Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
El-Vâhid ile kastedilen anlam, Allah’ın (c.c.) sayı
olarak bir olması değildir. El- Vâhid, Allah (c.c.) bölünemeyen ve
parçalanamayan birdir, anlamına gelir. Yani sıfatlarında ve güzel isimlerinde bir
ortağı yoktur. İlahlık O’na mahsustur. O’nun dışında hiçbir varlık ilahlık
mertebesine ulaşamaz.
El-Vâhid güzel ismi Allah’ın (c.c.) sıfat ve güzel
isimlerindeki birliği temsil ederken el-Ahad güzel isminde ise zatındaki birlik
ifade edilmektedir. Örneğin güneşin ısı ve ışık özellikleri birer sıfatıdır.
Farz edelim ki bir küçük çocuk gündüz güneşten gelen havadaki ısı ve ışığın
kaynağını bilmiyor olsun. Bu çocuğun havaya bakması bir araçla da
engellenmiştir. Ondan ısı ve ışığın kaynağını bulması istensin. Elbette çocuk
kafasında bu konuda çeşitli kuramlar geliştirecektir. Önce her cismin ısı ve
ışık kaynağı olduğunu düşünecektir. Ama evine ve kapalı mekânlara girince
cisimlerde ısı ve ışığın olmadığını görüp bu kuramında kuşkuya kapılacaktır.
Sonra gökyüzünün baştan sona bir ısı ve ışık örtüsü ile kaplı olduğu kuramına
sarılacaktır. Ama akşam olunca buna da bir anlam veremeyecektir. İşte
gündüzleri ısı ve ışık özelliklerinin güneşin varlığı ve birliğine kanıt olması
gibi varlıkların sıfat ve özelliklerindeki uyum ve bütünlük de el-Vâhid olan
Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliğine işaret etmektedir. Yine nasıl güneşin
kendisi ısı ve ışıktan farklı ise el-Ahad olan Allah’ın (c.c.) zatı da varlık
âleminde tecelli eden sıfat ve güzel isimlerinden farklıdır.
Allah (c.c.) el
Vâhid oluşunu her varlık üzerinde kalıcı ayetlerle işlemiştir. Bütün canlı ve
cansız varlıklar O’nun bu el-Vâhid mührünü taşırlar. Örneğin dünyadaki bütün
ağaç yaprakları birbirine benzer. Demek ki bunları yaratan aynı ilahtır. Tüm
insanların bedenleri de aynı organlardan meydana gelir. Bu da insanları
yaratanın tek ilah olduğunu gösterir. Eğer birden fazla ilah olsaydı evrenin ve
dünyanın kanunlarında bir uyum ve bütünlük olmazdı. Bu ilahlar birbirleri ile
rekabete girer, bu da varlık dünyasında bir kargaşaya neden olurdu. Ayrıca bütün
canlı ve cansız varlıklar O’nun bu el-Ahad mührünü de taşırlar. Deminki örneğe bağlı kalarak düşüncemizi
sürdürelim: Dünyadaki bütün ağaç yaprakları birbirine benzer, ama aynı
değildir. Her yaprak diğer yapraktan kendisini farklı kılan özelliklere
sahiptir. Demek ki bunları yaratan ilah
hiçbir şeye benzemez. Tüm insanların bedenleri de aynı organlardan meydana
gelir, ama aynı yüze sahip iki insanı göstermek olanaksızdır. İkizlerde bile benzerlik
noktaları kadar farklılıklar söz konusudur.
Bu da insanları yaratan tek ilahın (El-Vâhid) eşsiz ve benzersiz
olduğunu (El-Ahad) gösteren başka bir ayettir.
Batıl dinler Allah’a (c.c.) ait olan bu ilahlığı başka
varlıklara da yansıtmışlardır. Allah’tan (c.c.) bir şey ister gibi onlardan bir
şeyler istemişler, Allah’tan (c.c.) korkar gibi bu ilahlardan korkmuşlardır.
Allah’a (c.c.) gösterilmesi gereken ibadet ve tazimleri (yüceltmeleri) bu
varlıklara yansıtmışlardır.
Zerdüştlük ve Şamanizm dinleri Allah’ın (c.c.)
ilahlığını ikiye bölmesi ile tanınırlar. Bu dinler şeytana da Allah (c.c.) gibi
bir güç tanırlar. Oysa biliyoruz ki şeytanın elinde olan tek şey, insanı
kötülüğe teşvik etmektir. Yani vesvesedir (propagandadır). İnsanı da ancak
dünya nimetleri ve dünyanın geçici zevkleri ile tuzağına düşürebilir. Nefis
şeytana kulak verecek, eğilim gösterebilecek bir özellikte yaratılmıştır.
Şeytanın insan üzerinde bir zorlayıcı etkisi söz konusu değildir. Şeytan hele
hele bir ilah hiç değildir. O da peygamberler ve Allah (c.c.) dostları gibi bir
davetçidir. İnsanları Allah’a (c.c.) karşı günah işlemeye ve isyan etmeye
çağırır.
Şeytan manevi makamda ilerleyen insanlara açık bir
surette, daha doğrusu bazı duyu organlarına seslenerek ve çeşitli sıkıntılar
vererek musallat olabilir. Bu durumda da nefis ve şeytanla cihattan geri
kalınmamalı, peygamberimizin (s.a.s) ifadesi ile bunun büyük cihat olduğu düşünülmelidir. Şeytanla ibadet hayatını daha
zengin kılınarak mücadele edilir. Çünkü nur şeytanları rahatsız eder. İnsana
nasıl ateş sıkıntı verirse nur da şeytanı olumsuz yönde etkiler. Ama şeytanlar
inatçı vasfa sahip oldukları için bu musallattan vazgeçmeyebilirler. Çünkü
amaçladıkları şey mümini ümitsiz bırakmaktır. Oysa imanın temeli ümide
dayalıdır. Kuran-ı Kerim’de bu konuda Allah’ın rahmetinden ümidini kesenlerin
ancak kâfirler olduğu belirtilmektedir (Yusuf Suresi, ayet 87). Şeytana Allah
musallat olma konusunda izin vermiştir. Son nefese kadar da bu izin geçerlidir.
Hatta son nefeste imanı çalmak için müminin içerisinde bulunduğu kaygı, korku,
maddi sıkıntılarından yararlanarak onu kandırmaya, bir hayal uğruna imanını
çalmaya çalışacaktır. Böyle sıkıntılarla karşı karşıya bulunan müminler tövbe-i
nasuh ederek her türlü haramdan sakınarak ve ibadet hayatını zenginleştirerek
şeytanla mücadele yoluna gitmeli, mümkünse gerçek bir şeyhe intisap edip vird
almalı ve rabıtaya önem vermelidir. Zira vird ve rabıta şeytanla mücadelede en
etkili silahlardır. Maalesef böyle sıkıntıları olan insanları bir duayla tedavi
ettiğini söyleyen din simsarları da mevcuttur. Bunlardan uzak durulmalıdır.
Bunlar adeta şeytanlarla danışıklı dövüşürler. Tek amaçları para kazanmaktır.
Aslında kendileri de bu konuda sıkıntıdadırlar. Fakat bazı rahatlama
tekniklerini keşfettiklerinden ve bu yolla para da kazandıklarından keyifleri
yerindedir.
Bütün peygamberlerin tebliğinin esası, bir olan
Allah’a (c.c.) insanları çağırmak olmuştur. Geçmiş kavimler Allah’ı (c.c.)
yaratıcı olarak tanımakta idiler. Ama O’nun çeşitli sıfatlarından ve güzel
isimlerinden kaynaklanan ilahlığını putlara da yansıtıyorlardı. Bu putların
kendilerini Allah’a (c.c.) yaklaştırdıklarını söylüyorlardı. Aslında o putların
bazılarının isimleri gerçekten de başlangıçta Allah’ın (c.c.) veli kullarına
dayanıyordu. Hak din sağlamken insanlar o veli kulların isimleri ile Allah’a
(c.c.) tevessülde bulunuyorlardı. Örneğin şöyle dua ediyorlardı: “Allah’ım senin indinde önemli bir kul olan
şu zatın yüzü suyu hürmetine şu hacetimi, şu duamı kabul buyur.” Dikkat
edilirse tevessülde dua, istek Allah’a (c.c.) yapılmaktadır. Veli kul duanın
yapılmasında sadece bir vesile rolü oynamaktadır. Hak dinler batıl duruma
dönüştüklerinde kendilerine tevessülde bulunulan bu veli kulların isimleri
putlara verildi. Artık Allah’a (c.c.) dua, istek yerine bu putlara dualar ve
istekler yöneltildi. Veli kullarla Allah’a (c.c.) tevessülde bulunma gibi çok
güzel bir dua biçimi, batıl duruma dönüştü. Böylece putlar ilahlık makamına
yükseltilmiş olundu. Putlarla Allah’a (c.c.) şirk koşuldu.
Bu durumda çağımızda bazı Müslümanlar, duada veli
kullara tevessülde bulunma putperestliğe ve Allah’a (c.c.) şirk koşmaya zemin
hazırlıyor, diyerek duaların kabulünde çok önemli bir rolü olan tevessüle
olumsuz bir tavır almaktadırlar. Halbuki Ehl-i sünnet itikadında tevessülün
ayet ve hadislerle dinde yeri sabittir. Bu konuda Ehl-i sünnet alimleri
arasında bir tartışma söz konusu değildir. Vahhabilik gibi 18. yüzyılda ortaya
çıkan bir kısım itikadi cereyanların etkisi ile tevessüle itiraz bugünlerde
çoğalmıştır. Oysa onların bu itirazlarındaki yanlışlık gayet açıktır. Bir
insanın, bıçakla adam da öldürülüyor, diyerek bıçağı günlük yaşamında kullanmaması
en çarpıcı örnek olarak düşünülebilir. Halbuki yemeğin pek çok malzemesi bu
sayede doğranır. Bıçaksız bir mutfak düşünülemez. Onu yaşamdan uzaklaştırmak aç
kalmakla özdeştir. Dua da ancak veli kulların yüzü suyu hürmetine Allah (c.c.)
katına yükselir. Kabul görür. Onların duaları olmasaydı kıyamet çoktan kopardı.
Kuşkusuz Allah (c.c.) kuluna şah damarından daha
yakındır. Kul dua ettiğinde Allah (c.c.) duasına icabet eder. Ama insan
Allah’tan (c.c.) çok uzaktır. Her zaman her çeşit duanın kabul olunması için
gereken şartları üzerinde taşımıyor olabilir. Böyle durumlarda iken Allah’ın
(c.c.) veli kulları ile Allah’a (c.c.)
tevessülde bulunulması yerinde bir davranıştır. Din de bunu onaylamıştır.
İnsanlık tarihi boyunca peygamberlerin putperestlikle
mücadele etmesinin, hak dinin karşısında genellikle putperestliğin bulunmasının
nedeni putperestliğin toplumda bütün çirkinliklerin, günahların, zulümlerin
kaynağı olmasıdır. Her put toplumda belli insan kümelerini kendisine bağlıyor,
diğer insanlarla olan kardeşlik bağlarını ortadan kaldırıyordu. Her şeyden önce
toplumda hukuk birliğini yok ediyordu. Kişiye, kendi taptığı puttan aldığı
cesaretle diğer putlara tapan insanlara karşı her türlü zulmü yapmayı kendinde
hak sahibi olmaya çağırıyordu. Putperestin putuyla olan ilişkisi son derece
bencilcedir, narsistçedir. Bundan doğacak en küçük bir hukuk kuralı bile her
şeye karşı zulüm içerir. Putperestlik bir insanın kendisine secde etmesi gibi
iğrenç bir şeydir. Örneğin bir putperest hiçbir vicdan azabı duymaksızın bir
insanı öldürüp malını mülkünü gasp edebilir. Bunun vicdani ve hukuksal temelini
de putunu memnun etmek düşüncesine bağlayabilir. Kendince de yaptığı iş
meşrudur.
Peygamberlerse, insanları ilahlığı
bölünemeyen ve parçalanamayan el-Vahid olan Allah’a (c.c.) kulluğa
çağırmışlardır. Herkese göre ayrı hukuk anlayışı yerine Allah’ı (c.c.),
dolayısıyla toplum ve insanlık çıkarına dayanan hukuk anlayışını
savunmuşlardır. Putperestler kendi kişisel çıkarlarına ters düştüğü için
peygamberlerin getirdiği tevhit akidesine her zaman karşı çıkmışlardır. İlk Müslümanlardan olan Hz. Bilal (r.a.),
Amerika’da ve Afrika’da bugün milyonlarca benzeri olan bir
zenciydi. Üstelik hiçbir hakkı olmayan bir köleydi.
Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâmın vahdaniyet çağrısını duyunca hemen ona
katıldı. Efendisi bu yeni dinden dönmesi için onu yere yatırıp Arabistan’ın
kızgın çöllerinde güneşin karşısında adeta alevden kor haline gelmiş kayaları
vücuduna koyarak eziyet ediyordu. O mücadelesini Allah’ın vahdaniyet sıfatından
alıyordu ve “Ahad, Ahad ! (Allah (c.c.) bir, Allah (c.c.) bir!)” diyerek karşı
koyuyordu. Aslında evrendeki ilahın bir olması ile onun kurtuluşu, ilahların
çok olması ile de onun kendisine reva görülen insanlık dışı yaşamı arasında bir
ilgi mevcuttu. Olaya bir başka açıdan bakıldığında Hz.Bilal’in (r.a.) insani
özgürlük ve haklarının mücadelesini verdiği görülür. Çünkü evrende tek bir
ilahın olması, aynı ebeveynin evlatları gibi, insanların eşitliği ve kardeşliği
anlamına geliyordu. Birden çok ilah ise insanlar ve toplumlar arasında
ayrıcalıkların ve savaşın temsilcisiydi. Hz. Bilal (r.a.) bunun bilincindeydi.
Ayrıca Mekkeli müşrikler, özellikle mevcut bozuk düzenden en çok yararlanan
varlıklı kesim de bunu gayet iyi biliyorlardı. Onun için çarpık düzenin devam
etmesi için Hz. Bilal’in (r.a.) ve onun gibi yoksul, çaresiz ve sömürülen
insanların bu yeni dine girmelerini engelliyorlardı.
Çağımızda putperestlik artık tarihe gömülmüş gibidir.
İnsanların büyük çoğunluğu ağaçtan, taştan yontulmuş şeylere artık tapmıyorlar.
Allah’ın (c.c.) varlığını ve birliğini onaylıyorlar. İnsanlık artık
putperestlik gibi bu çok tehlikeli inanç sisteminin etkisinden kurtulmuştur.
Ama yine de çağdaş insanın yaşamında Allah’tan (c.c.) başka ilahlar söz konusu
olmaktadır.
Para ve madde kutsanarak ekonomide kapitalizm bir
çeşit putperestlik dini olarak benimsenmiş durumdadır. Kuşkusuz bu sistemin
içerisinde yer aldığı halde zekatını veren ve faizden kendisini sakındırmaya
çalışan övülecek Müslümanlar da bulunmaktadır.
Nefsin isteklerini yaşamın amacı olarak gören, bütün
yaşamını bencilce arzularını
gerçekleştirmeye adayan insanlar da bir çeşit putperestlik
içerisindedirler: “Görmedin mi
arzularını ilah edinen kimseyi? (Câsiye suresi, ayet23)” Kuşkusuz insan
üzerinde nefsin de hakkı vardır. Ama nasıl parayı yaşamında amaç olarak gören
bir insan sapıtmışsa nefsi arzularını Allah’ın (c.c.) rızası üzerinde gören bir
insan da yaratılış amacından uzak düşmüştür. Allah (c.c.) bu konuda Kuran-ı
Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Ben insanları
ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım (Zâriyât suresi, ayet 56).”
Demek ki insanın bu dünyadaki bütün eylemleri ya bizzat ibadet olacak ya da
ibadete yardımcı olacaktır.
Bu açıdan iş hayatımız ibadete yardımcı bir alandır.
Çünkü temel ihtiyaçlarımızı karşılamamız ve ailemizi geçindirmemiz
gerekmektedir. Bu açıdan da çalışma bir ibadet gibi hüküm görür. Ama yaşamında
ibadetlere yer vermeyen veya ibadetleri temel almayan birisi için çalışmak
nefsin arzularına hizmet etmek anlamı taşır.
Günümüzde insanların büyük çoğunluğu “Çalışmak da bir ibadettir.” diyerek,
ibadetlerini ihmal etmektedirler. Çalışma gerekçesiyle ibadete yaşamlarında yer
veremediklerini söylemektedirler. Elbette söyledikleri söz doğrudur, ama
eksiktir. İbadet olmadan çalışma ibadet düzeyine yükselmez. Aslında bu sözü
yakın çevremizde o kadar sık duyar olduk ki, bununla başka bir inanç sisteminin
değerinin, daha doğrusu ilkesinin kutsanmak istendiğini hemen çıkarabiliriz.
Kuşkusuz ibadetlerini yapan bir
Müslüman için çalışması da bir ibadettir. Öyle ki peygamberimiz (s.a.s) bu
konuda şöyle buyurmuşlardır:“Erkeğin
hanımına harcadığı her şey sadakadır.”,
“Erkek hanımına su bile içirse onun ecri vardır.”, “Kıyamet günü kişinin terazisine konacak ilk şey, ailesinin nafakası
için harcadıklarıdır.” Ama, ibadetlerini ihmal ederek çalışmak da bir ibadettir sözünü söyleyen kimseler, İslam dininin
bu güzelliğini istismar etmektedirler. Bununla kendilerini kandırmaktadırlar.
Bu sözle ibadetlerini ihmal etmelerine bir gerekçe göstermekle kalmamakta,
İslam dinine karşıt olan bir hayat felsefesini de onaylamaktadırlar.
İçerisinde bulunduğumuz Batı medeniyetinin maddeci
anlayışından her insan bir miktar da olsa nasibini almıştır. Bu yüzden imanı
zedelenmiştir. Zira bir zamanlar küçük gözle baktığımız diyar-ı küfür dünya
yaşamında büyük nimetlere erişmiştir. Konforlu bir hayat içerisindedir. İslam
medeniyetinin mirasına sahip ülkeler ise yoksul, güçsüz durumdadırlar. Batı
medeniyeti buna çalışma disiplini sayesinde ulaşmıştır. Her insan bu gerçeğin
az çok farkındadır. Gerçi dinimiz de çalışmayı teşvik etmiştir, ama bütün
cenneti bu dünya olan Batı medeniyeti bu dünya için çalışmayı bir din haline
getirmiştir. Müslüman ülkelerin onları bu konuda geçmeleri biraz zordur. Bu
yüzden Batı ulusları dünya yaşamında imrenecek bir seviyeye ulaşmıştır. İşte,
ibadetlerini ihmal ederek, çalışma da bir ibadettir, diyenler bilinçdışında bu
yeni dinin takipçileri gibi bir hal içerisindedirler. Öyle ki bu sözleri ile
Batı medeniyetini adeta putlaştırmış olurlar. Konforlu yaşam onların biricik
cenneti olur. Adeta hal dilleri ile şöyle demektedirler: “Din dediğin şey ahiretle uğraşmaz. Din dünyadaki yaşam seviyendir. Bu
da ancak çalışma ile gelişir. Dünyada güçlü, zengin olan kazanır, dolayısıyla
haklı olan bunlardır. Sen ibadetle ne kazandın ki bana da onu tavsiye
ediyorsun. Oysa ben, çalışma da bir ibadettir, düsturu ile yaşamımı daha rahat
bir şekilde geçiriyorum. Sen ona bak.”
Çağımızda putlaştırılan bir diğer
kavram da ırkçılıktır. Şu anda dünyada yabancı düşmanlığından nasibini almamış
bir ırk, ulus yok gibidir. Allah’ın (c.c.) peygamberlerle gönderdiği hak dinler
ırkların, ulusların her türlü maddi ve manevi haklarına saygılıdırlar. Allah
(c.c.) Kuran-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Biz sizi birbirinizle tanışasınız diye ırklara, uluslara ayırdık
(Hucurat suresi, ayet 13).” Dolayısı ile İslam dini ırkların, ulusların
üzerinde evrensel bir birlikteliği ve kardeşliği hedeflemektedir. Her ırkın ve
ulusun milli ve manevi değerlerine saygılı olmanın yanında onlar arasında
gerçekleşecek bir bütünlüğe ve uyuma ulaşmaya çalışmaktadır.
El-Vitr güzel ismi tek anlamına gelir. Yani sayı
olarak, adet olarak bir anlamına sahiptir. Allah’ın El-Vâhid, El-Ahad, El-Vitr
güzel isimlerini arka arkaya söyleyerek, yani zikir yaparak O’nun rızasına
talip olalım. Niyetimiz bu olunca Allah bu güzel isimlerin dünyaya bakan
taraflarını hediye olarak verecektir. Bundan kuşkunuz olmasın. Ama bu isimleri
zikirle dünyevi bazı gayeler edinirsek O’nun rızası dışına çıkabiliriz. Öyle
bir şeyden de Allah’a sığınırız. Bu durum Allah’ın diğer güzel isimlerini
zikirde de böyledir.
Allah’ın rızası bütün dünya ve ahret nimetlerine de
kaynaklık eder. Ondan daha büyük bir şey düşünülemez. Allah hepimize rızasını
nasip eylesin. Amin.
Muhsin İyi
|