Çoğulculuk, Birlikte
Yaşama
ve Çok Kültürlülüğün Değerleri Üzerine Bir Analiz[1]
Prof. Dr. Burhanettin TATAR
Küresel çapta
cereyan eden teknolojik, ekonomik, siyasi ve kültürel etkileşimler,
küresel çapta yeni mekanların oluşumuna yol açmaktadır. Bu yeni
mekanlar, kaçınılmaz olarak klasik çağlarda ortaya çıkan mekan
algılarını ve bu mekan algılarına göre teşekkül etmiş geleneksel
kavramları kendi sınırlarıyla yüzleştirmektedir. Bu noktada küreselleşme
süreci, geleneksel kavramlar için temelde iki seçenek ortaya
çıkarmaktadır: 1) Küresel mekanların gerçekliğini dikkate alacak şekilde
dönüşerek yeni anlamlar kazanmak; 2) Şayet bunu gerçekleştiremezlerse,
yerel bir tatbikat alanıyla yetinerek kültürel bir değere dönüşmek.
Bu bağlamda,
küreselleşme süreci Müslümanların klasik çağlarda “Daru’l-Islam”
şeklinde adlandırdıkları mekan algısına göre şekillenmiş geleneksel
İslami kavramları (ve temel İslam bilimlerini) ya küresel mekanın
gerçeklerine göre dönüşüp açılım kazanmak ya da yerel bir tatbikat alanı
içinde kültürel bir değere dönüşmek seçenekleriyle baş başa
bırakmaktadır. Kuşkusuz bu durum sadece İslami kavramlar için değil,
aynı zamanda Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm ve Budizm gibi
geleneksel dinlerin temel kavramları için de söz konusudur.
Küresel
mekanlar, çok hızlı gelişen ve değişen teknolojik, ekonomik ve siyasi
olaylara göre yeni şekiller aldıkça, kaçınılmaz olarak “Daru’l-İslam”
adlı klasik mekan algısını iyice bulanıklaştırmaktadır. Bulanıklık
artıkça, klasik çağlarda gayri Müslimlerle barış içinde yaşamış olan
Müslümanlar, hem kendilerini hem de gayri Müslimleri yeni mekanlar
içinde konumlandırma güçlüğü çekmektedirler.
Bu bağlamda
geçmişteki Daru’l-İslam adlı mekan algısı içinde gerçekleşen “bir arada
yaşama” tarzını, yepyeni küresel mekanların oluşumuna tanık olan
günümüze bir evrensel model olarak sunmanın zorlukları da artmaktadır.
Zira burada sorun sadece geleneksel mekan algısını aşan yeni mekanların
tezahürü değildir; ayrıca geleneksel mekanlara kendi kimliğini veren
hiyerarşik kozmoloji anlayışları ve dikey metafizik inançlar modernite
ve seküler dünya algısı içinde dağılıp çözüldükçe dünya
yataylaşmaktadır.
Dünya, klasik
metafizik inançların çözülmesi sonucu, yatay bir anlam kazandıkça
kaçınılmaz olarak sosyal, siyasi, ekonomik mekan algıları
genişlemektedir. Bu durumun en açık örneklerinden biri şudur: Klasik
çağlarda dikey metafizik inançlar ve hiyerarşik kozmolojiler ekseninde
toplumlarda “sorumluluk” ya da “görev” bilinci hakim iken, dünya
görüşlerinin yataylaşması sonucu artık “bireysel haklar” kavramı ön
plana çıkmıştır.
Daha açık
söylersek, klasik çağlarda “Tanrı’ya iman” toplumu ve bireyleri aşan bir
etki alanı oluşturduğu için, Tanrı karşısındaki görev ve sorumluluk
bilinci toplumsal mekanizmaları birinci derecede belirleyen unsur iken,
günümüzde “bireysel haklar” dini inançları ve toplumsal bilinci aşan bir
temel gerçeklik ya da hareket noktası haline gelmiştir.
Tüm
kusurlarıyla birlikte, demokrasinin tüm gelişmiş ülkelerde en iyi ve
geçerli siyasi sistem olarak kabul ediliyor olmasının gerisinde,
kuşkusuz “bireysel haklar” ya da kısaca “bireyselci felsefe”
yatmaktadır. Bireysel hakları temsil eden özel şahsi mekan algısı,
demokratik sistemlerde geliştikçe, kaçınılmaz olarak sosyal mekan da
genişlemekte ve başta hukuki olmak üzere, ekonomik, siyasi, dini ve
kültürel yapıyı derinden dönüştürmektedir. Yine “bireysel haklar”
anlayışı özellikle Amerika, Avrupa ve Avustralya gibi ülkelerde doğrudan
aile düzenini ve aile halkının ev içinde oda paylaşımını belirleyen
temel faktör olmaktadır.
Yine bu kavram
temelinde, yaklaşık iki asırlık bir tarihsel tecrübeye sahip olan
feminist tutumlar, “kadın hakları” tabiri ekseninde başta kelami olmak
üzere tüm sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel ve dilsel yapıların
dönüşümünü amaçlayan küresel bir harekete dönüşmektedir. Özellikle
Amerika gibi ülkelerde “bireysel haklar” tabiri, bilinç sahibi olmayan
tüm canlıları içine alacak şekilde (ormanlar, tek tek ağaçlar, ve
hayvanlar için) genişletilerek küresel bir kullanım alanına
kavuşturulmaktadır.
Buna göre,
küreselleşme denen süreç esnasında oluşan küresel mekanlar, sadece
ekonomik, teknolojik ve siyasi gelişmelerin aktörlerini değil, yer
yüzündeki tüm canlıların haklarını içine alacak şekilde kendi içinde
ayrışmakta ve heterojenleşmektedir.
Bu açıdan
bakıldığında, her ne kadar ilk bakışta, küreselleşmenin dünyayı
küçülttüğü ve bir köye dönüştürdüğü izlenimi oluşsa da, gerçekte dünya,
klasik çağların Tanrı karşısında görev ve sorumluluk bilinci içinde
toplumu bireylere önceleyen sosyal mekanlarına nispet edilemeyecek kadar
genişlemekte ve büyümektedir. Bireyselcilik ve bireylerin hakları,
demokratik siyasi bilinç geliştikçe, kaçınılmaz olarak küresel
mekanların sürekli genişlemesine yani bireylere ait özerk, otonom, şahsi
mekanların çoğalması sonucu heterojen bir görünüm almasına yol
açmaktadır.
İşte bu yeni
durum, İslam düşüncesinin karakterini belirlemiş ve yönlendirmiş olan
klasik kavramlarımızı kendi sınırlarıyla yüzleştirdiği kadar,
Müslümanların Gayri Müslimlerle olan mekansal ilişkilerinin eskiye
oranla hayli belirsizleşmesine neden olmakta ve yeniden tanımlanmasına
ihtiyaç doğurmaktadır. Çoğulculuk sorunu, bu anlamda farklı inanç
guruplarının bir arada yaşama sorunundan çok daha önce, bireyselcilik
ekseninde gelişen olan bireysel haklar açısından insanlar arasında bir
mekansal ayrışma ve farklılaşma sorununa dönüşmüştür.
Dini düşüncede
çoğulculuk ise, geleneksel dini inançların ve teolojilerin birbirinden
farklılığı kadar, bu inançları temsil eden klasik kavramlarla modern
seküler durumu temsil eden kavramların anlamlı bir ilişki içine nasıl
girecekleri sorunu haline gelmiştir. Kısacası çoğulculuk sorunu,
günümüzde, küresel mekan içinde, farklı inanç, kültür, tarih, hak ve
sorumlulukları temsil eden kavramlar ve bireyler arasında rasyonel
(makul) bir ilişkinin nasıl mümkün olduğu sorunu olarak
belirginleşmektedir.
Farklı
bireyler, inançlar, tarihler, haklar, kültürler ve sorumluluklar
arasında çoğulcu yapıyı koruyacak ve bireye özgü mekanı diğer bireyler
ve toplum lehine yok etmeyecek bir rasyonel tutum nasıl ve kim
tarafından belirlenecektir? Şayet klasik çağların yerel mekan anlayışı
kendi kimliğini ve karakterini hiyerarşik kozmoloji anlayışlarından ve
dikey metafizik inançlardan almışsa, bu kozmoloji ve metafizikler
ekseninde gelişmiş olan klasik rasyonaliteler günümüzün çoğulcu mekansal
algısı içinde ne ölçüde rasyonel kalabilecektir?
Dahası
sözgelimi Müslümanların kendi inançları ekseninde gelişen
rasyonaliteleri ile diğer inançlar ekseninde gelişen rasyonaliteler
arasında dengeli bir ilişki nasıl kurulabilir? Bu dengeli rasyonel
ilişkinin zemini nedir ve nerededir?
Özellikle
“Post-modern” diye adlandırılan düşünme biçimi açısından bakıldığında,
peşinen bir veri olarak kabul edilen çoğulculuğu düzenleyebilecek bir
evrensel geçerliliği olan rasyonalite imkansız göründüğü için, bu
sorulara verilebilecek açık bir cevap da yoktur. Verilebilecek her
cevap, kaçınılmaz olarak belli bir yerel veya sınırlı yaklaşımı temsil
edeceği için, çoğulculuk, kendi heterojen ve dinamik yapısını evrensel
akıl tasarımına feda etmeyen yani gideceği yönü önceden mantıksal olarak
belirlenemeyen bir varlık alanına dönüşmektedir.
Ancak,
gerçekte çoğulculuk sorunu, sadece post-modern düşünce biçimleri içinde
algılanabilecek kadar yerel ve sınırlı olmadığından önümüzde geniş bir
düşünme imkanının bulunduğunu kabul etmeliyiz. Zira Habib C. Malik’in
belirttiği gibi, her şeyden önce, insanlar arasında anlamlı ilişki
kurulmadan önce insanların özgürlüğünden ve haklarından bahsetmek
saçmadır. O halde, çoğulculuk sorunu, sahip oldukları haklar itibariyle
birbirinden ayrıştırılmış alanlar içinde özerkleşen bireylere bakarak
tümüyle anlaşılabilecek bir şey değildir. Belki o çok daha esaslı
olarak, insanlar arasında anlamlı ilişkilerin nasıl olup hala
kurulabildiği sorunu açısından ele alınması gereken bir şeydir.
Ne var ki, söz
konusu “anlamlı ilişki” sorununu da, sadece insanların karşılıklı olarak
birbirini dinlemesi, anlaması ve saygı içinde kabullenmesi sorunu ile
daraltmak yanlıştır. Elbette her bir insan, anlamlı bir varlık olarak,
diğer insanlar karşısında kendisini açığa vurup dile getirdikçe
dinlenmeyi, anlaşılmayı ve saygı görmeyi peşinen hak etmektedir. Lakin,
“anlamlı ilişki” ya da “çoğulculuk” sorununa özellikle İslam’ın akıl ve
vahiy arasında gözettiği hassas ilişki açısından bakıldığında, karşımıza
çok daha farklı bir durum çıkmaktadır.
Zira İslam’ın
insanlara vahiy göndermesinin temel esprisi sadece kainatı ve insanları
yaratan bir Yüce Gücün varlığından haber vermek ve kendisine kulluk
etmeye çağırmak değildir. İslam vahyinin asıl esprisi, insanın kendi
gerçekliği başta olmak üzere, onun ilişki içine girdiği dünyadaki tüm
varlıkların gerçekliğinin bundan böyle nasıl şekil alması gerektiği
sorunu ile ilgilidir. Daha açık deyişle, insan aklı hem insan
gerçekliğine hem de tabiattaki varlıkların gerçekliklerine bir şekilde
müdahale eden ve bu gerçekliklerin yeni şekiller almasına yol açan bir
güçtür. Bu nedenle insan aklının işlev üstlendiği tüm varlık alanları
kaçınılmaz olarak insan aklının tasarımlarına göre yeni gerçeklikler
kazanabilmekte ve dönüşebilmektedir.
İşte vahyin
esprisi, bu gerçeklik alanının düzenlenmesinde insan aklının salt kendi
tasarımlarına göre rol üstlenmesi durumunda gerçeklik alanının bir tür
bozulmaya ve tahrife uğrayabilme riskini dikkatlere sunmasıdır.
Sözgelimi, atom bombasını tasarlayan, gerçekleştiren ve onu Dünya
savaşları esnasında Japon halkı üzerine atarak hem bir neslin fiziksel
ve ruhsal gerçekliğini hem de tabiat gerçekliğini derinden dönüştürerek
tahrif edebilen şey insan aklıdır. Yine teknolojik üretim çabaları
esnasında organik yapılar dahil tabiatın dengesini sarsan ve sarsılan
dengelerin insanın geleceğini tehdit etmesine yol açan yine insan
aklıdır.
Vahyin
esprisi, insan aklının gerçeği tek başına dönüştürme çabasına giriştiği
esnada yol açabileceği riskler karşısında insanı uyararak bu gerçekliğin
dönüşümünde imanın aklı dengeleyen rol üstlenmesi durumudur. İslam’da
hassas akıl ve vahiy dengesi, bu nedenle basitçe imanın akla değer
vermesi ve aklın da imana saygı duyması veya ona tabi olması ile
kurulmaz. Belki bu denge daha çok, başta insan gerçekliği olmak üzere,
insan aklının müdahil olabildiği tüm alanlarda gerçekliğin ahlaki,
estetik ve teolojik açıdan Allah’ın kainattaki “sünneti” ile
olabildiğince uyumlu olarak şekillendirilmesi için iş birliği yapmakla
kurulur.
Bu açıdan
bakıldığında, günümüzde “çok kültürlülük” denen hadise, basitçe dünya
üzerinde birbirinden farklı kültürlerin bir arada bulunması ve
karşılıklı saygı ve anlayış içinde olmaları ile anlaşılamaz. Belki daha
köklü olarak “çok kültürlülük” denen hadise, farklı coğrafyalarda,
farklı zaman dilimlerinde insan aklının varlıklara müdahil olması
sayesinde birbirinden farklı gerçekliklerin ortaya çıkması ve bu esnada
insan aklının kendi rasyonalitesini çeşitlendirmesi hadisesidir.
İnsan aklı,
gerçekliğe şekil verirken aynı zamanda kendi rasyonalitesini yani kendi
varlığını şekillendirir ve çeşitlendirir. Bu nedenle çok kültürlülük
denen şey, insan bilinci karşısına farklı coğrafyalarda farklı kültürel
motiflerin çıkması şeklinde bir estetik algı konusundan çok daha ciddi
olarak, dünyanın ve insan varlığının bu denli çeşitlenmiş ve ayrışmış
gerçekliklere dayalı olarak bundan sonra nasıl şekil alabileceği
sorusunu kendisinde barındırır.
Bu durum,
neden yukarıda, çoğulculuk ya da insanlar arasında anlamlı ilişkiler
sorununu sadece insanların birbirini dinlemesi, anlamaya çalışması ve
saygı duyması şeklinde pasif anlamıyla ele almadığımızı daha iyi
sergilemektedir. Zira çoğulculuk sorunu, en aktif anlamıyla insan
gerçekliğinin yeryüzünde ve yeryüzü gerçekliğinin insan karşısında
geleceği sorunudur.
Şayet
çoğulculuk, insanlar arasında anlamlı ilişkiler kuruldukça ortaya bir
takım hak ve özgürlüklerin çıkması ile teşekkül ediyorsa, bu durumda
çoğulculuk insan ve tabiat gerçekliğinin şekillenmesi
sürecinde—düşünebilen ve insanlarla anlamlı ilişkiye girebilen—tüm
bireylere belli ölçülerde hak ve özgürlüklerin verilmesi durumudur.
İslam dini,
aklı başındaki her bireye gerçekliğin şekillenmesi noktasında bir
sorumluluk yüklüyorsa, bunun nedeni bu tür bireylere bu hakkı kullanma
noktasında belli bir noktaya değin güvenmesindendir. Çok kültürlülük, bu
anlamda her bireyin andığımız bilinçli sorumluluk düzeyinde gerçekliği
şekillendirme sürecine aktif olarak katılmasıyla oluşabilecek bir
şeydir. İslam vahyinin, insan aklına yalnız olmadığını ve geleceğe dair
karar verirken bir başkasına (yani başta Yaratıcıya ve diğer insanlara)
danışması gerektiğini bildirmesi çok kültürlülük bağlamında belli bir
mesaj içermektedir: Çok kültürlülük, ancak insanların karar verirlerken
başkalarına açık olabilmeleriyle anlamlıdır.
Zira insan
aklı, ne zaman kendi başına belirlediği bir takım ilkeleri sürekli
meşrulaştıracak ve doğrulayacak sonuçlar veren bir kapalı sistem üretse,
hem çoğulculuğa, hem çok kültürlülüğe hem de bir arada yaşama imkanına
büyük zararlar vermektedir. O halde, birbirinden farklı haklar,
sorumluluklar, inançlar, kültürler ve bireyler arasında çoğulculuğu
koruyabilecek tek rasyonel tutum, bireylerin kendi kendini doğrulayan ve
meşrulaştıran kapalı rasyonel (ideolojik) sistemlerden uzak
kalabilmeleri ve sürekli başkalarına açık kalarak kendi
rasyonalitelerini revize edebilmeleridir.
Aksi halde,
sadece imanı doğrulama amacını gütse dahi, kendi içine kapalı her
rasyonel tutum, sonunda hem insan aklına, hem imana hem de insan ve
tabiatın gerçekliğine zarar vermektedir. Zaten, yukarıda ima edildiği
üzere, Allah’ın insanlara kendisini tanıtmasının ve kendisine kulak
verilmesini istemesinin bir amacı da, insan aklını kendi içine kapalı
sistemlerden korumak değil midir?
[1]
"İslam Medeniyetinde Birarada Yaşama Sempozyumu", 15-16 Nisan
2008 Trabzon.