Yazanlarda |
|
nuri72 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 21 nisan 2005 Yer: ABD Gönderilenler: 311
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
TASAVVUF ÜZERİNE DÜŞÜNCELER*
ilyas Yazar
Kültür dünyamızın şekillenmesinde özellikle X.yüzyıldan sonra etkili olmaya başlayan tasavvufun mahiyetini, önemini ve başlangıçtan günümüze kadar gelişim sürecini ana hatlarıyla incelemeye çalışacağız.
İnsanlık tarihinin gelişimi ile birlikte düşünebileceğimiz konulardan birisi de şüphesiz özünde ilâhi bilgi ve sırların bulunduğu mistik düşüncedir. Gizlilik anlamını ihtiva eden Latince kökenli bu kelime, zamanla felsefî ve dînî bir mahiyet almıştır. Bazı araştırmacılar ise mistisizmi, dînî, lâ-dînî, sonsuzluk ve kişilik mistisizmi gibi farklı tasniflere tabi tutmuşlardır. Belli ölçüde gizlilik esasına dayanan mistisizmde maddeye karşı bir tavır (zühd) ve seyr-i sülûk gibi bir takım uygulamalar olduğu görülmektedir.
Mistik yaşamın ve mistik anlayışın İslâm, Hıristiyan ve Musevî dünyasına, Yunan düşüncesine, Brahmanizm, Budizm ve Manihaizm’e farklı yansımaları olduğu söylenebilir. Burada özellikle mistisizmin tasavvufla ayrım noktalarını kısaca belirtmeyi yararlı görüyoruz:
Mistisizmde metotsuzluk ve pasiflik egemendir. Şeyhe bağlanma gibi bir durum söz konusu değildir, şeyh olmadığı için mürşitler silsilesi gibi bir gelenek de oluşmamıştır. Belirli zamanlarda yapılması gereken evrâd u ezkâr bulunmamakta ve insanlar yetenekleri ölçüsünde mistisizmin içinde kendilerine yer bulabilmektedir. Her hangi bir hiyerarşi yoktur ve en son varılabilecek nokta İlme’l-yakîn derecesidir.
Tasavvufta ise metot önemlidir, aktiflik esastır. Seyr-i sülûk bir mürşidin nezaretinde başlayıp devam eder. Mürşit merkezli bir yapılanma esas olduğundan silsile mevcuttur. Şeyhin belirlediği esaslar doğrultusunda yapılması gereken evrâd u ezkâr vardır; insanlar intisapla bu dünyaya girebilir ve şeyh, zikir ve riyazet gibi unsurlarla makamları aşabilirler. Tasavvufta herkesin yerinin belli olduğu piramide benzer bir yapılanma vardır. Sûfilerin varabilecekleri en son nokta Hakka’l-yakîn derecesidir.
Bu kısa açıklamadan sonra, mistisizmin İslâm dünyasında tasavvuf olarak şekillenmesi üzerinde duralım. Kişinin nefsini terbiye etmesi, ıslah etmesi, varlıktan geçerek Allah’a kavuşması amacını güden tasavvuf, kaynağı Kur’an ve hadis olmakla beraber, ortaya çıktığı dönemdeki ilimlerden (hadis, fıkıh, kelam gibi) de etkilenen ve İslâm âleminde doğup gelişen rûhî ve mânevî hayat tarzıdır. Bazı sûfilerce tasavvuf, sulhu olmayan bir savaş; nefse kul, şeytana zebûn olmamak, nefsin nasibini terk ederek Hakk’ın nasibini aramak; zâhirden uzaklaşıp bâtına yaklaşmak; mihnetleri gizlemek; cömertlik, zariflik ve temizlik olarak değerlendirilmiştir. Kuşeyrî, ilk sûfilerin hepsinin Sünnî olduğunu belirterek tasavvufun, ehl-i sünnetin bünyesinden çıktığını ileri sürmektedir.
İslâm kültür ve düşünce dünyasını derinden etkileyen bu cereyanın Arabistan’da doğmamış, gelişmemiş ve yerleşmemiş olduğuna dikkat çeken A.Yaşar Ocak, tasavvufun yapı itibarı ile İslâmı, kendi eski kültürleri çerçevesinde algılayan Araplar dışındaki Müslümanların, kitâbî ve nasçı İslam anlayışını temsil eden hâkim Arap Müslüman sınıfına karşı geliştirdiği mistik bir tepki hareketi olması yönüne dikkat çekmektedir. Tabi ki bu tespitle, tasavvufun Arapları dışladığı düşünülmemelidir. Buradaki amacın, Arapların, özellikle Emeviler devri ile başlayan şiddet politikalarına yönelik bir eleştiri olduğu göz önüne alınmalıdır.
Kaynağı Kur’an ve hadis olmakla birlikte, bu iki kaynakta da geçmeyen Tasavvuf kelimesinin hangi kökten türemiş olduğu hususunda, araştırmacılar çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Tasavvuf kelimesinin, saflık, duruluk, berraklık anlamına gelen “safv” kökünden, “Benu Sûfe” kabilesinden, “suffe” ashabından, bir çöl bitkisi olan “sufane”den, Yunanca hikmet anlamına gelen “sophia”dan ve yün anlamına gelen Arapça “suf” kökünden türediği ileri sürülmüştür. Bu konudaki genel kanı, kelimenin en son ifade ettiğimiz yün anlamındaki “suf” kökünden türediğidir. Peygamberlerin ve zühd ehlinin, kibir, gurur ve bencilliğin belirtisi sayılan ipek elbiseler yerine, ekseriyetle yünden yapılmış elbiseler giymeleri, zühd ve takva belirtisi olarak değerlendirilmiştir. Bu anlayış, tâbiûn ve onları takip eden kuşaklar tarafından da devam ettirilmiştir.
Dünyayı âhiretle bir ve eşit tutmaya veya ondan daha üstün tutmamaya; maddeye ve eşyaya karşı tavır ortaya koymaya İslam tasavvufunda zühd denilmektedir. Bazı sûfiler zühdü, lüzumlu olanı, dünyayı ve parayı terk etmek; elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmaması; azlık, halvet ve açlık olarak ifade etmişlerdir. Zühd, tasavvufun temelidir, ibadet ise zühdün tabii bir sonucudur. İbadetlerin amacı, nefsi disiplin altına alarak Allah’a yaklaşmaktır. Tasavvuf ile zühd arasındaki münasebet de bu açıdan önemlidir. Zühdde korku, tasavvufta aşk unsurunun ağır bastığı görülür. Aşkın önemini göstermesi açısından Schimmel’in de örnek olarak verdiği, efendisi tarafından azad edilmiş bir köle olan Râbia Hatun’nun hikâyesi dikkat çekicidir: Bir elinde meşale ve diğer elinde ibrikle Basra sokaklarında yürüyen Râbia’ya bu davranışının hikmeti sorulduğunda o şu cevabı vermiştir: “Cenneti ateşe vermek, cehenneme ise bir son vermek için bu haldeyim. Böylece engeller ortadan kalktığında, Allah’a kimin aşkla, kimin cennet kaygısıyla ibadet ettiği görülecektir.”
İlk dönemlerden itibaren zühd ve tasavvufa yönelenler arasında Basralı Râbia Hatun gibi kadın zâhideler ve sûfiyeler de bulunmaktadır. Kuşeyrî, Kelebâzî, Hücvirî gibi sûfi yazarların, tasavvufla iştigal eden kadınlardan hiç bahsetmemiş olmalarına karşın, çeşitli dönemlerde yazılmış bazı sûfi tabâkat kitaplarında bu konuya yer verildiğini görüyoruz. Nefâhatu’l-Üns’te Râbia, Lübâbe, Şu’vâne, Fatıma-i Nişaburiye, Meryem Basriye, Ümmü Muhammed ve Ümmü Ali gibi otuzu aşkın kadın zâhideden bahsedilmektedir. Sülemî ve İbn Cevzî sûfi kadınlar hakkında geniş bilgi vermektedir. Bazı sûfilere göre ricâlu’l-gayb arasında kadın dervişlerin olduğu da ileri sürülmektedir.
Mevlânâ’nın kadınların düzenlediği semâ meclislerine gitmesi ve Mesnevî’de zaman zaman kadınları ön plana çıkarması, onun bu konudaki tavrını da yansıtmaktadır. Mevlevîlik’te kadın halifelerin bulunduğu bilinmektedir. Sultan Veled’in kızı Şeref Hâtun, bir çok mürideye sâhip bir Mevlevî halifesidir.
Bektâşilik’te de kadınlar âyin-i cem adı verilen tarikat törenine erkeklerle beraber iştirak ederler, muhabbet sofrasında beraber otururlar, beraber nefes okurlar ve semâ ederler. Tasavvufun kadını toplumsal hayatın içine çekme düşüncesi, medresenin baskısı ile sekteye uğramıştır. Bektâşilerin ve Alevîlerin dışında kadın dervişler, baskılar sebebiyle toplumdan ayrılmak zorunda kalmışlardır.
Hz. Peygamber, sahabe ve tâbiîn dönemlerinde insanlar, büyük ölçüde âyet ve hadislerin de tesiriyle zühd hayatına yönelmişti. Burada, Kur’an’ın Mekkî ve Medenî âyetlerini ve bunların önemini belirtmek yararlı olacaktır. Mekkî âyetler, genellikle iman hakikatlerine yönelik konuları dile getirmekte ve İslâmî zühd hayatının da temelini oluşturmaktadır. Bu dönemlerdeki Peygamber ve sahabe hayatı, bu yaşamın iskeletini oluşturmuştur. Hicretle birlikte Medine’ye yerleşen Müslümanlar, artık biraz daha toplumsal hayatın içine çekilmeye başlanmış ve Kur’an’ın Medenî âyetleri de bu sosyal düzenin oluşmasında en önemli unsur olmuştur. Ancak Medine’de bir İslam devletinin şekillenmeye başlamasıyla birlikte, daha Hz. Peygamber döneminde insanların kısmen zühd hayatından koparak dünya nimetlerine temâyül göstermeye başlamaları da dikkatlerden kaçmayan bir husustur. Dört halife dönemi ve özellikle de Emeviler’den itibaren bu tür yaşam biçiminin giderek rağbet edilen bir mahiyet aldığı görülmektedir.
Tasavvufun tarihi gelişimi incelenirken kaynakların, konuyu çeşitli tasniflerle ve belirli kıstaslara göre ele aldığı görülecektir. Konuyla ilgili olarak hazırlık sürecinde yaptığımız çalışmalardan yola çıkarak, tasavvufun tarihî gelişimini Kuşadalı İbrahim Halvetî’nin bakış açısı doğrultusunda ele almaya çalışacağız. Buna göre tasavvufun tarihî gelişimi, ilk devir, tekke devri ve son devir olmak üzere üç kısımda değerlendirilecektir.
__________________ A'raf 194 Allah dışındaki yakardıklarınız sizin gibi KULLARDIR , eğer iddianızda haklıysanız , hadi çağırın onlarıda size cevap versinler
|
Yukarı dön |
|
|
nuri72 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 21 nisan 2005 Yer: ABD Gönderilenler: 311
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İlk devir, Peygamber devri ve Zâhidler devri olarak iki kısımda incelenmektedir. Peygamber döneminde kaynak tektir ve mistik hayat, Peygamber’in yaşadığı gibi yaşamaktan ibarettir. Mistik yaşayışta ileri olanlar, takvâ bakımından faziletli kabul edilmektedir. Tasavvuf kelimesinin daha kavram olarak kullanılmadığı bu süreçte, İslam toplumu yaşamın her boyutunda, Hz. Peygamber’i kendisine örnek almıştır. Zira Peygamber, din, dünya, fert, devlet gibi bütün alanların liderlik vasfını benliğinde toplamıştı. Bu özelliklerin, sonraki devirlerde müstakil kurumlar haline geldiğini ve her birinin örnek şahsiyetinin başka bir tip olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Bu açıdan Peygamber’in fıkhî sahadaki liderliğini fakihlerin, Kur’an’ı anlama ve yorumlamadaki liderliğini müfessirlerin, imânî konulardaki liderliğini kelamcıların ve Bâtınî konularla ilgili liderliğini sûfîlerin veya velîlerin üstlendiği söylenebilir.
İlk devrin ikinci kısmını oluşturan zâhidler devri, İslam tarihinin Tâbiûn (sahabeleri görenler) dönemine rastlamaktadır. Tekke devrinin ilk bölümü olan tarikatler öncesi döneme geçişin sağlandığı bu devrin zâhidane hayat tarzı, insanlardan ayrı ve yalnız yaşama, nefsî istekleri dikkate almama ve onlarla mücadele, sabır, tevekkül, Allah korkusu, hüzün, çok ağlama ve şüpheli şeylerden uzak durma gibi tipik özellikler taşımaktadır. Büyük sûfilerin ve zâhidlerin yetiştiği IX. ve X. (H. III-IV.) yüzyıllara kadar, tasavvufla ilgili bir takım eserler yazılmış ve sûfîliğin esasları yazılı hale getirilmiştir. Tasavvuf sözcüğünü ilk kullanan Ma’ruf-i Kerhî, tasavvuf düşüncesine mârifet unsurunu getiren Zün-Nûn Mısrî, tasavvufî ahvalleri inceleyen ilk kişi olduğu söylenen Serî es-Sakâtî, zühd ve tasavvufa yeni boyutlar getiren Bayezid-i Bistâmî, sevgili uğruna candan geçen Hallâc-ı Mansur, Gazâli’yi hazırlayan ve Bağdat sûfilerinin tartışmasız üstadı kabul edilen Cüneyd-i Bağdâdî, Allah korkusuna dayanan takvâ anlayışı ile Hasan Basrî, ilk tekkeyi kuran ve sûfi lakablı ilk zâhid Ebu Hâşim es-Sûfî, tasavvufa Allah aşkını getiren Rabia el-Adeviyye gibi zâhidler ve sûfiler kendi devirlerinin tanınmış sîmâları arasında yer almaktadır.
Diğer yandan, yine bu dönemde, fütüvvet ve melâmet gibi önemli tasavvufî ekoller de ortaya çıkmıştır. Yukarıda isimleri zikredilen Mâ’ruf-i Kerhî, Serî es-Sakâtî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi fütüvvet ehli sûfiler, Irak’ta tasavvuf adı altında İslam’ın mânevi hayatını geliştirirken, Horasan bölgesinde Hamdûn el-Kassâr, melâmet adı ile söz konusu hayatın farklı bir yorumunu ortaya koymuştur. Melâmet ehli ihlas ve riya konusuna ağırlık verirken, fütüvvet ehli daha çok dinin insaniyet yönü üzerinde durmayı tercih etmiştir.
İlk tarikatin ortaya çıktığı XII. (H.VI.) yüzyıla kadar olan dönem, tasavvufî düşüncenin doğup geliştiği ve şekillendiği bir zaman dilimidir. Bu dönemde tasavvuf, geniş ölçüde pratiklere dayanan, teorilere fazla yer vermeyen, basit fakat derin, sade ve anlamlı bir mânevî hayat tarzı olarak değerlendirilebilir. XII. yüzyıldan sonra ise Tarikatler dönemi başlamaktadır. Bayezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi zühd döneminin ünlü sûfilerinin ortaya koyduğu anlayışın, bu dönemde Gazâlî tarafından sistemleştirildiğini görüyoruz. Gazâlî’nin, fikrî hayatının oluşmasında üç önemli unsur etkili olmuştur. Bunlar, filozofları küfürle, Bâtınîliği delâlet ve sapıklıkla itham etme ve fukaha ve kelamcıları da mistik unsurlara yer vermemeleri sebebiyle eleştirmesidir. Gazâlî, Y.Nuri Öztürk’ün ifadesiyle, mezhep çekişmelerinin yaşandığı bir ortamda, kelâm, fıkıh ve tasavvuf terkibiyle sünnî sûfiliği sistemleştirmeye çalışan bir deha olarak görülmüştür.
Gazâli’den sonra yetişen ve Gazâli’nin kelam, fıkıh, tasavvuf terkibine tasavvuf ve felsefe terkibiyle cevap veren İbn Arabî de üzerinde durulması gereken bir isimdir. Zaman zaman görüşleri ve çalışmaları bakımından İbn Teymiyye ve İbn Haldun tarafından eleştirilere maruz kalan İbn Arabî’nin düşünce dünyasının temeli vahdet-i vücûda dayanmaktadır. Bu düşüncesini insan, aşk ve Muhammedî hakikatle olgunlaştıran Arabî’ye göre Allah’ın bilinmesi konusunda akıl ve felsefe yeterli değildir, Allah’ı bulmanın asıl rehberi aştır. Bu kapsamda İbn Arâbi’nin vahdet anlayışı, asırlarca süren tasavvuf geleneğinin de temelini oluşturur.
Varlık anlayışı tasavvuf dışındaki yaklaşımlarda, her şeyin kendi varlığı ile kâim olduğu, madde olduğu ve bunu da Allah’ın yarattığı esasına dayanmaktadır. Tasavvufun varlık anlayışında ise, İbn Arabi’nin temsil ettiği görüş açısından, gerçekte var olan hiç bir şeyin aslında var olmadığı, var olan maddelerde Allah’ın isimleri ve sıfatlarıyla tecessüm ettiği, yani cemâl ve celâl sıfatlarının göründüğü esas kabul edilmektedir. İbn Arabi’nin görüşüne katılmayan bazı mutasavvıflara göre ise, gerçekte varmış gibi görünen maddeler aslında yoktur. Bunların hepsi, Allah’ın o maddede tecellisinden ibarettir. Zâhidler ve sûfiler döneminde yazılmış çeşitli risale ve kitaplarda bu tür görüşlerin de tartışıldığı (Futuhâtu’l-Mekkiyye, Fusûsu’l-Hikem, Avârifü’l-Ma’ârif, Mantıku’t-Tayr, Mesnevi..vs) ve bu eserlerin tasavvufun gelişim sürecinde belirli bir boşluğu doldurduğu söylenebilir.
Sûfi yaşantılarından ve tasavvufla ilgili kaynaklardan hareketle, tasavvufun bir takım unsurlar taşıdığını görüyoruz. Bunlar, hâl ve makam, mârifet, fetih-feyiz, rüya, insan-ı kâmil, hatm-i velayet, kerâmet, fenâ-bekâ, cem-fark ya da sekr-sahv, şathiye ve aşk olarak açıklanabilir. Bu kavramların, kısaca ifade edilmesinin yararlı olacağı düşüncesindeyiz:
Tasavvufta müridin seyr-i sülûk sürecindeki konaklama yerlerine menzil ya da makam denilmektedir. Makam, müridin yaptığı riyazet ve mücahede ile Allah katında elde ettiği mânevî yerdir. Hâl ise Allah’ın müride anlık lütfettiği, geçici bâtınî duygudur. Hâlin vehbî olmasına karşılık makamlar kesbîdir, çalışma ve mücadele ile elde edilir. Makamların, tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, zikir, sabır, murâkabe ve rıza gibi aşamaları bulunmaktadır.
Tasavvufun unsurlarından mârifet, kalp kaynaklı vâsıtasız bilgidir. Çalışmadan elde edilen bilgiler vahiy ve ilhamdır. Vahyin peygamberlere, ilhâmın ise sûfilere özgü bir bilgi yolu olarak görüldüğünü, bu mânâda, mârifetin vecd ve ilham yoluyla elde edilen bilgi olduğunu söyleyebiliriz. Mârifetin ilk safhası İlme’l-yakîndir. Bunu şüphelerin ortadan kalktığı ve gayba ait özelliklerin belirginleşmeye başladığı Ayne’l-yakîn safhası takip eder. Son aşaması ise, bütün perdelerin ortadan kalktığı ve tecelli nurlarının kalbe aktığı Hakka’l-yakîn safhasıdır.
Sûfiler, iç dünyalarından kaynaklanan bilgilere fetih ve bu bilgi yoğunluğuna, coşkunluğuna feyz adını vermişlerdir. Rüya da yine sûfilerin bilgi yollarından birisi olarak görülmektedir. Onların hayatlarında görülen hârikulâde davranışlara ise kerâmet denilmektedir. Müridin seyr-i sülûk sürecinde yaşadığı bazı durumlar da, yine tasavvufun unsurlarından sayılmaktadır. Tevhidin başlangıcı sayılan ve manevî bir sarhoşluk olan fenâ hâli, bekâ ile son bulur. Kötü huy ve davranışlardan, gafletten fâni olma, ilimle ve zikirle bâki olma esas gayedir. Bu süreçte, müridin kendinden geçerek Allah ile beraber olmasına cem, tekrar normale dönmesine ise fark denilmiştir. Kalbe gelen mânevi feyizlerle sekr hâlini yaşayan müride, ibadet ve kulluk için fark, keşf ve mârifet için cem hâlinin gerekli olduğu belirtilmektedir. Sûfinin sekr ve cem hallerinde söylediklerine şathiye denilmiştir. Sûfilerin trans hâlinde söylediği şathiyelerin, şeriate ters gibi görülmesi, onların içinde bulundukları hâlin anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Hallâc-ı Mansur’un “Ene’l-Hakk” sözü de bu açıdan anlaşılmıştır.
Tasavvufun ferdi yönü önemli olmakla birlikte sosyal yönü de küçümsenemeyecek kadar önemlidir. Tasavvufi hayatın bazı biçimlerini bireyler ferdi olarak yaşar, ancak genel çizgileri ile tasavvufi hayat şeyhlerin ve mürşidlerin nezaretinde öğrenilir. Bu eğitimin belli aşamalarında gizlilik esastır. Bu gizliliğin sebebi, manevî alt yapısı eksik olanların yanlış anlama ve sapmalarını önlemektir. XII. asra kadar gelişme evresini yaşayan cemaatler bu asırdan sonra daha düzenli ve disiplinli bir örgütlenmeye gitmiştir. Tarikat adı verilen bu kurumlar, teşekkül ettikleri tarihten itibaren tasavvufî düşüncenin yaygınlaşmasında en önemli rolü oynamışlardır.
Sözlükte yol anlamına gelen tarikat, tasavvufî mânâda Allah’a ulaşmak için tutulan ve bir takım kuralları ve âyinleri bulunan yol demektir. Sûfiler tasavvufun ilm-i hâl, diğer ilimlerin ise ilm-i kâl olduğu belirtirler. İlm-i kâl, zâhir bilgisi olup akla ve nakle dayanmaktadır. İlm-i hâl ise bâtın bilgisi olup çalışmakla elde edilemeyen, kalbe gelen bilgiyi ifade eder. Sufiler bu açıdan tasavvufun kaynaklarından olan Kur’an’ı anlama ve yorumlamada te’vil metodunu kullanmakta ve kendilerini ancak hâl ehli olan ve ilm-i ledün sahibi kişilerin anlayabileceklerini belirtmektedirler.
Tasavvuf yapısı içinde yer alan tarikatlerin kendilerine mahsus bir takım adap ve erkanı vardır. Kılık kıyafet, şeyhe intisap, taç ve hırka gibi. Bununla birlikte tarikatlerin bazı ortak yönleri de bulunmaktadır. Bütün tarikatlerin temel unsuru zikirdir. Zikir, Allah’ın isimlerini ve belirli duaları çeşitli zamanlarda, belirli miktarlarda sesli ya da sessiz söylemek, tekrar etmektir. Mevlevîlerde sema’ olarak adlandırılan zikrin ilk telkinini Hz. Peygamberin yaptığına inanılmaktadır. Diğer bir özellik ise, seyr-i sülûk ve nefis terbiyesidir. Seyr-i sülûk, müridin dervişliğe başlayışından sevgiliye kavuşana, vuslata erene, tasavvufi yolculuğunu tamamlayana kadar yapmış olduğu kalbî ve manevî yolculuğun adıdır. Mânen seyreden derviş, seyr ilallah (kalp makamına ulaşması), seyr fillah (ilm-i ledüne ulaşması), seyr ma’allah (veliliğin sonuna ulaşması) ve seyr anillah (irşat için tekrar halkın arasına dönmesi) aşamalarından geçer. Bu süreçte mürşid, müridini nefis ve ruh yolu ile terbiye etmektedir. Seyr-i sülûkun bir özelliği de çile dönemidir. Müridin, üç ile bin gün arasında değişen zamanda, şeyhinin kontrolünde sakin bir yere çekilip zikir ile meşgul olması esasına dayanmaktadır. Hicret veya seyahat de seyr-i sülûkun özelliklerindendir. Maddi âlemden, ruhlar âlemine yolculuğu ifade eden hicret, vücudun ve kalbin seyahatini içerir.
Seyr-i urûc ile ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn aşamalarına gelen sâlik, seyr-i nüzûl ile insanlığa hizmet için tekrar başladığı noktaya gelir ve böylece seyr-i sülûkunu tamamlamış olur. Seyr-i sülûk ile maksat sevgiliye, Allah’a kavuşmadır. Sevgiliden ayrı kalan âşığın, Cüneyd-i Bağdâdî tarafından sistemleştirilen “misak” nazariyesinde de ifade edildiği gibi, tekrar ona vuslatı arzulanır. Buna göre, bütün ruhlar “Bezm-i Elest”’te “Elestü bi Rabbiküm?” suâline “Belâ” cevabını vererek Allah’ı, Rab olarak tasdik etmişlerdir. Ancak, ruhların bedenlere girmesiyle sevgiliden ayrılık başlamış, Allah’tan uzak kalmanın acısı ve hüznü âşığı derinden etkilemiştir. Tasavvuf eğitiminin gayesi de bu ayrılığı ortadan kaldırarak insanın içindeki gurbet duygusunu gidermek ve ezeldeki saflığına ulaştırmak olmuştur.
Bu konuda Necmeddin Dâî’nin Mirsâdü’l-İbâd adlı eserinde ayrıntılı bilgi bulmak mümkündür. Dâî, bu konu ile ilgili olarak şem’-pervâne ilişkisine dikkat çeker. Elest öncesi ruhlar Cemâl-i Mutlak ile beraberdir. Ruhlar için vatan burada Tanrı varlığıdır. Ondan ayrılma gurbete düşmektir. Allah, cemâlinden dolayı tecelli etmek istemiştir ve bunun için de ruhları bedenleştirerek insan yapmayı kararlaştırmış, bundan sonra ruhları çağırıp onları elest meclisinde toplayıp anlaşma yapmıştır. Yukarıda belirtilen bu anlaşmadan sonra ruhlar bedenlere gönderilmiş ve çeşitli perdelerden geçerek Allah’tan ayrılmıştır. İnsanın vatanından ayrılıp gurbete düşmesi gibi, ruhlar da Tanrı varlığından ayrılıp gurbete düşmüştür. Bedenlere gönderilen ruhlarla Allah arasına giren perdeler, ruhlara Allah’ı unutturan engeller olarak telakki edilmiştir. Bu aşamalardan sonra ruhların, Allah’tan ayrılarak bedenlere girmesi ve Allah’ı unutması, insanın hayvânî nefis ile hayata başlamasını sağlamıştır. Mutasavvıfların sıkça işledikleri ve çeşitli kısımlara ayırdıkları nefis bu açıdan ikili bir yapıya sahiptir. Biri madde kısmıdır, topraktan gelmiştir ve ölümlüdür; diğeri ise mânevî kısmı, ruhlar âleminden gelen kısmıdır. Madde kısmının ortadan kalkmasıyla mânevî kısmı da tekrar geldiği yere döner. Tasavvuf işte bu noktada önemli bir fonksiyon icra etmiştir. İnsanın nefsini hayvânî isteklerden arındırmasıyla kalbinde bir imân belirir, ki bu da genel kanıya göre ışık şeklinde tezâhür eder. Bu ışık, aynı zamanda sevginin de timsâlidir. Bu çerçevede, mutasavvıfların gözünde kalp, insanda var olan evrenin küçük bir modeli olarak algılanmıştır. Allah insanı kalbi için, kalbini de kalpte ulaşılabilecek mârifet bilgisini bilmesi için yaratmıştır. İnsan, hayvânî nefsini kontrol altına aldığında, aşkla kendisini hakikate götürecek yolları geçer ve vuslata kavuşur. Bu amaçla nefsi kontrol altına almaya yönelik metodlar da zaman içinde tarikatların doğmasını sağlamıştır.
Bu bakımdan seyr-i sülûk ile amaçlanan müridin/sâlikin insan-ı kâmil makamına ulaşmasıdır. Sûfilerin gözünde kâinat aynasının cilası olan insan-ı kâmil, genel anlamda Hz. Adem, özel mânâda ise Hz. Muhammed olarak algılanmıştır. İnsan-ı kâmil, seyr-i sülûkunu tamamlamış ve olgun insan mertebesine ulaşmış kişi demektir. O vecd ve istigrak hallerinde, vuslatı bulduğunda, aştığı makamların verdiği derûnî haz ve cezbe durumlarında kendini tutabilmiş ve sâlik olarak başladığı yolculuktan mürşit olarak dönmeyi başarabilmiş kişidir. Daima huzurlu olma, her işte bir hikmet görme, dünyanın ve eşyanın hakikatini kavrama, ifrat ve tefritten sakınma, özüyle ve sözüyle doğru olma insan-ı kâmilin vasıfları arasındadır.
Seyr-i sülûkta kişinin, yukarıda zikredilen makamları geçerken, içinde bulunduğu vecd ve istiğrak hallerinde kendine hâkim olmasının önemine değinen Y.Nuri Öztürk’ün, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatler adlı çalışmasında Mansur örneğini görüyoruz. Ona göre, Hallac-ı Mansur cezbe hâlinde taşkın ruhunu susturamamış ve bunu başıyla ödemiştir. Hakka’l-yakîn noktasına geldiğinde, sevgilinin cemâli karşısında onda kendini görmüş ve “Ene’l-Hak” diyerek kendinden geçmiş ve aşkın sırrını ifşâ ettiğinden dolayı sülûka başladığı noktaya geri dönmediği için de yolculuğu yarım kalmıştır.
Bu yönüyle Hallac’ı, Mevlâna ile karşılaştıran Y.Nuri, Mevlâna’nın vecd ve istiğrak hallerinde yok olmaktan, Şems ve Çelebi Hüsamettin gibi dehalar tarafından kurtarıldığına dikkat çeker. Eğer bu şahıslar olmasaydı, Mevlâna’daki engin cezbenin de kabına sığmayacağı, Hallac-ı Mansur ya da Nietzsche gibi kendini yok edeceği görüşünde olan Yaşar Nuri’ye bu noktada katılmadığımızı da belirtmeliyiz. Edebiyatımızda çoğunlukla darağacı ve Ene’l-Hak kavramlarıyla yer alan Hallac, sevgili uğruna her şeye göğüs germe, candan geçme ve ölmenin sembolü olarak görülmüştür. Mansur gerçeği bulmuştur, ancak yüz yüze geldiği gerçek bir sır olarak kalması gerekirken, o bunu ifşa etmiştir. Bu yönüyle Schimmel’in de ifadesiyle o, aşk sırrını açıklama olgusunun simgesi durumuna gelmiştir.
Tarikatler, kendi içlerinde çeşitli tasniflere tabi tutulmuşlardır. Fikrî yapılanmalarına göre hak ve bâtıl tarikatler, zikrî yapılanmalarına göre hafî, cehrî, kıyâmî tarikatler, takip ettikleri yöntemlere göre ise tarik-ı ahyar, tarik-ı ebrâr ve tark-ı şuttâr gib tasnifler örnek verilebilir. Bu tasniflerden sonra başlıca tarikatler arasında Kâdiriyye, Yeseviyye, Rifâiyye, Sühreverdiyye, Şâzeliyye, Kübraviyye, Mevleviyye, Nakşıbendiyye, Halvetiyye, Bektaşiyye, Bayramiyye, Celvetiyye sayılabilir.
__________________ A'raf 194 Allah dışındaki yakardıklarınız sizin gibi KULLARDIR , eğer iddianızda haklıysanız , hadi çağırın onlarıda size cevap versinler
|
Yukarı dön |
|
|
nuri72 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 21 nisan 2005 Yer: ABD Gönderilenler: 311
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Zamanla tasavvufun özünü oluşturan bir yapıya bürünen tarikatlerin, bir kısmının çeşitli tesirlerle (muhitin sosyal ve fikri yapısı, yerel kültürle münasebetleri gibi) esas mecralarından saptığı bilinmektedir. Bu açıdan, özellikle Türklerin İslam’ı kabulünden ve Anadolu’nun İslamlaşmasından sonra ortaya çıkan bu tip tasavvufî hareketler arasında Hurûfiyye, Kalenderiyye ve Haydariyye sayılabilir
Tarikatler genellikle tekke, zâviye, dergah, âsitâne gibi adlarla anılan mekanlarda faaliyet göstermektedir. Bu mekanlar, tarikat üyelerinin devam ettikleri, toplu ya da ferdî zikir yaptıkları, sohbet ettikleri, edep-erkan öğrendikleri ve terbiye gördükleri yerler olmakla beraber, çoğunlukla çeşitli dînî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar da olmuştur. Kırsal alanlarda medreselerin görevini de üstlenen bu mekânlar, ayrıca yolcu ve gariplerin barınma yerleri olarak da bilinmektedir. Edebiyat, şiir ve mûsikî gibi güzel sanatların gelişmesine olan katkıları da bu kurumların özelliklerindendir.
Tasavvuf, gönlü merkez kabul ettiğinden dolayı insanı konu almış, insanın ruh ve gönül dünyasını aydınlatmayı ilke edinmiştir. Bunu yaparken de sanat ve edebiyatla yakın ilişkiler içinde bulunmuş ve özellikle de şiirde temâyüz etmiştir. Mecazlı anlatımlarla ele alınan tasavvufî aşk anlayışının Türk, Fars ve Arap edebiyatlarında en güzel eserlerin oluşmasına vesile olduğunu görüyoruz. Leylâ ile Mecnun, Hüsn ü Aşk ve Mesnevî gibi eserlerin her devirde yeniden tekrarlandığına şahit oluyoruz. Sevgiliyi anlatmanın en güzel ve en önemli araçlarından birisi olan gül mazmununun da, çoğunlukla bülbül ile birlikte, şiirimizde sıkça kullanıldığı bilinmektedir.
Tasavvuf beden-ruh, zâhir-bâtın ve lafız-mânâ ayrımı yapmakta ve birincileri ihmal etmese de daima ikincilere ağırlık vermektedir. Zamanla, zâhirî ilimlerle bâtınî ilimlerin arasındaki mesafe açılmış, bunun sonucu olarak da zâhir ehli ile bâtın ehli arasında zıtlaşmalar ve anlaşmazlıklar vuku bulmuştur. Bu süreçte, Kuşeyrî, Hücvirî ve Gazâlî gibi kendilerini kanıtlamış olan mutasavvıflar çeşitli eserler vücuda getirerek bu anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Tasavvuf perdesi altında, İslâm’a dış kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlar, diğer dinlerden ve mezheplerden, mistik akımlardan, felsefeden kaynaklanan etkilenmeler de yine zâhir ve bâtın ehli arasındaki ihtilafın sebepleri arasında zikredilmesi gereken konulardır.
Bu etkilenmelerin sonucu olarak, ibadetlerin vuslatın gerçekleşmesiyle birlikte düşmesi, her şeyin mubah olması, velinin peygamberden üstün olması, hulul ve tenâsüh gibi inançların ortaya çıkması tasavvuftaki sapmalar olarak değerlendirilmektedir. Yine zaman içinde bazı tarikatlerde görülen, dünyayı tümden terk, ruhbanlık, evlenmemek, et yememek, tevekküle sarılıp kalmak, nefse işkence etmek, çalışmamak, vakıf gelirleriyle geçinmek, temizliğe riayet etmemek, toplumu terk edip inzivaya çekilmek, tasavvufu kıssacılık, menkıbecilik, raks ve semadan ibaret sanmak gibi davranışlar tasavvufun ruhuna büyük zararlar vermiştir. Söz konusu davranışlar, her ne kadar tasavvuf içinde varsa da, bunların bir takım kuralları, sınırları ve şekilleri bulunmaktadır. Burada kastettiğimiz, kurallara uymayan ve haddi aşan davranışlardır.
Bu gelişmelerden dolayı, Kuşadalı İbrahim Halvetî yaşadığı dönemi, tasavvufun gelişim tarihi açısından yeni bir devir olarak değerlendirmektedir. O, artık feyzin kalmadığını düşündüğü tekkelerin, hem İslam’ın hem de ülkenin sırtında bir yük olduğu kanısındadır. Kur’an merkezli sülûku esas alan Kuşadalı, insanların toplumsal yaşamdan kopmamaları gerektiğini ve içtimai hayattaki sıkıntı ve çilelerin, kişinin sülûkuna, tasavvuf eğitimine denk olacağını ileri sürmektedir. Onun yeryüzünü tekke olarak gören düşüncesinin arkasında, insana ve Allah’a hizmet yarışının bulunduğu görülmektedir.
Tasavvuf tarihinde, aşırı zühd ve takva temeline dayalı klasik tasavvuf anlayışına bir tepki olarak, İran ve orta Asya’da ortaya çıkan ve sûfi çevrelerin marjinal bir kesimi olarak değerlendirilebilecek Kalenderîlik üzerinde de durulması yerinde olacaktır.
Kalendernâmeler, Rubâiyyat, Velâyetnâme-i Otman Baba gibi Kalenderî kaynaklardan, sûfi tabakatları ve menâkıbnâmelerden, vekâyinâmeler, siyâsetnâmeler, seyahatnâmeler ve şuâra tezkireleri gibi tarihî ve edebî kaynaklardan öğrendiklerimize göre Kalenderîlik, yaşadıkları toplumun kurallarına karşı çıkarak dünyayı kâle almaya gerek görmeyen ve bunu davranışlarıyla açığa vuran kişilerin oluşturduğu tasavvuf akımı olarak bilinmektedir. Tek parça halinde bir yapı sergilememesine rağmen hepsinde görülen ortak nokta, dünyevî her şeyi arkaya atarak yalnız ilâhî aşkı önemsemeleri ve İslâm’ı bu açıdan yorumlamalarıdır.
Melâmetiliğin biraz farklılaşmış biçimi olan Kalenderîlik, mistik temellerini oluştururken doğrudan ya da dolaylı olarak Hint ve İran mistisizminden etkilenmiştir. Budist, Zerdüşt ve Maniheist etkilerin görüldüğü Kalenderî zümrelerin ortak özellikleri, üç-beş kişilik gruplar halinde gezmek, geçimlerini dilenerek sağlamak, baş, kaş, sakal ve bıyıklarını kazıtarak acayip kılıklarla dolaşmaktır. Kalenderîlerin kurucu olarak kendilerine Cemâleddin Yusuf es-Sâvî’yi uygun gördüklerini belirten A.Yaşar Ocak, tarihî belgelerin henüz bunu tescil etmediğini, ilk Kalenderîlerin aslında melâmetî şeyhleri arasında aranması gerektiğini ifade etmektedir. Kalender lakabını ilk defa kullanan X. yüzyılda yaşamış Baba Tâhir-i Uryân-ı Hemedânî’dir.
Kalender (Arapça k-l-n-d-r harflerinden oluşmuştur) kelimesinde bu meşrebin esasını oluşturan beş kavramın saklı olduğunu ve bu kavramların tamamına sahip olan kişilerin kalender olabileceğini dile getiren menâkıbnâme yazarları, bu beş kavramın kanaat (k), lutf (l), nedâmet (n), diyânet (d) ve riyâzetten (r) ibaret olduğunu belirtirler. Kalenderîlerin doktrininde tasavvufî esaslar (fakr ve tecerrüt, melâmet, vahdet-i vücûd), Hurûfî tesirler ve Şiî etkiler önemli olmuştur. Kalenderilerin tasavvufî yaşamları, dünyaya itibar etmeme ve münzevî bir hayat sürme, faziletleri gizleyip kötü yönleri sergileme esasına dayanıyordu. Vahdet-i vücûd inancı bu yapı içinde genellikle şeyhlerin yeteneksizliklerinden dolayı yeterince anlaşılamamış, devir, tenasüh ve hulul gibi inançların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Örneğin Otman Baba ve müridlerinde vahdet-i vücûd tam anlamıyla hulul ve tenasüh şekillerini almıştır. Kalenderilikteki Hurûfî tesirler, Hurûfiliğin Remeli’ye geçerken Kalenderîlere sızmasıyla başlamıştır. Kaygusuz Abdal’ın Vücudnâmesinde bunun örnekleri görülmektedir. Kalenderîlerin Şiî geçinmelerine, Oniki İmam’ı takdis etmelerine rağmen, İranlı Şiî müellifler bu grubun Şiîlikle bir ilgisinin bulunmadığı görüşündedir. Gerekçeleri de Kalenderîlerde tenasüh, hulûl ve ulûhiyyet gibi Şiîliğe aykırı inançların bulunmasıdır.
Kalenderîlik, henüz kesin olarak ifade edilmese de, ilk defa Cemâleddin Sâvî tarafından teşkilatlandırılmıştır. Tarikatın İslam dünyasında en fazla yayılan ve en uzun ömürlü olan kolları XIII-XV. Yüzyıllar arasında İran’da ortaya çıkmıştır. Haydârilik, Câmîlik gibi. Kalenderîliği Cemaleddin Sâvî’den sonra temsil eden en büyük şahsiyet, Haydâriliğin kurucusu olan Şeyh Kutbuddin Haydârî’dir.
Haydâriler, Kalenderlerden farklı olmak için bir takım şekli değişiklikler yapmışlardır. Şeyhlerine genellikle “Baba” unvanı veren Haydâriler, Kalenderlerin aksine bıyıklarını kesmezler, boyunlarına demir bir halka ile kulaklarına demir küpe takarlar. Zâviyelerine ise Haydârihâne denilmektedir. Ahmed-i Câmî Nâmıkî tarafından kurulduğu bilinen Câmîlik hakkında fazla bilgi sahibi değiliz. Ancak IX. yüzyılın kalender-meşreb şâiri Hâfız-ı Şirâzî olarak görülmektedir. Anadolu’da popüler anlamda bir Kalenderîlikten söz edildiğinde ilk akla gelenler Vefâyilik ve Haydârilik olmaktadır.
A.Yaşar Ocak, Anadolu’da yüksek zümre Kalenderîliği denildiğinde Selçuklular devrinde, Şems-i Tebrizi, Kırmânî ve Fahreddin-i Irâkî’den söz etmektedir. Osmanlılar’ın kuruluş devresinde Rum Abdalları olarak anılan Geyikli Baba, Abdal Murad, Abdal Mehmet ve Abdal Musa; XIII-XV. yüzyıllarda Kaygusuz Abdal, Seyyid Ali Sultan, Şucâeddin ve Otman Baba gibi Kalenderî dervişlerin varlığını da unutmamak gerekmektedir.
XIV ve XVII.yüzyıllar arasında Osmanlı coğrafyasında Kalenderler, Haydâriler, Rum Abdalları, Câmîler, Tarlaklar, Şemsîler gibi değişik isimler altında Kalenderî zümrelerinin örgütlendiği görülmektedir. XV.yüzyıldan itibaren Kalenderîlik içinde belirginleşip gelişen ve Osmanlı yönetimince de desteklenen Bektâşiliğin ortaya çıkmasıyla XVII.yüzyıldan sonra yerli ve yabancı kaynaklarda Kalenderilik’ten pek bahsedilmemiştir. XVI.yüzyıl boyunca Osmanlı yönetimi, Kalenderîleri baştan beri ehl-i sünnet dışında olmaları, Şiî-Safevî propagandasına alet olarak yönetime muhalif olmaları ve toplum düzenini bozma eğilimleri taşımaları sebebiyle yakın takibe almış ve suçlu bulunanları cezalandırma yoluna gitmiştir.
Kalenderîler, toplum nizâmına muhalefet olarak ortaya çıktıkları için zaman zaman bulundukları bölgelerde isyanlar çıkarmışlardır. 1240’ta çıkarılan ilk isyan Babai İsyanı’dır. Bunu XV.yüzyılın başlarında çıkarılan Şeyh Bedrettin İsyanı takip etmiştir. Yine Aydın ve Manisa yörelerinde çıkarılan küçük çaplı isyanlar da aynı türdendir. XVI.yüzyılda II.Bayezid’e karşı girişilen Şah Kulu İsyanı ve Kanuni Sultan Süleyman’a karşı yapılan Şah Kalender Hareketi Kalenderiler’in çeşitli maksatlarla çıkardıkları isyanlar arasında sayılabilir.
Kalenderîlerin neden marjinal bir mistik çevre oluşturduklarını ve toplumla merkezî yönetime muhalefet ettiklerini irdeleyen A.Yaşar Ocak, konuyla ilgili çalışmasında bu soruların nedenleri üzerinde şunları ileri sürmektedir: Kalenderi dervişlerin mistik temellerinde toplumu ve inançlarını dışlama ve bunun aksi istikametinde yaşama düşüncesi hâkimdir. Dervişlerin geldikleri ve bulundukları sosyal yapılar önemli olmaktadır. Çünkü XIV.yüzyıldan sonra Anadolu’daki Kalenderi gruplarda gerçek anlamda tasavvuf tefekkürü sona ermiştir. Bunun sonucu olarak da yozlaşmış, bayağı ve niteliksiz anlayış ve düşünceler, kaba saba süflî bir hayat baş göstermiştir. Kalenderiliğin insan kaynakları özellikle son dönemlerde oldukça uyumsuz, problemli, câhil, tasavvufla ilgisiz, kozmopolit zümrelerden oluşmuştur. Bu durumdaki kişilerin anarşik faaliyetlere meyletmeleri ve fırsatları kollamaları tabii hale gelmişti. Kalenderlerin toplumdan gördükleri itici tavırla, topluma karşı yeniden muhalefet etmeleri de süregelen yozlaşmanın bir sonucudur.
Kalenderîliğin tasavvuf tarihi açısından Anadolu’da meydana getirdiği en önemli sonuç Bektâşilik gibi bir tarikatın doğuşunu hazırlaması olmuştur. XV.yüzyıldan sonra müstakil bir tarikat olarak faaliyetlerine devam eden Bektâşiliğin, Kalenderîliğin içinde geliştiği bugün açık ve net bir şekilde bilinmektedir.
Tasavvufun ehl-i sünnet içinde, ancak ondan ayrı olarak asırlardır varlığını sürdürmesini, mutasavvıfların aşk anlayışlarına, ilm-i ledün bilgisine sahip olmalarına ve Kur’an’ı anlama ve yorumlamadaki farklılıklarına bağlayabiliriz.
Mutasavvıfların aşk anlayışı ve bâtınî bilgi sahibi oluşları üzerinde yukarıda ayrıntılı olarak durulmuştu. Burada onların Kur’an’ı anlama ve yorumlama farklılıklarına, tefsir ve te’vil faktörüne değinmek istiyoruz. Ulemâ ya da müfessirler (bir anlamda görüş olarak medreseyi temsil ederler) Kur’an’ı anlama ve yorumlamada pozitivist bir yol izlemektedirler. Kur’an’da geçen ifadelerin kökenlerine kadar giderek dil çalışmaları yapmaktan uzak kalmazlar. Çünkü müfessirin tefsir ettiği dönemdeki bir kelimenin kullanımı ve anlam dünyası, Hz.Peygamber döneminde kullanıldığı şekli ile aynı değildir. Bu anlamda müfessirlerin dil çalışmalarına titizlikle dikkat ettikleri, en eski kabilelere ve en eski şiir örneklerine kadar gittikleri görülür. Söylediğimize örnek olması açısından klasik şiirimizde kullanılan “aşk” kelimesini gösterebiliriz. Bugün tamamen cinsellik anlamının temel anlam görüldüğü “aşk” kelimesi, klasik şiirimizin hiçbir döneminde temel anlam olarak cinsellik anlamında kullanılmamıştır.
Mutasavvıflar ise Kur’an’ı anlama ve yorumlamada tefsire önem verdikleri gibi daha fazla te’vil metoduna yönelmişlerdir. Bu çerçevede Kur’an’da görünürde olmayan anlamları, gizli mânâları görmeye çalışmalardır. Bazı âyetlerde bu konuda açıklamalar bulunmakla birlikte özellikle müteşâbih âyetler ve mukataa harflerden müteşekkil yapılar, mutasavvıfların en çok dikkatini çeken yönler olmuştur. Bu kapsamda zâhirî anlamları esas alan müfessirlerin de Kur’an’ın Bâtınî anlamlar ihtiva ettiğinde hemfikir oldukları görülür. Tasavvuf dünyası Kur’ân’ın bâtınî (gizli) anlamlarını ön plana çıkarmış, müfessirlerin pozitivist yaklaşımlarına karşılık metafizik bakış açısını ilke edinmiştir. Bu ilkeden hareketle insanların metafizik dünyalarındaki boşluğu doldurma yoluna gitmişlerdir.
Tasavvuf, tarihî gelişimi içinde incelemeye çalıştığımız gibi, İslam medeniyeti ile birlikte doğmuş, büyümüş, duraklamış ve bir çok sebeplerin neticesi olarak da, son devirlerde çökmeye yüz tutmuş, hamle gücünü kaybetmeye başlamıştır. Tasavvuftaki bu geriye gidişin, yozlaşmanın nedenleri üzerinde bir çok değerlendirme yapılmış ve konuyla ilgili çeşitli kitaplar hazırlanmıştır. Bu değerlendirmelerde dile getirilen eleştirilere baktığımızda ortaya karamsar bir tablo çıkmaktadır. Tasavvufun mânâsının gidip yerine isminin kalması, yaşanır olmaktan çıkarak söylenir ve yazılır hâle gelmesi; yol yordam bilmez kişilerin sûfilik iddiasında bulunarak tasavvufa olmayan şeyleri sokması; tasavvufu kabul edenlerin davranışlarıyla bunu inkâr etmesi gibi pekçok sebep tasavvufun gelişimini sekteye uğratmıştır.
Tarihsel süreç içinde, tasavvufun insan eğitimiyle ilgili olarak geliştirmiş olduğu yöntemler, tarikatler aracılığı ile bütün dünyaya yayılmışsa da, burada dile getirilen olumsuzluklar gibi pek çok nedenin tabiî sonucu olarak, gönüller tasavvuftan soğumuş, vicdanlar sûfilerden hoşlanmaz, hatta nefret eder hâle gelmiştir. İslâm kültür dünyası içinde yüzyıllardır oldukça faal bir yapıda gördüğümüz tasavvuf, çağımızda daha kapalı bir yapılanma sergilemektedir. Tasavvufun geleneksel tekke eğitimi giderek önemini kaybederken, günümüzde yayın faaliyetlerindeki artış dikkatlerden uzak değildir.
KAYNAKÇA:
1. Aynî, Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, (Sadeleştiren: Hüseyin Rahmi Yananlı), Kitabevi, İst., 2000.
2. İz, Mahir, Tasavvuf, Rahle Yay., İst., 1969.
3. Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, Dergah Yay., İst., 1985.
4. Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı imparatorluğu’nda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler, Türk Tarih Kurumu Yay., Ank., 1992.
5. Öztürk Yaşar Nuri, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatler, Sidre Yay., İst., 1988.
6. Schimmel, Annamaria, Tasavvufun Boyutları, (Çeviren: Ender Gürol), Adam Yay., İst., 1982.
7. Lings, Martin, Tasavvuf Nedir?, Akabe Yay., İst., 1986.
8. Gazâli, Tasavvufun Esasları, (Çeviren: Ramazan Yıldız), Şamil Yay., İst., Trhsz.
9. Kelebâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’arruf, (Hazırlayan: Süleyman Uludağ), Dergah Yay., İst., 1979.
10. Güngör, Erol, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Yay., İst., 1982.
11. Gölpınarlı, Abdülbâki, 100 Soruda Tasavvuf, Gerçek Yay., İst. 1969.
12. Gölpınarlı, Abdülbâki, 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, Gerçek Yay., İst. 1969.
13. Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatler, Marmara Ünv. İlahiyat Fak. Yay.
14. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst., 1991.
15. Çağatay, Neşet – Çubukçu, Agâh İbrahim, İslam Mezhepleri Tarihi I, Ankara Ünv. İlahiyat fak. Yay., Ank., 1965.
------------------------------------------------------------ --------------------
* İlyas YAZAR, Dokuz Eylül Üniversitesi, Buca Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı, Araştırma Görevlisi
KAYNAK: İlyas. Tasavvuf Uzerine Düşünceler, Yedi İklim Dergisi, Nisan 2002, S.145, s.48-56.
http://www.kurannesli.org/bilgibankasi/yazi.asp?id=608
__________________ A'raf 194 Allah dışındaki yakardıklarınız sizin gibi KULLARDIR , eğer iddianızda haklıysanız , hadi çağırın onlarıda size cevap versinler
|
Yukarı dön |
|
|
murat5740 Newbie
Katılma Tarihi: 10 kasim 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 21
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selam
kardeşim güzelde sonuç tasavvuf hayırlı bir şey mi yoksa şer mi senin kendi fikrin ne senin fikrini anlatmamışsın onu da acıklasaydın bize daha iyi olurdu.
selam
__________________ Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|