaliyata doğru bir
gidiş var, yani önce kelimeler basit kelimelerle başlanacak,sonra uzun
kelimeler.yani önce kökler,kök kelimeler,sonra cümleler vs. Fıtrattan
gelen bu durum bize lisan öğrenmeyi çok güzel öğretiyor ama kullanan
kim?. Çocukken önce eşyaya veya varlıklara
adlar veririz,adlardan sonra kelimelerin hizalamasını yani cümle
terkibini öğreniriz.cümleyi iyice konuştuğumuz zaman bile kurallarını
pek düşünmeyiz.yani misal olarak,siz herhangi birisiyle konuşurken,''Ben
yarın okula gideceğim''cümlesini söylediğinizi varsayalım,bu cümledeki
ben'in özne,okulun nesne,gideceğim'inde fiil olduğunu düşünmeden
konuşursunuz.zaten bunları düşünürken cümleler kurmaya
çalışırsanız,rahat cümle kuramazsınız.kurallar geldiği zaman mana ve ruh
bir kenara çelilir.oysaki mana ve ruh çocuklarda 1.plandadır.onlar
cümleler kurarken kurallar hep bir kenarda durur,ama fazla uzağada
gitmez.fazla uzağa gitmiş olsaydı,''ben yarın okula gideceğim'' cümlesi
yerine ''okul yarın bana gidecek’’ gibi abes bir cümlede
oluşuverebirdi.o halde bununda doğru sıralamasını ''mana+ruh+kurallar''
şeklinde yapabiliriz.yukarıdaki yorumda Arif Beyin şikayet ettiği durum
bunu demek istiyorki bu görüşüne bende katılıyorum,kuralları ilk başa
alarak dil öğretmek çok zaman harcatır ve günlük pratikte ister.ama
maalesef kuralları medreselerde öğretilen arapçanın günlük pratiğine pek
gidilmediği gibi normal kuralların yerine aşırı kuralcı arapça
öğretilmeye çalışılmıştır.oysaki Cürcani’nin el Cümel’inde de belirttiği
gibi durum o kadar abartılacak gibi değildir ve çok basittir.Cürcani’ye
göre Arap dilinde kelam sadece şu üç şey üzerine kurulur:
Failiyye-mef’uliyye-idafiyye. Dolayısıyla: fail merfu,mef’ul
mansub,muzafun ilayh mecrurdur. Gerisi bu üçüne hamledilir, asıl
değildir. Merfuda da aslolan isim cümlesidir, gerisi ferdir.”
(el-Cumel).Kur'anı Kerimin cümle yapısı da umumen bu şekildedir.buna
rağmen Arapça fıtrattan uzaklaşılan metotlar sebebiyle hep zor bir dil
olarak uygulanmıştır..ama bahsettiğim sıralama yani fıtrattan gelen dil
öğretimindeki bu sıralama şeklinde olmuş olsaydı bütün taşlar zamanında
yerine oturmuş olurdu ve ana dilimiz gibi rahatça
konuşabildiğimiz,yazabildiğimiz yeni bir lisan daha öğrenmiş olurduk..bu
fıtrattan verilen dil öğretimi çocuklar için Allah'ın nimetlerinden
biridir.yüce Rabbim onları öyle proğramlamıştır.bu proğramla onlar
çinceyi bile zorlanmadan öğrenirlerken Arapça’da niye zorlansınlarki?
ondan sonrada vay arapça şöyle zor vay arapça böyle
zor gibi iddialar.bence bu iddialar doğru değildir.hele hele bunu
kolaylaştırma alternatiflerinin bile uygulanmadığını ve Arapça'nın önüne
konulan büyük dağları görünce bu iddialar bana haksız suçlamalar ve
iddialar olarak geliyor. Ey Türk,titre ve kendine gel,aslına fıtratına dön. selamlar,sevgiler.
Dillerde Cümle Terkibi: ben okula gittim(Türkçe) zehebtü ilel medraseti (Arapça) I went to school (ingilizce) bunu kurallarıyla açıklarsak şöyle bir formül ortaya çıkar: fail+mef'ul+fiil(Türkçe) fiil+fail+mef'ul(Arapça) fail+fiil+mef'ul(ingilizce) Genel olarak dillerde cümle terkibi bu şekildedir.Gerisi teferruattır ve çokta mühim değildir,bu basit fakat mühim kurallar çiğnenmediği sürece manadada büyük değişiklik olmaz. Kıymetli dostlarım,birde şu durumu hatırlatmak isterimki Modern Arapça ve kuralları Ku'andan asırlar sonra ortaya çıkmış dilbilgisi kurallarıdır.Kur'anın cümle yapısı modern kurallara da bazen uymaz.farklılıklarıda vardır.işte bu özellikleri hakkında daha geniş bilgiyi sizlere Hakkı Yılmaz Hocamın ''işte Kur'an''adlı tefsirinden aynen aktarıyorum:
Kur'an ve Dilbilgisi
Kur'an’ın indiği dönemde bugünkü Arapça dilbilgisi kuralları henüz belirlenmemişti. O zamanlar Arapların elinde birkaç şairin şiirlerinden başka herhangi bir yazılı metin yoktu. Sözlü kültür devam edip geliyordu. Kur'an böyle bir dönemde o günkü Arapçanın yapısına ve kullanımına uygun olarak nazil olmaya başladı.
Arapçaya ait bu günkü dilbilgisi kuralları Kur'an'ın inişinden yaklaşık 150-200 sene sonra Sibeveyh, Ahfeş (ölümü H. 177 M.793), Kisâî, İsa b. Ömer, Yunus b. Habib ve Ebu Ubeyde Ma'mer b. Müsenna gibi bilginlerce oluşturuldu. Nitekim Türkçe dilbilgisi kuralları da dilin ilk oluşumundan asırlar sonra belirlenmiştir.
Bu nedenle, Kur'an’ın indiği dönemdeki Arapça dil bilgisi kuralları ile yakın zamanda oluşturulan dil bilgisi kuralları arasında bazı farklar mevcuttur. Bunun örnekleri Kur'an'ın değişik yerlerinde görülmektedir. Kur'an'ı anlamak isteyenlerin bu önemli konuyu göz önünde bulundurmaları gerekir. Aksi halde Kur'an'ı anlamakta zorluk çekilir ya da Kur'an eksik anlaşılabilir.
Konuyla ilgili bazı önemli örnekler şunlardır:
a- “Ma” ve “men” ism-i mevsullerinin kullanımı
Bugünkü mevcut Arapça dilbilgisi kurallarına göre, cansız varlıklar ve akılsız hayvanlar için “şey” anlamında “ما ma” sözcüğü kullanılır; Allah, melekler ve akıllı varlık olan insan için de “kişi” anlamında “من men” sözcüğü kullanılır.
Ne var ki, Kur'an’ın indiği dönemde böyle bir ayırım söz konusu değildir. O dönem “ma” sözcüğü hem Allah hem de insan için kullanılmaktaydı. “Men” ise hem Allah hem de akıllı insan için kullanıldığı gibi, ayrıca akılsız hayvanlar için de kullanılıyordu. Aşağıda bu uygulamanın örnekleri görülmektedir:
“ما Ma” ism-i mevsulünün Allah için kullanıldığı ayetler
“Ve ma [ما ] haleka’z-zekere ve’l-ünsa.” (Leyl 3)
“Ve’s-semai ve ma [ما] benâhâ, ve’l-ardı ve ma [ما] tahâhâ ve nefsin ve ma [ما] sevvâhâ.” (Şems; 5-7)
İyi düşünülürse, Allah için bu iki ism-i mevsulden birinin ya da ötekinin [من ya da ما] kullanılması arasında herhangi bir fark yoktur. Zira Allah'ı yaratıklarının akıllarıyla akıllı ya da yaratıklarının akılsızlığıyla akılsız gibi değerlendirmek imkânsızdır. Çünkü Allah kullardaki akıldan da hayvanlardaki akılsızlıktan da münezzehtir. Bu anlamda Allah’a özgü bir sözcük de olmadığına göre, maksadın zorunlu olarak Arap dilindeki sözcüklerden herhangi birisiyle ifade edilmesi zorunluluğu vardır. Nitekim Allah erkek olmadığı halde O’ndan hep müzekker/eril sözcüklerle bahsedilmektedir.
Şu ayetlerde de “ma” ism-i mevsulü insan için kullanılmıştır:
“… ما Ma tabe leküm….” (Nisa; 3) Dilbilgisi kurallarına göre “من طاب لكم /men tabe leküm” olmalıydı.
“… ما Ma nekeha âbâüküm…” (Nisa; 22). Dilbilgisi kurallarına göre “من نكح /men nekaha” olmalıydı.
“… ما Ma verâe zâliküm….” (Nisa; 24). Dilbilgisi kurallarına göre “من وراء /men verâe” olmalıydı.
“من Men” ism-i mevsulu aşağıdaki ayette kural dışı olarak sürüngen ve dört ayaklı hayvanlar için kullanılmıştır.
“….ve minhüm من يمشى men yemşi ala batnıhi…. Ve minhüm من يمشى men yemşi ala erbaın” (Nur; 45) dil bilgisi kurallarına göre “ما يمشى /ma yemşi” olmalıydı.
b- Eril zamir, dişil zamir:
Bugünkü Arapça dilbilgisi kurallarına göre eril sözcük için eril zamir, dişil sözcük için de dişil zamir kullanılması gerekir. Kur'an'a baktığımızda ise durum böyle değildir. Bazen dişil sözcük için eril zamirin kullanıldığı da görülmektedir.
Örnekler:
“فى بطونه fi butunihi” (Nahl 66) dilbilgisi kurallarına göre “بطونها butuniha” olmalıydı.
“الوانه Elvanühü” (Fatır 28) dilbilgisi kurallarına göre “الوانها elvanüha” olmalıydı.
“ظهوره zuhurihi” (Zuhruf 13) dilbilgisi kurallarına göre “ظهورها zuhuriha” olmalıydı.
“فيه fihi” (Tahrim 12) dilbilgisi kurallarına göre “فيها fiha” olmalıydı. Hâlbuki Enbiya 91'deki durum bugünkü dilbilgisi kurallarına uygundur.
“hüm فيها fiha” (Mümin 11) dilbilgisi kurallarına göre “فيه fihi” olmalıydı.
“منه minhü” (Nahl 67) dilbilgisi kurallarına göre “ منها minha” olmalıydı.
“ثمره semerihi” (Ya Sin 35) dilbilgisi kurallarına göre “ثمرها semeriha” olmalıydı.
c- Sıfat tamlamaları:
Bugünkü dil bilgisi kurallarına göre de sıfat tamlamalarında sıfat ile mevsuf arasında tarif-tenkir [belirlilik-belirsizlik], tezkir-te'nis [erillik-dişillik], ifrad-tesniye-cemi' [tekillik-ikillik-çoğulluk] ve i'rab [son hareke] konularında uyum olması gerekmektedir. Hâlbuki Kur'an'da bu kurala uymayan kullanımlar mevcuttur:
Ya Sin 33'te ise aynı tamlama bu günkü kurallara uygundur.
“Kurûnen beyne zalike كثيرا kesiren” (Furkan 38) dilbilgisi kurallarına göre “كثيرتا kesireten” olmalıydı.
“Cibillen كثيرا kesiren” (Ya Sin 62) dilbilgisi kurallarına göre “كثيرتا kesireten” olmalıydı.
Ribbiyyune كثير kesir” (Al-i Imran 146) dilbilgisi kurallarına göre “كثيرة kesiretün” olmalıydı.
“Nutfetün emşac” (İnsan 2). Burada çoğul sözcük tekil sözcüğe sıfat olmuştur. Dilbilgisi kurallarına göre ya “نطفة nutfe” çoğul olmalıydı ya da “امشاج emşac” tekil olmalıydı.
d- Özne-yüklem uyumu:
Bugünkü dilbilgisi kurallarına göre özne ile yüklem arasında tekillik-çoğulluk, erillik-dişillik konularında da uyum olması gerekmektedir. Ama Kur'an'da buna uymayan uygulamalar mevcuttur. Örnekler:
“قال Qale nisvetün” (Yusuf 30) dilbilgisi kurallarına göre cümlenin başında “قالت Qalet” olmalıydı.
“قالت Qaleti’l-Yehûdü” (Maide; 18) dilbilgisi kurallarına göre “قال Qale” olmalıydı.
“قالت Qalet il a'rabü” (Hucurat; 14) dilbilgisi kurallarına göre “قال Qale” olmalıydı.
Bu örneklerin dışında, tesniye-cem’î, harf-i nefy [olumsuzluk edatı] olan “ما ma” ve “ لا la ”nın kullanımı, çoğulun tesniyesi ve çoğulun çoğulu gibi daha bir çok konuda bugünkü dilbilgisi kurallarından farklı uygulamalar mevcuttur.
Bütün bu bilgiler, Leyl suresinin 3. ayetinde geçen “ma” sözcüğüne verilmesi gereken doğru anlamla ilgilidir. Bu bilgiler değerlendirildiğinde, Allah için ister “ma” kullanılsın, ister “men” kullanılsın, fark etmeyeceği anlaşılmış olmalıdır.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma