asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kur'an ve Anlama Sorununun Mahiyetine Dair*
Doç. Dr. Mustafa ÖZTÜRK Ehlince
bilindiği üzere, günümüz Türkiye’sinde özellikle son birkaç yıldan bu
yana İlâhiyât ve İslâmiyât araştırmalarını determine eden meselelerin
başında Kur’an ve Kur’an’ı anlamanın mahiyetiyle ilgili tartışmalar
gelmektedir. Bu tartışmaların muhtevası ise büyük ölçüde, Kur’an ne tür
bir hitaptır? Tarihsel midir, tarih üstü müdür? Kur’an hitabını
anlamanın anlamı nedir? Kur’an’ı anlamak bir sorun mudur? Şayet
sorunsa, ne tür bir sorundur? vb. sorular muvacehesinde dile getirilen
çeşitli görüş ve kanaatlerden oluşmaktadır.
Kur’an’ın mahiyetine
ilişkin aktüel tartışmalar, hattı zatında hicrî II. (VIII.) yüzyılın
ilk yarısında, büyük bir ihtimalle, Yuhanna ed-Dımaşkî gibi bazı
Hıristiyan ilahiyatçılarının Hz. İsa’nın ulûhiyetini kanıtlama
girişimleriyle eş zamanlı olarak ortaya çıkan “Halku’l-Kur’an”
(Kur’an’ın mahluk ve muhdes bir kelam olup olmadığı) problemiyle ilgili
münakaşalar etrafında şekillenen iki farklı Kur’an tasavvurunun modern
döneme özgü felsefî hermeneutik kavram ve kavramların refakatinde
yeniden formüle edilmesinden ibarettir.
Kur’an’ın mahiyetiyle
ilgili geleneksel iki tasavvurdan biri Sünnî, diğeri Mu’tezilî düşünce
sistemine aittir. Sünnî tasavvura göre Kur’an, aslı itibariyle tarihe
tekaddüm eden bir varlık düzlemine aittir. Kur’an’ın tarih öncesi
varlık meskeni ise, Levhi Mahfuz’dur. İlâhî irade, Kur’an’ı Hz.
Peygamber’e vahyetmeyi dileyince, diğer bir deyişle, vahyin vahyedilme
zamanı gelince, onu melekler aracılığıyla bir bütün halinde keyfiyeti
bize meçhul olan Levh-i Mahfuz’dan Beytü’l-İzze’ye indirmiştir. Böylece
Kur’an tarihsel varlık alanına girmiş ve dünya semasında bulunduğu
varsayımı dışında gerçek mahiyeti hakkında hemen hiçbir bilgiye sahip
olmadığımız Beytü’l-İzze’den yirmi küsur yıl zarfında peyderpey
(tencîmen) yeryüzüne indirilmiştir.1
Kur’an’ın tarihe
ve tarihsel olan her şeye tekaddüm eden bir aslî varlığı bulunduğu
inancı, esas itibariyle kelam sıfatının Allah’ın zâtî sıfatlarından
biri olduğu kabulüne dayanır. Yanı sıra Kur’an’ın mana ve muhtevasının
ezelde belirlenmiş olduğu fikri de bu kabulde mündemiçtir. Zira Allah
zâtı itibariyle ezelî bir varlıktır. Dolayısıyla O’nun zâtî sıfatları
ile bu sıfatların tüm tecellileri de ezelî olmak durumundadır. Allah,
zâtına sonluluk izafe edilmekten münezzeh bir varlık olduğuna göre
O’nun kelamına da sonluluk izafe edilemez. Bu analojiden çıkan
mantıksal sonuç şudur: Kur’an, ezelî ve ebedî bir varlık olan Allah’ın
zâtına ilişkin bir sıfat olan kelamın tecellisidir; bu yüzden delalet
düzeyleri bitip tükenmez bir anlam deryasıdır.
Ehl-i Sünnet
kelamının öncülerinden İbn Küllâb el-Basrî (ö. 240/854) ve Hâris b.
Esed el-Muhâsibî (ö. 243/857) gibi âlimlerin, bir tarafta Kur’an’ın hem
lafız hem mana yönünden mahlûk olduğu görüşünü savunan Cehmiyye ve
Mu’tezile alimleri, diğer tarafta bu görüşün tam aksini savunan Selef
alimleri arasında üçüncü bir yol, daha doğrusu bir ara formül bulmak
maksadıyla ortaya attıkları “mana itibariyle kadîm, lafız ve okunuş
itibariyle mahluk Kur’an” (kelâm-ı nefsî ve kelâmı lafzî) tezine
rağmen, tarih boyunca Sünnî Müslümanların zihinlerinde Kur’an’daki
lafızların sonsuz bir anlam potansiyeline sahip olduğu düşüncesinin
hakim olduğu söylenebilir.
Bu düşünce bizi zorunlu olarak
Kur’an’ın geçmiş, şimdi ve gelecek nesillerin tüm muhtemel soru ve
sorunlarını tükettiği ya da Müslümanların dünyevî yaşamda
karşılaşmaları mümkün olan her problemin çözümünü içerdiği tezini
savunmaya sevk eder. Nitekim Sünnî paradigmanın kurucu şahsiyetlerinden
biri olan Şâfi’î (ö. 204/819) de, “Kur’an’da Müslümanların dünya
hayatında karşılaşacakları her problemle ilgili bir çözüm vardır”
mealindeki sözüyle tam da bu tezi savunmuştur. Çünkü ona göre, İslâm
toplumunun ilmî ve entelektüel tüm birikim ve üretimi sünnetin
şerhinden, sünnetin tümü Kur’an’ın şerhinden, Kur’an’ın tümü ise
Allah’ın isim ve sıfatlarının şerhinden ibarettir.2
Böylece
Şafi’î, dinî ve düyevî meseleleri ve bu meselelerle ilgili bütün görüş
ve kanaatleri Kur’an’a, dolayısıyla Allah’ın esmâ ve sıfatına irca
etmiştir. Şafi’î’nin adeta bir sûfî mentalitesiyle şekillendirdiği bu
Kur’an tasavvuru, bilahare Zerkeşî (ö. 794/1391) ve Suyûtî (ö.
911/1505) gibi beyan alimlerinin ulûmu’l-kur’ân (Kur’an İlimleri)
terimine yükledikleri anlamı da büyük ölçüde tayin ve tahdit etmiştir.
Fıkıhta şâfi’iyyü’l-mezheb olan bu iki alimin konuyla ilgili meşhur
eserlerine (el-Burhân ve el-İtkân) göz atıldığında, söz konusu terime
yükledikleri anlamın Kur’an’ı anlama ve yorumlama usûlüyle uzaktan
yakından hiçbir ilgisinin bulunmadığı hemen fark edilir. Zira Zerkeşî
ve Suyûtî, tıpkı mezhep imamları gibi, Kur’an’ın her şeyin bilgisini
içerdiği inancına sahip oldukları için, ulûmu’l-kur’ân terimini de pek
tabii olarak “varlık âlemindeki her şeyin bilgisi” şeklinde
anlamlandırmışlardır.3
Bu anlam düzeyinde Kur’an
mademki sonsuz bir anlam deryasıdır; öyleyse onda ‘yok’ yoktur.
Gerçekte günümüz Müslümanlarının zihnindeki hâkim anlayış budur.
Kur’an’da ‘yok’ vardır, yani bugün elimizde iki kapak arasında yazıyla
kayıtlı Mushaf metni beşerî bir dilin (Arapça) sunduğu imkânlar
dâhilinde sınırlı bir anlam potansiyeline sahiptir, denilmesi halinde
Allah’a eksiklik izafe edilmiş olacağı düşünülmektedir. Bu düşünce,
kesinlikle aşırı tenzihçi bir refleksin ürünüdür. Ne ki, Kur’an’ın
anlam potansiyelinin Arap dilinin imkân ve sınırlarıyla mukayyet olduğu
tezine aşırı tenzih refleksiyle antitez geliştiren çevrelerin geçmişte
ilâhî kelamı çalkalandıkça yağı çıkan bir kitap olarak algılayan
zihniyetin günümüzdeki temsilcileri olan -sözüm ona- şifre çözücülere,
19 rakamından bin bir çeşit matematiksel mucize yaratanlara ve dahi
Zülkarneyn’i ‘sebep’ adlı uzay aracına bindirip galaksilerde seyahat
ettirenlere itiraz sadedinde söyleyecek hiçbir sözleri bulunmasa
gerektir.
Gerçek şu ki, Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’da her bir harfi
Kaf Dağı kadar büyük şekilde yazılı olan meta-historik bir varlığı
bulunduğuna ilişkin dogmatik varsayım, Ebû Zeyd’in ifadesiyle, onu
muhteva olarak şekillendiren Arabî kültür ve olgudan büsbütün
soyutlayan bir anakronik zihniyetin kökleşmesine yol açtı. Böylece,
Kur’an, eytişimsel bir tarzda cereyan eden aşkın-içkin diyalogu
bağlamında şekillenen bir mesajdan öte insanın karşı koyması mümkün
olmayan ilâhî kudret tarafından tarihsel-kültürel olguya dikte edilen
bir manifesto gibi algılanır oldu ve bu algılamaya koşut olarak makul
anlamlar içeren bir dilsel metin olmaktan çıkıp salt mukaddes bir
objeye, diğer bir deyişle, kutsallığını ideler âlemindeki ezelî aslını
temsil eden varlığından alan bir ‘Mushaf’a dönüştü.4
Hatırlanacağı
üzere, yukarıda Kur’an’ın mahiyetiyle ilgili ikinci tasavvurun
Mu’tezilî düşünce sistemine ait olduğunu söylemiştik. Mu’tezile,
kendine özgü bilgi teorisi ve tevhid anlayışı gereği Kur’an’ın mahluk,
muhdes, mef’ûl, mec’ûl, ve Allah’ın Zâtından ayrı bir varlığının
bulunduğu fikrini savunur. Kur’an mahlûktur; aksi halde teaddüd-i
kudema (birden çok kadîm varlık) çıkmazına girmek kaçınılmaz olur. Bu
itibarla, ‘Kelâmullah’ denen şey, harf ve seslerden oluşan, bir mahalde
bulunan, belli bir tertip içerisinde insan idrakine açık bir şekilde
sunulan Kur’an’dan başka bir şey değildir. Bu demektir ki, Kur’an,
önümüzde duran ve yaratılmış olan kelimelerdeki makul anlamlarının
ötesinde kadîm vasfını haiz başka bir anlam düzeyine sahip değildir.
Aksi düşünüldüğü, yani Kelâmullah nefste kâim bir mana olarak
algılandığı takdirde, onun mistifiye edilmesi kaçınılmazdır.5
Hiç
şüphesiz, Kur’an gerçek manada ilâhî bir kelamdır; ancak bu kelâm
Allah’ın Levh-i Mahfûz, Cebrail ve Peygamber gibi muhdes varlıklarda
yarattığı harflerle seslerden oluşan bir arazdır. Duyulup/işitilip
anlaşılan bir kelam olması bakımından insanlara ait sözlerden farklı
değildir. Zira her iki kelam da harfler ve seslerden oluşur. Allah,
yarattığı harf ve seslerle mütekellim olur. Bu açıdan Kur’an mahlûk,
muhdes ve mef’uldür; ezelde mevcut olmayıp sonradan vücut bulmuştur.
Kaldı ki Kur’an, harflerin oluşturduğu kelimelerden, ayet ve sure gibi
bölümlerden müteşekkildir. Başı ve sonu olan, parçalardan meydana gelen
ve bazı tarihî olaylarla ilgili bilgiler içeren kelimelerin kadîm
sayılması imkânsızdır. Kâdîm vasfını haiz yegâne varlık Allah’tır.
O’nun zâtı dışında hiçbir kadîm varlık bulunmadığına ve Kur’an da ilâhî
bir fiil neticesinde meydana geldiğine göre, kelâm-ı ilâhî olan
Kur’an’ın mahlûk sayılması gerekir. Eğer Kur’an kadîm bir kelam
olsaydı, hitap ettiği insanların da kadîm olması gerekirdi. Zira henüz
reel varlık düzlemlinde vücut bulmamış varlıklara yönelik emir ve
nehiylerden bahsetmek ilâhî hikmete aykırıdır.6
Diğer
yandan ‘kelâmullah’ terkibindeki ‘kelâm’, Allah’ın kadîm sıfatlarından
biri değildir. Dahası, kelam zât-ı ilâhînin bir fiili, eylemesidir.
Allah mütekellimdir; ancak O, kelamı bu kelama taalluk eden harf, ses
vb. şeyleri yaratmış olması hasebiyle muhdes ve mahluk bir kelamla
mütekellimdir. Mu’tezile’nin ilâhî sıfatları zâtî ve fiilî şeklinde
ayrıştırmasının anlamı şudur: Fiilî sıfatlar, Allah ile nesneler
dünyası arasındaki ortak alanı, zâtî sıfatlar ise Allah’ın yalnızca
kendi varlık ve zâtına mahsus alanı temsil eder. Diğer bir deyişle,
fiilî sıfatlar tarihsel, zâtî sıfatlar ise tarih dışı varlık anlamına
aittir.
Allah’ın
fiilî sıfatlarından olan ‘kelâm’, konuşanın/mütekellimin, hitabını
kendisine yönelteceği bir muhatabın varlığını zorunlu kılar. Şayet biz
Allah’ı ezelde konuşan, yani kelâmı ezelî olan bir varlık olarak
nitelersek, bu niteleme -nesneler dünyası ezelde mevcut olmadığı için-
karşısında muhatap olmaksızın O’nun kendi kendine konuştuğu anlamına
gelir. Ancak bu tarz bir tekellüm hikmet-i ilâhiye aykırıdır. Zira
Allah’ın biz “kronosoğulları”nın dünyasına girişi sözle olmuştur. Sözün
dünyası ise, her zaman konuşanın karşısında bir muhatabın bulunmasını
iktiza eder. Çünkü kelam, konuşan ve dinleyeni gerektiren bir diyalog
sürecidir. O, ancak diyalog içinde anlam kazanır ve asla hiçlikten
doğmaz.* Buna karşın ilim, kudret, kıdem ve hayat gibi sıfatlar,
Allah’ın zâtından başka hiçbir varlığı gerektirmez. Zira Allah zâtıyla
âlim ve kâdir; zâtıyla ezelî ve diridir. O, âlemi bu dört sıfatla
yaratmıştır. Eğer hayat, kıdem, ilim ve kudret olmasaydı âlem reel
varlık alanına çıkmazdı. Bu yüzdendir ki Mu’tezile, savunduğu tezde
tutarlılığı sağlamak için, âlemin yokluk evresinde iken bir çeşit
varlık düzeyine sahip olduğunu varsaymak durumunda kalmış ve bu
varsayımını ‘yoklukta imkan halinde bulunan varlık’ (el-vücûdü’ş-şey’î
fi’l-‘adem) şeklinde formüle etmiştir ki, böylece anılan varlık
düzeyinde Allah’ın eşyaya kendisiyle hitapta bulunduğu tekvînî “ol!”
(kün) emrinin bir muhatabı bulunsun ve bu muhatap da mezkûr emrin
muktezasınca hemen var olsun.7
Diğer yandan
Mu’tezile, Kur’an’ın manâ (asıl) itibariyle ezelî olduğunu kanıtlamak
maksadıyla Sünnî kelamcılar tarafından ortaya atılan ve İbn Teymiyye
(ö. 728/1328) gibi bazı İslâm âlimlerince Kur’an’daki lafızların gerçek
manada ilahî kelam kabul edilmemesi gibi bir sonuca müncer olduğu
gerekçesiyle son derece tutarsız olarak nitelenen ‘kelam-ı nefsî’
kavramının da gerçekte Allah’ın ilim ve irade sıfatlarından başka bir
şey olmadığını savunmuştur.8 İlim ve iradenin ezelî
olduğunda ihtilaf yoktur; ancak ilâhî ilim ve irade harflerin
yaratılması suretiyle insanlara iletilmiştir. Bu yüzden, Kur’an mahlûk
ve muhdes olarak kabul edilmelidir. Ayrıca “kün” (ol) emri ilâhî kelamı
değil fiili ifade eder. Kur’an’da ilâhî isim ve sıfatların bulunması da
onun kadîm olmasını gerektirmez. Çünkü isimle müsemmâ aynı şey değildir.9
Eğer aynı olsaydı, Kâdî Abdülcebbâr’ın (ö. 415/1025) da belirttiği
gibi, necis şeylerden söz eden bir insanın ağzının pislenmesi veya
tatlı bir nesnenin ismini zikreden bir kişinin ağzının tatlanması
gerekirdi.10
Özetlemek gerekirse, Mu’tezilî gelenekte
Kur’an, Allah’ın mümkün bir tarihte, beşerî bir dilin imkân ve
sınırları içinde konuşmasıyla vücut bulmuş hâdis bir kelamdır.
Dolayısıyla Kur’an tarihsel, tarihe ait bir fenomendir. Bu itibarla,
Allah’ın insanlık tarihinin belli bir döneminde sözel bir dinsel metin
olarak somutlaşan kelâmını anlama ve yorumlama faaliyetinde öncelikle
ve özellikle Arap dilinin tüm imkânlarını sonuna kadar kullanmak ve bu
süreçte, ilâhî adaletin muktezasınca yapıp ettiği tüm fiillerin gerçek
öznesi olan insanın aklî yetilerine güvenmek ve onu Allah’ın kelâmını
anlama girişiminde son derece etkin ve işlevsel kılmak gerekir.
İşte
tam bu noktada sorulması gereken temel soru şudur: Kur’an’ı anlamanın
anlamı nedir? Kur’an’ı anlamak bir sorun mudur? Şayet sorunsa ne tür
bir sorundur? Daha açık bir ifadeyle, Kur’an’ı anlamak teslimiyet mi
yoksa yöntem sorunu mudur? Kur’an, tıpkı vicdanın sesini dinler gibi
dinleyerek anlaşılabilecek bir hitap mıdır? İman hesaba katıldığı
takdirde, Kur’an’ı okuma ve anlamada teslimiyetle yöntem birbirinden
ayrıştırılabilir mi? Daha da önemlisi, Müslüman bir bireyin Kur’an’ı
salt bilgi nesnesi olarak görmesi veya onu bu gözle okuyup anlamaya
çalışması olası mıdır?
Burada şu hususu özellikle belirtmek
gerekir ki, Kur’an’da Allah’ın insanlara yönelik hitabının açık ve
anlaşılabilir olduğu beyan edilmiş ve tarihsel belgelerin de teyit
ettiği üzere, ilâhî hitabın nâzil olduğu dönemde dil düzeyinde kayda
değer bir anlama sorunu yaşanmamıştır. Nitekim konuyla ilgili rivayet
malzemesinde birkaç münferit örnek dışında sahabîlerin Kur’an’ı dilsel
düzeyde anlamadıklarına ilişkin hemen hiçbir veri mevcut değildir. Bu
noktada, ilk nesille karşılıklı ve canlı bir ilişki tesis eden
Kur’an’da sık sık inkârcıların ilâhî mesajın mağzâsı -manası değil!-
hakkında taakkul, tedebbür, tefekkür ve tezekkür etmeye
yanaşmadıklarından söz edilmiş olması, nüzul döneminde kayda değer bir
dilsel anlama sorununun yaşanmadığını teyit eden bir başka gösterge
olarak telakki edilebilir.
Esasen, vahyin nüzul sürecindeki
‘anlama’, Allah’ın ne dediğini (mana) değil, ne demek istediğini
(mağzâ) kavrama çabasını ifade ediyor ve bu çabanın pratik yönü ise
tedebbür, tefekkür, akletme, kabul ve içselleştirme şeklinde dışa
vuruyordu. Çünkü Kur’an, meşhur sahâbî İbn Mes’ud’un (ö. 32/652), “
Bizden biri on ayet öğrendiğinde bu ayetlerin manasını içselleştirip
pratik yaşamında tatbik etmedikçe, diğer ayetleri öğrenme çabası içine
girmezdi”11 şeklindeki sözünde de ifadesini bulduğu üzere,
sahabe nazarında salt okunup ezberlenen bir sözel metinden ziyade kulak
verip dinlenen, emir ve buyruklarına göre hareket edilmesi gereken bir
öğretiler mecmuası idi.
Buna mukabil, Kur’an, Hz. Osman
dönemindeki istinsah faaliyetinin ardından yazınsal bir metin olarak
algılanmaya başladı ve bu algılanma tarzı, doğal olarak Kur’an’ı anlama
meselesine farklı bir mahiyet kazandırdı. Çünkü belli bir toplumsal ve
zihinsel çevrede, belli bir dil ile ortaya konulan bir metni, o metnin
yazarı hayattan ayrıldıktan sonra anlama sorunu ortaya çıkar. Bunun
sebebi, metin ile daha sonraki dönemlerde onu anlamak ve uygulamak
isteyen insanlar arasına başka tarihselliklerin ve zihnî çevrelerin
girmiş olmasıdır. Ayrıca, zamanın geçmesi ve değişmesiyle birlikte
kelimeler, kavramlar, deyimler ve düşünce tarzlarında ortaya çıkan
başkalaşımlar, ilk ortaya çıkışında kendisine aşina olunan metin ile o
metnin sonraki muhatapları arasında bir ilişki kopukluğuna yol açar ve
böylece metin, adeta yabancı ve şüpheli gibi gözükebilir.12
Tarihsellik
tecrübesinin kaçınılmaz sonucu olan bu durum, aynıyla Kur’an metni için
de geçerlidir. Zira, Kur’an’ı standart bir yazın metni olarak görüp
tanıyan tâbiûn neslinden bugüne kadar gelip geçen tüm Müslüman nesiller
için, gerek epistemolojik gerekse varoluşsal açıdan ilk neslin sahip
oldukları imkanlardan mahrum olma durumu söz konusuydu. İlk neslin
sahip olduğu en büyük imkan, hiç şüphesiz Kur’an’ın onlar tarafından
bizzat tecrübe edilen bir ‘şimdi’ içerisinde vahyediliyor olması idi.
Vahyin içeriği çoğu zaman doğrudan veya dolaylı olarak ilk muhatapların
yapıp etmeleriyle ilgili olduğu için, ‘anlama’ spontane olarak
gerçekleşiyor; dolayısıyla “Allah ne demek istedi?” şeklinde bir
sorunun zuhuru söz konusu olmuyordu. Buna karşın, vahyin nüzul ortamına
tanık olmayan Müslüman nesiller için Kur’an, artık yaşanan olaylar
üzerine belli aralıklarla nazil olan bir hitap değil yazılı bir belge
ve kitap idi. Her ne kadar nahiv ve lügat ağırlıklı tefsir
faaliyetleriyle Allah’ın ne dediğini (manâ) tayin etmek onlar için
mümkün olsa da ne demek istediğini (mağzâ) anlamak o kadar da kolay
değildi. Çünkü söz, bir diyalog ortamında sâdır olmuş ve bu muvakkat
oluş artık son bulmuştu. Bu durumda, sözün sâdır olduğu anda ne olup
bittiğini, o an orada bulunan insanlara sormak gerekiyordu. Nitekim
gereken yapıldı ve tâbiîn nesli Kur’an’ın gerçek manâ ve mağzâsını
büyük ölçüde sahabeden öğrendi.13 Tâbiûn neslinin sahabeye
sorup öğrenme imkânından yoksun olan günümüz Müslümanları için ise,
Kur’an’ı anlamak, haddi zatında kitaplaşmış Arabî bir kelamı anlamak
demektir. Binaenaleyh, biz bugün içinde bulunduğumuz tarihsel durumun
kaçınılmaz sonucu olarak, murâd-ı ilâhîyi temelde Kur’an metninin ait
olduğu dilin -ki burada kullanılan ‘dil’ kavramı, bir toplumun topyekün
kültür mirasını yansıtan bir ayna gibi edilmelidir- imkân ve sınırları
içerisinde anlamak durumundayız.
Kur’an, İslâm dininin en temel
kurucu metni olması hasebiyle, elbette Müslüman ilim adamlarının
referans çerçevesinde yer almak durumundadır ve bu da son derece
doğaldır. Ancak bu durum, hiç kimseye, sırtını Kitab’a dayayıp kilise
babası edasıyla konuşma hakkı vermez. Kur’an sonuçta bir metindir ve bu
metnin anlaşılması ve açıklanması için bir yönteme ihtiyaç vardır.14
Bizim de kanaatimiz o dr ki, Kur’an’ı anlamak, günümüz Müslümanları
için öncelikle bir yöntem sorununa tenzil etmek anlamına gelir mi?
Meseleye Müslüman olmanın gerçek manâ ve maksadını kavramış biri
açısından bakıldığı takdirde, bunun bir indirgeme olmadığını söylemek
gerekir. Çünkü Kur’an’ın buyruk ve öğretilerine kayıtsız şartsız
teslimiyet, tüm Müslümanlar için, teknik anlamda Mushaf metninde
kayıtlı olan ibareleri anlama ve yorumlamayı önceleyen bir keyfiyettir.
Bu itibarla, daha başından Kur’an’la varoluşsal bir ilişki içinde olan
Müslüman bir bireyin murad-ı ilahîyi anlama gayreti, asla herhangi bir
metni salt entelektüel bir çaba veya zihinsel bir faaliyeti ekseninde
okuyup anlama gayretine indirgemez.
Söz konusu iki farklı okuma
ve anlama çabası arasında kıyas yapmanın gayr-i kâbil olduğuna ilişkin
bu hükmümüz, Kur’an’ın sahih bir iman ve kayıtsız şartsız bir
teslimiyet bilinciyle, tıpkı vicdanın sesini dinler gibi dinlemek
suretiyle anlaşılabilecek bir metin, mesaj ya da kitap olup olmadığı
sorusunu gündeme getirmektedir. Biz bu soruya verilecek doğru cevabın,
“Hayır”, anlaşılamaz şeklinde olması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü biz,
Allah’ın doğrudan doğruya miladi yedinci yüzyıl Arap Yarımadası’nda
yaşayan insanların dil ve kültür evreni içinde vahyettiği kelamındaki
beyanların günümüz Müslümanları için anlama ve yorumlamayla ilgi hiçbir
teknik enstrümana lüzum hissettirmeyecek derecede açık ve kendiliğinden
anlaşılabilir bir keyfiyet arz ettiği kanısında değiliz. Zira sözü
edilen ortamda vahyedilen ayetlerdeki lafızların tümü bugün Kur’an
metninde mahfuz olmakla birlikte, ilk defa jest ve mimiklerin eşliğinde
mübarek bir ağızdan sâdır olan ve canlı bir diyalog ortamında şifâhî
olarak aktarılan bu sözün tabii bağlamı, aradaki bin küsur yıllık
mesafe sebebiyle artık yok olmuştur. Ancak bu bağlamın yok olması, bize
Kur’an’ı boşluğa inmiş ve ya masa başında telif edilmiş bir yazın metni
gibi okuma hakkı vermez. Kaldı ki, ayetlerin vahyedilmesine medar olan
nüzul ortamını yok sayarak doğrudan doğruya Kur’an metninde kayıtlı
olan lafızların delaletiyle Allah’ın bizden ne istediğini sahih bir
şekilde anlamak son derece zor, hatta imkânsızdır. Aksi halde, yorumcu
sayısı kadar yorum, dolayısıyla Kur’an üretilmesi mukadderdir.
Sonuç
itibariyle, Kur’an’ı sadece lafız-mana düzeyinde anlamaya çalışmak pek
mümkün değildir. Bu demektir ki, tefsirde yöntem konusunda daha
kapsamlı bir perspektif geliştirmek kaçınılmazdır. Bu bağlamda, klasik
dönemlerde telif edilmiş ulû’mül-kur’ân kitaplarında önerilen anlama ve
yorumlama yönteminin yeterli olup olmadığı sorulabilir. Kanaatimizce,
bu soruya müspet cevap vermek imkânsızdır. Zira klasik döneme ait
tefsir usûlü ve ulû’mül-kur’ân kitapları arasında ayrı bir yere sahip
olan ve bugün dahi usûlle ilgili bilimsel çalışmalarda temel başvuru
kaynağı olma vasfını muhafaza eden Zerkişî’nin el-Burhân ve Suyûtî’nin
el-İtkân adlı eserlerinde yer alan başlıklara göz attığımızda, pek çok
konunun Kur’an’ı anlama ve yorumlama ile ilgili yöntem bilgisi
içermediğine tanık olunmaktadır. Söz gelimi, havâssü’l-kur’an,
fezâilü’l-kur’an, Kur’an’dan istinbat edilen ilimler, Kur’an’da geçen
isim sıfat ve künyeler, Kur’an’daki hitaplar vb. konular, doğrudan ve
dolaylı olarak Kur’an’la irtibatlı olan ve fakat usûlle hiçbir ilgisi
bulunmayan bilgiler içermektedir.
Esasen bu hüküm, Kur’an ve
nüzul tarihi arasındaki diyalektik ilişkiye ışık tutan esbâb-ı nüzul,
mekkî-medenî ve nâsihmensûh gibi bahisler kapsamında aktarılan bilgiler
için de geçerlidir. Mesela esbâb-ı nüzul bahsinde zikri geçen, “gökte
inen ayetler, yerde inen ayetler, kış mevsiminde inen ayetler, yaz
mevsiminde inen ayetler, yaya vaziyette iken inen ayetler, deve
üzerinde inen ayetler, uykuda inen ayetler” vb. tasniflerin usûlle
hiçbir ilgisi yoktur. Rivayetlerin aktarımıyla ilgili siyga
kategorileri ise, hadis ilmindeki sübut kriterleri açısında çok fazla
bir değer taşımamaktadır. Bir başka deyişle, sebebü nüzûli’l-âyeti kezâ
(Bu ayetin nüzul sebebi şudur), nezelet hâzihi’l-âyetü fi kezâ (Bu ayet
şu olay hakkında indi) vb. kaba tasniflerden hareketle bir rivayetin
gerçek sebeb-i nüzul mü yoksa Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî’nin (ö.
1176/1762) tasnifiyle,15 tefsir rivayeti mi olduğunu tespit
etmek pek mümkün değildir. Diğer taraftan nâsih-mensûh kapsamında yer
verilen, “metni mensuh hükmü baki ayet” vb. kategoriler, Kur’an’ı
anlamaya yardımcı olmak şöyle dursun, ilâhî kelamın mevsukiyetine halel
getirecek bir mahiyet arz etmektedir.
Bu
bağlamda, İbn Teymiyye’nin “Tefsire Giriş” risalesi üzerinde de durmak
gerekir. Zira bu eser, giriş kısmında da açıkça ifade edildiği üzere,
Kur’an’ı anlama ve yorumlama usûlü olma iddiası taşımaktadır. İbn
Teymiyye, hangi tefsirin okunup hangisinin okunmaması gerektiğini isim
isim zikredecek kadar ideolojik ön yargılar eşliğinde telif ettiği bu
eserinde bize beş ana başlıkta özetlenebilecek bir usûl önermektedir.
Son döneme ait tefsir usûlü kitaplarında da aynıyla zikredilen ve -Nasr
Hâmid Ebû Zeyd gibi bazı çağdaş araştırmacılar dışında- hemen hiç kimse
tarafından tenkit ve tahlile tabi tutulmayan bu usûl projesine göre
Kur’an’ı yorumlamanın en makbul şekli Kur’an’ın Kur’an’la tefsiridir.16
Acaba Kur’an gerçekten kendi kendisini tefsir ediyor mu? Kanaatimiz
odur ki, Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri, verili bir tefsir modeli
değildir. Diğer bir ifadeyle, bazı Mekkî ayetlerde seci sağlama
maksadıyla zikredilen kısmî açıklamalar, sözgelimi, el-kâriatü
me’l-kâria vemâ edrâke me’l-kâria… gibi bazı örnekler hariç tutulursa,
Kur’an’da hangi ayetin hangi ayetle tefsire edildiği, tamamen
müfessirin dirayet ve kabiliyetine bağlı bir husustur.
İbn
Teymiyye, Kur’an’ı yorumlamanın en güzel teknikleri arasında ikinci
olarak Hz. Peygamber’in tefsirini, daha sonra ise, sırasıyla, sahabe ve
tâbiûn tefsirini zikretmiştir. Ona göre Hz. Peygamber Kur’an’ın tümünü
tefsir ettiği için, tefsirde öncelikle Hz. Peygamber’in, daha sonra da
sahabenin beyanlarına itibar edilmesi gerekir. İşte tam bu noktada şunu
sormak gerekir: İbn Teymiyye’nin en güzel ikinci tefsir tarzı olarak
zikrettiği Kur’an tefsirine ilişkin nebevî beyanların literatürde
kayıtlı tefsir rivayetleri arasındaki oranı nedir? Dr. Mehmet Akif
Koç’un İbn Ebî Hâtim’in (ö. 327/939) tefsirindeki 16 bin küsur rivayet
üzerinde yapmış olduğu son derece titiz çalışmadan ortaya çıkan sonuç,
bu oranın % 4 olduğunu göstermektedir. Aynı çalışmada, sahabeye ait
rivayetlerin oranının yaklaşık % 20; arta kalan tefsir rivayetlerinin
tümünün ise tâbiûn ve sonraki nesillere ait olduğu tespit edilmiştir.17 Şu halde, Hz. Peygamber ve sahabe tefsiri Kur’an’ın tamamını değil oldukça sınırlı sayıda ayetlerin tefsirini içermektedir.
Re’y
merkezli yoruma gelince; İbn Teymiyye, kişisel görüş ve çıkarımlara
mebni tefsirin caiz olmadığına ilişkin bütün rivayetleri aktardıktan
sonra Arapça bilen ve Kur’an’a vâkıf olan kişinin re’yle tefsir
yapmasında bir sakınca olmadığını belirtir. Ancak onun cevaz verdiği
re’y, gerçekte adı var kendi yok hükmündedir.18 Çünkü
tefsiri tamamen selef otoritesine irca eden İbn Teymiyye’nin düşünce
evreninde öznenin dirayetinin kısmen ön plana çıktığı te’vile yer
yoktur. Yine onun tefsir anlayışında, Kur’an’da çok önemli bir yer
tutan mecaza da yer yoktur. İbn Teymiyye’nin tefsir faaliyetinde
te’vile yer vermemesinin en temel sebebi, Mu’tezile’nin Allah’ın isim
ve sıfatları hakkındaki görüşleri; mecazı inkâr etme sebebi ise
Mürcie’nin amel-iman münasebeti konusundaki tavrıdır.
Kanaatimizce,
İbn Teymiyye’nin, özellikle fetvalarında re’y ve içtihadı alabildiğince
kullanırken bize büyük ölçüde rivayet merkezli bir tefsir usûlü
önermesi, tamamen ideolojik bir tavırdan kaynaklanmaktadır. Nitekim
onun Kitâbü’l-îmân adlı eserindeki şu ifadeleri, söz konusu tavrın arka
planındaki temel saikleri açıkça ortaya koymaktadır:
Kişisel
görüşe (re’y) ve dile mebni yorum yöntemi ehl-i bidata özgüdür. Bu
yüzden İbn Hanbel, ‘İnsanlar en fazla te’vil ve kıyas konusunda hata
yaptı’ demiştir. Nitekim bizzat tecrübe edildiği üzere Mu’tezilei
Mürcie, Şia (Rafıza) ve diğer bidatçi fırkalar Kur’an’ı subjektif görüş
ve kanaatlerine göre yorumluyor ve tabiatıyla Hz. Peygamber’in,
sahabenin, tabiîn ve büyük İslâm âlimlerinin sözlerine (yorumlarına)
hiç itimat etmiyorlar. Keza onlar, sünneti, selefin icmaını ve onlardan
nakledilen görüşleri de bir veri olarak kabul etmiyorlar. Onlar sadece
aklın ve dilin verilerini baz alıyorlar. Yine onlar, rivayet
tefsirlerini, hadisi ve selefin sözlerini bir kenara atıp Arap dili ve
edebiyatı ile kendi fikir önderlerinin telif ettikleri kelam
kitaplarına itibar ediyorlar. Bu, mülhitlerce de felsefe, edebiyat ve
dille ilgili kitapları esas alıp tefsir, hadis ve rivayetleri bütünüyle
göz ardı ediyorlar. Onlar, peygamberlerin belirleyici sözlerinden
(naslar) srf-ı nazar ederler. Çünkü bu sözlerin onlar nezdinde
subjektif kabullerine göre yorumlarlar. Bu yorum faaliyetlerinde Hz.
Peygamber’in ve sahabenin sözlerini rafa kaldırırlar.19
Bütün
bu mülahazalardan sonra şunu belirtmek gerekir ki, Kur’an’ın bugün
nasıl anlaşılması gerektiği sorunu, son derece önemli bir sorun olarak
orta yerde durmakta ve bu sorun yeni yöntem arayışlarını zorunlu
kılmaktadır. Burada bir kez daha vurgulamak gerekirse, söz konusu
zorunluluk, büyük ölçüde klasik tefsir usûlündeki mevcut imkânların
kifayetsizliğinden kaynaklanmaktadır. Kaldı ki, zaman zaman “Kur’an
ilimleri” (Ulûmu’l-kur’an) terimiyle de eşanlamlı olarak kullanılan
tefsir usulünün sistematik bir anlama ve yorumlama yöntemi içerip
içermediği meselesi de ayrı bir tartışma konusudur. Zira mevcut
literatür incelendiğinde, gerek klasik dönemlerde telif edilen
ulûmu’l-kur’an kitaplarında, gerekse yakın geçmişte “Tefsir Usûlü”
ismiyle ortaya konulan eserlerde yer alan bilgi malzemesinin ilâhî
kelâmın nasıl anlaşılması gerektiğini tarif eden normatif karakterli
bilgilerden çok, Kur’an metninin dil, üslup ve edebî özelliklerine
ilişkin deskriptif bilgilerden müteşekkil olduğu görülürü. Yine bu
eserlerde oldukça geniş bir yer tahsis edilen siyasî-mezhebî tarihle
ilgili malumatın Kur’an’ı anlama ve yorumlama yöntemiyle ne tür bir
ilişkisi olduğunu anlamak da gerçekten zordur. Şayet tefsir usûlüyle
ilgili bir eserde ille de tarihsel bilgi aktarmak gerekiyorsa, konuyla
ilgili bölümde mezhebî, edebî-ictimaî vb. muhtelif tefsir ekolleri
hakkında bilgi vermek yerine Kur’an’ın nazil olduğu tarihsel ve
kültürel arka planı aydınlatıcı, İslâm öncesi Arapların şiir ve seci
gibi şifâhî kültür ürünlerini tanıtıcı bilgi aktarmak, hiç kuşkusuz çok
daha anlamlı ve faydalı olacaktır. Keza, usûlle ilgili eserlerde
Kur’an’daki tekrarların hikmetini, ‘edebî i’câz’ formülüyle izah etmek
veya ilk bakışta birbiriyle çelişik gözüken (müşkil) ifadelerin
çözümünde birtakım varsayımlar üretmek (gaybı taşlamak) yerine,
sözgelimi, Kur’an’ın otantik şekliyle bir söz (kelâm) olduğu
gerçeğinden hareketle söz-yazı, dolayısıyla Paul Ricoeur’un ‘metin
paradigması’ bağlamında ortaya koyduğu sözlü dil-yazılı dil ayırımından
bahisle herhangi bir kitap ya da yazı metni için kusur sayılan
tekrarlar, ilk bakışta çelişik gözüken ifadeler, pasajlar arasındaki
ifade kopuklukları vb. ârızî unsurların Kur’an için hiç de kusur
sayılamayacağını tatminkâr bir şekilde izah etmek gerekir.
Ne
var ki, klasik tefsir usûlünün sahip olduğu imkanlar dahillinde bu tür
izahlar geliştirmek pek mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla, yukarıda
da şfade edildiği üzere, yeni yöntem arayışlarına girmek
kaçınılamazdır. Bu itibarla, günümüz Kur’an araştırmacılarının
hermeneutik (yorumbilim), semantik (anlambilim), semiyotik
(göstergebilim) gibi dil, anlama ve yorumlamayla ilgili farklı kavram
ve kuramlara bigane kalmaları mümkün değildir. Nitekim, bugün
ülkemizdedeki pek çok İslâmî meselenin tartışılmasına zemin hazırlayan
merhum Fazlur Rahman’ın geliştirdiği tefsir usûlü projesi, genellikle
Friedrich Schleiermacher (1768-1834) ve Wilhelm Dilthey’in (1833-1911)
takipçisi olarak kabul edilen ve yorum faaliyetinde nesnel anlamın
imkanını savunan İtalyan hukukçu Emilo Betti’nin (1890-1968)
nesnel-yöntemsel hermeneutik kuramından mülhemdir. Kuşkusuz, Fazlur
Rahman’ın usûl projesinin tartışmaya açık tarafları mevcuttur. Ancak,
bugün Kur’an’la ilgili aktüel tartışmaların gündeminden hiç düşmeyen
tarihsellik, ahkâmın değişmesi vb. meselelerden maslahat ve makâsıda,
Hz. Ömer ve Şâtıbî’nin (ö. 790/1388) Kur’an ve yorum anlayışından
Martin Heidegger ve Hans-Georg Gadamer’in varoluşçu ve felsefî
hermeneutiğine kadar pek çok konuya yönelik ilgi ve ‘yeni’ bilgimizi
onun mezkur projesine borçlu olduğumuz da gün gibi aşikardır.
*
Bu yazı, Bilgi ve Düşünce Dergisinin 5. Sayısında (Mart-2003) “Kur’an
ve Nesnel Anlam(an)ın Mahiyetine Dair” başlığıyla yayımlanan makalenin
gözden geçirilmiş formudur. 1 Geniş bilgi için bkz. Şihâbuddîn Abdurrahmân b. İsmail Ebû Şâme el-Makdisî, el-Mürşidü’l-vecîz, nşr. TayyarAltıkulaç, Ankara 1986, s. 9-30. 2 Celâluddîn Abdurrahmân es-Suyûtî, el-İtkân fi ulûmi’l-kur’ân, Beyrut 1991, II. 271. 3 Bkz. Bedruddîn Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşî, el-Burhân fi ulûmi’l-kur’ân, nşr. M. Ebû’l-Fazl İbrahim. Kahire trz… I. 3-9; Suyûtî, el-İtkân, II. 271-282. 4 Nasr Hâmid Ebû Zeyd, İlâhî Hitabın Tabiatı, çev. M. Emin Maşalı, Kitâbiyât Yay., Ankara 2001, s. 93. 5 Ebü’l-Hasen el Kâdî Abdülcebbâr el-Hemedânî, el-Muğnî fi ebvâbi’l-tevhîd ve’l-adl (Halku’l-kur’an), nşr. İbrahim el- Ebyâri, Beyrut 1961, VII. 15 vd. 6 Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-usûli’l-hamse, nşr. Abdülkerîm Osman, Kahire 1965, 528-531. * Şamil Öçal, “Kelâmullah’ın Çift Doğası: Kelâm-ı Nefsî”, İslâmiyât II (1999), s. 63-64. 7 Nasr Hâmid Ebû Zeyd, en-Nass es-sulta el-hakîka, Beyrut 1995, s. 68-69. 8 Takiyyûddin Ahmed b. Abdilhalîm İbn Teymiyye, Mecmû’atü’r-resâîl ve’l-mesâil, nşr. M. Reşid Rıza, Beyrut 1983, III. 429. 9 Kâdî Abdulcebbâr, el-Muğnî, VII. 164 vd. 10 Kâdî Abdulcebbâr, Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 542-543. 11 İbn Teymiyye, Mukaddimetü’t-tefsîr, (Mecmû’u fetâvâ içinde). Riyad 1398, XIII. 365. 12 Adil Çiftçi, Fazlur Rahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek, Kitâbiyât, Ankara 2000. S. 92. 13 Ömer Özsoy, “Kur’an’ın Anlaşılması Sorunu”, (Yayımlanmamış Tebliğ), Güncel Dinî Meseleler Birinci İhtisas Toplantısı: Kur’an ve Hadislerin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Yöntem Meselesi, 02-06 Ekim 2002 Ankara. 14 Yunus Apaydın, “Yöntem(sizlik) Sorunu Üzerine”, İslâmiyât III (2000), Sayı: 1, s. 144. 15 Bu tasnifle ilgili olarak bkz. Şah Veliyyullah Ahmed b. Abdirrahîm ed-Dihlevî, el-Fevzû’l-kebir fi usûli’l-tefsîr, çev. Mehmed Sofuoğlu, İstanbul 1980, s. 49-57. 16 İbn Teymiyye, Mukaddimetü’t-tefsîr, XIII, 363-369. 17 Mehmet Akif Koç, İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri: İbn Ebî Hâtim Tefsir Örneğinde Bir Literatür İncelemesi, (yayımlanmamış doktora tezi), Ankara 2001, s. 101. 18 İbn Teymiyye, Mukaddimetü’t-tefsîr, XIII, 370-375. 19 İbn Teymiyye, Kitâbetü’l-imân, Beyrut 1983, s. 107.
Doç. Dr. Mustafa Öztürk, Kur’an’ı Kendi Tarihinde Okumak, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2004.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|