Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Küreselleşme ve Din
Adnan Aslan
Dr., TDV İslam Araştırmaları Merkezi.
"Bütün dünyayı hesaba katmadan hiçbir şey yapılamaz oldu." Paul Valéry
Bu çalışma küreselleşmenin mahiyeti, küreselleşme
ve din, küresel dünyada bir inanç sistemi ve toplumsal olgu olarak
İslam konularını ele alacaktır.
Buda, "bir ev yanıyorsa, yapılması gereken şey
etrafına oturup onun nasıl söndürüleceğini tartışmak değil, onu hemen
söndürmektir" der. Bugün insanlığın ortak evi, yeryüzü, gerçek anlamda
alevler içindedir. Doğanın kirlenmesi, ozon tabakasının
tahribi gibi çevre felaketine götüren olaylardaki dramatik gelişmeler,
insanlığı birkaç saat içinde yok edecek nükleer silahların kontrolden
çıktığı korkusu, teknolojik ilerleme ve doğal kaynakların çokluğuna
rağmen milyonlarca insanın gün be gün açlıktan ölmesi, etnik ve
dinî çatışmalar sebebiyle cereyan eden savaşlar, aklın (reason)
önderliğinde gelişen bilim ve teknolojinin gezegenimizde yeni
medeniyetler imar edeceğini beklerken, mevcut medeniyeti tahrip etmeye
başlaması, bizim ise bu tahribi tamir etmeyi bırakın, durduracak bir
irademizin dahi
olmaması, evimizin gerçekten alevler içinde olduğunu göstermektedir.
Bir sosyal ve kültürel süreç olan küreselleşme meselesini bu bağlamda
ele alacağız.
Küreselleşme Nedir?
Küreselleşme modern tüm toplumsal oluşumlar gibi
muğlak bir karaktere sahip olup içerisinde birbiriyle farklı, çelişik
ve çatışmalı birçok süreci barındırmaktadır. Küreselleşmenin
muğlaklığı, sadece tespiti ve tasviri zor olan bir sosyal süreç
olmasından
değil, modern durumdan kaynaklanmaktadır. Ekonomi ve uluslar arası
ilişkiler alanıyla ilgili olarak daha çok gündeme gelen küreselleşme,
bizi daha ziyade kültürel faktörlerin yaygınlaşmasını sağlayan ve aynı
zamanda dini etkileyen bir olgu olarak ilgilendirmektedir. Küreselleşme
genelde sosyal ve insanî bilimlerin gündemine aldığı bir konu ise de,
özelde bir sosyal süreç olarak sosyolojiyi ilgilendirmektedir. Asıl
konusu sosyal yapı ve sosyal ilişkiler olan bu disiplinin özellikle
Talcott Parson, Peter Berger, Mary Douglas ve Jurgen Habermas gibi ilim
adamlarının
gayretiyle kültüre ve kültürel değişikliklere yönelmesiyle birlikte
küreselleşme önemli bir konusu haline gelmiştir.
XIX. yüzyıl sosyologları ve Aguste Comte,
Saint-Simon ve Karl Marks gibi sosyal teorisyenler, fikirlerini
insanlığın bütününe dair projeler olarak sunarken, daima küresel
dünyayı ve insanlığı bir bütün olarak tasavvur etmeleri veya var
saymaları küresel şuurun
başlangıcı olarak görülmektedir. Küreselleşmenin başlangıcı meselesi
tartışmalıdır ve sosyal bilimciler küreselleşmeyi genellikle kendi
bakış açılarına göre başlatırlar. Mesela, Jared Diamond Guns Germs and
the Steel isimli eserinde küreselleşme kavramının evrensel bir
tekamül süreciyle birlikte inşa edildiğini ifade ederken, The Wealth
and the Powerty of Nations isimli çalışmasında David Landis onun bir
Batı fenomeni olduğunu ve başlangıcını Batı'nın sosyal ve kültürel
tarihinde aranmasına işaret eder. Losing Control? Soverenity in an Age
of
Globalization isimli kitabında Saskia Sassen küreselleşmeyi Sovyetler
Birliğinin yıkılışıyla başlayan bir süreç, özellikle, Amerika Birleşik
Devletlerinin dünya hakimiyetini güçlendirilmesi ve Amerikan popüler
kültürünün yaygınlaştırılması olgusu olarak görür.1
Küreselleşme kelimesinin müşahede edilebilir bir
süreci tasvir eden ilmî bir kavram haline gelmesinde, toplumu
gözlemlemeyi en önemli görevi sayan Batı sosyolojisinin gelişim
safhalarının rolleri vardır. 1960’larda 'devrim' kavramının aynı anda
var olan bir
olguya işaret ettiğinin varsayılması, II. Dünya Savaşı ve bunun politik
ve sosyal yapılanmaya etkisi küreselleşme kavramının oluşmasına ampirik
olarak etkilediği kabul edilmektedir. 1980’lerin ortalarına kadar
akademik çevrelerde önemli bir kavram olarak görülmeyen küreselleşme,
1980’lerden sonra o kadar yaygınlaşmıştır ki yer yüzüne nasıl ve ne
tarzda yayıldığını takip etmek imkansız hale gelmiştir.2
Küreselleşme nedir? Robin Williams'ın
küreselleşmenin ekonomik alandaki ve özellikle günlük yaşayıştaki
tesirini güzel tarif eden bir benzetmesi vardır:
Merkezi Amerika'da bulunan uluslar arası bir
şirketin Londra'daki bürosunda çalışan genç İngiliz, işi bitince Japon
yapımı arabasına binerek evine döndü. Alman mutfak gereçleri ithal eden
bir firmada çalışan eşi çok küçük İtalyan arabasıyla daha kolay
ilerlediği için eve ondan önce gelmişti. Yeni Zelenda pirzolası,
California havucu, Meksika balı, Fransız peyniri ve İspanyol şarabından
oluşan sofrada akşam yemeklerini yedikten sonra, Fin yapımı
televizyonlarında İngilizlerin Falkland Adalarını alışına dair bir
program
seyrettiler. Program sonrasında İngiliz olmanın mutluluğuyla sevindiler.3
Bu temsil küreselleşmenin daha çok ekonomik
boyutunu vurgulamakla birlikte, onun ekonomiyi de içine alan daha
kapsamlı bir kavram olduğu unutulmamalıdır. Fakat, Immanuel
Wallerstein'ın küreselleşmeyi bir ekonomik sistem olarak değerlendiren
teorisi konumuz açısından
oldukça önemlidir. Wallerstein, ekonomik planda gelişmiş ülkelerin ve
özellikle Batı'nın kendi refahını sağlamak ve devam ettirmek için
ürettiği kapitalist ekonomik modelini "dünya sistemler teorisi"
bağlamında tahlil ederek, küreselleşmeyi özellikle gelişmemiş ülkelerin
menfaatini temin eden negatif bir süreç olarak görmektedir. Marksist
bir perspektifle meseleyi ele alan, Wallerstein Avrupalıların ortaya
çıkardığı kapitalist dünya ekonomi sisteminin dünyada üç farklı bölge
yarattığını iddia etmektedir: Merkez, kenar ve merkez kenar arası
ülkeler.
Ona göre bu sistemi kuran ve merkeze yerleşmiş olan milli devletler
dünya ekonomi sistemine tamamen hakimdir. Sermaye burada yoğunlaşmakta,
dolayısıyla çok çeşitli ve kompleks ekonomik faaliyetler ancak burada
gerçekleşebilmekte, en gelişmiş teknoloji burada üretilip kullanılmakta
ve burada çalışan işçiler yüksek ücret alabilmektedir. Kenarda bulunan
gelişmemiş devletlerin görevi, merkezin ekonomik sisteminin iyi
işlemesine hizmet eden, ucuz mahsül ve hammadde sağlamaktır. Kenara
konuşlandırılmış ülkelerde kullanılan teknoloji basit, işçilik ucuz ve
üretilen
ürünler sıradandır. Wallerstein'a göre merkezle kenar arasındaki
ilişkiyi bağımlılık ve sömürü belirlemektedir. Merkezle kenar arasında
bulunan az gelişmiş ülkeler hem kenarı sömürmekte ve hem de merkez
tarafından sömürülmektedirler. Bu sebeple hem kenarda ve hem de
merkezde
bulunan devletlerin özelliklerini taşırlar. Wallerstein'a göre Brezilya
merkezle kenar arasında bulunan ülkelerin tipik örneğidir. Dünya
ülkelerini ekonomik ve politik güç bakımından merkez, kenar ve kenar
merkez arasında bulunan ülkeler olarak bölünmeyi, Wallerstein'a göre,
serbest pazar ekonomisi ve kapitalist sistem gerçekleştirmektedir.
Merkeze yerleşen devletler güçlüdür ve bu ülkelerde devlet yöneten
kesimin menfaatlerine ve ekonomik çarkın devamını sağlayacak güce
hizmet eder. Merkezdeki devletlerin bir diğer görevi de savaş, baskı,
diplomasi
ve dış yardımlar vasıtasıyla kenardaki devletlerin zayıf kalmalarını
sağlamaktır. Merkezle kenar arasında bulunan devletlerin, konumlarına
göre ya zayıf ya da kuvvetli olmaları temin edilir. Wallerstein'a göre,
modern ulus devlet bu kapitalist küresel-ekonomi diye isimlendirilen
sosyal sistemin tabii neticesidir.
Wallerstein'ın bu dünya sistemi veya dünya
ekonomisi teorisine ampirik, kantitif metotlar uygulayarak tahlil eden
sosyal bilimcilerden biri de John Meyer'dir. Meyer'in Wallerstein
tenkidi daha çok onun iktisat ve politikayı değerler yaratan farklı
sosyal sistemler olarak
algılamasına dayanmaktadır. Meyer'e göre ekonomi üretim, tüketim ve
eşya ticaretiyle değer yaratırken, siyaset yeni hedefler ve görünmez
mallar üreterek, kolektif otorite vesilesiyle değer yaratmaktadır.
Meyer dünya-ekonomisi ve dünya-siyaseti diye ifade edilen küresel
sistemlerin
olmadığını, aksine bunların karşılıklı bir birini güçlendirerek
değerler yarattığını iddia ederek Wallerstein'ın dünya-ekonomisi
sistemini (ekonomi-dünyası) eleştirir. Meyer ekonomiye siyaseti de
ekleyerek küreselleşme olgusunun dinamiğinin eğitim olduğuna dikkat
çeker.
Meyer'in teorisinde din kolektif otorite yaratmada kültürel bir güç
olarak algılanmaktadır. Ona göre küreselleşme sadece ekonomik değil
politik-ekonomik bir olgudur.4
Stackhouse'un da işaret ettiği gibi, bugün
küreselleşmenin ekonomik faktörlerle yönlendirildiğini, dolayısıyla
sorumluluğun kapitalizm olduğunu söylemek meseleyi çözmemektedir.
Kapitalizmin arka planında nelerin bulunduğu ve bunların kapitalizmi
nasıl yönlendirdiği
de önemlidir. Çağdaş küresel kapitalizm, yeni organizasyonlar ve yeni
yönetim formları, yeni teknoloji, politik ve legal düzenlemeler,
eğitim, çocuk gelişimi, sosyal, kültürel ve dinî değerler gibi bir çok
dinamiklerle ilintilidir. Fakat gerek kapitalizm gerekse Avrupa ve
Amerika
merkezli, kapitalist sistemin arka planını oluşturan entelektüel,
sosyal, kültürel, ekonomik ve politik-askerî dinamiklerin diğer
insanların nasıl yaşadığına ve nasıl bir gelecek tahayyül ettiğine
etkisi açıktır. İnsanlar Batı'nın hegomanyası sebebiyle çoğu zaman
kendi
tercihi olmayan etkiler tarafından kuşatılmış ve tahakküm altına
alınmıştır. Stackhouse'un vurguladığı gibi, insanların bencillik,
kibir, hırs ve hile ile hareket ettiği şu ortamda, din ve ahlak küresel
süreçte bir denge unsuru olabilir.5
Wallerstein'ın dünya ekonomi sistemi teorisinin
en ciddi münekkitlerinden biri de Ronald Robertson'dur. Robertson,
Wallerstein'ı küreselleşme konusunun entelektüel bir oyun sahası,
ideolojik tercihlerin yapıldığı, keyfî yorumlara müsamaha edilen bir
alan haline
getirmekle suçlamaktadır.6 Ekonomik sistemin arka planı ve
dinamiklerine gerekli önem verilmediğinden dem vurarak, ekonominin
kültürden bağımsız bir olgu olmadığının altını çizmektedir.7
Halbuki Robertson'a göre küresel alan bir bütün olarak sosyo-kültürel
sistemdir. Bu alanın teşekkül etmesine katkıda bulunan bir çok unsurlar
vardır. Medeniyetin gelişmesini sağlayan nitelikli kültürler,
milletler, ulusal ve ulusaşırı hareketler ve organizasyonlar,
milletleri oluşturan alt birimler ve fertler küresel sistemin
parçalarıdır. Küreselleşme
bir sosyal süreç olarak bu unsurların kendilerini küresel insanî
şartlar çerçevesinde yeniden tanımlamaya zorlamaktadır. Bu sebeple,
Roberson'a göre, küreselleşmeyi tahlilde indirgemeci bir tavırdan uzak
durmak gerekmekte ve özellikle bunun sadece, ekonomi ve politikaya
hasredilmesi
ise tamamen yanlış olmaktadır. Aslında, ona göre, insanlığın tabii
mirası olan çok kültürlülük, çağdaş küresel şartların oluşmasında inşaî
ve aynı zamanda etkili bir rol oynamıştır.8
Ronald Robertson sadece iyi bir münekkit değil
aynı zamanda küreselleşme konusunda teori geliştiren birkaç sosyal
bilimcilerden biridir. Robertson küresel kültürün oluşmasının uzun bir
tarihi geçmişi ve hatta bu oluşumda metafizik doktrinler ve dinlerin
bile
katkıları olduğuna inanır. Nasıl ki milli toplumlar diğer toplumların
kültürel katkılarıyla oluşmakta, bunun gibi küresel kültür de milli
toplumların birçok yönden katılımları ile oluşmaktadır.9
Robertson, şu anki küresel şartların beş safhada oluştuğunu iddia eder.
1- Oluşum Safhası: Avrupa'da XV. yüzyılın
başlarından, XVIII. yüzyılın ortalarına kadar süren ve ortaçağ toplum
düzeninin zayıflamasıyla birlikte milli toplumların gelişmesinin
gerçekleştiği dönemdir. Bu safhada Batı, Katolik Kilisesi alanını
genişletmiş
ve birey kavramı ve insanlık fikirleri vurgulanmaya başlanmış, ve aynı
zamanda güneş merkezli kainat fikri, modern coğrafya kabul edilmiş ve
modern takvim yaygınlaşmaya başlamıştır.
2- Başlangıç Safhası: Avrupa'da XVIII. yüzyılın
ortalarından 1870’lere kadar süren safhadır. Bu safhada homojen ve
üniter devlet fikrine dönülmüş, uluslar arası ilişkilerin netleşmesiyle
vatandaşlık fikri ve daha somut insanlık kavramı oluşmaya başlamış
ve Avrupalı olmayan toplumlar uluslar arası toplum olarak kabul edilmiş
ve ulusalcılık ve uluslar arasıcılık akademik bir tema haline gelmeye
başlamıştır.
3- Hareket Safhası: 1870’lerden 1920’lerin
ortalarına kadar süren bu safhada küreselleşme temayüllerinin öne
çıktığı tek bir uluslar topluluğu oluşturulmuş, külli bir insanlık
kavramının teşekkülü ve modernite probleminin netleşmesi ve temalaşması
tahakkuk etmiştir. Yine bu dönemde Avrupalı olmayan toplumlar uluslar
arası oluşumlarda fazlalaşmış ve iletişim usulleri küresel olarak
yaygınlaşmakla kalmamış aynı zamanda hızını da artırmış, ökümenik
hareketler çoğalmış, Olimpiyat ve Nobel gibi dünya çapında yarışmalar
ortaya çıkmış, modern takvim tamamen kabul edilmiş ve I. Dünya Savaşı
vuku bulmuştur.
4- Hakimiyet Safhası: 1920’lerin ortalarından
1960’ların sonlarına kadar süren bu safhada anlaşmazlıklar ve
savaşlarla birlikte küreselleşme süreci hakimiyeti sağlamış, önce
milletler ligi ve sonra Birleşmiş Milletler kurulmuş, ulusal
bağımsızlığın
prensipleri tesis edilmiş ve soğuk savaş dönemi, atom bombasının
kullanılması ve “üçüncü dünya” fikrinin netleşmesi de bu dönemde
tahakkuk etmiştir.
5- Belirsizlik Safhası: 1960’ların sonunda
başlayıp 1990’ların başına kadar süren bu safhada küresel bir dünyada
yaşadığımız şuuru artmış, aya seyahat gerçekleşmiş, post-materyalist
değerler vurgulanmış, soğuk savaş sona ermiş, nükleer ve termo nükleer
silahlar yaygınlaşmış, küresel müessese ve hareketlerin miktarı artmış
ve çok kültürlülük ve çok etniklik problemleri ortaya çıkmış, sivil
haklar meselesi küresel bir durum oluşturmuş, çevre problemleriyle
birlikte insanlığın geleceğine dair endişeler artmış, sivil
toplum ve dünya vatandaşlığı fikirlerine daha fazla ilgi duyulmaya
başlanmış, küresel medya sistemi ve onun karşıtları yerlerini
sağlamlaştırmışlar, küreselleşmeyi çözen ve yeniden inşa eden bir
hareket olarak İslam zuhur etmiştir.10
Ronald Robertson'un belirsizlik safhası olarak
nitelediği beşinci safhanın sonunda İslam'ı küreselleşmeyi çözen ve
yeniden inşa eden bir unsur olarak zikretmesi oldukça manidardır. Çok
değil belki de beş yıl sonra devrin sosyal bilimcileri altıncı safhayı
küreselleşmenin
yıkılışı olarak belirleyecekler ve bunu belki de Dünya Ticaret
Merkezi'nin çökmesiyle başlatacaklar ve İslam'ın da siyasi, kültürel ve
ekonomik açıdan aktif olduğu yeni bir dönemden bahsedeceklerdir.
Küreselleşmenin oluşum safhalarını kısaca ifade
ettikten sonra, şimdi de Robertson'un küreselleşme teorisini ele almak
istiyoruz. Ona göre küreselleşme, dünyanın küçülmesi ve bir bütün
olarak dünya şuurunun oluşması ve bunun kültürel alanda izafileştirme
süreci tarzında tarif edilebilir. Küreselleşme bir taraftan küresel
bağımlılık (global interdependence) diğer taraftan da küresel bütünlük
şuuru olarak sosyal alanda varlık kazanmaktadır.11
Robertson'a göre küreselleşme sadece ekonomik ve kültürel boyuta
indirgenemez. O çok farklı boyutta birçok şeyi birden ihata etmektedir.
Küreselleşmenin Robertson'a göre dört temel unsuru vardır: Milli
devletler, benlikler, uluslar arası ilişkilerle oluşturulmuş dünya
toplumlar sistemi ve beşeriyet. Bununla Robertson yeni bir dünya
sistemi önermemekte
aksine halihazırdaki küresel insanî şartların oluşumunu izah etmeyi
hedeflemektedir. Bu unsurlar küresel şartların temelidir ve her biri
diğer üçü tarafından sınırlandırılmaktadır. Mesela bu unsurlardan
benlikleri ele alırsak, o önce bir toplumun üyesi olmakla
sınırlandırılmakla
kalmaz aynı zaman da, uluslar arası ilişkilerin dalgalanmasından
etkilenir, diğer taraftan çevre problemleri söz konusu olduğunda
tehlikeye maruz bir insan nesli olarak muamele görür. Bu sebeple,
Robertson'a göre, XX. yüzyıl küreselleşmesi hem yerelliğin
evrenselleşmesi ve hem de
evrenselliğin yerelleşmesi tarzında tahakkuk etmektedir.12
İslam dünyası küreselleşme sürecinin seyrini
tayin eden bir konumda olmadığı, yani failden daha çok meful olduğu
için, önemli olan küreselleşmenin ne olduğu değil bizim dünyamızı nasıl
etkilediğidir. Bu açıdan mesela Robertson'un küreselleşmenin
milliyete dayalı toplumları yok etmeyeceğini aksine dünyanın bir çok
yerinde çok uluslu toplumların yeniden belirmesine hizmet edeceğini
söylemesi önemlidir. Bu bakımdan milli topluma bağlılık küreselleşmenin
önemli unsurlarından biridir.13
Robertson'a göre küreselleşme kültürel ekonomik
ve politik alanlarda eş zamanlı vuku bulan çok boyutlu bir süreç
olmasına rağmen bu süreç zorunlu küresel bir entegrasyona doğru
gitmemektedir. Şu anki dünyada mevcut olan ve gittikçe artan bağımlılık
(interdependence) bir entegrasyon olarak telakki edilmemeli, o ne bir
kültürel entegrasyon ne de sadece ekonomik bir olgudur. Bu bakımdan
Robertson küreselleşmenin daha çok kültürel, politik ve dinî
boyutlarının öne çıkarılmasını arzu eder. Ekonomik küreselleşme
bürokratik
rasyonalizmin karşı konulamaz güçleri tarafından farklılık ve
çeşitliliği aynileştirme, standartlaştırmayı ifade etmek için
McDonaldlaştırma kavramı ile ifade edilmektedir.14
Diğer taraftan Robertson'a göre, toplumların daha çok birbirine bağlı
hale geldiği inancı
ve ekolojik problemler, nükleer silahlar ve AIDS gibi hastalıkların
yaygınlaşması dünya ve insan neslinin geleceğine dair endişelerin
artmasına sebep olmakta bu da kültür, doktrin ve ideolojilerin
izafileşmesini intaç etmektedir.15
Küreselleşme sürecini bir teori bağlamında izah
eden sosyal bilimcilerden biri olan Niklas Luhmann küresel toplumun
genel vasıflarını tespitin güçlüğüne ve özellikle ekonomik veya politik
bir sistem çerçevesinde teorileştirmenin mahzurlarına dikkatleri
çekerek,
küreselleşmeyi somut bir sistem bütünlüğünün bütün dünyada vehmedilen
varlığı olarak değil de, toplumsal yapının değişimi olarak izah eder.
Bu anlamda küreselleşme moderniteye eşittir. Luhmann'a göre, modern ve
küresel dünyayı, katmanlaşmış farklılıkların hakimiyetine
dayanan bir toplumdan fonksiyonel farklılıkların hakimiyetine dayanan
bir topluma geçiş tayin etmektedir. Mesela, modern öncesi toplumlar
statü, zenginlik gücü oluşturan katmanları inşa etmekte, böyle bir
toplumda ferdin bir kabileye veya soya mensup, köylü veya şehirli olma
toplumdaki yerini tayinde oldukça önemliydi. Luhmann'a göre modernite
geleneksel katmanlı toplumu yeniden inşa etmiş, eskiden alt sistemi
oluşturabilme imkanı statü gruplarına aitken, şimdi modern toplumlarda
aynı fonksiyonu fiil icra etmeye başlamıştır. Geleneksel toplumlarda
soyluluk, ticaret ve rençperlik, toplumu oluşturan katmanları tayin
ederken, şimdi politika, ekonomi, bilim, eğitim, din ve diğer sistemler
toplumsal yapılanmayı belirlemektedir. Batı'da katmanlı toplumdan
fonksiyonel topluma geçiş, aynı zamanda toplumun kültürel
beklentilerini
normatif (hükmî) söylemlerle tatmin etme yerine, kognatif (yorumsal)
bir üslupla karşılama dönemini ortaya çıkarmıştır. Luhmann'a göre
küreselleşmeyi gerçekleştiren işte bu toplumsal transformasyondur.
Ekonomi, siyaset ve bilim bu fonksiyoner toplumun dinamiklerini
oluşturan soyut
sistemlerdir. Ekonomi para, siyaset, güç ve bilim ise hakikati kendine
konu edinerek toplum yapısını belirleyen normatif soyut sistemler
olarak karşımıza çıkmaktadır. Teorik anlamda bu sistemler topluma bir
çok imkanlar yaratarak daima bir değişimi ve bu değişimin
yaygınlaşmasını
sağlamışlardır. Bu sebeple katmanlı geleneksel toplumlara nispetle
fonksiyonel modern toplumlar daha dinamiktir.16
Modern dünyanın önemli özelliklerinden biri sosyal, ekonomik veya
siyasi taşınabilir yapılar veya alt sistemler yaratmış olmasıdır.
Küreselleşme bu anlamda,
bu yapıların veya alt sistemlerin taşınarak Batı dışı toplumlara monte
edilmesidir. Batı'nın Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerindeki siyasî ve
kültürel hakimiyeti sayesinde batılılaşmaya ikna edilmiş toplumlar
ekonomi, siyaset eğitim alanında alt sistemleri kendi memleketlerinde
yeniden üreterek küreselleşmeyi gerçekleştirirler.
Antony Giddens da, Luhmann gibi modernite ile
küreselleşme arasında doğrudan bir ilişki kurmakta ve onu yerel
hadiselerin binlerce kilometre uzaklıktaki olayları etkilemesi ve
etkilenmesi neticesini doğuran sosyal ilişkilerin bir yoğunlaşması
olarak görmektedir.17
Giddens'a göre küreselleşmenin birbiriyle irtibatlı dört temel boyutu
vardır: Ulus devlet sistemi, kapitalist ekonomi, dünya askeri nizamı ve
uluslar arası iş bölümü. Giddens'a göre, dünyanın ekonomik gücü
kapitalist ülkelerin elinde olduğu için ekonominin kapitalist
yapılanmasını
da bu ülkeler gerçekleştirmektedirler. Aynı zamanda dünya siyasetiyle
de alakalı olan bu yapılanma, Giddens'ın işaret ettiği gibi küresel
çapta bütün iş faaliyetleri ve teşekkülünün yaygınlaşmasını mümkün
kılmakta ve birkaç az gelişmiş ülkelerin bütçesine denk bir
ekonomik güce sahip, dünya siyasetini de etkileyen uluslar arası
şirketler ortaya çıkarmaktadır. Modern devlet ise bir sistem olarak bu
ekonomik yapılanmanın bir güvencesi olmakla varlık kazanmaktadır. Bir
taraftan ekonomik yapılanmanın bir neticesi olarak gözüken modern
devlet kendi
varlığını sağlamlaştırmakta ve diğer taraftan varlığı belirlenmiş
sınırlar içinde egemenlik kavramı, otonomi ve bunların neticesi olarak
da uluslar arası ilişkilerle taayyün etmektedir. Modern ulus devlet
taşınabilir bir alt sistem olması bakımından, dünya çapında
yaygınlaşmakla
küreselleşmeyi gerçekleştiren bir unsurdur. Küreselleşmenin üçüncü
boyutu ise organizasyon tekniklerinin, savaş endüstrisini ve aynı tür
silahlanmanın yaygınlaşmasını mümkün kılan dünya askeri nizamıdır.
Askeri gücün küreselleşmesi sadece farklı devletlerin askerî
ittifaklar kurması tarzında algılanmamalı, aynı zamanda bizzat savaşın
tabiatı ile ilgili olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır.
İnsanlığın yaşadığı son iki Dünya Savaşı, yerel hadiselerin nasıl
küresel bir problem haline geldiğinin en önemli delilidir. Giddens'a
göre küreselleşmenin dördüncü boyutu dünya çapında iş bölümü tarzında
tezahür eder. Modern endüstride işin tabiatı, hammadde ve materyalin
elde edilmesi, bölgesel uzmanlıklar, kabiliyetler bakımından iş
bölümünü zaruri kılmaktadır ve bu da zorunlu olarak küresel bağımlılığı
getirmektedir.18
Bizce doğrudan modernitenin tabiatı ile alakalı
olan küreselleşme Robertson'un işaret ettiği gibi kültürel alanda
dünyanın küçülmesi ve küresel bütünlük şuurunun oluşması neticesini
doğurmuştur. Luhmann ise küreselleşmeyi geleneksel katmanlı
toplumlardan modern fonksiyonel toplumlara geçiş olarak niteler.
Luhmann'a göre modernite ekonomi, siyaset ve eğitim alanında
taşınabilir modeller üretip bütün toplumlara moderniteyi
yaygınlaştırarak küreselleşmeyi gerçekleştirmiştir. Giddens ise bu
fikri daha da geliştirerek küreselleşmenin,
modern ulus devlet, kapitalist ekonomi, iş bölümü ve askeri nizamda
müesseseleşerek somutlaştığını vurgular. Küreselleşmeyi kısaca bu
tarzda ifade ettikten sonra, şimdi asıl konumuz olan küreselleşme ve
din konusunu ele almak istiyoruz.
Din ve Küreselleşme
Sosyal bir süreç olarak küreselleşmenin dinin
teolojik sistemine ve toplumsal boyutuna etkisi ve dinin küreselleşmeye
karşı direnci ve bizzat kendisinin küresel bir fail olarak sosyal
hayatı yeniden yapılandırma teşebbüsü meselesini Peter Beyer'in konuyla
ilgili
tartışmaları çerçevesinde ele alacağız.
Peter Beyer'e göre din ve küreselleşme arasında
tek yönlü bir ilişki yoktur, dolayısıyla çoğunlukla kabul edildiği
gibi, küreselleşmenin hakim, dinin ise mahkum veya küreselleşmenin fail
dinin ise meful olduğu tespiti doğru değildir. Diğer taraftan
küreselleşmenin
özellikle geleneksel toplumlarda esaslı paradokslar yarattığı da
doğrudur. Bu ise tek yönlü bir süreç değildir; küreselleşme bir
taraftan, geleneksel kültürel yapı ve ferdî kimlikleri tahrip ederken,
diğer taraftan bazı yerel kimliklerin yeniden oluşturulmasına ve
mevcutlarının
canlanmasına etki etmektedir. Salman Rüştü hadisesinde olduğu gibi, din
küresel sistemin gelişmesinde veya tersine toplumdan dışlanmasında
etkin bir rol oynamaktadır. Beyer'e göre Salman Rüştü hadisesi
küreselleşmenin bu iki yüzünü net olarak ortaya koymaktadır. Ona göre
Müslümanlar
Salman Rüştü meselesinde kutsal kabul ettikleri şeye hakaret edildiği
ve küresel sistemde kendi inançlarına uygun bir yer verilmediği için
reaksiyon göstermişlerdir. Bir taraftan, gayri Müslim güçler tarafından
kurulan küresel sistem, İslam'ın özü olan Kur'an'ın vazgeçilmez
kutsallığının, küresel sisteme uyumun karşılığında diyet olarak
istemesine isyan ederken, diğer tarafta, Müslümanlar gösterdikleri
reaksiyonla küresel sistemdeki eşitsizlikleri öne sürerek belli bir
İslamî kimliğin canlandırılmasına da hizmet etmiş olmaktadırlar.19
Bu durumda dinin küreselleşme karşıtı bir olgu olarak mücadele içinde
olması hem kendine küresel dünyada bir varlık kazandırmakta, hem de
küreselleşmeye feth edilmesi gereken yeni hedefler tayin ederek onu
tahrik etmektedirler.
Beyer'in din ve küreselleşme teorisi iki temel
iddiaya dayanmaktadır. Bunlardan biri Talcott Parsons, Peter Berger,
Thomas Luckmann ve Robert Bellah gibi sosyologların özellikle Batı
toplumlarında dinin özelleştiği (privatizatin of religion) iddiasını
kabul etmekte
ve aynı zamanda kendi tezi olan dinin küreselleşme neticesinde
"diğer"ini yani Şeytan'nını kaybettiği iddiasını ileri sürmektedir.
Dinin özelleşmesi teorisi geleneksel dinlerin toplumsal alanda etkisini
kaybederek daha ziyade şahsî alanda etkili olduğu anlamına gelmekte,
bunu bir kısım sosyologlar dinin ferdileşmesine, diğer bazıları cemaat
ruhunu kaybetmesine ve bir kısmı da dinlerin ahlakî birliği temin
etmede başarısız olmasına bağlamaktadırlar. Aslında dinin özelleşmesi
geleneksel dinî formların bir bütün olarak toplumu tayin etmede artık
müessir olamaması demektir. Beyer dinin özelleşmesi iddiasını
Luhmann'ın dinle ilgili olarak geliştirdiği fonksiyon ve icra
kavramlarına dayanarak izah eder. Luhmann'a göre fonksiyon (function)
ve icra (performence) dinin farklı iki boyutuna taalluk etmektedir.
Luhmann, ibadet, huzur
verme ve kurtuluşa ulaşma gibi dinin şahsi boyutuna, yani saf dini
iletişime fonksiyon, ve dinin eğitim, sağlık, sosyal refah gibi sosyal
alandaki faaliyetine de icra (performance) demektedir. İşte dinin
özelleşmesi onun icra boyutunun zayıflayarak sadece bir fonksiyon
olarak idrak
edilmesiyle alakalıdır. Diğer taraftan dinin şahsileşmesi ile ahlakın
toplumdaki yapısal rolünün azalması arasında da doğrudan bir ilişki
vardır.20
Modernite ve küreselleşmenin dine müphem ve aynı
zamanda da menfi etkileri olduğu açıktır. Bu sebeple geleneksel dinî
ilgilerin azaldığını, sembol ve dinî mesleklerin ciddi itibar kaybına
uğradığını rahatça ifade etmek mümkündür. Beyer'in de doğru
olarak tespit ettiği gibi, Batı modernitesi kendi icadı olan kapitalist
ekonomi, egemen devletlerle oluşturduğu politik yapı, dünya çapında
yaygın bilimsel, teknolojik, sağlık, eğitim ve medya sistemleri ile
varlığını hem somutlaştırmakta ve hem de küreselleştirmektedir. Bu
müesseseler
daha önce geleneksel toplumlarda var olan, yerel sistemlerin yerini
almış, bu toplumların statü gruplarını oluşturan, soyluluk ve
geleneksel normatif özellikler yerini, ferdî hürriyet, devlet ve
rasyonel akıl yürütmeye bırakmıştır. Modern öncesi toplumlarda din
ekonomik, sosyal,
siyasal ve bilimsel bütün alanları ihata ederken, modern toplumlarda
araçsal fonksiyonu olan özel sistemler geliştirildiği için din
marjinalleşmiştir. Bu sistemlerin küreselleşmesiyle birlikte dinin
sosyal alandaki tesiri zayıflamıştır. Bu gelişmelere dinlerin özellikle
Hıristiyanlığın
cevabı farklı olmuş, o kendini fonksiyonel alt sistem haline getirerek
bu sürece olumlu cevap vermeye çalışmıştır. Mesela, otonom, legal ve
politik sistemlerin ortaya çıkışıyla birlikte Katolikler kendi
yapılarını da yeniden gözden geçirmişler, Protestanlar ve Katolikler
yeni
gelişen modern eğitim sistemi içinde yer almaya çalışmışlardır.21
Peter Beyer'in tespitine göre bilim, ekonomi ve
siyasetin aşırı sekülerleşmesi neticesinde Hıristiyanlık kendini sosyal
alanda etkili fonksiyonel bir alt sistem yapma çabasında başarısız
olmuş ve böylelikle din sadece iman alanına münhasır kılınmıştır. Bu
bakımdan bir inanç objesi olarak değil ama bir sistem olarak dinin
geleceği küreselleşmenin doğuracağı sonuçlara bağlıdır. Beyer'in de
işaret ettiği gibi din fonksiyonel alt sistemlerin başardığını kendi
yapısı ve kendi tarihî sebebiyle başaramamış ve dolayısıyla
küreselleşmeyle
bir uyum sağlayamamıştır. Dinin tabiatı ve fonksiyonel ilişkileri
bakımından kapitalist ekonomik sistem veya modern devlet sistemi
benzeri küresel bir dinî sistem gelişmesi küreselleşmenin şu andaki
safhası açısından, bizce pek de mümkün görünmemektedir. Fakat Beyer'e
göre bu
elbette hiçbir dinî küresel sistemin olmayacağı veya dinin sadece
azınlığın şahsi bir ilgisi haline geleceği anlamına gelmemektedir.
Modern ve küresel ortam dine bir taraftan negatif yaptırımlar yüklerken
diğer taraftan yeni potansiyeller de yaratmaktadır. Şu andaki
verilerden
hareketle dinin güçlü ve küresel bir alt sistem ortaya koyması mümkün
görünmemekle birlikte, küresel toplumda her şey uyumlu ve istikrarlı
olduğu da söylenemez. Küresel toplum her geçen gün gücünün artmasına,
toplumun her alanına uygun araçlar geliştirmesine rağmen, sosyal
hayatta nüfuz edemediği kısımlar ve buralara taalluk eden problemler
vardır. Şimdi küresel dünya ferdî ve grup kimliklerinin oluşumunda
ortaya çıkan problemler, ekolojik tehdit, gelir dağılımında gittikçe
artan eşitsizlik, güç dengesizliği gibi temel problemlerle karşı
karşıyadır.
İşte dinin geleceğini bu kötü durumda kendisine nasıl bir ders ve pay
çıkaracağı tayin edecektir. Dolayısıyla meseleyi ideolojik olarak
bakmamak gerekir zira, Beyer'a göre mesele ideolojik değil yapısal veya
pratiktir.22 Eğer mesele gerçekten yapısal ise, dinin
alternatifi yoktur ve yapacağı şeyi zorunlu olarak yapacaktır.
Beyer'in küreselleşme din ilişkisini tahlilde bir
diğer önemli nokta da dinin kendi yapısı için zaruri olan "diğer"ini
kaybettiği iddiasıdır. Beyer'e göre küreselleşme 1960’lardaki bazı
teologların düşündüğü gibi, Tanrı'nın ölümüne değil
şeytanın belirsizleşmesine sebep olmuştur. Küresel toplumlarda Tanrı
hala diridir ve fakat ondan korkmak güçleşmiştir. Beyer'in tespitine
göre küreselleşme kötünün ve şeytanın dinî yapıdan çıkarmakla dinin
yeniden yapılanmasını zaruri hale getirmiş ve dolayısıyla
geleneksel imanı taşıyan dindar kesimleri ciddi bir dilemmaya maruz
bırakmıştır. Doğrusu bir taraftan çağdaş problemleri muhatap alma
mecburiyeti diğer taraftan geleneksel teolojik yapıyı değiştirme
gerekliliği, Meyer'e göre, dinle ilgilenen insanları muhafazakar ve
liberal
tercihlere zorlanmaktadır. Muhafazakar tercih, kötünün ve şeytanın var
olduğu geleneksel dinî yapının devamını tasavvur ederken, liberal
tercih kötülüğü ferdileştirmeden ve somutlaştırmadan daha çok
soyutlaştırarak geleneksel yapının yeniden inşasını düşünmektedir.
Liberal tercihe göre geleneksel dinî toleranssızlık ve yerel olanda
ısrar kötülüğü ortaya çıkmaktadır. Halbuki kötülüğü izafileştiren dinî
çoğulculuk ve Kurtuluş (liberation) Teolojisi küreselleşmenin dinî
alana farklı bir yansımasıdır. Beyer'e göre küresel toplum
daha somut bir gerçeklik haline geldikçe, liberal dinî tercih geleceğin
eğilimi olarak daha da belirginleşmektedir. Diğer taraftan muhafazakar
tercih ise sosyal alanda geleneksel Aşkın kavramını yeniden hakim
kılmak ve toplumu normatif esaslar ile yapılandırmak istemekte ve bu
teşebbüsü
ile de, Beyer'e göre tehlikeli olmaktadır. Küreselleşen dünyada, hala
bir yol olarak görülen muhafazakar tercihin Aşkın Varlık ve dinin
geleneksel yapısıyla çok büyük problemleri yoktur. Fakat bu tercihin
küresel sosyal yapılardaki hakim eğilimlerle ciddi problemleri vardır.
Muhafazakar tercihin somut temsilcisi Amerika'daki bazı fundamentalist
Hıristiyan gruplar ve İran devleti gösterilebilir.23
Tekrar ifade edilecek olursa, küreselleşme kötülüğü, tehlike ve fitneyi
temsil edecek kafirleri ve yabancıları olmayan bir toplum
yaratmaktadır.
Halbuki ahlaki kuralların ontolojik temelleri ve en önemlisi de diğer
dünyada kurtuluş anlayışı, iyi kötü ayırımının netliğine ve güçlülüğüne
bağlıdır. Dolayısıyla, küreselleşme iyi ve kötü ayrımını
belirsizleştiriyor ve, kötülük ve fitnenin somutlaştırılacağı
toplumları yok ediyorsa bu uzun vadede dinin ontolojik temellerinin
tahribi anlamına gelmektedir.24
Kısaca ifade etmek gerekirse, küreselleşme dine
iki yönlü bir süreç olarak tesir etmektedir. Bir taraftan küreselleşme
ve onu mümkün kılan ekonomik ve siyasal yapılanmanın sosyal ve ahlakî
problemler ortaya çıkarması, yeni dinî hareketlerin doğmasına imkan
hazırlayarak, küresel arenada dine manevra imkanı sağlamakta, diğer
taraftan bu dinî hareketleri küresel şartlarda ciddi iletişim aracı
olamamalarını sağlayacak toplumsal şartlara maruz bırakarak
sınırlandırmaktadır. Diğer bir ifadeyle küreselleşme hem dinin icra
boyutunu
canlandıracak sosyal ortamlar hazırlamakta ve hem de fonksiyonel
yapısında (teoloji ve ibadet), ciddi tahribat yaparak onun küresel bir
sistem olmasını engellemektedir. Robertson'a göre çok kültürlülüğün bir
neticesi olarak dinin, dinî çoğulculuk bağlamında izafileşmesi ve
Beyer'e göre küresel şartların oluşmasıyla birlikte şeytanını
kaybetmesi, dinin özüne yönelik bir tahriptir. Dinin küresel
şartlardaki konumu bu tahribe nasıl karşılık vereceği meselesiyle
irtibatlıdır. Küreselleşme dini hem sınırlandırmakta ve hem de
gelişmesine imkan hazırlamaktadır.
Önümüzdeki asırda din küreselleşmenin kendisi için uygun gördüğü
konuma, izafileştirilmeye ve özelleştirilmeye razı olacak mıdır? Yoksa
kendine has küresel modeller üreterek toplumsal yapıyı ve kültürü
bütünüyle inşa etmeyi mi deneyecektir.
Amerika ve Avrupa'da nevzuhur, Yoga ve
Transendental Meditasyon, Krişna ve İlahî Işık Misyonu, Mooncukluk,
Sayntoloji ve Feminist Kahincilik gibi yeni dinî hareketler ve bazı
Yeni Hıristiyan Sağ'ı gibi Hıristiyan fundamentalistleri ve evancelik
hareketler çağımızdaki
değişim rüzgarını tespitte önemli bir mikyas olsalar da dinin özellikle
geleneksel dinlerin geleceği ile alakalı sağlıklı bir tahminde
bulunmada kullanılacak materyaller olamadığını düşünüyoruz. Dinin
küresel toplumdaki konumu ile ilgili çok genel tespitlerde bulunmak
gerekir
ise şunları söylemek mümkündür: 1- Modern dünyanın zuhuru dindar
toplumları krize sürüklemiştir. Geleneksel inançlar bilimsel
eleştirilere tabii tutulmuş, ve farklı dünya görüşleri ortaya çıkmış ve
ideolojik anlamda din bunlarla başa çıkamamıştır. 2- Dünyanın çok
kültürlü
küresel bir köy haline gelmesi bir biriyle çatışan durumlar yaratmış ve
oluşan bu kaos ortamı bir taraftan antik geleneklerin canlanmasına
fundamentalizm kisvesi altında yeniden dirilmesine imkan verirken,
diğer taraftan sivil din ve milliyetçilik, dinî telfikçilik gibi
hareketler
ortaya çıkmıştır. 3- Bu durum insanlığı zorunlu bir tercihle karşı
karşıya getirmiş, küresel köyde dinî gelenekle ya bir kaos ortamı ya da
istikrarlı bir toplum yaratma, ya barışçıl bir dünyanın inşasına
teşebbüs, ya da sosyal gruplar arasındaki çatışma ve vahşeti
haklı bulma gibi hayatî bir tercihe zorlanmaktadır.25
Peki XXI. asırda neler olacak. Mesela Robertson
geleneksel dinlerin ve yerli kültürlerin küreselleşmenin tehdidi
altında olduğu iddialarına rağmen, dinin ve kültürün geleceğinin parlak
olacağını savunmakta ve hatta küreselleşmenin geleneksel kültürü
kuvvetlendirdiğini ifade etmektedir.26 Diğer taraftan çağın meşhur sosyologlarından biri olan Peter Berger ise şöyle demektedir:
XXI. yüzyılın çağımızdan daha az dindar olacağını
söylemek için hiçbir sebep yoktur. Eski sekülerleşme teorilerini
savunmaya devam eden bir gurup azınlık din sosyologları, modernleşmenin
sekülerleşmeyi gerçekleştirdiğini, İslam ve Evancalik Hıristiyanlığın
ise dinin son savunma hattı olarak daha fazla dayanamayacağını ifade
etmektedirler. Nihayetinde sekülerleşme zafere ulaşacak demek, başka
bir ifadeyle, İranlı mollalar, dindar Hıristiyan papazlar ve Tibetli
Lamaların, Amerikan üniversitelerindeki edebiyat profesörleri gibi
düşünüp
ve onlar gibi davranacaklar demektir. Doğrusu bu hiç de ikna edici
değildir... Dinde ferdî kişilikler birçok sosyal bilimcilerin ve
tarihçilerin tahminlerinin ötesinde rol oynar. Ayetullah Humeynî
olmadan da İran'da bir devrim gerçekleşebilirdi ve muhtemelen çok daha
farklı olurdu. Çok
güçlü bir dinî hareket başlatacak karizmatik bir liderin kimsenin
tahmin edemeyeceği bir yerde ortaya çıkmayacağını kim bilebilir?27
Peter Berger'e göre, dinî his ve aşkın bir anlam
arayışı, insanoğlunun kadim özelliği olması sebebiyle din insan ve onun
toplumsal yaşamı için daima önemli olagelmiştir. Yine ona göre bu
teolojik bir iddia değil, agnostik ve ateist filozofların bile kabul
edecekleri antropolojik bir tespittir. Önümüzdeki yüzyılda, Berger'e
göre, din siyasî hareketler için de önemli bir ilham kaynağı olmaya
devam edecektir. Anlatılan bir hikaye dinin politik alanda hala ne
kadar etkin olduğunu göstermektedir. Adamın biri Belfast'tın karanlık
sokaklarının
birinden geçerken bir evden aniden fırlayan biri, kafasına silahı dayar
ve sorar: Katolik mi yoksa Protestan mısın? Ben mi? der yolcu, doğrusu
ben ateistim? Ya öyle mi? Şimdi söyle bakalım, Katolik ateist mi yoksa
Protestan ateist misin?28
Küreselleşme ve İslam
Küreselleşme, ister toplumsal boyutta, geleneksel
sosyal yapıyı inşa eden faillerin değiştirilerek, siyaset, ekonomi ve
eğitim alanında taşınabilir alt araçlar veya modeller üreterek
yaygınlaştırılması tarzında algılansın, isterse kültürel boyutta dünya
bütünlüğü şuurunun oluşması veya dünyanın küçülmesi tarzında
algılansın, dinî pratiklerin önemli bir kısmını sosyal alana hasreden,
yani kendi varlığı ile dinî icrayı özleştiren İslam için büyük
problemler ortaya çıkarmaktadır.
Aydınlanma düşüncesinden beslenen modernite ve
modernitenin bir güç olarak ortaya çıkardığı küreselleşme hakim, İslam
ise mahkum olduğu halde aralarında ciddi bir mücadele sürüp
gitmektedir. Küreselleşmenin İslam'a önereceği en olumlu teklif, onun
ekonomi ve siyasi müesseseler gibi araçsal bir alt birim olarak küresel
şartlara entegre olmasıdır. Hıristiyanlığın dahi bir alt yapı olamadığı
şartlarda İslam bunu başarabilir mi? Bununla birlikte İslam dinin
özelleşmesine ve izafileşmesine imkan verir mi? Bunlar mümkün değilse
İslam'ı ne tür bir gelecek beklemektedir? Şimdi bu konudaki tezimizi
maddeler halinde ifade edelim:
1- İslam'ın küreselleşmeye cevabı Hıristiyanlığın cevabından tamamen farklı olacaktır.
Hıristiyanlığın teolojik yapısı ve tarihi varlığı
bağlamında Aydınlanma düşüncesine ve moderniteye karşı tutumu esas
alınarak modernite din ilişkileri hakkında genel hükümlerde bulunmak
mahzurludur. Bu bakımdan Hıristiyanlığın başına gelenlerden
hareketle İslam'ın aynı tecrübeleri yaşayacağını ve yaşaması
gerektiğini ifade etmek doğru değildir.
Modernite ve onun bir neticesi olan küreselleşme
Hıristiyan toprağında doğmuş ve gelişmiştir. Moderniteyi özü itibarıyla
din karşıtı bir süreç olarak kabul edersek, onun Hıristiyanlığa rağmen
var olması ve gelişmesi, aynı zamanda modernitenin inisiyatifi
ele aldığını ve Hıristiyanlığı marjinalleştirdiğini ve Hıristiyan
topluma hakim olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Bu sebeple
Hıristiyanlık kendi kontrolü dışında oluşan küresel şartların müsaade
ettiği kadarıyla toplumsal planda varlık göstermektedir. Bu açıdan
bakıldığında
İslam'ın konumu daha farklıdır. Modernite ve küreselleşme İslam
topraklarında, İslam'a rağmen doğmamıştır. İslam topraklarına dışarıdan
hulul eden yabancı unsurlardır; bu sebeple İslam'ın kendini ona göre
konumlandırıp koruması gerekecektir. Aslında bu durumun İslam'a
ciddi bir katkısı olmuş ve modernitenin harici bir unsur olması
sebebiyle İslam teorik planda teolojik ve ahlakî bütünlüğünü
koruyabilmiştir.
2- Dinî bütünlüğün Kur'an tarafından korunması, sosyal alanı inşaya müteallik prensiplerden taviz verilmesini zorlaştırmaktadır.
Küreselleşme bir taraftan dinlerin yeniden
canlanmasına imkan verecek sosyal problemler ortaya çıkarırken diğer
taraftan onların küresel bir sistem oluşturmasına da engel olmaktadır.
Küreselleşmenin hem bir kültür ve hem de siyasal bir güç olarak İslam
dünyasında
ortaya çıkan bir çok problemin kaynağı olarak nitelendirilmesi, siyasal
İslamî söylemin başarılı olmasına katkıda bulunmakta, diğer tarafta ise
küreselleşme siyasal ve eğitim alanında kendi yapısal şartlarını
İslam'a kabul ettirerek İslam'ın küresel bir model olmasına
engel olmaktadır. Luhmann'ın kavramlaştırmasını kabul edersek dinin iki
boyutu vardır. Bunlardan biri ferdin kendi kendisiyle ve ferdin Tanrı
ile ilişkisini ihtiva eden inanç, ibadet boyutu. Luhmann buna dinin
fonksiyonu demektedir. Diğer ise, dinin sosyal alana müteallik yaptırım
ve
prensipleri. Buna da, icra (performance) demektedir. Dinin özelleşmesi
demek aslında dinin sosyal alandan çekilerek, sadece personel iletişim
aracı olması demektir. Bu durum daha ziyade Hıristiyanlıkla alakalı
olsa gerektir. Zira Hıristiyanlıkta dinin sosyal alana müteallik
prensipleri
dinî bünyeye İslam'daki gibi sağlam tarzda entegre edilmemiştir.
Mesela, Luhmann'ın özellikle Hıristiyanlığı göz önünde tutarak, ibadeti
ferdî bir komünikasyon tarzında takdim etmesi doğru olabilir. Fakat
İslam söz konusu olduğunda, ibadeti sadece ferdî iletişim aracı olarak
takdim etmek mümkün değildir. İslam'da ibadetlerin bir çoğunun
toplumsal boyutu vardır. En ferdi ibadet olan namazın da cemaatle
kılınmaya teşvik edilmesi, Ramazan’da, aynı anda Müslümanların oruç
tutmasının, insanların maddi ve sosyal statülerini bırakarak aynı
konuma
getirme gibi önemli bir toplumsal boyutu vardır. Ekonomik bir ibadet
olan zekat ve sadaka ve faizin yasaklanması, İslam'ın ekonomik
yapılanmasına doğrudan müdahalesidir. Hac ise farklı ırk ve
milletlerden, farklı statüdeki Müslümanların aynı gaye için aynı yerde,
aynı kıyafette
bir araya gelmesi, küresel İslam kardeşliğinin somutlaşmasıdır. Bununla
birlikte İslam'ın sosyal alanı inşaya yönelik fıkha dair kuralları ve
bunun tarihin belli bir dönem uygulanması İslam'ın özelleşmesini adeta
imkansız hale getirmektedir. İslam'a özelleş demek, dinin yarısını
inkar et demek anlamına gelir ki, İslam'ın Kur'anla ve gelenekle
sağladığı kuvvetli entegrasyon sebebiyle bu mümkün görünmemektedir.
Küreselleşme bir çok Müslüman toplumlarda olduğu gibi, İslam'ın sosyal
alana dair prensiplerini uygulanamayacağı bir toplumsal ortam
yaratabilir
fakat Müslümanların dinin icra boyutunun dinin bir parçası olmadığı
noktasında ikna edemez.
3- İslam geleneğinin kültür birikimi, ekonomik,
siyasal ve eğitim alanında taşınabilir (evrensel) modeller üretebilme
imkanı vermektedir.
Politik alanda, Müslümanların Hz Peygamber ve
Dört Halife dönemine dinî ve siyasî açıdan ideal bir devir; ekonomik
alanda ise zekatı ekonomik ibadet, faizin yasak ve ekonomik
dayanışmanın (sadaka) gerekli olduğuna inanmaları; eğitim alanında
medrese gibi müesseseleri
kurup yaşatmaları, yeni model ve projeler tasavvur etmenin kaynağı
olmaktadır. Müslümanların şuuraltında ideal devlet olarak Medine'yi,
ideal toplum olarak, zekat verilecek fakiri olmayan ve fakat Gazzalî,
İbn Sina ve İbn A'rabî gibi düşünürleri olan bir cemiyeti yeniden inşa
etme
tasavvuru devamlı olagelmiştir. Fakat mesele tasavvur edildiği kadar
kolay değildir. Modernite politik, eğitim ve ekonomik alandaki İslamî
modellerin uygulanabilir tek zemini olan geleneksel toplum yapısını
değiştirdiği ve aynı geleneksel yapıyı yeniden inşa etmek mümkün
olmadığı
için, İslam'ın bu alanlarda uygulanabilir modeller üretmesi şu anda
mümkün görünmemektedir. Mesele sadece toplumsal zeminin kaybedilmesi
değil, asıl mesele bir din olması bakımından İslam'ın üreteceği
modellerin kendi inançlarıyla sınırlı olmasıdır. Küreselleşme sosyal
bir
gerçektir; bu gerçekliği hesaba katmadan artık hiçbir şey yapılamaz
olmuştur. Kapalı toplumlar dönemi bitmiştir, İslam doğru ve geçerli
olabilmesi için toplumsal planda ürettiği modeller taşınabilir, yani
her topluma uygulanabilir olmalıdır.
İslam XXI. yüzyılda, ekonomi, politika ve eğitim
alanında taşınabilir modeller üretebilir mi? Bu soruya Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır şöyle cevap vermektedir.
"Bana evvelkilerin ve sonrakilerin ilimleri
verildi" hadisi şerifinden müteban olduğu üzere Aleyhissalatüvesselam
Efendimiz evvelin ve ahirinin ulumuna mazhariyetle mümtaz idi. Onun
varisi olan ümmetin de bu mazhariyette bulunması iktiza eder. Bu
sayededir ki,
o ümmet, ümmeti saire için mabihil istişhad olacak bir kemali haiz
olabilir. Serveti ilmiyyesi tam olan milletlerin ölüsü de dirisi de
mileli nakısanın merci medenisi olagelmiştir. Milleti İslam, "Sizi
insanlığa şahitler olmanız için vasat bir ümmet yaptık (Bakara; 143),
sırrına
mazhar olmak için "Ve Rasülün de size şahit olması için" müeddası
mucibince Hazreti Rasulüllahı mabihil istişhad ittihaz edebilmeli,
ümem-i saireden istiğna ile istiklali tamma sahip olmalıdır.29
Yeniden ifade etmek gerekirse, Hz. Peygamber
sadece kendi ümmetine değil diğer milletlere de örnek olacak bir kemale
haizdi. Bu sebeple ona ümmet olan Müslümanların da diğer milletlerin
her bakımdan örnek alabilecekleri nitelikli bir hayat standartlarına
ulaşmaları
beklenir. Zira ilmî serveti tam olan milletler hayatta olsun olmasın
ilim ve irfanda geri kalmış milletlerin uygarlığa ulaşmada daima
önderlik etmişlerdir. Bu sebeple Bakara Suresi 143. ayette ifade
edildiği gibi diğer milletlere örnek olabilmek Müslümanlığın bir
gereğidir. Bunun için
diğer milletleri örnek almaktan vazgeçmeli ve tam bir istiklale
kavuşabilmek için Hz. Peygamberi örnek almalıdır, demektedir.
İslam düşüncesinin politika, ekonomi ve eğitim
alanında taşınabilir yani evrensel modeller üretebilmesinin önünde
İslam inancı ve modernitenin oluşturduğu toplumsal zemin gibi iki temel
engelden bahsetmiştik. İslam düşüncesi bu iki engeli aşabilir mi? Bu
alanlarda sadece Müslümanlara doğru ve makul gelen ve sadece onlar için
geçerli modeller yerine inanıp inanmayan herkes için geçerli ve modern
karşıtlarından da daha iyi modeller geliştirebilir mi? İkincisi İslam
bu tür modellerin uygulanabilmesi için zarurî olan bir sosyal zemini
oluşturacak toplumsal talebi nasıl gerçekleştirecektir? Bence İslam
birinci engeli aşacak evrensel prensipleri haizdir. İslam, Müslüman
olsun olmasın herkese uygulanmasını istediği adalet prensibi ve zekat
ve sadaka ile hedeflediği ekonomik denge, üstünlüğün sadece ahlakî
kemalde
olduğunu vurgulayarak her türlü, sınıfsal ve ırkî imtiyazları yok sayan
sosyal eşitlik İslam'ın üretebileceği evrensel modellerin temel
prensipleri olabilirler. İkinci engeli aşabilmenin, yani İslamî
modellere sosyal zemini oluşturacak toplumsal talebin ortaya çıkmasının
iki önemli
şartı vardır. Birincisi mevcut modern- küresel modellerin gerçekte
başarısız olması gerekir. Diğer şart ise, mevcut sistemlerden daha
iyisinin olduğu ve olabileceğinin en azından Müslümanların zihinlerde
bulunması gerekir.
Bizce küresel sistem özellikle ekonomik
eşitsizliğin ve istismarın kaynağıdır ve bu anlamda başarısızdır.
İsterseniz Dünya Bankası "Küresel Ekonomik Görünüşler 2000 raporunu
dinleyelim:
Dünyanın en zengin 200 kişisinin sahip oldukları
toplam servet, yeryüzündeki en yoksul 2.5 milyar insanın toplam
gelirinden daha fazla ve bu 200 zenginin 112'si Amerikalıdır. Dünyadaki
en zengin 3 Amerikalının servetlerinin toplamı, en yoksul 48 ülkenin
gayri safi
millî hasılasından daha yüksektir. Dünyanın en yoksul ülkesine kıyasla,
en zengin ülkesinde kişi başına düşen milli gelir 228 kat daha
fazladır. Bu gün 89 ülke son 10 yıl içinde 23 kat daha yoksullaşmış, ve
yine son 10 yılın verilerine göre refah düzeyi yükselen ülkeler:
ABD, Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve Japonya olmuş ve bunlar
uluslararası üretimin yüzde 86'sını, uluslararası ticaretin yüzde
82'sini kontrolleri altında tutarken, en yoksul 48 ülke ise ancak yüzde
birini kontrol eder hale gelmişlerdir. 1997/1999 yılları arasında tüm
dünyanın
ürettiği toplam gelirin yüzde 58'i Amerika'ya gitti. Dünyanın en yoksul
83 ülkesinin son 7 yıl içinde ödedikleri dış borç faizi, anaparanın 5
katına ulaşmış ve en gelişmiş 7 ülke dünya nüfusunun yüzde 11'ini
oluşturmasına rağmen dünya toplam GSMH'sinin 2/3 almaktadır. Dünya
mafyasının kontrol ettiği toplam sermayenin 8.4 trilyon dolar olduğu
tahmin edilmekte ve bunun % 70'inin Amerikan mafyası tarafından kontrol
edildiği anlaşılmaktadır. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Raporu'na
göre dünyadaki açlığı ve temel sağlık sorunlarını asgari düzeyde
çözebilmek için gerekli para sadece 13 milyar dolardır... Her yıl açlık
yüzünden dünyada 38 milyon insan ölmekte, 800 milyon insan ise kronik
yetersiz beslenmeye bağlı hastalıklarla savaşmaktadır. New York
şehrinin elektrik tüketimi, bütün Afrika kıtasının toplam elektrik
tüketiminin
yarısından daha fazladır.30
Küreselleşmenin en özlü ifadesi budur ve dünyada
hiçbir akıl, izan, irfan ve insaf sahibi bunun ideal ve başarılı bir
sistem olduğunu iddia edemez. Küreselleşme ahlaki ve insanî alanda
başarısızdır. Dünya Ticaret Merkezi'nin yıkılışı, veya Amerika'nın
"uçaklanışıyla" başlayan bu süreç, eğer gerçekten küresel sistemin
sonunu getirecek ise o zaman bu boşluğu en azından ideolojik bazda
dolduracak bir halefin de belirlenmesi gerekmektedir. Küresel güç
doğrudan Müslümanları hedef almakla kim bilir bir bakıma kendi
halefini de tayin etmiş olmaktadır. Küresel sistem bırakın insanlığı,
kendi insanının beklentilerini bile tatmin etmekten uzaktır ve bu
açıdan bakıldığında küreselleşme başarısızdır. Fakat Müslümanlar
kendilerini küresel sisteme alternatif görüyorlar mı? Benim bu soruya
cevabım müspettir.
4- Teorik planda Kur'an ve ondan mülhem prensiplerin tarihî uygulamaları, "İslamî" dinî çoğulcuğun imkanını hazırlamışlardır.
Küreselleşmenin bir din ve dünya görüşü olan
İslam karşısına çıkardığı en ciddi zorluklardan biri çoğulculuktur.
Sosyal ve dinî çoğulculuk küresel sosyal şartların dayattığı bir
gerçekliktir. İslam bu çağa yönelik düşünce ve teoloji, aynı
zamanda bir toplum inşası tasavvur ediyorsa bu gerçekliği hesaba katmak
zorundadır. Mesela Kurtz, İslam dünyasının dinî çoğulculuk ve bilimin
ortaya çıkardığı teolojik problemler olarak iki farklı fenomene nasıl
karşılık vereceğini tam olarak kestiremediğini söylemektedir.31
İslamî düşünsel birikim henüz bu konularda ciddi teoriler üretecek
düzeyde değildir. Fakat bu durum bizim İslam geleneğine bakarak bazı
tahminlerde bulunmamıza da engel olmamalıdır. Bizce İslam hem düşünsel
planda hem de sosyal alanda dinî çoğulculuğu geçekleştirebilecek
potansiyeli haizdir. Kur'an'ın vahyi evrensel kabul ederek, her ümmete
gönderilen hakikatle kendini özdeşleştirmesi ve Yahudi ve
Hıristiyanlara ehli kitap kavramı çerçevesinde özel bir statü vermesi
ve daha sonra bu statünün Zerdüşt ve Hinduları içine alacak tarzda
genişletilmesi
ve tarihî olarak Endülüs ve Osmanlı'da bir arada yaşama sisteminin
başarıyla uygulanması, İslamî teolojik ve sosyolojik dinî çoğulculuğun
kaynağını oluşturmaktadır. İslam
küreselleşmenin bir gereği olarak dinî çoğulculuğu onaylarken teolojik
anlamda izafileşmekten kurtulabilecek mi? Diğer taraftan sosyal alanda
eşitlik ve çoğulculuk adına insanları mümin, kafir ve münafık gibi iman
esaslı sınıflamalardan gerçekten
vazgeçebilecek mi? Bunlar küreselleşmenin İslam düşüncesine dayattığı
büyük problemlerdir. Aşıp aşamayacağını zaman gösterecektir. Fakat biz
İslam geleneğinin kültürel birikimine ve İslam düşüncesinin yapısına
bakarak ancak bazı tahminlerde bulunmamız mümkündür.
Kur'an'a ve Hz. Peygamberin uygulamalarına
dayanılarak oluşturulan zımmî statüsü ve bunun, Endülüs Emevi
Devleti'nde ve Osmanlı'da uygulanan millet sistemi sosyolojik anlamda
çoğulculuğun başlangıç noktası olmuştur. Buradan hareketle, küresel
şartlar esas alınarak
küresel köyün bütün meskunlarını entegre edebilecek çok hukuklu ve çok
kültürlü bir sistem veya model geliştirebilir. İslam geleneği bunun hem
pratik ve hem de düşünsel birikimini haizdir. İslam teolojisinin teorik
anlamda bir nevi izafiliği kabul etmeden dinî çoğulculuk oluşturması
biraz daha zor görünmektedir. Fakat bu konuda son zamanlarda yapılan
çalışmalar ve özellikle Perennial Felsefe etrafında toplanan ve
içlerinde Seyyid Hüseyin Nasr gibi düşünürlerin de bulunduğu bir gurup
entelektüel bunun zor olsa da, imkansız olmadığına işaret
etmektedirler.
Nasr'a göre:
İnsanlığın bugünkü dinî ve manevî boyutunun yeni
ve gerçekten de önemli bir yönü de dinî ve kutsal dünyaların sadece
arkeolojik, tarihî gerçekler ve fenomenler olmayıp aksine dinî realite
olmasının ortaya çıkmasıdır. Fakat insanoğlu bir güneş sistemi
içinde yaşamak ve onun kanunlarına uymak mecburiyetinde olmasına
rağmen, diğer güneş sistemlerinin ritim ve harmonisini fark etmekle de
var olduğunu bilir ve her birinin farklı gezegen sistemlerinin
büyüleyici güzelliklerini müşahede eder. Fakat bir gezegen sistemi
içinde yaşayan için,
o tek ve yegane gezegen sistemidir. İnsan elbette kendi gezegen
sisteminin güneşiyle aydınlanacak ve buna rağmen manevî yetkinliğinin
gücüyle ve "orada olmadan" ve sezgisiyle bilir ki her güneş sisteminin
bir güneşi vardır. Bu hem o güneş sisteminin güneşi, hem de bütün
güneş sistemlerinin Güneşi'dir. Her sabah şafakla yükselen ve dünyamızı
aydınlatan Güneş neden yegane Güneş olmasın?32
Nasr burada dinleri gezegen sistemlerine
peygamberleri de Güneş'e benzeterek teolojik anlamda bir dinî
çoğulculuğa işaret etmektedir.
5- İslam ahlakı toplumsallaştıracak bir cemaat yapısına maliktir.
Küreselleşme ekonomik ve sosyal planda gayri adil
bir sistemin ve buna bağlı bir çok problemlerin kaynağı olduğu
görüşünün yaygınlaşmasının bir neticesi olarak küresel etik
tartışmaları öne çıkmaya başlamıştır. Küreselleşmenin ortaya çıkardığı
ekonomik ve sosyal problemlere ancak küresel bir etik anlayışının
yaygınlaşmasıyla çare bulunacağı inancı bu yeni gelişmenin en önemli
dinamiğidir. Bu konuda üretilen literatürün temel amacı rasyonel
argümanlarla insanları ikna etmektir. Bizce ahlakî davranışları kazanma
tamamen rasyonel bir süreç değildir. Dolayısıyla küresel etik
tartışmaları kendisinden beklenen insanlara ahlakî davranışlar
kazandırma hedefinde kolayca başarılı olacağa benzememektedir. Fert
kimliğini ve şahsiyetini kazanırken bir gelenek içinde çoğu zaman
rasyonel görünmeyen
ahlaki prensipler adeta dikta ettirilir. Modernite ve onun bir neticesi
olan küreselleşme dinî geleneklerin cemiyet yapısını tahrip ederek bir
nevi ahlakın var oluş zeminini bozmuştur. Bu anlamda küresel etik
arayışları bir tartışmadan öteye gitmeyecektir. Stackhouse'un da işaret
ettiği gibi, bu yeni olgu, küresel kapitalizmin zaferi olarak, az
gelişmiş ülkelerin istismarı, çevrenin kirlenmesi, her türlü kaynak ve
ilişkilerin satılık meta haline getirilmesiyle birlikte dünya çapında
eşitsizlik yaratılmasına ve kültürel homojenlik adına bölgesel
farklılıkları
tahrip etmesine sebep olmaktadır. Eğer durum geçekten bu ise, bir çok
insanın küreselleşmede teolojik ve ahlaki bir değer görmemesi gayet
doğaldır ve bu durumda, halefleri nasıl faşizm ve komünizmle nasıl
savaştı ise devrin insanı, küreselleşmeye karşı öyle savaşacaklardır.33
İslamî dünya görüşünde alemin ve yani
cemiyetlerin nizamı ancak ahlaki esasları yerine getirmekle
gerçekleştirilir. Alemin nizamı ahlakla olur. Nizamı alem kavramı bir
küresel dünya vizyonudur. Sadece cemiyetlerin değil, aynı zamanda şu
maddi dünyanın, görünür
ve görünmez bütün alemlerin düzeni ve devamı ancak manevi ve ahlakî
prensiplerle mümkün olmaktadır. Kur'an ahlakî ilkeleri hiçe sayan
cemiyetlerin nasıl yıkılıp harap olduklarını anlatan kıssalarla
doludur. İslam dünya görüşünde kainatın nizam, yani küresel bir sistem
ancak ahlakî ideali kendi benliklerinde somutlaştıran yüce şahsiyetler,
tasavvuf lisanıyla konuşacak olursak, evtad, aktap, kırklar, yedilerin
varlığı ile mümkün olmaktadır. 1990’lardan sonra, Roberson'un işaret
ettiği gibi, ahlaki ilkeleri ihmal etmekle dünya bir belirsizlik
safhasına girmiş ve bu kaostan ancak ahlakî prensipleri esas alan bir
sistemin yeniden inşası ile çıkacaktır.
İslam dinî yapısı, geleneği ve inananlarına
sağladığı manevî güçle, hâlâ rasyoneliteye müracaat etmeden ahlaki
davranışlar kazandırma özelliğini koruyan belki de tek dindir. Bu
sebeple küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı sosyal problemlerin
mutlaka çözülmesini tasavvur eden sosyal bilimcilerin çoğu, kendi
şahsiyetlerini oluştururken bu tür bir süreçten geçmedikleri için bunun
ehemmiyetini anlayamamışlardır.
Sonuç
Ekonomik ve sosyo-kültürel bir süreç olarak
varlık kazanan küreselleşme, sadece günlük hayatımızı değil aynı
zamanda tasavvur ve tahayyülümüzü dahi etkilemektedir. Küreselleşme
yapısal olarak yerli kültürleri ve dinî etkilemekte ve onları yeni
formlar
benimsemeye zorlamaktadır. Bu meyanda batılı sosyal bilimcilerin
küreselleşme karşısında İslam'ın konumu ve davranışı konusundaki tespit
ve tahlillerini itiyatla karşılamak gerekir. Onları ne tamamen ret ne
de kolayca kabul etmeliyiz. Batılı sosyal bilimciler küreselleşmenin
bir
din olarak İslam'a etkisi hususundaki tespitlerinde genelde haklı
olmalarına rağmen, İslam'ın küreselleşmeye nasıl cevap vereceği
konusundaki tahmin ve beklentilerin de, İslam'ın teolojik ve manevi
yapısına yeterince vakıf olamadıkları ve bu noktada İslam'ı
Hıristiyanlıkla özdeşleştirdikleri
için, çoğu zaman hatalıdırlar. İslam ve küreselleşme münasebetini ve
hatta mücadelesini şu şekilde özetlemek mümkündür.
1- Küreselleşme yabancı bir güç olarak İslam'ın
sosyal alanı inşayı hedefleyen prensiplerinden vazgeçmesini ve yani
Luhmann'ın icra dediği boyutunu modernite emrine teslim etmesini
istemektedir. Kur'an, sünnet, en genel anlamda İslam geleneğinde sosyal
olanla
dinî olanın adeta bir birine yapışık olması sebebiyle, küreselleşmenin
bu talebini İslam kendi varlığına bir tehdit olarak algılamakta ve buna
İslamî radikalizm ve fundamentalizm ile karşılık vermektedir.
2- Küreselleşme, toplumları bir birine
yakınlaştırarak veya çok kültürlü toplumlar oluşturarak dinin mutlaklık
iddiasından vazgeçmesini ve izafileşmesini talep etmektedir. Bu durumda
İslam ise geleneğine dönmekte, tarihte çoğulculuğu başardığı iddiasıyla
hem geleneği yeniden canlandırmakta ve hem de daha üstün olduğu
psikolojini güçlendirmektedir.
3- Küreselleşme dinin, ekonomi ve siyaset gibi
bir alt sistem olarak global dünyaya entegre etmek istemektedir. İslam
ise hayatı bütünüyle kuşatma cehtinden dolayı ekonomi ve siyaseti de
içine alan bir bütünlük iddiasıyla hatta diğer kültürleri alt sistem
olarak entegre etmek istemektedir. Kendi evrensellik iddiasından dolayı
global sisteme tam bir rakiptir. Bu sebeple onun bir tamamlayıcısı veya
unsuru olmayı reddetmektedir.
4- Küreselleşeme kendi varlığını ekonomi, siyaset
ve eğitim alanında taşınabilir modeller üreterek devam ettirmekte ve
aynı zamanda yaygınlaştırmaktadır. İslam'ın ekonomi, siyaset ve eğitim
alanında dinî yapısından kaynaklanan kendine has projeleri olduğu
için mevcut yapıyı tamamen meşru kabul edememektedir. Sistemle bir nevi
kan uyuşmazlığının sebebi olan bu prensipler Müslümanları ekonomi,
siyaset ve eğitim alanında bir taraftan alternatif arayışlarına sevk
ederken diğer taraftan onların sisteme yabancılaşmasına da sebep
olmaktadır.
1. Max L. Stackhouse, "General Introduction"
içinde God and Globalization: Religion and the Powers of the Common
Life, Trinity Press International, Pennsylvenia 2000, s. 8.
2. Ronald Robertson, Globalization: Social Theory and Global Culture, Sage Publications Ltd, London 1992, s. 8-9.
3. Robin Williams, Towards 2000, Chatto and Windus, 1983, s. 117.
4. Peter Beyer, Religion and Globalization, Sage Publications, London 1994, s. 21-26.
5. Stackhouse, a.g.m., s. 25.
6. Robertson, a.g.e., s.49.
7. Robertson, a.g.e., s. 66.
8. Robertson, a.g.e., s. 61.
9. Robertson, a.g.e., s. 113.
10. Robertson, a.g.e., s. 58-59.
11. Robertson, a.g.e., s. 8.
12. Robertson, a.g.e., s. 104.
13. Robertson, a.g.e., s. 121.
14. Ronald Robertson, "Globalization and the
Future of 'Traditional Religion'" içinde God and Globalization:
Religion and the Powers of the Common Life, Trinity Press
International, Pennsylvenia 2000, s. 55.
15. Robertson, a.g.e., s. 87.
16. Beyer, a.g.e., s. 33-41.
17. Antony Giddens, The Consequences of Modernity, Polity Press, Cornwall 1990, s. 64.
18. Giddens, a.g.e., s. 70-77.
19. Beyer, a.g.e., s. 3.
20. Beyer, a.g.e., s. 82.
21. Beyer, a.g.e., s. 103.
22. Beyer, a.g.e., s. 104-105.
23. Beyer, a.g.e., s. 90-92.
24. Beyer, a.g.e., s. 72
25. Lester Kurtz, Gods in the Global Village:
The Worlds Religions in the Sociological Perspective, Pine Forge Press,
London 1995, s. 19.
26. Robertson, a.g.m., s. 53.
27. Peter L. Berger, "Secularism in Retreat"
içinde Islam and Secularism in the Middle East, der. Azzam Tamimi, John
L. Esposito, Hurst and Company, London, s. 46-47.
28. Berger, a.g.m., s. 48.
29. Elmalılı Hamdi Yazır, "Ba'de za" içinde Makaleler I, s. 242.
30. Fikret Başkaya, Küreselleşmenin Karanlık
Bilançosu, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara 2000, s. 7-18; Dünya
Bankası Küresel Ekonomik Görünüşler 2000 Raporu, Birleşmiş Milletler
İnsani Gelişme Raporu, Küreselleşmenin İnsani Yüzü, Der: Veysel
Bozkurt, Zafer Ertürk.
31. Kurtz, a.g.e., s. 178.
32. Nasr, Knowledge and The Sacred, State University of New York Press, Albany 1989, s. 296.
33. Stackhouse, a.g.m., s. 19.
|
Yukarı |
|
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Küresel din anketi (1)
Dergilerin
elektronik ortamla tanışması yeni değil. Fakat özellikle bizde, ihtisas
gerektiren alanlarda, elektronik dergi yayıncılığı çok çok yeni. Benim
gibi gençliğinde dergiciliğe ucundan kıyısından bulaşmış orya yaş
kuşağındaki kimseler, bu durumu görüp iç geçirirlerse onları anlarım.
Milel ve Nihal, http://www.dinlertarihi.com'un yayın kurulunun yarıyıllık olarak yayınladığı elektronik bir dergi.
Adresini verdiğim siteyi oluşturan akademisyenler kendi alanlarının
iyileri. Dinler Tarihi alanında geldiğimiz yüz ağartıcı noktanın somut
göstergesidir onlar. Bana asıl ürünlerini bundan sonra devşireceğiz
gibi geliyor. Allah yollarını açık etsin.
Elektronik dergiye isim olarak seçilen "Milel ve Nihal", bu başlık
altında medeniyetimizin ürettiği koca bir edebiyatın da adı.
Şehristani'nin el-Milel ve'n-Nihal'inden, Endülüslü allame İbn Hazm'ın
el-Fasl fi'l-Milel ve Ehvai ve'n-Nihal'inden bu alana ilgi duyan hangi
ilim adamı müstağni kalabilir?
Milel ve Nihal'in ilk sayısının kapağını elektronik posta kutumda
görünce, hemen bunları hatırladım. Derginin ilk sayısında, alanının
uzmanı isimlerin birkaç dolgun makalesi yer alıyor. Dinler tarihiyle
ilgilenenlerin mutlaka okumaları gerek.
Fakat dikkatimi en çok, derginin sayfaları arasında tercüme edilerek
yayımlanan Küresel Din Anketi çekti. Bu anketin değil tamamını,
mükellef bir özetini yayınlamak için bile bu köşe kafi gelmez.
Yayınlandığı kadarıyla anketi okumak isteyenleri ilgili elektronik
dergiye havale edip, ben burada bazı ilgi çekici soru ve cevapları
vermekle yetineceğim.
Anket, Amerika'daki Rochester Üniversitesi ve Zogby isimli uluslar
arası bir kurumun ortak çalışmasıymış. Ekleriyle beraber 108 sayfa
olarak Ekim 2003'de kamuoyuna sunulmuş. Anketin gerekçesi, televizyon,
Internet gibi teknolojik araçlar vasıtasıyla insanların, bir çok din
ile karşı karşıya geldiği ve bunların hangi noktalarda birbirine yakın,
hangi noktalarda da birbirinden ayrıldığı ile ilgili tam olarak bir
bilginin olmaması şeklinde açıklanıyor. Bu çalışmanın, dinlerle ilgili
bu tür bir araştırmanın olmadığının görülmesi üzerine, bu boşluğu
doldurmak amacıyla yapılmış bir gayretin sonucu olduğu belirtilmekte.
Anket, Hindistan (Hindu ve Müslüman), Peru (Katolik), Rusya (Ortodoks),
Suudi Arabistan (Müslüman) ve Güney Kore'deki (Budist ve Hıristiyan)
600'er kişiye, İsrail (Yahudi, Müslüman, Dürzi)'de 593 kişiye ve
Amerika'daki (Katolik, Genel Protestanlar ve Evanjelik kilisesi) 795
deneğe uygulanmış.
Bazı cevaplar bize çok ilginç geldi. Anket din konusunda olmakla
birlikte siyasilerin de dikkatini çekmiş olmalı ki, Rusya'da anketi
cevaplayan bazı deneklerin tutuklandığı notu yer alıyor.
Bize ilginç gelen cevaplardan bazılarını sorularıyla birlikte alıntılayalım. Değerlendirme hakkımızı gerektikçe kullanırız:
Yedi ülkeden seçilmiş olan deneklere, toplu ibadet, kişisel veya ailevi
hastalık, evlilikle veya aile ile ilgili problemler, iş ve ekonomik
durumla ilgili sorunlar, ulusal ve uluslar arası krizler, evlilik veya
çocuk sahibi olmak gibi mutlu olaylar, kişisel bir başarı, keder veya
acı gibi durumların hangisinde, dini duyguyu daha çok hissettikleri
sorulur?
Hindistanlılar'ın % 49'u, toplu ibadet esnasında diyerek, toplu ibadet
ile ilgili kategoride, diğer ülkelerin önünde yer alırken; Rusya bu
kategoride, en düşük orana (% 3) sahiptir. İş ve ekonomik durumla
ilgili kategoride, Amerika (% 1) ve İsrail (% 2), en düşük oranı
oluşturur. Hindistan'lı Müslüman (% 47) ve Budistler (% 50), toplu
ibadette daha çok dinî duyguyu hissettiklerini belirtirken; İsrailli
Müslümanlar'ın % 34'ü, Yahudiler'in de % 17'si toplu ibadeti önemli
görmektedirler. Ruslar'ın % 32'si bireysel veya ailevi hastalığı, %
15'i acı ve keder anlarını, % 14'ü ise iş ve ekonomik durumu öne
çıkartırlar
"Benim dinim, Tanrı'ya götüren tek doğru yoldur"; "benim inancıma
benzer inanç öğretilerini paylaşan diğer dinler de Tanrı'ya
götürebilir" ve "benim dinim, Tanrıya ve kurtuluşa götüren yollardan
biri olup hemen hemen tüm dinler, Tanrıya ve kurtuluşa götürür"
şeklinde üç şıktan birini seçmeleri belirtilen deneklerden,
Suudi Arabistanlılar'ın % 80'i, Güney Koreliler'in de % 48'i, kendi
dinlerinin Tanrıya götüren tek yol olduğunu belirtirken;
Amerikalılar'ın % 51'i, Ruslar'ın % 41 ve Hindistanlılar'ın % 33'ü
bağlı oldukları dinin, Tanrıya götüren yollardan biri olduğunu söyler.
Buna ek olarak Amerikalı Protestanlar'ın % 61'i, Katolikler'in % 63'ü;
İsrail'deki Müslümanlar'ın da % 55'i, bağlı oldukları dinin, Tanrıya
götüren yollardan biri olduğunu söyler. İsrail'deki Yahudiler'in %
27'si, Güney Kore'deki Budistler'in de % 29'u, bu soruya 'emin değiliz'
diye cevap verir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Küresel din anketi (2)
Bir
önceki yazımda Dinler Tarihi alanında büyük bir boşluğu doldurduğuna
inandığım elektronik dergi Milel ve Nihal'den söz etmiştim (http://www.dinlertarihi.com).
Dinler Tarihi alanında göz dolduran (ve dahi şirazesi olan) çalışmalara
imza atmış bulunan Prof. Dr. Şinasi Gündüz editörlüğünde elektronik
olarak yayımlanan derginin ilk sayısında yer alan ABD'de yapılmış bir
anketten seçtiğim soruları köşeme taşımıştım.
Köşemi aynı çalışmaya bir kez daha ayıracağımı başlığın sonuna (1)
koyarak, zımnen taahhüt etmiştim. Bugün o taahhüdümü yerine getireceğim.
'Dinler'in kendi aralarındaki çakışma ve çatışma noktaları, diyalog ve
uzlaşma arayışları ayrı bir bahis. Fakat dinlerin küresel ölçekte nasıl
bir seyir takip ettikleri, geleceğin dünyasını ve Batı modernizminin
geleceğini göstermesi açısından hayli önemlidir.
Bu anket bize küresel ölçekte yükselen ve alçalan değerlerin tesbiti
konusunda ipuçları verebilir. Özellikle bazı rakamlar gerçekten de
yaygın kanaatlerin hiç de gerçeği aksettirmediğini ortaya koyma
açısından hayli manidardır.
Anketten seçtiğimiz bölümlere geçelim.
Ne kadar sıklıkla ibadet ettikleri sorulan deneklerden;
Günde en az bir kez ibadet ettiğini söyleyen, Hindistanlılar % 72,
Suudi Arabistanlılar % 55 ve Amerikalılar % 39 ile en yüksek oranda
iken, Ruslar % 7 ile en düşük sıradadır. İsrailli Müslümanlar'ın %
94'ü, Yahudiler'in % 38'i; Amerikalı Evanjelik Kilisesi üyelerinin %
88'i, Katolikler'in % 72'si, haftada en az bir kez ibadet ettiğini
söyler. İsrail'deki Yahudiler'in % 28'i, Güney Koreli Budistler'in de %
14'ü hemen hemen hiç ibadet etmediğini dile getirir.
Peru, Rusya, Güney Kore ve Amerika'daki Hıristiyan deneklere, Kitab-ı
Mukaddes'in kelime kelime doğru olup olmadığı sorulurken; İsrailli
Müslüman ve Yahudiler'e, Kitab-ı Mukaddes'in belli açılardan yoruma
açık olup olmadığı sorulur.
Perulular'ın (Katolik) % 86'sı, Ruslar'ın % 83'ü, Güney Koreliler'in
(Hıristiyan) % 90'ı ve Amerikalılar'ın (Katolik ve Protestan) % 70'i,
Kitab-ı Mukaddes'in kelime kelime doğruluğunu dile getirirken; İsrailli
Müslüman ve Yahudiler'in % 75'i, belli açılardan yoruma açık olduğunu
söyler.
Kişisel olarak hangi kutsal kitabın önemli olduğu sorulan Hindistanlı deneklerden;
Hindular'ın % 56'sı Bhagavad Gita, % 29'u Ramayana, % 8'i hiçbiri derken; Müslümanlar'ın % 100'ü Kur'an diye karşılık verir.
Yahudilik'in, Ortadoğu'da barışı teşvik edip etmediği sorusuna Yahudi
ve Müslüman İsrail vatandaşlarının cevabı tam anlamıyla sürprizdir:
Yahudiler'in % 31'i, Müslümanlar'ın ise % 73'ü "evet, Yahudilik,
Ortadoğu'da barışı teşvik eder" diye cevap verirken; Yahudiler'in %
36'sı, Müslümanlar'ın da % 24'ü bunun aksi görüş beyan eder.
Bu hayret verici rakamları yorumlamada belki şu rakamlar yardımcı olur:
İsrail Devleti'nin tüm dinleri eşit şekilde desteklemesi anlayışına katılıp katılmadıkları sorulan İsrailli deneklerden;
Yahudiler'in % 68'i, Müslümanlar'ın da % 92'si, evet, İsrail Devleti,
tüm dinleri eşit şekilde desteklemelidir diye yanıtlarken; Yahudiler'in
% 30'u, Müslümanlar'ın da % 7'si hayır diye cevap verir.
Yirmi yıl içinde, Rusya'nın şu andaki durumdan daha fazla dindar olup olmayacağı hakkında ne düşündükleri sorulan Ruslar'ın;
% 42'si, Rusya, yirmi yıl içinde daha fazla dindar olacaktır derken; % 15'i, aksi görüşü dile getirir.
Ramazan'da ne kadar sıklıkta oruç tuttukları sorulan Suudi Arabistanlı deneklerin cevap yüzdesi bazılarını şaşırtabilir:
% 84'ü her gün, % 9'u da haftada birkaç kez der.
Azizlere yani evliyalara ne kadar inandıkları sorulan
Arabistanlılar'ın; % 84'ü çok kesin bir şekilde inandığını söylerken; %
14'ü tam kesin olmasa da inandığını belirtir.
Soru problemli. Fakat cevap "Vahhabi" Suudi Arabistan için oldukça
şaşırtıcı. Bu rakamlar, "Evliyalar (!) Ansiklopedisi" yazarlarını
tatmin eder mi, bilmem?
'Müslüman olmayan, Müslümanlar'a karşı olan, Müslüman olup dindar
olmayan gruplardan hangisine şiddeti içeren bir cihat yöntemi seçmek
doğrudur?'
Bu soruyu Arabistanlı Müslümanların % 95'i hiçbiri cevabını verir.
'Gelirinizin yüzde kaçını dinî grubunuzu desteklemek için bağış olarak veriyorsunuz?' biçimindeki bir soruya;
Hıristiyanlar'ın % 69'u, Budistler'in de % 37'si, gelirlerinin, yüzde yirmi beş'e kadarını der.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Yeni bir kamuoyu araştırması, dünyada hiç
kimsenin, dinlerini kötülük ve huzursuzluk kaynağı olarak görmediğini
ortaya koydu. Amerika dahil toplam 7 ülkede, 11 farklı dine inananlar
arasında yapılan araştırmada anket sorularına verilen yanıtlar oldukça
dikkat çekici. Farklı inançlara sahip toplumlar arasındaki
çatışmalarda ve din adına yapılan terör eylemlerinde görülen tırmanışa
rağmen, �Küresel Din Araştırması� adındaki yeni araştırma, birçok
kişinin şiddet olaylarını dine değil siyasete bağladığını gösteriyor.
Üç ay süren araştırma, Rochester Üniversitesi ile Zogby Uluslararası
Kamuoyu Araştırmaları şirketinin ortak projesi. Rochester
Üniversitesi�nden Profesör Bill Green yaptıkları araştırmayı şöyle
değerlendiriyor. "Araştırmanın sonuçlarında dikkatimizi çeken
ve özellikle Amerikalılar arasında ortaya çıkan en önemli unsur, dinle
şiddet arasında bağlantı kurulmaması oldu. Dinsel tartışmalar genelde
şiddeti getirir; ancak araştırmaya katılanlar hemen bu sonucu
çıkarmadı." Profesör Green�e göre, din ve yaşanan mücadeleler
arasında bağlantı kurulmamasının önemli bir nedeni, dinin sosyal yaşam
içinde artan rolünden kaygı duyulmaması. "Herkes genelde dini
bir toplum olmanın ülkelerine yardım edeceğini düşünüyor. Bu durum da
onların dinden korkmadığını gösteriyor. Din, bir zorluk olarak
görülmüyor. Kamuoyunun bu görüşüne rağmen, medyada din ve şiddeti çok
fazla yanyana algılamamız, belki de gerçeğin sadece belli bir kesitini
görerek resmin tamamını kaçırdığımız fikrini güçlendiriyor."
Araştırmaya Güney Kore, Peru, Rusya ve Amerika�daki hristiyanlar
katıldı. Ayrıca, Hindistan, Suudi Arabistan ve İsrail�deki
müslümanlarla yine İsrail�den yahudiler, Güney Kore�den budistler ve
Hindistan�dan Hindular da soruları yanıtladı. 5000 katılımcıdan çoğunun
diğer dinlere karşı hoşgörülü davrandıkları görüldü.
Araştırma, dini hoşgörünün dinler arası evlilik söz konusu olduğu zaman
azaldığını gösterdi. Din dışı evliliklerde, milliyet, etnik köken ve
toplumsal durum gibi başka faktörlerin de etkili olduğu ortaya çıktı.
Profesör Green, bu konudaki ilk projesi olan �Küresel Din Araştırması�
nın laik ve totaliter toplumlarda dinin nasıl bir rol oynadığını da
gösterdiğini belirtiyor.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hans Küng�ün Küresel Ahlâk
Düşüncesi
Hümeyra Karagözoğlu
20 Eylül 2008
Değerlendirme: Kübra
Şenel
Medeniyet Araştırmaları
Merkezi�nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantılarının Eylül
ayı konuğu, �Hans Küng�ün Küresel Ahlâk Düşüncesi� başlıklı
yüksek lisans tezini Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe
ve Din Bilimleri Bilim Dalı�nda tamamlayan Hümeyra Karagözoğlu�ydu.
Karagözoğlu, sunumuna şu sorulardan hareketle başladı:
1.
Küresel ahlâkın evrensel ahlâk problemlerine getirdiği çözüm
önerileri nelerdir?
2.
Küresel ahlâkın dinlerle olan ilişkileri ve din felsefesine dair
tazammunları nelerdir?
3.
Önermeleri felsefî açıdan anlamlı mıdır?
4.
Somut olarak ne önermektedir?
5.
Dünyada bunun üzerinden ne tür tartışmalar yürütülmektedir?
Karagözoğlu bu sorulardan
hareketle tezin çerçevesinin 1. Kavram ve tarihçe, 2. Din felsefesi
ve ahlâk felsefesi açısından küresel ahlâkın mahiyeti, 3. Sorun
olarak nitelenen durumlar ve çözümler şeklinde oluştuğunu söyledi.
Karagözoğlu�nun tezinin
çerçevesini oluşturan soruları tek tek ele alarak yaptığı sunumu,
şu şekilde özetlemek mümkündür:
1948�deki İnsan Hakları
Beyannamesi ile ilk defa ortak değerlerden bahsedilmeye başlandı.
Küresel ahlâkçılar bunları kendi selefleri olarak kabul etmektedirler.
Küresel ahlâk düşüncesinin fikir babası, aynı zamanda katolik
bir papaz olan Hans Küng�tür. Papanın yanılmazlığını reddettiği
için Vatikan tarafından otoritesi ilga edildikten sonra Tübingen�de
teoloji profesörü olarak çalışan Küng, 1989�dan itibaren çeşitli
ülkelerde verdiği �Dinler arasında barış olmadan milletler arasında
barış olamaz� anafikirli seri konferanslar sayesinde küresel ahlâk
fikrini yaymaya başlar ve 1990 yılında Project Weltethos adlı
kitabını yazar. �Weltethos�, Dünya ahlâkı demektir ve
Küng ilkeleri değil, ahlâkî davranışları kastettiği için bu
kavramı kullanmıştır. Fakat kitap İngilizceye çevrildiğinde
ethos kavramının tercümesinde problem çıkmıştır. Çünkü
ethosun İngilizce karşılığı ethicstir (ahlâk felsefesi).
Bundan dolayı Küng �ethics� yerine �ethic� kullanarak burada
ahlâkî davranışları kastettiğini vurgulamak ister. Bu şekilde
evrensel sorunlara cevap üreten evrensel cevapların tümüne verilen
bir ad olan Global Ethics�den kendini ayırmış olur. Dünya
Dinleri Parlamentosu�nun isteği üzerine Küng 1993�te küresel
ahlâk beyannamesini hazırlar ve Parlamento tarafından beyanname kabul
edilir.
Küresel ahlâkçılara
göre küreselleşme, modernizmden kopuşu ifade eden bir olgudur. Küng�ün
postmodernizme dair görüşü ise, Thomas Kuhn�un �paradigma değişimi
teorisi�nin sosyal bilimlere uygulanmasıdır; yani dönemin belli
bir paradigması vardır ve bu paradigmaya uyan kabul edilir. Küng�e
göre paradigma postmodern bir paradigmadır. Bu da sadece bilimlerin
değil, dinlerin de işin içine girdiği küresel bir ahlâkın olmasıdır.
Dünyada varolan küresel sorunların temelinde ahlâk vardır. O halde
sorunlar ortak bir ahlâkla çözülmeli, yaptırımı ise siyasî ya
da hukukî değil, vicdanî olmadır. Küresel ahlâkı ise �Dogmatik
farklılıklarına rağmen bütün dinler tarafından kabul edilen,
aynı zamanda herhangi bir dine inanmayanlarca da desteklenebilecek
bağlayıcı değerler, kriterler ve temel davranışlar üzerinde mutabakat
sağlamak� şeklinde tanımlamaktadır.
Küresel ahlâkçılar
�Kendine yapılmasını istemediğin birşeyi başkasına yapma!�
kadim ilkesini �insanlık ölçütü� olarak benimsemektedirler.
Onlara göre bunu hem semavî dinler, hem de Konfüçyüs söylemektedir.
Küresel ahlâkçıların değişmez dört ilkesi vardır:
1.
Öldürme!
2.
Hırsızlık yapma! (Bunun ekonomik tazammunu olarak kapitalizme karşı
çık!)
3.
Yalan söyleme!
4.
Cinsel ahlâksızlık yapma!
Küng 1998 yılında
A Global Ethic for Global Politics and Economics isimli ikinci ve
en önemli kitabını yazmıştır. Küng, küresel ahlâkın siyaset
ve ekonomiye nasıl uygulanacağını anlattığı bu kitabında çok
soyut kaldığı ve somut birşey önermediği gerekçesiyle eleştirilmiştir.
Küresel ahlâkçılar
yeni bir din olmadıklarını, dogmatik farklılıklara önem verdiklerini,
dinlerarası diyaloğu teşvik ettiklerini ve her dinin kendi ahlâkî
ilkelerini formüle etmesi gerektiğini vurgulamaktadırlar. Küng�ün
diğer eserlerinde küresel ahlâkın teolojiye dair uzanımları görülebilir.
Tübingen�de ekümenik teoloji kürsüsünün başında bulunan Küng,
dinlerarası barışın sağlanması için hakikat probleminin çözülmesi
gerektiğini, bunun için de hangi dinin doğru olduğunun ortaya konmasının
zorunlu olduğunu ifade eden görüşü zikretmekte ve tarih boyunca
buna çeşitli cevaplar verilmesine rağmen, barışın sağlanamadığını
söylemektedir. Buna karşı Küng �eleştirel ekümenik çözümü�
önermektedir: Önce bütün dinler kendini eleştirmeli, daha sonra
da bütün dinleri kapsayan, temel kriteri �insanlık ölçütü�
olan bir ekümenizm ortaya çıkmalıdır. Bu da bütün dinlerin insanlık
ölçütünü sağladığı ölçüde �hak� olması manasına gelir.
Böylece bu ölçüt bütün dinlerin üzerine çıkar ve dinleri yargılama
konumuna geçer. Küng bunun sorunlu olduğunun farkındadır. O yüzden
insanın bu çözümde olduğu gibi, bir dış perspektife sahip olmasının
yanında kendi dininin kutsal metnine uyacağı bir iç perspektifinin
de olması gerektiğini söyler.
Ahlâk felsefesi açısından
bu beyanname bir felsefe metni değildir. �Ethic� ve �ethics�
ayırımı, yani felsefî ilkeler üzerinde değil de, ahlâkî davranışlar
üzerinde uzlaşım önerisi önemli bir noktadır. Küng, Küresel
ahlâkın yeni bir şey icat etmediğini sadece bir keşif olduğunu
söyler. Burada ahlâkın kaynağına dair bazı problemler vardır.
Örneğin Küresel ahlâkçılar şu sorulara cevap verememektedir:
�Küresel ahlâk apriori bir bilgi midir, yoksa aklın bir ürünü
müdür?�, �Kaynağı dinlerse neden dinlerin üzerine çıkmaktadır?�,
�Hangi dinden kaynaklanmaktadır?�, �Kaynağı bir dinse o dine
mensup olmayan neden Küresel ahlâka inanmalıdır?�, ��İnsanlık
ahlâkı� olarak nitelenmesine rağmen kaynağını neden dinlerden
almaktadır?�, ��İnsanca olan� nasıl belirlenecektir?�,
�Bu Tanrı�dan bağımsız bir değerse neden bu kadar din vurgusu
yapılmaktadır?�; �İnsanlık ilkesi Tanrı emrettiği için mi
yoksa tek başına mı iyidir?�
Küng�e göre ahlâkın
kaynağı din değildir; din olmasaydı da insan ahlâklı olurdu, fakat
bunun bir yaptırımı olmazdı. Bu konuda ahlâkla ilgili dinî bir
yaptırımın olması gerektiğini söyleyerek Kant�ı eleştirir.
Küresel ahlâkın temelini
dinlerin ortak ilkelerinin oluşturması, onu, kaynağını pratik akıldan
alan evrensel ahlâk teorilerinden farklılaştırmaktadır.
Karagözoğlu, Küresel
ahlâk düşüncesine yöneltilen eleştirileri şöyle sıraladı:
1. Bu batının ideolojik bir çalışmasıdır. Gelecekte �meşrulaştırma�
aracı olarak kullanılabilir. 2. Ütopik ilkelerin muayyen durumlara
uygulanmasında problemler içermektedir. 3. Dinlerdeki ilkeler ahlâkî
bile olsa dinîdir. Çünkü bu, o dinin başta ahiret olmak üzere
pek çok hedefinin içerisindedir. O yüzden içerisinden çekilip alınamazlar.
Küresel ahlâk din ile ahlâkı birbirinden ayırdığı için dinlerin
yapısına zarar verir. Bu da dinin yerine ahlâkın ikame edilmesine
sebep olabilir. 4. Richard Falk�a göre ise bu çaba dinî canlandırma
hareketidir. 5. Küresel ahlâk, dini menşeli olduğu için, inanmayanların
buna uymaları için bir sebep yoktur.
Eleştirileri bu şekilde
ifade eden Karagözoğlu, aşağıdaki sonuçları ifade ederek sunumuna
son verdi: 1. Bu bir projedir. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini
ise zaman gösterecektir. 2. Ortak ilkelerin nasıl uygulanacağı daha
tafsilatlı olarak anlatılmalıdır. 3. Bu teori dinlerin hakikati
açısından sorunludur. Özellikle insanlık ilkesinin dinleri yargılayıcı
pozisyona konması sorunlu görünmektedir. 4. Küresel ahlâkın temelinde
Küng�ün teolojik yaklaşımının olduğu bilinmelidir. 5. Hepimizi
ilgilendiren sorunlar olduğu müddetçe, küresel ahlâk da önemini
koruyacaktır. Özellikle dindarların bu konuda söyleyecek temellendirilmiş
sözleri olmalıdır. 6. Küresel ahlâk, dinlerarası diyalog hareketleri,
yeni din hareketleri, dinî çeşitlilik yaklaşımları, postmodern
teolojiler, meslek ahlâkı ve modern hukuk açılarından ele alınabilir.
7. Küng ve küresel ahlâk ile ilgili tartışmalar iyi bilinip olumlu
ve olumsuz yönler tespit edilmelidir. Teorinin çeşitli sorunlar içermesi
toptan reddini gerektirmez.
Karagözoğlu�nun sunumu
soru-cevap faslıyla sona erdi.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
yukarıdaki alıntılardan benim çıkarımım...
tüm insanlık tarafından kabul edilemeyecek görüşler ve dini kabuller elenecek...
çünkü tüm insanlığın ortak ahlak değerleriyle çelişen bir şeyin doğru olması düşünülemez...
dolayısıyla dinlerde ki bütün veriler bu elemeden geçemedikten sonra kabul edilmeyecek...
örneğin bir dini hüküm yada uygulama yada dini bir veri temel insani değerlerle bağdaşmıyorsa o yanlıştır...
mesela bu dini uygulama hadise dayanıyorsa ya o hadis uydurulmuştur...
yada aktarımında bir hata vardır...
her durumda insani ölçüte uymadıkça reddi gerekir...,
çünkü peygamberler böyle bir şey söylemez...
eğer uygulama kurana dayandırılıyorsa o zaman o bölüm yanlış yorumlanıyor demektir...
temel insani değerden kasdedilen insanın fıtratında bulunan ve tüm insanlığın ortak malı olan ortak akıl ortak vicdan ve insanlığın ortak kalbiselimidir...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Küresel Kültür ve İslam Dünyası * Prof.Dr. Ali Bardakoğlu Diyanet İşleri Başkanı Kahire 2007
Giriş
Küreselleşme, tüm dünyanın kullandığı
klişe bir kavram. Artık, Fransız tarım işçilerinin problemlerinden,
Japon gençlerinin giyim-kuşam biçimlerine kadar birçok şeyi açıklamak
için kullanılıyor. Bugün dünyada küresel bir ekonomik düzenin var
olduğu ve bunun sosyo-politik içerikli bazı bağımlılıkları beraberinde
getirdiğinde şüphe yok. Bunun yanında, iletişim mekanizmalarındaki
olağanüstü gelişmeler, kendini iyice gösteren bir kültürel değişim
gerçekleştirmekte. Ekonomik küreselleşme, kültürel ve siyasal boyutu da
beraberinde getirmekte. Dünyanın etkiye açık ülkeleri de
küreselleşmeden en fazla bu üç boyutta etkilenmekteler.
Artık, bazı olguların gerçekliğinde şüphe
yok. Mesela Afrikalı kabileler BBC televizyonunu seyretmekte; Çinli
Komünistler Fransız işadamlarıyla İngilizce konuşmakta; Rus feministler
Amerikan feministlerin söylemlerini kullanmakta; Yehova Şahitleri
Çin’de misyonerlik yapmakta; Hindistanlı Transandantal Meditasyoncular
İngiltere’de kendi öğretilerini pazarlamaktalar.
Küreselleşme: Ümit ve Endişe
Küreselleşme adına olup biten bu gidişat, hem umudu hem de korkuyu beraberinde getirmektedir.
Küresel kültürden umutlu olanlara göre,
dünya bu sayede daha barışçıl hale gelecek, küresel bir sivil topluma
kavuşacak ve insan hakları evrenselleşecek.
Küresel kültürden endişe edenler ise, bu
kültüre “Havaalanı kültürü” adını vermekteler. Nasıl, dış hatlar
terminalinde birçok farklı kültürden insan varsa, bu yeni kültür
şeklinde her coğrafyadan farklı unsurlar yer almakta. Onlar, farklı
medeniyetlerin zenginliklerinin küreselleşmeyle birlikte
homojenleşmesinden korkmaktalar. Bu endişe hem son yıllarda revaç bulan
“Asya değerleri” söylemiyle hem de İslam dünyasındaki çeşitli
hareketlerce dile getirilmektedir. Aslında, benzer endişeler kültürel
homojenleştirmeye karşı olan ve tüm Avrupa’nın AB çatısı altında
birleşmesini kabullenmeyen Avrupalılarda da görülmektedir.
Küreselleşme konusundaki fikrimiz ne
olursa olsun, şurası var ki, onun varlığını tartışmak, ya da onu
görmezlikten gelmek, bizi İstanbul’un fethi sırasında meleklerin
cinsiyetini tartışan Bizanslı din adamlarının konumuna düşürür. Belki
küreselleşme olgusunu bir “tehlike” veya “tehdit” olarak görebiliriz;
“iyi” diyebiliriz, “kötü” diyebiliriz; ama bu olgunun kaçınılmazlığı
tartışılmaz bir gerçektir.
Küreselleşme ve İslam Dünyasında Küreselleşme Karşıtlığı
Küreselleşme denilince en fazla
konuştuğumuz konuların başında din geliyor. İslam dünyası olarak
genelde bu konuda hep tepkisel ve endişeci bir tavır takınıyoruz. Belki
olması gereken bir duruş bu; ama zaman zaman işin dozunu o kadar
kaçırıyoruz ki, küreselleşme karşıtlığını, kendi hatalarımızı,
eksikliklerimizi gözardı etmeyi ve bilmezden gelmeyi sağlayan bir
psikolojik rahatlama mekanizmasına dönüştürüyoruz.
Küreselleşme karşısında içinde
bulunduğumuz bu çekingen, ürkek duruş sanki İslam dünyasının büyük
çoğunluğunun son iki asırdır modernite karşısında sergilediği duruşa
benziyor. İslam dünyası yıllarca modernite karşısında tamamen dışlayıcı
bir tavır takındı. Moderniteye direndi. Ama başarısız oldu ve sonunda
modernite ile barıştı. Belki boyun eğdi. Ama aslında olay başlangıçta
moderniteyi tamamen dışlayıcı bir şekilde gelişmeseydi, onu içeriden
şekillendirici bir tutum takınılsaydı, bugün İslam dünyası çok daha
güçlü bir konumda olurdu.
Ama bugün sonuçta İslam dünyasının önemli
bir kısmı aslında probleminin modernite veya modernleşme ile
olmadığını, ideolojik modernizm veya sekülerizm ile olduğunu fark etti.
Burada, modernleşme ile modernizm veya sekülerleşme ile sekülerizm
bağlamında yaptığımız kavramsal ayırımı küreselleşme konusunda da
yapmamız gerektiği kanaatindeyim. Globalizme karşı çıkabilirsiniz,
çünkü o bir ideoloji içerebilir; ama globalleşmeye (küreselleşmeye)
karşı çıkamazsınız, çünkü o kendinizi içinde bulduğunuz bir olgudur.
Hem içinde olup hem karşı çıkmak anlamlı ve tutarlı bir duruş değildir.
Şimdi küreselleşme olgusu karşısında da aynı hataların yapılmaması gerekir.
Bu olgu karşısında üç türlü tavır alınabilir:
1. Tamamen reddetme.
2. Tamamen teslim olma.
3. Varlığını kabul etme ve onu kendimize göre renklendirme.
Kendimize güvendiğimiz zaman üçüncü şıkkı
pekala gerçekleştirebiliriz. Bu güven sağlanırsa, korkulacak bir durum
olmadığını görürüz. Mesela İngiltere küreselleşme yaşamıyor mu? Ama
İngilizler mesela AB ile ilişkilerinde sağlıklı bir milliyetçilik
örneği sergiliyorlar.
İslam dünyasında küreselleşmenin olumsuz
etkileri tartışılırken “coğrafyaların vatansızlaştırılmasından; üniter
devlet yapısının çok kültürlülüğe zorlanarak milli direncin
zayıflatılmasından, misyonerlik faaliyetlerinden ve dinde çoğulculuk
iddialarının zararlarından” söz edilmektedir. Peki bu etkiler söz
konusu diye, mesela çok kültürlülüğü engelleyecek miyiz? Kapılarımızı
dışarıya kapatmayı mı tercih edeceğiz?
Bence bizim “başkaları neler yapıyor,
bizim üzerimizde ne gibi planları var?” gibi endişelere kapılmak yerine
“bizim insanlara neler sunduğumuz” üzerinde durmamız gerekir. Bu konuda
kafa yormak pek işimize gelmiyor. Burada Muhammed İkbal’in bir sözünü
hatırlatmak isterim. Diyor ki: “Müslümanlar kendilerinin gitmedikleri
camiden bir tuğla çalınınca kıyameti koparırlar.”
Bugün şüphesiz küreselleşmenin baskın
gücünü Batı medeniyeti oluşturmaktadır. Son 15 yıldır, Samuel
Huntington Medeniyetler Çatışması tezini ortaya attığı günden bu yana
Medeniyet kavramına maalesef “çatışma” kavramı eşlik eder oldu. Aynı
Huntington, şimdilerde kültürler arası diyalog çağrısı yapmakta. Ancak
yine son 15 yıldır İslam dünyasının yer aldığı haritada, özellikle
Balkanlar’da ve Ortadoğu’da, hep kargaşaya yaşandı; Müslümanlar hep
savunmacı bir tavra sürüklendi; Batı her fırsatta Müslümanlara askeri
gücünü hissettirdi. Şimdi diyalog çağrısı yapanların bu haritada olup
bitenleri görmezden gelmelerine şaşmamak mümkün değil.
Aslında, sadece İslam dünyasında değil,
farklı coğrafyalarda, hatta Batı’da birçok kimse kendisini küreselleşme
karşıtı olarak tanımlamaktadır. Bu insanların karşı çıkışları dünyanın
küçük bir köye dönüşmesine değil, hakim gücün, yani Batı kültürünün
meydan okumasına yönelik bir tepkidir. Mesela, İslam dünyasında
demokrasi problemini ele alacak olursak, bugün Müslümanların önemli bir
kısmı İslam ile demokrasi ilişkisini uzlaşabilir bir ilişki olarak
görmekteler. Ancak, yine aynı Müslümanlar, küreselleşmeyle birlikte
kendilerine demokrasinin ikiz kardeşi olarak sunulan liberalizmin sınır
tanımazlığına ve ahlaki değerleri görmezden gelişine karşı
çıkmaktadırlar.
İslam Dünyası ve Modern Kültür
Batı’da kilisenin modernite ile yaşadığı
ve yavaş yavaş teslimiyet bayrağını çektiği tecrübe, İslam dünyası için
geçerli midir?” sorusu sanırım bugün İslam dünyasının önünde duran en
önemli sorun gibi gözüküyor. Bu problem karşısında ne yapacağımıza
vakit geçirmeden karar vermemiz gerekiyor. Bunun için önümüzde üç yol
görünmektedir: Birincisi, Batı’da kilisenin ilk dönemde yaptığı gibi
kapıları tamamen kapamak ve modernite denen şey hiç yokmuş ve biz
istemedikten sonra bizi hiç etkilemeyecekmiş gibi davranmak. İkincisi,
yine Kilise’nin yaptığı gibi teslimiyet bayrağını çekmek ve modern
dünyanın tüm taleplerine her türlü onayı çıkarmak. Üçüncüsü, modern
dünyanın taleplerini kendi ölçülerimizle değerlendirmek ve ona göre yol
haritası belirlemek.
Sanırım Müslümanların önemli bir kısmı
üçüncü tercihte buluşmaktadır. Bu üçüncü yolu başarıyla
gerçekleştirebilmenin birinci şartı gerçekçi davranmak yani gerçeği
gözle görüp ona göre hissettiğimiz ve istediğimiz şekilde onu
düşünmektir. İkinci şartı ise kendine güvenmektir; bugün evrensel insan
hakları, hoşgörü ve çoğulcu kültür gibi söylemlerin aslında İslam’ın
değerleri olduğunu bilmektir. Artık dünyada etkileşimin kaçınılmaz
olduğunu, modern kültürle temas zorunluluğunu ve küreselleşme gerçeğini
kabul etmeliyiz. Ama daha önemlisi, bizim de pekala modern bir kültür
üretebileceğimizi ve bunu dindarlığımızdan ödün vermeden bizlerde
İslam’a özel moderniteyi esas ve usullerine göre yapabileceğinizi
düşünebilmeliyiz.
Gerçi şimdiye değin, Müslüman dünyada
üretilen çözüm arayışları asla küçümsenemez. Son yüzyılda Müslüman
coğrafyada oldukça ciddi açılımlar içeren çıkışlarla, mevcut krizleri
aşmanın yolları aranmıştır. Ancak bunların yetmediği de görülmüştür.
Politik örgütlenmeler, dünya sisteminin yeni bileşenleri sürekli
yeniden inşa edilmektedir. Bu çerçevede Müslüman dünya olarak
modernliği bir karşıt kutup olarak değerlendirmeksizin bir durum
tespiti yapmamız, modernliğin çekim alanlarını ve dönüştürme gücünü
derinlikli araştırmalar yaparak incelememiz gerekmektedir. Bununla
birlikte, geçmişten akıp gelen bazı dini geleneklerin, modernliğin
itiraz ve tepkilerini açıkça davet eden strateji ve uygulamalarını da
gözden geçirmemiz kaçınılmazdır.
Bugün modern üretimlerin, küreselleşen
dünyada artık sınır tanımadan tüm kültür ve coğrafyalara kendisini
ulaştırdığı ve insanlara müspet veya menfi yeni değerler kazandırdığı
inkar edilemez. Bununla beraber, tüm toplumlar kendilerine ait kültürel
ve geleneksel formlara sahip olmaya devam etmektedirler. Bugün İslam
dünyası gibi daha çok Batı kültüründen etkilenen toplumlara düşen
görev, bu geleneksel formlarda dinin özünden sapmadan, ama bugünü de
dikkate alan bir dönüştürme çabası göstermektir. Bu öneri hiçbir zaman
Batı’da gerçekleşen bir “reform” anlayışının veya dinin özüne aykırı
modernite taleplerinin din veya din kurumları tarafından onaylanması
anlamına gelmez. Ama ne yazık ki, bu tür öneriler çoğu zaman dini
temelden sarsacak ve dinin aslından sapma gibi bir “reform” talebi
olarak algılanmakta ve öneri sahipleri de Wittenberg Üniversitesi
önünde atının üzerinde 99 maddelik reform talebini havada dalgalandıran
Martin Luther tablosuna yerleştirilerek hayal edilmektedir.
Bunu yapabilmek için ise, kendinize ait
formüllerinizin, değerlerinizin bir gerçeklik değeri taşıması ve
uygulanabilir olması gerekir. Dolayısıyla, İslam dünyasının modernite
ile ilişkisi konusunu ve “bir kimse hem iyi bir dindar hem de pekala
modern veya çağdaş bir birey olabilir” söylemini, bu arka plan
eşliğinde değerlendirmek gerekir. Bu söylemi dillendirenler genellikle
İslam’ın evrensel ve çağlar üstü bir din olduğu ve her çağın insanına
kendisini benimsetecek bir karakter taşıdığına inanmaktadırlar. Bugün
bu çağın değerlerleri olarak algılanan din özgürlüğü, rasyonel düşünce,
demokrasi, eşitlik, kadın hakları, başkalarının haklarını gözetmek ve
insana saygı gibi değerlerin aslında İslam’ın öz değerleri olduğunu,
bugün İslam dünyasının en fanatik kabul edilen mensupları bile kabul
etmektedirler. Zaten bunları reddeden bir Müslümanın en basitinden Hz.
Peygamber’in Veda Hutbesi’ni görmezden gelmesi gerekir.
___________________________
*27-30
Mart 2007 tarihleri arasında Mısır’ın Başkenti Kahire’de yapılan İslam
Dünyasının Problemleri ve Çözüm Yolları Konferansının Kültürel ve
Sosyal Boyut konulu oturumunda yapılan konuşmanın tercümesidir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bununla
birlikte, geçmişten akıp gelen bazı dini geleneklerin, modernliğin
itiraz ve tepkilerini açıkça davet eden strateji ve uygulamalarını da
gözden geçirmemiz kaçınılmazdır. ali bardakoğlu...
çok ilgi çeken bir ifade..
bu sitede bizim tartıştığımız konuların çoğu buna örnektir...
dinimizi evrensel değerler karşısında test ediyoruz...
bu test esnasında bazı uygulamalarda sorunlar çıkıyor...
bu sorunları halletmek için burada fikirler üretiliyor...
aslında imani noktalarda dinimizin en temel konularında evrensel kabullerle bağdaşmayacak fazla birşey bulamıyoruz gibi...
hatta bakıyoruz tamda dinimizin öngördüğü prensipler evrensel kabuller halinde...
mesela kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma..
adaleti kur ve koru...
zulme haksızlığa karşı dur...
merhameti ön planda tut...
yaratılanları sev ve koru...
yaratanı tanı ve saygı duy...
iyiliğe destek kötülüğe köstek ol...
erdemli ol ve erdem için çalış...
dürüst ve güvenilir ol..
gibi...
bu prensiplerin hepsi evrensel pyasada gecerliliği olan çok rahat kabul edilen şeyler...
dinimizin bu yönüyle evrensel olduğu açık bir gerçek...
sanırım en büyük sorun eskiden beri gelen geleneklerde ortaya çıkıyor...
bu gelenekleri evrensel mecburiyetler olarak sunduğumuzda daha baştan tepkiyle karşılaşıyoruz...
çözüm ne...
gelenekleri toptan reddetmek mi...
mesela namazı ve diğer ritüelleri yok saymak mı...
evrenselliği yok saymak mı...
yani bunlar mecburidir allahın tüm insanlardan istekleridir yaptırıncaya kadar mücadeleye devam mı...
sanırım doğru ortalarda bir yerde...
onu arıyoruz zaten...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
- Arzin Merkezinde Bulusmalar �
�KÜRESEL AHLAK�
Vatikan ile basi derde giren ünlü Isviçreli teolog Prof. Dr. Hans Küng, �Arzin Merkezinde Bulusmalar�in konugu olarak Türkiye�ye geliyor�
Çagdas Katolik ilâhiyatinin en ünlü isimlerinden biri olan Prof. Dr. Hans Küng, aykiri
görüslerinden dolayi Katolik teolojiyi ögretmesi yasaklanan tek papaz�
Papa'nin doktrin konularinda yanilmayacagi ilkesine itiraz eden ilk
önemli Katolik teolog olan Küng, "küresel etik" ve "dinler arasi diyalogu" savunuyor�
Geçtigimiz aylarda, Papa'nin Almanya'da Islam konusunda yaptigi yorumlarin yanlis oldugunu vurgulayan Küng, "Muhammed
Peygamberin ögrettikleri hiçbir biçimde insanlik disi degildi. Islam,
siddetli bir din degildir" degerlendirmesini yapmisti� Prof. Dr. Hans Küng, Ispanya'nin önde gelen gazetelerinden El Pais'te yayimlanan "Papa, dersi ögrendi.." makalesinde Papa 16'nci Benedikt'in,
Almanya'daki tartismali konusmasinin ardindan Türkiye'ye yaptigi
ziyaret sonucunda bir diplomata dönüsmedigini ancak dersini ögrendigini
belirtmis ve Türkiye'de Islam ile siddet arasinda bag kuran
konusmasinda yaptigi tartismali atiflari tekrarlamadigini kaydetmisti� Prof. Dr. Hans Küng,
makalesinde ayrica Hiristiyanlar ile Müslümanlar arasindaki yapici
diyalogun, modern laiklige karsi yeni duvarlari insa etmemesi
gerektigini belirterek "Dinin en büyük islevi, günün erkek ve
kadinlarina karsi çikmak degil onlari desteklemek, yanlarinda yer
almaktir." sözleriyle görüslerini dile getirmisti.
Papa 16. Benedict, 1965 yilinda kendisini yetistiren egitimciler arasinda yer alan Hans Küng'ün
tesvikiyle Tubingen'de Dogmatik Profesörü olmustu. 1968'e kadar sol
tandansli olan 16. Benedict 1971 yilindan sonra fikir degistirdi ve o
döneme kadar kendisini egitmis olan ve aralarinda önemli Katolik
Ilahiyat okullarinin dekanlari da dahil tam 19 hocasini ihbar ederek
"ögretim sessizligi" cezasina çarptirdi. Bu cezaya çarptirilanlar
arasinda Hans Küng ve Yves Congar gibi çok önemli isimler vardi. "
Uluslararasi
çevrelerde devrim niteligindeki düsünceleriyle ilgi çeken bir din adami
ve yazar olan, Vatikan�in otoritesini sorgulayan Hans Küng,
ülkemizde dini konulari felsefî rasyonel bir tartisma zeminine tasimasi
ile dikkatleri üzerine çeken Felsefe ve Ilahiyat Profesörü, Devlet
Bakani Mehmet Aydin ile Türk kültür hayatinda ve Milli
Egitim sisteminde felsefi tutum ve düsüncenin yayginlasmasi için ugras
veren Felsefe Profesörü Kenan Gürsoy 17 Subat Cumartesi günü, saat 14:00'te Istanbul Cemal Resit Rey Konser Salonu'nda bir araya gelecekler.
Istanbul
Büyüksehir Belediyesi Kültür A.S tarafindan düzenlenen ve katilimcilar
tarafindan ücretsiz olarak izlenebilecek konferansta "Ahlak nedir?",
"Küresel ahlak kavrami nedir?", "Küresel ahlak olusturulmadan küresel
baris saglanabilir mi?" gibi konular tartismaya açilacak.
- K o n u k l a r i n ö z g e ç m i s l e r i -
Hans Küng
Uluslararasi
çevrelerde devrim niteligindeki düsünceleriyle ilgi çeken bir din adami
ve yazar olan Küng, Roma�daki Pontifical Gregorian Üniversitesinde
teoloji ve felsefe egitimi aldi ve 1954 yilinda papazliga atandi.
Hiristiyan mezhep ayriliklarinin önemsizligini ve Hiristiyanligin tek
bir kilise ile temsil edilebilecegini savunan bir
tez yazdi. 1960 yilinda, Almanya Tübingen�deki Eberhard Karls
Üniversitesi�ne atandi. Yazdigi Infallible (Düsmezlik/ Bir Sorusturma)
adli kitapta papaligin iktidarini tartisti.. Bunun bedeli olarak
Vatikan, egitmenlik lisansini iptal etse de Tübingen�de ögretim
üyeligini sürdürdü.
1990
yilinda �Global Etik� fikrini ortaya atti ve bunu bir projeye
dönüstürdü. Dinler arasindaki farkliliklarin degil benzerliklerin öne
çikarilmasini öneren ve dinlerin ortak noktalarini belirleyerek yeni
bir yaklasim ortaya çikarmaya çalisan Küng, Birlesmis Milletlerin
Kültürler Arasi Diyalog projesine de esin kaynagi oldu. Önerisi, bu
projenin bir parçasi olarak yer bulan 19 yaklasimdan biri oldu.
Mehmet Aydin
1943'de
Elazig'da dogdu. 1966 yilinda Ankara Üniversitesi Ilahiyat
Fakültesi'nden mezun oldu ve 1967'de felsefe dalinda doktora ögrenimi
yapmak üzere Milli Egitim Bakanligi tarafindan Ingiltere'ye gönderildi.
Edinburg Üniversitesindeki doktora çalismasini 1972'de tamamlayarak
yurda döndü ve Atatürk Üniversitesi Islamí Ilimler Fakültesi'nde
felsefe asistani olarak göreve basladi. Prof. Dr. Mehmet Aydin�in ilgi
alanini olusturan konularin basinda, Kant sonrasi Bati felsefesinde
din, ahlak ve aklin irdelenmesi gelir.Yazarin �Ana Hatlariyla Kant
Sonrasi Bati Felsefesinde Ahlaki ve Dini Rasyonellik�, �Kant ve Ameli
Aklin Elestirisi�, �Kant ve Rasyonel Teolojinin Elestirisi�, �Bati
Felsefesinde Yeni-Kantçilik�, �Kant�in Etkileri ve Bati Din-Ahlak
Felsefesinde Yeni Yönelisler ve Bugünkü Durum� gibi Hristiyanlik
ilahiyatini derinlemesine inceledigi yazilari bulunmaktadir.
Prof.
Dr. Mehmet Aydin, ülkemizde dini konulari felsefi-rasyonel bir tartisma
zeminine tasimasi ile dikkatleri üzerine çekmistir.
Kenan Gürsoy
Kenan
Gürsoy 1950 yilinda Ankara�da dogdu. Yüksek ögrenimini Fransa�da Rennes
ve Paris-Sorbonne Üniversiteleri�nde tamamladi. 1984 yilinda Ankara
Üniversitesi DTCF Felsefe Bölümü�nde Felsefe Tarihi Anabilim Dalinda
doçent olarak göreve basladi. 1989 yilinda profesör oldu. 1997 yilinda
Galatasaray Üniversitesi�nde göreve basladi. 1999�daGalatasaray
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü olarak çalismalarina
devam etti. Daha çok Türk Tasavvufu, Varolusçuluk Felsefesi,
Fenomenoloji, Etik ve Mukayeseli Dini Etik gibi konular üzerinde
çalismis olan Kenan Gürsoy, Türk kültür hayatinda ve Milli Egitim
sistemimizde felsefi tutum ve düsüncenin yayginlasmasi için ugras
verenlerden biri olmaya gayret etmistir. Yurt içinde ve yurt disinda
(Azerbaycan, Kazakistan, Italya, Vatikan, Ispanya, Fransa gibi
ülkelerde) pek çok seminer ve toplantiya katilan Gürsoy, böylelikle
çalismalarini uluslararasi bir zemine tasimistir.
Arzin Merkezinde Bulusmalar / 5
Konuklar : Hans Küng, Mehmet Aydin, Kenan Gürsoy
Tarih ve saat : 17 Subat 2007, 14:00
Yer : Cemal Resit Rey Konser Salonu
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
“Küresel sistem, İslâm’ı resmen din olarak
benimsedi“
Kemal Ersözlü
ile ropörtaj
Konuşan:
Yusuf Kaplan
Yusuf Kaplan
:Kemal Bey, sohbetimize, işin başından başlayalım
isterseniz. İlk sorum şu: Küreselleşme olarak adlandırdığımız
fenomeni siz nasıl anlıyorsunuz? Tarihsel, kültürel, düşünsel
bağlamlarına oturtarak nasıl tanımlıyorsunuz? Çünkü
küreselleşme fenomeninin üzerinde pek düşünülmeyen bu derin ve
aslî boyutları konusunda sizin söyleyeceğiniz çok önemli
şeyler olduğunu biliyorum..
Kemal Ersözlü : Teşekkür ederim. Küreselleşmeyi öncelikle
ben sıfatsız kullanmıyorum. Küresel Roma başlığı altında bir
kavramsallaştırma çalışmam var. Her halde konuşmamızın
ilerleyen bölümlerinde bunu açma imkânımız olacak. Her şeyden
önce şunu belirtmende yarar var sanıyorum: Küreselleşme bir
Müslüman tarafından nötr olarak tanımlanabilecek bir
olgu olamaz. Küreselleşmeyi, küreselleşme ıstılahını
geliştirenlerin tanımlamış olduğu çerçeveden bakarak benim
onaylamam veya reddetmem sözkonusu olmamalı, diyorum. Küresel
bir dünya içinde yaşayan ama hayatın periferinde
(kenarında/kıyısında) değil, merkezinde yer almak isteyen bir
aktör isem, kendimi, bir nesne gibi değil,
bizzat olayın öznesi olan biri olarak vasfederek
tanımlama ihtiyacım var.
Küresel Roma’nın Oluşumu
Kaplan
:Peki, Küresel Roma’dan kastettiğiniz şey nedir? İsterseniz
konuşmamızın başındayken bu tanımlamanızı biraz açalım. Çünkü
sizin bu sorunu teorileştirme çabanızın omurgasını bu kavram
ve bu kavram dolayımında geliştirdiğiniz tanımlama ve hatta
söylem oluşturuyor.
Ersözlü : Bana göre Roma, bugün dünyanın son 2500 yıllık
uygarlığının adıdır. Eski Mısır uygarlığının akabinde
İsa’dan
500 sene önce ortaya çıkan Avrupa’daki siyasal oluşum, antik
Yunan’la eklenen felsefî birikimiyle 2500 yıl içinde meyvesini
verdi. Kendi kavramsallaşmaları açısından gerçekten tarihin
sonuna erdiler. Ama bu tarih, kendi tarihlerinin sonudur.
Bizimle olan diyalektiklerinin sonu değil.
Kaplan
:’Bu tarih, kendi tarihlerinin sonudur. Bizimle olan
diyalektiklerinin sonu değildir’ derken ne demek istiyorsunuz?
Bunu biraz açar mısınız?
Ersözlü :Tabii. Þöyle söyleyeyim: Yani kendi düşünce
birikimleri, siyasal verileri açısından üretebilecekleri bütün
ürünleri ürettiler, sergilediler. Alacakları hasılayı elde
ettiler. Ve ne oldukları konusunda içlerinde sakladıkları
bütün genetik açılımları sergilemiş oldular. Bu anlamda
kendi kendilerini tükettiler ve tükendiler.
Kaplan
:Yani?
Ersözlü :Yanisi şu: Kendi içlerinde tıkadıkları,
taşıdıkları öz kendileri ne iseler, onu dışavurdular ve
fenomenleştiler. Ve gözlenir, izhâr edilir duruma ulaştılar.
Bu anlamda kendi kendini oluşturan bir ağaç misali tamamlanmış
hâle dönüştüler ve çürüme trendine girdiler. Bu anlamda
tarihlerinin sonuna erdiler.
Kaplan:Burada
bir dönemleştirme veya daha doğru bir ifadeyle bir
merhaleleştirme yapıyor musunuz?
Ersözlü :Yapıyorum tabii ki.
Kaplan
:Nasıl bir merhalelendirme yapıyorsunuz?
Ersözlü:Ben arka planı 2500 yıla uzanan tarihsel bir
gelişme vereyim. Roma’yı genel bölümleri açısından iki gruba
ayırıyorum: Birincisi;
İsa (a.s)’la Allah’ın tarihe
yapmış olduğu müdahale Roma tarihinde ilk ilahi müdahaledir.
Düşünün bunun öncesinde 500,600 yıla yaklaşan bir Roma
var. Yani bu süre koca Osmanlı Devleti’nin süresinin toplamına
eşit. Hiç de dikkatten kaçacak bir süre değil bu. Bu zaman
diliminde, dünyada ortaya çıkan bütün büyük düşünce
akımlarını buluyoruz. Bilinen tarihi olaylar...
Buda’nın
ortaya çıkışı...
Kaplan
:Antik Yunan’ı da dahil ediyorsunuz oraya tabii.
Peygamberler, Kavimlere Değil, Medeniyetlere
Gönderilmiştir
Ersözlü :Yunan’ın ortaya çıkışı,
Zerdüşt’ün,
Buda’nın,
Konfüçyüs’ün ortaya çıkışı.. Bütün bunlar
İsa’dan 500 yıl öncesine denk geliyor. Aynı hadise
Roma’nın tarih sahnesine çıkışıyla da ilgili. Þimdi İsa
(a.)’ın gönderilişiyle beraber Roma imparatorluğunun
bünyesinde Filistin eyaletine, ilahi anlamda yapılan ilk
müdahale gerçekleşti. Bunun arkasında Roma’nın 300-400 yıllık
bir tarihi vardır; ki bu Roma’nın İsevi mesajla muhasebe
içinde olduğu, tartışma içinde olduğu, bu dışladığı ve
sindirmek istediği,
İsa’nın mesajını çarmıha germek
istediği süreçtir. 300 yıl Hristiyanlık’la bir kavga
içerisinde oldu Roma. Sonunda tevhid dinini teslise
dönüştürerek içselleştirdi, benimsedi ve kendisinin
kültürel sacayaklarından biri haline getirdi. Roma’nın
böylelikle üçüncü dönemi başladı. Bu dönem içinde Roma
kendi içinde çatallandı; Doğu ve Batı parçasına ayrıldı.
Doğu’da Ortodokslar olarak bilinen Doğu Roma
Hristiyanlığını üretti. Batı’da ise Protestanlığa kadar
sürecek bin (1000) yıllık Katolik Hıristiyanlığı
üretti. Bu anlamda Roma dış dünya ile çatışmaya girmeksizin
kendi içinden kendi muhalefetini üreterek, Doğu ve Batı
Roma Hristiyanlığı üzerinden bir tarih yazdı. Ta humaniter
devrimlere Rönesans dönemine kadar devam edecek süre için
söylüyorum bunu. Þimdi bu dönemde ihmal etmiş oldukları
dünyada, dış dünyada yani Doğu Roma’nın doğusunda olan gerçek
Doğu’da bir Muhammedî kalkışma var. Allah’ın
İsa
aleyhisselâm’dan 600 sene sonra Roma’ya yapmış olduğu
ikinci müdahale. Bunun altını çiziyorum. Rasulullah’ın
da gönderilişini, misyonunu Kureyş’e ve Ortadoğu’ya,
Mezopotamya’ya gönderilmiş bir risalet şeklinde algılamak
lazım. Peygamberleri bir kavme gönderilen yerel uyarıcılar
olarak algılamaktansa benim kavramlaştırmama göre,
peygamberlerin uygarlıklara gönderilmesi söz konusu..
Mesela Hz.Musa, eski Mısır’a gönderilen bir peygamber.
Muhammed aleyhisselâm’ın içinde bulunduğu, yaşamış
olduğu zaman dilimi ise Roma’nın o 2500 senelik tarih
periyodudur ve
Muhammed aleyhisselâm burada,
İsa
aleyhisselâm’dan sonra Roma’ya gönderilen ikinci müdahaledir.
İkisinin de müdahalesi bu anlamda ‘bugün’ün içinde olan
müdahaledir. İkinci bir gün, yani yarın yoktur burada.
Aynı zaman dilimine tekabül ediyor. Birincisi
İsa,
Zekeriyya,
Yahya ve
Meryem üçlüsünden oluşan
Roma’ya yapılan birinci müdahale. Sonra Roma’nın
İsa’nın
dinini teslisle kabul etmiş olduğu dönem sonrası ve
parçalanmasından sonra ortaya çıkan bir dilim de
Muhammed
aleyhisselâm ile yapılan müdahale. Olayı buradan ele
aldığımızda Kur’ân aktualitesini yitirmeyen, Rasulullah
da aktualitesini yitirmeyen bir tebliğ haline dönüşür. Ve
bugün biz Kur’ân’ı-Kerim’i arkaik bir kitap olarak
okumaktan kurtulmak ve bugünkü dünyaya karşı bir manifesto
olarak sunabilme şansı elde edebiliriz , diye düşünüyorum.
Şimdi Muhammed aleyhisselâm’ın gelişi ile beraber
Roma’nın akışı nasıl devam etti? İster Doğu Hristiyanlığı
olsun, ister Batı Hıristiyanlığı olsun, dışarıda kalan
uzakdoğu açısından bir Anti-Christ
ürettiler, yani bir ‘Deccal, bir öteki ürettiler.
Muhammed aleyhisselâm da burada üretilen misyoner resme
uygunluk arzetti; üzerine oturtuldu.
Muhammed
aleyhisselâm- hâşâ- Anti-Christ’ti, Deccal’in
kendisiydi.
Kaplan
:Somut olarak hangi tarihsel aralıktan bahsediyorsunuz?
Avrupa Kimliği’nin Müslümanlar/Öteki Üzerinden
İcadı ve İnşâsı
Ersözlü:Doğu Hristiyanlarıyla Müslümanların tanışmalarının
akabindeki 200’lü yıllar, miladi olarak 850-900’lara, yani
bizde Beytu’l-Hikme’nin kuruluş dönemlerine, Doğu’yu
Hârun Reşîd üzerinden tanıdıkları, o büyülü, güçlü,
görkemli Doğu’nun ortaya çıkmış olduğu döneme tekabül ediyor.
Burada gerçekten Müslümanlar, onlar açısından Muhammedîler,
Anti-Christ’tir,
İsa karşıtıdırlar. İsevî
mesajın Doğu’ya yayılmasını engelleyen Deccalistler’dir; bu
anlamda tamamiyle kötülüğü ifade etmektedirler. Avrupa’nın
ortasında...
Kaplan:Peki,
Kemal Bey, neden böyle bir tanımlamaya ihtiyaç
hissediyorlar? Bu, kendilerini kurabilmek, kendi kimliklerini
icat ve inşâ edebilmek için bir öteki icat etme ihtiyacından
mı kaynaklanıyor?
Ersözlü:Bu
önemli ve yerinde bir soru. Þöyle cevap vermeye çalışayım.. Bu,
Yeni Ahid’in son kitabı olan 27.Kitabdaki -Vahiy
Bölümü’nde- gelecek ile ilgili apokrif öngörüler; yani
gelecek konusundaki kehanetlerin yapıldığı yerde zikrediliyor.
Tabii bunların mevzû (uydurma) ama burada açılan –bizim
açımızdan- âhir zaman alametleri diye bildiğimiz bir sürü
rüyalar var; bunların deşifrasyonları var. Bunlar üzerinde
kilise gerek tarikatlar bünyesinde olsun gerekse resmî
öğretide olsun âhir zaman alametlerile ilgili ‘öngörü’lerini
İslâmî motiflere uyarladılar. Ve bütün anlatılanların
Muhammedîler ve Müslümanlar üzerinde gerçekleştiğini
vaz’ettiler. Muhammed aleyhisselâm bu anlamda –nlara
göre- ‘İsa’nın mesajnın Doğu’ya yayılmasını engelleyen
Deccalin ta kendisiydi’.Ve bunun yok edilmesi lazımdı.
Tabiatıyla Kudüs denen toprakların da; İslâm’ın yaşamış olduğu
toprakların misyonunun da Müslmanların kontrolü altında
bulunmuş olması Avrupalıların (bilinen diğer ekonomik
nedenleri, Haçlı Seferleri’yle ilgili siyasî vesâire nedenleri
saymıyorum burada) dînî sâik açısından Kudüs’e yönelmelerini
bu tür argümanlar besledi. Ve Haçlı Seferleri dönemindeki o
bildiğimiz büyük kapışmamız şekillendi.
Kaplan :Þu öteki/düşman
icat ederek kendi kimliklerini öteki üzerinden kurma
meselesini biraz daha somutlaştırabilir miyiz? Müslümanlığın,
Hz. Peygamber’in mesajının, mevcut söylemi, iktidar
ikişkilerini, mevcut sistemi çökertebileceğinden mi korktular?
Niçin veya ne/re/den yola çıkarak Hz.Peygamberi,
İslâm’ı öteki olarak konumlandırdılar?
Ersözlü
:Ben de bu önemli sorunu açmaya, açımlamaya çalışıyordum. Bir
kere, Avrupa’da 1100’lü yıllarda yapılan Kur’ân-ı Kerim
tercümeleri görüyoruz. Bu metinlerde objektif bir çeviri yok.
Kendi kafalarında resmettikleri bir İslâm’ı aktarmak
istiyorlar. Bu Kur’ân çevirileri üzerine yazılan önsözlerde,
bunun etrafında kilisede yapılan İslâm hakkındaki ilk oryantal
çalışmalarda ‘nasıl bir müslümanlık portresi çizdiler?’
sorusunun ipuçlarını, bizim için gerekli olan argümanları
bulma şansına sahip oluyoruz. Buna göre söylenmek istenen şey
; ‘İsa’nın yeniden dünyaya gelişi öncesinde onun
makamını gasp eden bir sahtekar, sahte peygamberdir
Muhammed’. Bu Kur’ân çevirileri üzerine yazılan
önsözlerde, bu ilk oryantal/ist çalışmalarda bunu görüyoruz.
Ki, bu sorduğunuz sorunun asıl cevabının nerelerde
bulunabileceğini, ya da nerelerde gizli olduğunu göstermesi
açısından son derece önemlidir. Çünkü buradan İslâm hakkında
üretilen önyargı, kendi kimliklerini kurmalarına büyük katkıda
bulunuyor ve bundan sonraki süreçte özelde Müslümanlarla,
genelde ise Avrupa dışındaki dünyayla kendilerini merkeze
alarak kurdukları sömürgeci, tahripkar ve tahakküme dayalı
ilişkiyi, ilişki biçimlerini belirliyor veya böyle bir
patolojik ilişkinin temellerini atıyor bütün bunlar.
Tabiatıyla bu anlamda hak etmemiş olduğu peygamberlik makamı
Muhammed’in elinden alınabilmeli ki, Deccal
deşifre edilebilmeli ki insanlar, İsevî çağrıya, İsevî bağışa,
Allah’a giden yola kendilerini vakfedebilsinler. Bu anlamda
kilisenin reddetmiş olduğu ‘Muhammed bir
putperesttir’ ve puta çağıran biridir’. Bütün Avrupa halkı,
kitleler, mahalle vaizleri/papazları tarafından bu şekilde
manipule edilmiş,iğdiş edilmiştir.
Kaplan :O zaman
şöyle algılamak mümkün mü? Yani ister istemez Avrupa’da
Hristiyanlığın, Kilise Hristiyanlığı’nın tarih sahnesine
çıkması ancak 8-9 asır sonra söz konusu olabiliyor. Aslında
tarihte kurucu bir rol oynayamıyor kilise. Ve dolayısıyla
İslâm’ın tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte Hristiyanların
İslâm’a bakarak, İslâm’ı bir rakip olarak konumlandırarak,
yani İslâm’a karşı kendilerini tanımlayabilecekleri, kendi
kimliklerini oluşturabilecekleri bir imkân mı ortaya çıkmış
oluyor?
Ersözlü
:Evet.
Kaplan :Yani kendi
kimliklerini tanımlama ve kurma çabasını bu şekilde
gerçekleştirmiş oluyorlar. Peki, Kemal bey,
Avrupalıların İslâm’ı öteki olarak konumlandırıp, İslâm
üzerinden kimliklerini kurma çabalarını bu şekilde
açımladıktan sonra, bu yaptığınız açıklamaları,
geliştirdiğiniz argümanları, ilk sorumdaki küreselleşme
sorunuyla, Küresel Roma meselesiyle ilişkilendirerek
sürdürmenizi istesem, neler söylemek istersiniz?
Ersözlü
:Bir kere şu noktanın altını özellikle çizmemde yarar var
sanıyorum: Avrupalıların veya Roma’nın İslâm’la
karşılaştığı bu süreç, Hıristiyanlığı ve Roma’nın kendşni bu
kez ikinci kez baştan yaratması sürecidir. Çünkü daha önce
İslâm olmadan önce, teslis ile beraber bir Hristiyanlık
üretmişti. Ortada bir Muhammedî meydan okuma yoktu. Ama
Muhammed denen bir örnek ortaya çıkınca, Müslümanlar
denen bir topluluk ortaya çıkınca, bu resim karşısında bu kez
yeniden Hristiyanlık ve bugün bildiğimiz Haçlı Ruhu, bize
karşı konumlanmış olan kavga halindeki olan kutup ve bugünkü
küreselleşmeyi kuran kültürel ayak, bu anlamda kendini bugünkü
bildiğimiz şekilde resmetti, kendini yeniden üretmiş oldu.
Kaplan :Yani o zaman,
İslâm’ın tarihe tarihsel müdahalesi olmasaydı, Hıristiyanların,
Avrupalıların kendilerini üretebilmeleri de söz konusu
olmayacaktı.
Ersözlü:Kesinlikle
katılıyorum size. Bu elbette önemli bir nokta. Ama bu noktaya
daha sonra gelmek istiyorum.
Müslüman Doğu Roma’nın Doğuşu
Kaplan:Peki, bu
merhalendirme çabanızı devam ettirelim o halde.. Küresel Roma
olarak tanımladığınız 2500 yıllık tecrübenin ilk dönemini
Hristiyanlık öncesi dönem oluşturuyordu. İkinci dönem,
Hz.İsâ’nın müdahalesiyle ve Hıristiyanlıkla birlikte
şekillendi. Üçüncü dönem ise İslâm’ın ve Hz.Peygamber’in
tarih sahnesine çıkmasıyla belirlendi. Peki, Dördüncü Dönem?
Ersözlü
:Evet.. Dördüncü dönem ise, Türkler tarafından İstanbul’un
İslâm kontrolüne girmesiyle başlıyor.
Kaplan :Peki,
İstanbul’un fethi, bu süreçte hangi bakımlardan çok önemli bir
ayak sizce?
Ersözlü
:Çünkü İslâm’ın geldiği yıllar mîlâdî 600’lü yıllar..
İstanbul’un fethi 1400’lere tekâbül ediyor; arada 800 yıllık
bir miladi zaman dilimi var; ve bu 800 yıllık zaman diliminde,
Müslümanlar açısından bakılırsa, İstanbul hep elde edilmesi
gereken bir yer olarak görülmüştür. Çünkü Kur’ân’ı
Kerim’in 30.suresi Romalılar (Rûm) suresidir, Roma
suresidir. Yani Kur’ân’ın ilk okurları, Roma denen bir
gücün farkında. Sasaniler’le olan tarihsel rekabetleri
içinde Sasaniler ihmal edilebilir, pek fazla önemsenmeyen bir
güç olarak görülmüştür. O günkü başarıları, geçici bir başarı
olarak kabul edilmiş; kalıcı başarının Romalılar tarafından
ortaya çıkartılacağı öngörülmüş. Tabiatıyla bu, doğru bir
öngörü; çünkü ilâhi bir mesned bu, bizim açımızdan. Tarih de
bunu doğruladı zaten: Bizzat Hz.Peygamber’in hayatında
Roma’nın tekrar zaferi, Sasanilerle rekabeti sözkonusu. Ama
bunu sadece ben Medine ortamındaki bu ilk karşılaşma şeklinde
okumuyorum. Eğer bunu 800 yıllık tarih içinde okursak, bana
göre İstanbul’un, yani Kur’an’ın inmiş olduğu dönemdeki Roma
İmparatorluğunun çöküşü Roma suresinde öngörülmektedir ve
ihbar edilmektedir. Ben bu tarihi, bu şekilde işârî (işaret ve
haber verici) bir tarzda okuyorum ve benim bu okuyuş tarzımı
takviye eden başka kanıtlara ve argümanlara sahibim.
Kaplan :Bu
yaklaşımınız ve yaklaşımınızı açımlarken kullandığınız kavram
çok önemli sanıyorum. Müslümanlar ihbar ediliyor; yani hem
Roma’nın çökeceği haber veriliyor; hem de Müslümanlara hazır
ve hazırlıklı olmaları haberi veriliyor.
Ersözlü:Þimdi
800 yıl sonra Müslümanların İstanbul’u elde etmeleri Doğu
Roma’nın çökmesi anlamına geliyordu ama Doğu Roma’nın çökmesi
demek, Roma’nın bir parçasının çökmesi anlamına gelmiyor,
bütün Roma’nın çökmesi anlamına geliyordu. Çünkü Batı Roma,
1000 sene önce 400’lerde dağılmış ve Avrupa bir sürü
krallıklara, derebeyliklere ayrılmıştı.
Kaplan :Birleşik bir
siyasi güç olarak, bir aktör olarak o tarihte tarihsel bir rol
oynama gücünü yitiriyor. Hristiyanlık, 8 asır boyunca tarih
sahnesinde bir türlü kilit ve kurucu aktör olamıyor. İslâm,
daha tarih sahnesine çıktığı ilk 50 ilâ 80 yıl içinde mevcut
bütün kültürlerle ve medeniyetlerle yüzleşiyor ve hesaplaşıyor.
Bugün İslâm’ın dinamizminin nereden yattığını gösteren çok
önemli bir olgu bu. Bu olguya, hemen bütün medeniyet
tarihçileri dikkat çekerler. Dolayısıyla tarihin dönüm
noktalarından, dönemeçlerinden biri, bu zaman aralığı.
İlk Küresel Tecrübeyi Müslümanlar Üretti
Ersözlü:Kesinlikle..
Avrupalılar, Haçlı Seferleri’nden sonra da kalıcı bir
başarı elde edememişler, kendi içlerine kapanmışlar; kendi
içlerinde iç kavgalara dönmüşler. Ama Doğu Roma’nın çökmesiyle
beraber, tırnak içinde ‘ilk küreselleşmeyi’ Müslümanlar
olarak biz gerçekleştirmiş gözüküyoruz. Zaten sizin
çizdiğiniz tablo da bunu gösteriyor. Dolayısıyla Roma
kaybetmiş, biz kazanmış gibi gözüküyoruz. Roma kendi tarihi
açısından 2000’li yıllarında;
İsa sonrası tarihi
açısndan ise 1400’lü yıllarında. Þimdi biz, Doğu Roma’nın
hinterlandı olan Balkanlar dahil olmak üzere geniş bir alanda,
Roma’nın ulaşamadığı Hicaz toprakları gibi toprakları da içine
alan bir alanda Müslüman Doğu Roma’yı ürettik. Yani
Roma’nın, dünyevi iktidar anlamında Roma’nın oluşturmuş olduğu
kurumların hepsine varis olduk ve bunları ilahi nefes’le,
taşımış olduğumuz değerlerle doldurduk, ve oradan bir
medeniyet şekillendirdik; ‘medeniyet’ kelimesini tırnak
içinde ‘sivilizasyon’dan (civilization) ayırarak, ayrı olarak
kullanıyorum. Uygarlık kavramını daha üst bir başlık olarak,
hem medeniyeti, hem de sivilizasyonu içine alan bir üst başlık
olarak belki İbnu Haldun’un kullandığı biçimiyle,
‘hadariyet’in türkçeleştirilmiş biçimiyle
algılıyorum.Ama medeniyet kelimesini kullandığımda başına
sıfat getirmeksizin sadece bize has olan bir gelişmeyi ifade
etmek açısından kullanmayı yararlı buluyorum ve kelimenin
türetilmiş olduğu kökle, yani ‘medîne’ kelimesi ile
irtibatlandırıyorum. Yani Medine’de var olan, Peygamber
tarafından oluşturulan bir toplum düzeninin, bir yaşama
modelinin, bir kurumsallaşmanın tarih içinde açılmış şekline
medeniyet dersek, medeniyet bütünüyle bize ait olur ve tek
başına Müslüman medeniyeti, İslam medeniyeti, Doğu Medeniyeti
vs. gibi bir ek geliştirmeye ihtiyaç duymaksızın kullanma
avantajını elde edebiliriz diye düşünüyorum. Her ne kadar
Osmanlı’da 1860’larda falan ‘sivilizasyon’un karşılığı olarak
kullanılmışsa da, ben kelimenin böyle bir ray değişmesine
uğratılabileceğini düşünüyorum bizler tarafından.
Medine, Medeniyet, Kent, Uygarlık...
Kaplan :Medeniyet
kavramının sözlük anlamıyla değil de terminolojik anlamıyla
sivilizasyon kavramının tastamam karşılığı olarak
üretildiğinden ben pek fazla emin değilim. Yani medeniyet
kavramının, sivilizasyonun Avrupa tarihinde sahip olduğu ve
geçirdiği kültürel, toplumsal ve tarihsel anlamları, evreleri
ve dolayısıyla ürettiği kurumları içine alacak şekilde,
sivilizasyon kavramına karşılık olsun diye üretildiği
konusunda kuşkularım var benim. Burada ayrıntıya giriyor gibi
gözüküyor olabiliriz ama bu ayrıntı herşeyimizi üzerine
temellendirdiğimiz bir kavram çerçevesinde sözkonusu olduğu
için son derece hâyâtî önem arzeden bir ayrıntı; aslında
ayrıntı gibi görünen şey, bir ayırım noktası; o
yüzden ben bu konuyu açmakta yarar görüyorum. İlber
Ortaylı’nın haklı ve çok yerinde bir tanımlamayla ‘Osmanlı’nın
en uzun yüzyılı’ olarak tanımladığı 19.yüzyılda Osmanlı’da
aydınların medeniyet gibi bazı temel, kilit kavramları
üretirken, tercüme değil, bir tür bir yeniden icat
yaptıklarını düşünmekten yanayım ben. Çünkü Tanzimat’la
birlikte başlayan süreç, son derece çalkantılı ama son derece
yaratıcı bir süreç. Zaten, tüm çalkantılı dönemler aynı
zamanda yaratıcı dönemler değil midir? Örneğin 13.yüzyılın
Anadolu’su böyle bir dönemdir. Tam bir kültürel ve
entellektüel devrim gerçekleştiriliyor ve Selçuklu da, Osmanlı
da bu devrimin üzerine oturuyor veya kuruluyor. Aynı şekilde
sonuçlanmasa bile Tanzimat’la başlayan ve Meşrutiyet’le
birlikte zirveye çıkan yaklaşık 60-70 yıllık bir direnme,
silinme, toparlanma, Batı’yla yüzleşme, hem Batı’yla hem de
kendimizle hesaplaşma arayışları var. Ve sonüçta ortaya,
Cumhuriyet’te devam ettirilemeyen, hatta bitirilen büyük bir
birikim konuyor. Öyle ki, Cumhuriyet’in ilk çeyrek asrına
tevarüs eden ve canlılık kazandıran bir birikim bu. Yani
Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde farklı yönelimlere mensup
aydınların bence ürettikleri farklı yönelimlere mensup
aydınların bence ürettikleri ortak bir birikim, ortak bir
dinamizm var. Ayrıca bu birikim,Müslümanlık’la ilişkileri
sorunlu olan bir birikim değil aslında. Müslümanlığı
sorunlaştıran bir birikim değil bu. Aslında bence
batıyı sorunsallaştıran bir birikim. Batının modernlikle,
endüstri devrimiyle birlikte geliştirdiği meydan okuma
karşısında Osmanlı aydınlarının ister istemez kendilerine özgü
bir yeniden silkiniş, yeniden toparlanma, dolayısıyla İslâm’ın
anlam haritalarını yeniden icat etme, yeniden formüle etme
gibi bir kaygıları var; bunu görüyoruz. Her ne kadar
savunma psikolojisiyle de olsa, sonuçta, esas itibariyle
İslâm’a dayalı yeni bir kavramsal sistem geliştirme konusunda
ciddî bir performans gösterilmesi gerektiğinin farkına
vardıklarını; artı, bu performansı gösterdiklerini de
görüyoruz. Bu dönemde asıl büyük entellektüel sıçramayı
İslâmcılar’ın yaptıklarını; diğer Türkçü ve Osmanlıcı
olarak yanlış bir şekilde adlandırılan aydınların
hiçbirisinin de İslâm’la bir sorunları olmadığını da
vurgulamak gerekiyor burada. Bu performansın ürünü olarak
üreteilen medeniyet kavramı ile medine
arasındaki ilişki tesadüfi bir ilişki olmayabilir diye
düşünüyorum. Çünkü Fransız kültürünün hakim olduğu, temel
kavramların Fransız kültüründen alındığı bir ortamda medeniyet
kelimesini icat etmek yerine sivilizasyon kavramını olduğu
gibi kullanabilirlerdi; nitekim kullananlar da vardı.
Ersözlü
:Bu iki kelime bir süre beraber de kullanılmış. Ama en erken
çeviri metinlerinde sivilizasyon karşılığı olarak medeniyet
kelimesinin kullanıldığını görüyoruz. Benim bu konu üzerinde
özel bir araştırmam olmadı. Dikkat çektiğiniz gibi,
araştırılması gereken bir mesele bu. Ayrıca sivilizasyon
kelimesinin Batı Uygarlığı için; medeniyet kelimesinin ise
‘İslam Uygarlığı’ için kullanılması gibi bir duruma
literatürlerde tanık değilim.
Kaplan :Bence
meselenin püf noktası, kilit nokta burada gizli gibi.
Civilization’ın doğrudan –büyük tarihçi Braudel’in
ifadesiyle- ‘maddi bir uygarlığı’ çağrıştırması söz
konusu olabilir. Medeniyet kavramının ise hem şehir
anlamında medine sözcüğüne; hem de daha önemlisi,
Müslümanların Medine’de kıvılcımını çaktıkları ama Batı
uygarlığı gibi sadece maddî olmayan, ontolojik, epistomolojik
ve fenomenolojik açılardan metafizik boyutları daha baskın
olan evrensel ve küresel Müslüman dünya tasavvuruna ve dünya
düzenine işaret etmesi söz konusu olabilir. Bu açıdan bu
ayırımın bu şekilde yapılıp yapılmadığını bilmiyorum ama
sadece sezinliyorum. Ama artık böyle bir ayırım yapabiliriz;
iyi ve de anlamlı da olur gibi gelir bana. Medeniyet
kavramının, doğrudan din’e, ve İslam’ın kök-paradigmalarına
dayandırılabilmesi açısından bakıldığında, maddi uygarlığın
ötesinde imkanlara ve dinamiklere gönderme yaptığını
söyleyebiliriz.
Ersözlü
:Ben de bunu kastediyorum zaten. Çünkü ‘Roma Uygarlığı’ ya da
Roma sivilizasyonu, civitas’ı temel alan, Roma kent düzenini
temel alan; onun değerleri, kurumları ve yaşama tarzıyla
ilgili bir açılımın adı. Bu anlamda biz Doğu Roma’da
bahsettiğimiz geniş coğrafya üzerinde, Medine-merkezli,
Medine’de inmekte olan vahiy-merkezli bir dinle
irtibatlı yaşama modeli geliştirdik, bir ‘hadariyet’
geliştirdik. Bu açıdan bakarsak eğer Roma’nın 2500 yıllık
tarihinde İstanbul’un fethiyle beraber, ne oluyor; karşı taraf
açısından tam bir çöküş, çözülüş, geri çekiliş ve Avrupa’nın
kuzeyine, batı tarafına sıkışmışlık ortaya çıkıyor. Bu
dışarıdan gözüken bir başarı; doğru. Ama bu beraberinde
sıkıştırmanın getirmiş olduğu Avrupa’da bir başka
hareketliliği de beraberinde getiriyor.
Kaplan :Peki, nedir
bu hareketlilikler? Neyi kastediyorsunuz? Biraz açabilir
misiniz Kemal Bey?
Bizans, İslâm, Rönesans
Ersözlü
:Tabii. Birincisi, İstanbul’da Bizans’ta fetih sonrası belli
bir grup, gerek kilise içinde olsun gerek kilise dışında olsun
filozofların, âlimlerin , İtalya’ya geçtiklerini görüyoruz.
Kaplan :İtalya’ya
göç eden alimler arasında Rönesans’ta antik Yunan’dan
yapılacak çevirilerde kilit rol oynayan gramer ve dilbilim
alimlerinin özellikle önemli olduğunu hatırlamak gerekiyor.
Çünkü Rönesans kültürünün kurulmasında bunlar bir hayli
işlevsel oluyorlar. Ayrıca Fatih’in İtalya’ya
özel ilgi duymasının nedenlerinden biri de Rönesans’ı
farketmiş olması. Buna da dikkat çekelim istersen.
Ersözlü
:İstanbul’dan Bizans’tan bu filozofların ve âlimlerin
İtalya’ya gitmeleri, çok önemli bir olay. İtalya’da akademiler
kurdular bunlar. Avrupa, daha önce kilise içinden tanıdığı
eski Yunan felsefesini ve Endülüs üzerinden
tanıdığı İbnu Rüşd üzerinden gelen İslâmî kökenli bir
felsefeyi, Meşşâiliği, üçüncü bir ayakla beslemiş oldu.
Bu da direkt Yunanca üzerinden gelen, Bizans üzerinden gelen
putperest Yunan felsefesi; ki, Yunan felsefesinin gerçeği de
buydu: Özelde Aristoculuk, genelde ise antik Yunan felsefesi,
ne Hıristiyanların anlattığı, ne de İbnu Rüşd’ün
anlattığı şeydi. İbnu Rüşd, bize bir yığın
Aristo
portresi ortaya çıkarmakla meşgul oldu. Bence
İbnu Rüşd,
Aristo’dan daha büyük bir dehaydı, malesef onun görkemi
içinde kendini eritti ve ‘fenâ fi’l-Aristo’ (Aristo’da
yokolmak) haline dönüştürdü; ki bu, büyük bir kayıptı bizim
için; ben böyle düşünüyorum. Ama Avrupa’da İtalya’da ortaya
çıkan akademiler, Bizans üzerinden gerçek Yunan felsefesiyle
temas kurma şansını Avrupa’ya bahşetmiş oldu.
Humanizm: İnsan, Tanrı’nın Yerini Alıyor
Þimdi buna
paralel olarak Avrupa’da ortaya çıkan ve 500 yıl öncesine
tarihlenen humaniter düşünce akımlarının ortaya çıktığını
görüyoruz. Küresel Roma’nın nereye gitmekte olduğunu
görebilmek açısından humaniter düşünce önemli. O yüzden
buna da değinmek gerekiyor. Peki humaniter düşünce
nedir? Katolik düşüncesine karşı geliştirilmiş, konuşmanın
başında sizin açıkladığınız biçimiyle insan-merkezli
olan bir gidişatın, yürüyüşün ilk nüvelendirmeleridir.
Gerçekte bu kelime ilk kez iki yüz yıl önce kullanılmaya
başlamış ama bu düşüncenin sahipleri geriye doğru 500 yıllık
bir tarih açıyorlar. İşte küreselleşmenin başlangıcı,
ilk tohumu, bu 1500’lü yıllarda Hümanizm’le ortaya çıkar.
Hümanizm, kilisenin tanıdığı tanrı ile bu tanrıyı tanımayan
İnsanın kavgasının tarihidir. Bu açıdan baktığımızda burada
human (insan), Theos’un (Tanrı’nın) yerine
konumlandırılıyor ve ona karşı varlığını ispat etmekle, yani
rüştünü ispat etmekle kendini ödevli biliyor bu aydın sınıfı..
Humanizmin İki Mitoloji Kaynağı: Tevrat ve
Yunan Paganizmi
İşte burada
iki mitoloji birbiriyle çakıştı: Birisi,
Hıristiyanlığın kendi bünyesindeki Tevrat kökenli
mitoloji’dir. Orada Adem kıssası, Kur’ân’dan çok
farklı şekilde Adem ile Tanrı arasındaki ilişki biçimi,
bizim hiç de onu anlayamayacağımız ve onaylayamayacağımız
şekilde ifadelendirilir. Adem’i Allah yaratmış,
sınavdan geçirmiş, sonra dünyaya kovmuş. Kur’ân’da ise dünyaya
kovulan bir Adem’den bahsedilmez; ödevli, görevli,
hilafet misyonuyla yükümlü bir insanın indirilişi,
görevlendirilişi vardır. Elbette bir düşmanlık vardır ama bu
Adem’le İblis arasındaki bir düşmanlıktır. Ve
onun bir gönderiliş misyonu vardır. Kur’an’da anlatılan
eşyanın (şeylerin, nesnelerin, her şeyin) isimlerini
Allah’ın Adem’e öğretmesi gibi epistemolojiyi
ilgilendiren bir hadise Tevrat’ta konu edilmez. Bizim
inandığımızdan çok farklıdır. Adem’in tövbesi Tevrat’ta söz
konusu edilmez. Yol göstericiliği, şeytan yapar Tevrat’a
göre. Yani Adem’e yol göstericiliği şeytan yapar. Halbuki
Kur’ân’ı Kerim’e göre Adem’e eşyanın isimlerini öğreten
Allah, ona bizzat bilgiyi armağan etmektedir. Ama Eski Ahid
kökenli Hıristiyan teolojisinde ise Allah, Adem bilgi
sahibi olmasın istemektedir.
Epistemolojik ve Siyasi Þiddetin Kaynağı: Vahşi
İnsan Saplantısı
Kaplan :Bu
epistemolojik çözümlemeniz çok önemli. Üzerinde pek durulmayan
ve belki de farkedilmeyen bir noktaya dikkat çektiniz.
İsterseniz, son tespitinizden yola çıkarak biraz açımlayalım
bu çözümlemenizi.. Adem’in bilgi sahibi olmaması
meselesi nasıl bir şey?
Ersözlü
:Diyor ki mesela Tevrat ‘Adem şimdi bizden biri oldu.’
O ağaçtan yedi; O ağaç nedir Tevrat’a göre? Bilgi ağacıdır,
bilgili olma ağacıdır, Adem o yasaklanan ağaçtan
yiyince bilmeye başladı. Bilmeye başlayınca, Tanrı diyor ki ‘Adem
şimdi bizden biri oldu’. Ve bundan dolayı kendi egemenlik
alanından onu kovarak uzaklaştırıyor, dünyaya gönderiyor. Oysa
Kur’ân’ı Kerim’de tamamiyle Adem’i bilgilendiren
Allah’tır. ve o ağaç bilgi ağacı olarak resmedilmez.
Tam tersine, Adem’in açık yerlerini ona izhâr eden,
onun zayıf yönlerini ona gösteren bir sembol olarak vardır
Kur’ân’da, din dili açısından. Tevrat’ta çok karışık,
anlaşılmaz bir tasvir var dolayısıyla. Þimdi humaniter
teoriden bakarsak eğer; bu kıssadaki Þeytan’ın yerine human
aydınları kendilerini yerleştirdiler. İnsan, eğer insan olmak
istiyorsa tarihinden kopmaması lazım, kendisiyle yüzleşmesi
lazım ve kendisini bütün zaaf noktalarıyla keşfetmesi lazım.
İnsanı melekler gibi sadece olumlamak yetmez; aslında insan
kendi kendisinde vahyî bir öz taşımamaktadır; onu bütün
çirkinlikleriyle doğadaki diğer hayvanlar gibi olan vahşî
yanlarıyla deşifre etmemiz lazım. Bunu,
Makyevel,
siyasete uyarlayarak yaptı;
Hobbes felsefede ve siyaset
felsefesinde şekillendirdi.
Comte sosyolojide. Burada ‘vahşî
insan’ saplantısı var ve bir diğerine karşı kurt
olarak konumlandırılıyor ve ancak bir başkasını yendiği
taktirde, onunla mücadele ettiği taktirde, yani evrim
sürecindeki seleksiyon (seçme, yok etme) ilkesini
şekillendirerek hayatta kalma şansı elde edebiliyor. Bu
anlamda insan sadece Tanrı’dan koparak yalnızlaşmıyor, kendi
şahsı ile de mücadele ederek ayakta ve hayatta kalma şansı
elde etmeye çalışıyor. Böylelikle bireyselleşmenin ilk
adımları atılmış oluyor. Ben eğer hayatta kalacaksam, bırakın
uzaktaki ülkelerde, insanlarla çatışmayı, bizzat kendi
arkadaşım, kardeşimle dahi bir kavga içerisinde ve onu yenerek
hayatta yer bulabilirim diye bir alana itiliyor.
Kaplan :Peki o zaman
bunun bağlamı üzerinde durmak gerekir belki burada. Yani
Kilisenin ilk günah teorisi ile birlikte insanın özgür
iradesini bastırması dolayısıyla insanı bütün özellikleriyle,
kabiliyetleriyle veya zaaflarıyla hayattan uzaklaştırmasının
karşıt bir sonucu olmuş olamaz mı bu? İnsanın özgür iradesinin
ortadan kaldırılması insanı, özgür iradesini aramaya ve
gerçekleştirmeye itiyor. Gerçi humanizmin, insanı hayatın
merkezine getirip, Tanrı konumuna yerleştirerek insanın özgür
iradesini kazanmasına katkıda bulunuyor; ama bugün gelinen
noktada, zaafları olan bir varlığı Tanrı konumuna
yerleştirmek, insanın bizzat kendi varlığını bile tehlikeye
sokmasına yol açmış durumda. Ama humanizmin ortaya çıktığı,
insanın iradesinin ‘kilise makinesi’ tarafından ipotek
altına alındığı bağlama dikkat çekmemiz gerekiyor, sanırım.
Ersözlü
:Tabii ki. Ben Kilise’nin tarafını tutarak olumlamıyorum
Kilise’yi.. Kendi içinde haklı gerekçeleri var humanizmin. Ama
bugünkü küreselleşmeyi anlatırken bunları ihmal ediyorum ve
geçiyorum. Yani beni ilgilendiren taraflarından resmediyorum.
Bu biraz indirgemeci veya karikatürize bir resmediş gibi
görülebilir ama argümanlarımı geliştirirken sizin de dikkat
çektiğiniz bağlamları gözönünde bulundurarak konuşuyorum
elbette ki. O yüzden bir indirgemecilik yapmadığımı sanıyorum.
Kaplan :Modern
anlamda küreselleşmenin başlangıcı olarak gördüğünüz
humanizmin Tevrat’tan beslenen birinci mitolojisi konusunda
önemli argümanlar ve açılımlar geliştirdiniz. Peki, humanizmin
ikinci mitolojisine veya efsanesine geçersek...
Humanizmin İkinci Mitlojisi:Zeus’a Karşı
Promete’nin Zaferi
Ersözlü
:Humanizmin ikindi efsanesi, antik Yunan’dan gelen meşhur
Zeus efsanesidir. Burada Promete’nin rolü nedir? Þu:
Zeus’a karşı insanın tarafını tutuyor ve ona ateşi
armağan ediyor. Bu ateş üzerinden insan kuvvetli hale
dönüşüyor. Kainata egemen olabilecek bir bilgi elde etmiş
oluyor. Þimdi humaniter aydın bu açıdan kendisini
Promete’yle özdeşleştirdi. Zeus’u da Kilise temsil
etmiş oluyor.
Kaplan :Þimdi ilginç
bir noktaya geldik sanıyorum. Peki bu diyalektik nasıl işliyor?
Ne tür yansımaları var Avrupa tarihinde?
Ersözlü
:Olympus dağındaki Zeus, humaniter aydın açısından
kilise olmuş diyor. Ve kiliseye karşı onları özgürleştiren,
insan-merkezli dünyayı kuran aydınlar da Promete
oluyorlar. Bu konumda diyelim ki entelijensiya veya
entellektüel yani kilisedeki vaizler dışında halkı eğiten,
halka bilgi adına birşeyler aşılayan kimler var? Halk var,
yani ruhban sınıfının dışında olduğu için laikler olarak
adlandırılan sıradan insanlar var. Bir de bilginin odağı ve
kaynağı olan papazlar var. Bunun dışında bir bilgi
kaynağı yok. Ama hümanizm ile beraber, Gutenberg
sonrası matbaanın da ortaya çıkması, bilginin de
yaygınlaşması , yerleşmesi açısından yeni bir bilgi aktarıcı
odak beliriyor.Yeni Yazarlar sınıfı, yani entelijansiya,
aydınlar sınıfını ortaya çıkarttı. Bunlar kilisenin
adamı değildiler, ama sıradan ve aşağılanan halk sınıfına da
girmiyorlardı. İşte bunlar, yeni bilgi kaynağı oldular. Þimdi
bunların kendilerini tarihsel bir yere oturtmaları gerekirse
nerede olacaklar? Eğer Tevrat’a gidersek, ya sembolik olarak
oradaki şeytanın yerine oturacaklar; ya da eski Yunan’a
gidersek, burada Prometheus’un yerine
oturacaklar. Tabiatıyla insann üzerinde Zeus mu
konuşacak, Prometheus mu? İşte bu dönemde, Kiliseyle
Avrupa’daki humaniter aydınların bir kavgası başlamış oldu.
Kaplan :Meseleye bu
açıdan bakıldığında, bugünkü küreselleşmeyi de doğrudan
humaniter düşüncenin, yani insanı Tanrı konumna yükselten ve
bu yüzden ontolojik evsizlik ve ontolojik güvensizlik hali
yaşatan, dolayısıyla insanın Tanrı’yı da, doğa’yı da, bizatihi
insanı da yok etmesiyle sonuçlandığını gördüğümüz, bunun
bizzat Batılı düşünürler tarafından da açıkça ve yoğun olarak
gündeme getirildiği seküler ve neo-pagan modern Batı
düşüncesiyle bizim nerede ayrıştığımızın; temel
referanslarımız, kalkış noktalarımız açısından olaylara
Müslümanlar olarak bizim nasıl, niçin ve hangi bakımlardan
farklı yaklaştığımızın nedenlerini, ipuçlarını da görebiliriz,
öyle değil mi?
Allah’la İrtibatını Kopararak İnsan Kendi
Kendin de Yok Eder
Ersözlü:Kesinlikle..
Bizim düşüncemize göre, insanın insan olabilmesi için, bu
dünyada yalnızlığından kurtulabilmesi için, kimlik bulabilmesi
için Allah’la irtibat halinde, rabıta halinde olması lazımdır.
Allah’la bağlantının koparıldığı yerde, insan kendi kendini
yok eder. Yani din bu anlamda bir nisnet sorunudur. Allah’a
aidiyetin farkına varmak demektir. Bu farkına varmışlık söz
konusu değilse, ben Promete’lerin veya şeytanın
kontrolünde olan biri haline dönüşüyorum. Yol göstericim o
olabiliyor. Þimdi enteresan bir şekilde bu süreçte humanizm,
kavramlar çaldı; gerçek dünyanın kavramlarını çaldı. Mesela
Eski Ahid’te de, Kur’ân’ı Kerim’de de, Doğu Bilgeliğinde de
‘ışık/nûr/aydınlık’ hep gök’le, semâvî olan’la, ilâhî olan’la
ilgilidir, irtibatlıdır, dolayısıyla olumludur ve bize âittir.
Zerdüşt’te de aynı hikaye vardır. Yani bütün dinler ve kadim
uygarlıkların ortak malıdır bu. Ama humanizm, bütün ışığı,
aydınlığı kendine mal ederek, Kilise üzerinden reddettiği din
ve Tanrı’yı ise karanlıklara hapsetti; din ve Tanrı’dan hep
‘karanlıklar’ olarak söz etti. Ve aydınlanmanın merkezindeki
bu aydınlanma kelimesinin ışıkla olan bağlantısı çarpıtılmış
bir kavramlaştırma.
Çarpılmış ve Çarpıtılmış
Kaplan:’Çarpılmış’
mı dediniz?
Ersözlü:Evet
Kaplan :Çok nefis
bir tasvir ve tarif bu. Yani sadece çarpıtılmış demiyorsunuz;
hem çarpıtılmış, hem de çarpılmış diyorsunuz.
Çok imajinatif, meseleyi bam telinden yakalayan bir şey bu.
Dolayısıyla yaşanan dönüşümü, insanın Allah’la olan irtibatını
yitirmesinden ve kdndisini Tanrı’nın yerine oturtmasından
mütevellid/doğan ontolojik evsizlik halini, metafizik
kırılmayı ve yarılmayı, dolayısıyla humanizmi modernliğin ve
Aydınlanma Düşüncesi’nin din’den aldığı kavramların içini
nasıl boşalttığını ve kavramları da bu şekilde
sekülerleştirerek nasıl yoksullaştırdığını çok güzel özetliyor
bu ‘çarpılmış ve çarpıtılmış’ şeklinde nitelemeniz.
Ersözlü:Bu
kavramlaşma çarpması başka alanlardaki kavramlara da teşmil
edilmiştir. Þeytan’la bağlantılı olduğu için çarpılmış ve
çarpıtılmış diyorum. Bu çarpma ve çarpıtılma olayı bütün
hümanizmin heliştirmiş olduğu, bugünkü dünyamızda da geçerli
olan ve ağızlara sakız haline getirilen kavramları da içine
alıyor elbette ki. Üstten söylenilen tarzlarıyla kelimeler
güzel çağrışımlar taşımakla beraber onların taşıdıkları mazi
ve ait oldukları yer açısından baktığımızda tamamıyla beyaz
siyahtır, siyah beyazdır. Bu anlamda, Kur’ân’da Bakara
Suresi’ndeki ayeti hatırlıyorum: ‘Onlara yeryüzünde fesat
çıkarmayın denildiğinde, biz ıslah edicileriz, derler.’ Yani
Birleşmiş Milletler’in bugün siyasî alandaki icraatlarına
baktığımızda yapılan her şey, insanların refah iyiliği,
adaleti, eşitliği için yapılıyor deniliyor; ama bu tür
olayların içyüzünü bilen ve takip edenler açısından
bakıldığında, olayın tam tersi bir şekilde cereyan ettiğini
gözlemliyoruz. Dolayısıyla ben sorun konusunda, meseleyi bu
noktaları da içine alacak şekilde kapsamlı bir okuma ve
anlamlandırma biçimi geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Kaplan :Kemal
Bey, buraya kadar küreselleşmenin tarihsel ve kavramsal/düşünsel
kökenleri ve oluşum süreçleri konusunda sizin Küresel Roma
olarak adlandırdığınız bağlamda yaptığınız okuma ve
anlamlandırma çabası sanırım yeteri kadar doyurucu ve
açıklayıcı oldu. İsterseniz, sohbetimizi, biraz daha yakın
dönemi okumaya doğru kaydırabiliriz.
Fransız devrimini Halk Değil, Sermayenin
Sözcüsü Burjuva Aydını Yaptı
Ersözlü:Tabii.
Aslında tam bu noktada öyle bir şey yapmayı düşünüyordum.
Þimdi, bundan üçyüz sene (300) önce Doğu Roma’nın mirasına
konan Müslümanlar açısından bizim toprak kaybetme şeklinde
yaşadığımız gerileme dönemimiz başladı. 1699’daki Karlofça
Antlaşması ile beraber Müslüman Doğu Roma’nın sınırları
sürekli Anadolu’ya doğru çekilmeye başladı. Doğu Roma’nın
varisi bir imparatorluk dağılmış, sayısız etnik grubu
içerisinde barındıran Kafkaslar, Balkanlar derken nihayet
Türkiye coğrafyasına hapsoluş.. Bu üçyüz yıllık tarih
Avrupa’da nasıl şekillendi? Humanizm bu anlamda tabii
ki bir entellektüel uğraş.. Arkasında böyle bir birikim var.
Ama bunu besleyen bir sermayeye ihtiyacı var. Bu sermaye,
İngiltere’deki sanayi devrimi tarafından sağlanıyor, ilk önce.
Bu da enteresandır, bizim geri çekilmeye başladığımız
dönemlerde ortaya çıkmıştı. Tabiatıyla 500 yıl önceki yeni
dünyaya , Amerika’ya olan açılımın yani coğrafi anlamda
dünyanın küresel sınırlarını keşfetme uğraşısının başlangıcı
bu. Bu gerçeği gözardı ediyoruz. Bunu farketmeliyiz artık.
Burada gemilerle yapılan seyahatlerin ve dünya servetlerinin
Avrupa’ya taşınmasının doğurduğu Avrupa’daki finans birikimi,
maddî birikim, bu bu entellektüel çabaları besledi. Bu
entellektüel ve finans çabaları ile olan akrabalığa
girmeksizin hayatiyetini devam ettirebilmesi mümkün değildi.
Nihayetinde aydınlar, bu anlamda, burjuvazinin sözcüsü haline
dönüştüler. Fransız devriminde ortaya çıkan, bir halk ihtilali
değil, burjuvazi ihtilalidir ve belli bir sermayenin
sözcülüğünü yapmaktadır. Tabi enteresandır, bugünkü küresel
sermayeyi tahlil ettiğimizde, karşımıza çıkan tablo gerçekten
ürkütücü ve düşündürücü bir tablodur: Dünyanın üçyüz büyük
şirketi, holdingi dünya servetinin %98ini kontrol
ediyor. Mesela Amerika’daki Rockefeller gibi ailelerin
tek başına sahip olduğu sermaye, Türkiye gibi bir çok ülkenin
bütçesinden bile kat kat fazla. Tabii bu son derece korkunç
bir şey. AB Uyun yasaları çerçevesinde TBMM’inde çıkartılan
yabancı vakıflar ve derneklerle ilgili yasanın yarın ne tür
tehlikeli sonuçlara yol açacağını farkedebilmiş değil bizim
elitlerimiz ve siyasîlerimiz. Bu mesele, Apo’nun
affedilmesi gibi dar bir alana hapsedildi ve aslında çok daha
tehlikeli konuları içeren yasalar hiç tartışılmadan nasıl
olduysa bir oldu bittiye getirilerek Meclis’ten
geçirildi.Böyle şey görülmüş mü dünyada? Bu ülke bu kadar
sahipsiz mi, meselesiz m?
Kaplan :Bu yasaların
içerdiği tehlikeleri biraz açalım isterseniz...
Yabancı Vakıflar, Beyin Kadromuzu Ele
Geçirecekler
Ersözlü
:Þöyle düşünelim: Mesela Müslümanlar bugün kendilerini,
kamusal alanlarda, devletin etkin olduğu alanlarda daha
bastırılmış gördükleri için, sivil alanlara kaçmayı, açılmayı
yeğliyorlar; dernekler, vakıflar şeklinde örgütlenmeyi ve
orada hayat bulmayı, cemaatsel bir hayatta yaşamayı daha
korunaklı buluyorlar. Þimdi yabancı dernekler ve vakıfların
Türkiye sınırları içinde örgütlenme haklarını elde etmeleriyle
beraber karşımıza devasa dernekler, vakıflar çıkacak. Peki,
bunun getirisi ne? Ne demek bu? Bunun şöylesi bir tehlikeli
sonucu olacak: Siz dernekler ve vakıflar alanında da bir
rekabet içinde var olamayacaksınız. Yani kalkıp Doğu
Anadolu’da, insanların açlıkla imtihan edildiği bölgelerde,
kilise adına veya başka oluşumlar adına hayır kurumu adı
altında bir sürü örgütler kurulacak, mesela hastaneler
şekillendirilecek. Yine üniversite sınavlarında ilk 1000 e
giren öğrencilere bu yabancı vakıflar, dernekler vesaire burs
verecekler, beyin kadrosunu ele geçirecekler. Oysa bu, ülke
açısından korkunç bir kayıptır ve telafisi pek mümkün olmayan
büyük bir cinâyettir. Mecliste bulunan milletvekillerinin pek
çoğu, bu toprağa ait olduğunu zannettiğimiz, düşündüğümüz, en
azından öyle düşünmek istediğimiz kişilerden oluşuyor; Bu
kişilerin bu yasalara nasıl toptan evet diyebildiklerini ben
hâla anlayabilmiş değilim. Oysa korkunç bir hadise bu!
Kaplan :Peki , sizce
bu, onların bu olayın, meselenin böylesine tehlikeli boyutlar
içerdiğinin farkında olmadıkları anlamına mı gelir; yoksa..?
Ersözlü
: Farkında olmadıklarını olaya iyimser baktığımız zaman
söylüyoruz ama bu mümkün değil. Siyasette bunca zamandır
uğraşan insanlar, nasıl olur da çok kısa vadeli kazanımlar
adına ve Türkiye’de üretilen AB ile entegrasyonun Türkiye’de
yaşayan insanlara getireceği sözümona özgürlükler adına
oluşturulan yalana olan âmentü ile çıkartılan sanal bir
gidişat var.
Kaplan :Kemal
Bey, Avrupa Birliği meselesine veya hikayesine biraz sonra
geleceğiz ve Almanya’da yaklaşık on (10) yıl gibi uzunca bir
süre yaşamış, halen aileniz olduğu için de bağlantısı, ilgisi,
teşriki mesaisi süren bir Müslüman aydın olarak sizinle bu
konuyu daha ayrıntılı olarak konuşmak istiyorum. İsterseniz
küreselleşme meselesini biraz daha güncelleştirerek, güncel
boyutları ile sürdürelim istiyorum.
‘Küresel Sistem, İslâm’ı Resmî Din Haline
Getirerek Hadım Etmek İstiyor’
Ersözlü:Tabii,
elbette. O halde, küreselleşme bağlamında yaptığımız
tartışmayı şöyle bağlayalım: Küreselleşmenin nihayetinde son
boyutu şu: Bana göre, yaşadığımız son 20 yıl içerisinde bu
Roma merkezli dünya sistemi yeni bir evresine daha girdi.
Bu, tıpkı İsa aleyhisselâm’ın dinine yaptıkları
müdahalenin bir başka din üzerinden, bu kez İslâm üzerinden
yenilenmesi hadisesidir. Nasıl ki 300’lü yıllarda İsa’nın
dini, bizzat Roma tarafından resmî din haline dönüştürülüp,
teslis haline dönüştürülüp içi boşalttıysa, bugün de bu sistem,
İslâm’ı bana göre, bizzat resmî din olarak kabul etti. Kabul
edişiyle beraber İslâm Hıristiyanlığın akıbetine uğratılma
sürecine girmiş oldu. Tabiatıyla bu İslâm, şu an sahih kitabı
bulunan bir İslâm; dolayısıyla Hıristiyanlığın kitabı gibi bir
duruma düşürülemeyeceği için, yani kutsal kitabı tahrip
edilmediği için onu doğru okuyan ve kitlelere anlatan aydınlar,
ulema, münevver insanlar çıkacağı için bu insanların da
negatif imaj bombardımanıyla yıpratılmaları gerekiyordu. Bu
anlamda 11 Eylül’ü ben bununla irtibatlandırıyorum. Þunu
söylemek istedi dünya sistemi..
Kaplan :Pardon,
Kemal Bey, sözünüzü kesiyorum; ama bence çok önemli bir
şey söylüyorsunuz. Küresel Roma dediğiniz seküler dünya
sisteminin İslâm’ı resmi din olarak benimsediğine dikkat
çekiyorsunuz. Ve bunu da küreselleşmenin son evresi olarak
niteliyorsunuz. Bu, çok enteresan bir okuma biçimi.. Yeni
bir Kostantinizm’den mi bahsediyorsunuz? Yani
küreselleşmenin son 20 yıllık evresini, küresel sistemin
İslâm’ı resmi din olarak benimsemesi, hadım etmesi ve
başarabilirse yok etmesi projesini uygulamaya koymaya
çalıştığı bir süreç olarak mı görüyorsunuz? Söylemek
istediğiniz şeyi biraz daha açmanızı ve tartışmanızı
isteyeceğim sizden.
Ersözlü
:Aynen öyle. Biraz açayım bunu: Roma imparatorluğu
Hıristiyanlığı nasıl benimsediğinde İsa’nın dinini, Allah’ın
mesajını kalbî olarak tasdik etti ve bir kul haline dönüştü
diyemiyorsak; şimdi de, aynı olay gerçekleşti. Bugün diyelim
Ramazan ve Kurban Bayramlarında AB’nin genel
sekreteri,Amerika’nın devlet başkanı, Rusya’nın devlet başkanı
bütün bunlar vatandaşları olarak addettiği dünyadaki 1 Milyar
Müslüman’ın bayramlarını tebrik ediyorlar. Bu durum bundan
yirmi sene önce olan bir şey değil. Yahut da kendi ülkelerinde
Müslümanların sivil dernekler kurmalarına, cami açmalarına
belediyeler yardımda bulunuyorlar. UNESCO bünyesinde vesaire
yapılan tuhaf projeler var..
Kaplan :Peki, ne var
bunda, diye kışkırtıcı bir müdahalade bulunsa ne dersin, o
zaman?
Müslüman Aydınlarla Halkın İrtibatını Koparma
Operasyonu
Ersözlü:Diyeceğimi
derim tabii ki! Ama tüm bunlarla şunu söylemek istiyorlar: ‘Evet’,
diyorlar, ‘bu 1 milyarlık Müslüman kitle, bu dünyanın bir
gerçeği; bunu yok edemeyiz, yok sayamayız. Bütün olarak
insanlar ait oldukları kimlikten uzaklaştıramayız. O taktirde
bu kimliği biz üst alanda değiştirmeliyiz, insanlar
nisbetlerini, aidiyetlerini kaybetmemeli ama bağlı oldukları
şeyin ipi bizim elimizde olmalı. Hıristiyanlığı sözde
benimsediğimiz gibi İslâm’ın da hâmisi konumuna giriyor
gözükmeliyiz. Genel kitle İslâm’ı böyle, bizim sunduğumuz gibi,
bizim istediğimiz gibi kabul etmeli. Ama olayın böyle
olmadığının farkında olan, gerçek İslâm’ın içinin
boşaltıldığının farkında olan insanlar var olduğu müddetçe biz
rahat yüzü göremeyiz’, diyorlar. O taktirde, halkın bu
insanlarla, bu Müslüman alimlerle, münevverlerle olan
irtibatının kopartılması, bunlara olan ilgi ve sempatinin
azaltılması, bunların söyleyeceklerine kulak asmaması lazım. O
insanların çok kötü bir imajla yıpratılması, uzaklaştırılması,
aralarının açılması lazım. O anlamda diyorlar ki, bizim
Müslümanlarla, İslâm’la,
Muhammed’le bir problemimiz
yok. Bütün dinler özgürdür; ve biz dünyanın dünyevî anlamda
iktidarıyız, kralıyız, yöneticisiyiz. Ama sizin dininizin, bu
dünyada sizin diğer insanlarla eşit olmanızı engelleyen,
içinizden çıkardığınız bazı katı insanları var, tiplemeler var;
bunların peşine takılmayın, diyorlar. Bu tür ulemayı,
münevverleri, dernekleri, vakıfları olmadıkları biçimde, son
derece karalayarak resmediyorlar ve böylelikle yıpratmaya
çalışıyorlar; ki halk bunlarla olan irtibatını kessin ve dînî
oluşumlar, bunlar üzerinden değil, kendi istedikleri,
sundukları şekilde şekillendirilsin, istiyorlar. İşte ben, bu
anlamda İslâm’ı bir din olarak benimsediklerini söylüyorum.
Yani İslâm’ı asla doğrudan cephelerine almayacaklar; İslâm’la
cepheden kavga etmeyecekler. Ama sadece bazı noktasal
hareketler, gruplar üzerinden İslâm’la savaşacaklar; İslâm’ı
böylelikle yıpratmaya; hem dünyayı, hem de özellikle Müslüman
kitleleri bu sinsi yöntemle İslâm’dan soğutmaya, İslâm’la
ilişkilerini sakatlamaya çalışacaklar.
Kaplan:Ben bu sürece
çoktan girildiğini ve İslâm’la son derece sinsi, ayartıcı,
baştan çıkartıcı, ‘pornografik’(baştan çıkarıcı görüntüler,
imajlar yoluyla) postmodern bir savaşa çoktan başladıklarını
düşünüyorum. Sizin küresel sistemin İslâm’ı resmi din olarak
benimsediğini söylerken kastettiğiniz şey, sanıyorum,
İslam’ın protestanlaştırılması projesiyle aynı şey, değil
mi?
Ersözlü
:Evet aynı şey. Tabii ki, bu 20 yıl içinde yaşanan olayı
farketmediğimiz takdirde, ortada dönen birçok olayı, kavramı
anlamakta da zorluk çekeceğiz. Ben Müslümanların siyasî
önderliklerini, toplum önderliklerini, her alanda merkezde
olma şanslarını, kendilerinde olma şanslarını onlara
dayandırıyor bugünkü dünya sistemi.
Kaplan:Yani hiçbir
zaman özne olma şansını vermiyor.
Ersözlü
:Özne olma riski olan kişi, kurum, aktör ve oluşumları,
imaj problemiyle, karalama kampanyasıyla, psikolojik
propaganda yöntemleriyle, yani sanal bir yolla yıpratmak,
yıkmak, etkisizleştirmek ve hadım etmek istiyorlar. Böylesi
bir baskı altında bunaltılıyoruz. Bana göre, küreselleşme,
bize yansıyan biçimiyle bu anlama geliyor. Bu anlamda ben
küreselleşme denen hadise içerisinde ‘yok olmayacağım, ben
kalacağım’ dediğimde, problemli, marazî bir ti olarak
resmediliyorum. Bunun farkında olmam gerekiyor.
Kaplan :Peki,
Kemal bey, bu yakıcı, bu hayatî problemi aşmanın yolu
nedir sizce?
Küreselleşme, Birden Fazla Uygarlığa Hayat
Hakkı Tanımıyor
Ersözlü
:Sorduğunuz soruyu ben şöyle algılıyorum: Bu kuşatılma
sürecinde müslümanca kalabilme şanssımız var mı bizim? Biz
kendi imkanlarımızla bu problemi aşabilme şansına sahip miyiz?
Þöyle bakıyorum: Küreselleşme olayını nötr olarak eğer sadece
dünyanın küçülmesi, iletişim imkanlarının genişlemesi,
büyümesi ve her şeyin küre sathında cereyan etmesi, şeffaflık
vesaire olarak algılıyorsak, bu anlamda, bu süreç, geri
dönebilir, durdurulabilir bir süreç değil. Bu trend başladı ve
geri dönülebilirliği yok. Bugün küresel sistem, küreselleşme
aynı anda iki uygarlığın varolmasına imkan vermiyor, vermek
istemiyor ve vermeyecek de. O anlamda bölgesel kazanımlar
imkan dahilinde değil. Eğer bugün Müslümanlar gerçekten
dünyanın çekim alanı olabilecek bir düşünce üretemedikleri,
yaşama modeli geliştiremedikleri, varlık alanı üretemedikleri
sürece dünyada yokturlar, varolamazlar. Varolabilmek için,
böyle bir ihtiyacın üretilmesi, varedilebilmesi lazım. Bu
anlamda dinin, tahrip edilmemiş asli kimliğiyle, biçimiyle
örneklenmeye ihtiyacı var. Bu ortaya çıkarılmadığı müddetçe
bizim adımıza, bizim dinimizi, inancımızı, hatta geçmişimizi,
tarihimizi başkaları okutacaklar. Ve biz bu anlamda onların
öğrencileri haline dönüşeceğiz, münevverler anlamında
söylüyorum. O anlamda kendimiz halkın önderi haline
dönüşemiyoruz. Sadece bir şeyin aktarıcısı haline
dönüştürülüyoruz. Bu anlamda küresel güç ve onun finansal
kaynakları böylesi zihni dumura uğramış insanları finanse
ediyor. Onları toplum önünde ön plana çıkartıyor ve geniş
yayılma ve dinlenme alanlarını onlar için açıyor. Bunların
farkında olmak gerekiyor. Burada kitlelere söylenmesi gereken
şey, bence, bu dinin temel kitabı olan Kur’ân’la çok sahih bir
irtibata girmelerini tavsiye etmektir. Bu kitabın doğurmuş
olduğu tarih içerisindeki oluşumların, gelişimlerin altını
çizmeliyiz, izlemeliyiz ve bunları gerçek biçimleriyle
aktarmalıyız insanlara (çünkü burada kitap üzerinden bir teori
şekillendirmiyoruz; yaşanmış bir gelenekten, bir medeniyetten
bahsediyoruz) onun örneklerini açmalıyız, geliştirmeliyiz,
yaygınlaştırmalıyız.
Kur’an Medeniyeti
Eğer ben bu
konuşmayı Türkiye’de yapıyorsam, bu topraklar demin söylemiş
olduğum Doğu Roma üzerinden bizim Müslüman Doğu Roma’yı
üretmiş olduğumuz topraklardır. O taktirde benim Müslüman Doğu
Roma üzerinde şekillendirmiş olduğum bir hayat tarzını
küreselleştirme imkanı var, bu anlamda. Bu küreselleştirme
imkanı, medeniyeti ortaya çıkaracak. Medeniyet, Medine
temelli; medine de din temelli bir hadise. Bu anlamda
insanlar, hiç küçümsenmeksizin bireysel hayatlarında Kur’ân’ı
Kerim’in öngördüğü, talep ettiği ritüelleri, ibadetleri
ciddiye almalılar, yerine getirmeliler. Namazın gerçek anlamda
diriltilmesi gerekiyor; çünkü namaz bir kimlik sorunudur. Her
gün belirli vakitler arasında insanın, kişinin kulun – o
humaniter dünyanın gevşetmiş olduğu- gerçekten Allah’la
bağlantı kurma şansını bulma anıdır.
Kaplan:Zamana
müdahaledir..
Ersözlü:Evet,
zamana müdahaledir; kendine varıştır; farkında oluştur; bu
dünyadan sıyrılıştır; bir başka çekim alanına giriştir. Yine,
Cuma’nın diriltilmesi lazım. Cuma kadar bir şans, bir
imkân başka bir uygarlıkta yok. Düşünün dünyada bir milyar
Müslüman, haftanın belli bir gününde belli bir saatinde
toplanıyorlar; bir çağrıya evet diyorlar. Bu saati kendileri
belirlemiyorlar. Bir toplantı olsa, bir dernek tüzüğü filan
olsa belki üzerinde, yerinde, zamanında anlaşamazsınız; falan
olsun, filan olsun dersiniz. Ama Cuma dediğiniz şey korkunç
bir şey. Üzerinden 1400 yıl geçmiş, uygulanmış bir ritüel. O
yüzden insanlar kendiliğinden biliyorlar ne zaman ve nasıl
toplanacaklarını.. Müthiş bir imkân bu. Hakeza Hac yine öyle..
Gerçek anlamıyla bizim tarafımızdan yaşanabilir hale
dönüştürülebilse, bu imkanlar oluşturulabilse, yine korkunç
bir imkân. Ramazan bir direniş ve diriliş yöntemi. Þunu
öneriyorum: Dernekler, tüzükler, vakıflar biçiminde seküler
modern toplumun oluşturduğu sunî yapılar, yapılanmalar
üzerinden örgütlenme yerine tarihî dinamikler içerisinde var
olan yaşama modellerinin arkasına düşmeliyiz. Namazın arkasına
düşelim diyorum, Cuma’nın arkasına düşelim, diyorum. Halkla
bağımızı koparmak isteyen, halkın önderi, lideri olmamızı
önlemeye çalışan küresel sisteme karşı bizim halkla olan
sahici irtibata girmemiz gerekiyor. Bizi marjinal haline
getirmek amacıyla bizim üzerimizden çizdikleri o imajı yıkmak
için, bu işin resmedildiği, propoganda edildiği gibi
olmadığını gösterebilmek için halk içerisinde, halkla
irtibatını aslâ koparmamış bir münevver profili ortaya
çıkarmak zorundayız diye düşünüyorum.
Yusuf Yerli:Sistemin bizden
istediği Müslüman tipi projesi, abdestinde, namazında ve suya
sabuna dokunmayan bir Müslüman tipi. Hatta insanlar, kitleler
arasında yaygın olan şöyle bir kanaat var:’Abdestinde,
namazında, camisine giden, hanımı dindar insanlara kimse bir
şey demiyor. Asıl sorun teşkil eden insanlar; siyaset yapan,
vakıf kuran, dernek kuran, toplumsal talepleri ön plana
çıkaran, gündeme getiren insanlar’ olarak görülüyor.
Dolayısıyla bugün bu insanlar olumsuz tipler olarak
resmediliyor. Peki, buna ne diyeceksiniz? Bu
paradoksu nasıl aşacağız?
K.E. ,,,,,,
(Devamı yayınlanmadı?)
(Umran, Eylül
2002, sayı: 97)
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|