tamerselin Uzman Uye
Katılma Tarihi: 15 kasim 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 123
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kur'an-ı Kerim'in Terceme Edilmesi ve Ayetlerinin Sıhhatli Anlaşılması Konusunda Bazı Mülahazalar
Prof. Dr. Yusuf Işıcık
A. KUR’AN-I KERİM TERCEMESİNE OLAN İHTİYAÇ
Kur’an-ı Kerim’in herhangi bir dile çevrilmesi, ilâhî kelâm’ın o dilde anlaşılır bir ifadeyle anlamlandırılmasından ibarettir. Terceme kelimesiyle ilgili olarak, Kur’an İlimleri ve Tefsir Usûlü kitaplarında herhangi pratik bir değeri hâiz olmayan birtakım bilgilere yer verilmekle birlikte[1], İslâmın ilk dönelerinden itibaren bu kelime, sözlü veya yazılı bir metnin, başka bir dile, anlaşılır bir ifadeyle çevrilmesinden ibarettir. Dolayısıyla, Tercüme’de, bir kelamın motamot ve harfi harfine başka bir dile çevrilmesinin sözkonusu olduğu, bunun ise Kur’an tercemesinde mümkün olmadığı, buna binaen, Kur’an Tercemesi sözünün doğru olmayacağı, bunun yerine meal sözünün kullanılması gerektiği şeklindeki fikir ve hassâsiyetlere katılmak mümkün değildir.[2]
Kur’an’ın başka bir dile tercüme edilmesinin gerekliliği, O’nu anlamanın dinde gerekliliğiyle eş değerdedir. Allah'ın Kitabı’nı anlama zaruretinin, aynı zamanda O’nun terceme edilmesini de zaruri kılması nedeniyledir ki, Kur’an-ı Kerim’i tercüme etme faaliyetleri, Kur’an’ın nüzulüyle birlikte başlamıştır ve O’nunla yaşıttır. Bu nedenle, Kur’an-ı Kerim’i başka bir dile çevirmenin dinen caiz olup olmadığı tartışmaları -her nekadar tarihte ve yakın geçmişte yoğun olarak yaşanmışsa da- konunun tabiatıyla kesinlikle bağdaşmayan bir durumdur.[3]
Aslında Kur’an-ı Kerim’in tercemesi meselesini, Allahın Kitabını anlama konusuyla birlikte düşünmek ve ele almak gerekir. Çünkü, Kur’anı okumaktan amaç, Onu anlamak ve muhtevasınca amel etmektir. İslamın ilk dönemlerinde, Kur’anın, anlamını dikkate almadan ve manâları üzerinde düşünmeksizin salt hatim düşüncesiyle okunduğu bilinmemektedir. Esasen, herhangi bir kitabı okumak, onu anlamadan mümkün değildir; yani, bir yazıyı, manâsını dikkate almadan ve anlamını, devreden çıkararak okumak, sözkonusu olamaz. Bu olsa olsa, ancak belli maksatlarla ve özel nedenlerle -örneğin bir metnin ezberlenmesi gibi amaçlarla- sözkonusu olabilir ki, bu durum, Allah’ın Kitabı için de bahis mevzuudur ve bizim konumuzla da ilgili bir husus değildir. Bu nedenle, Peygamber S.in, her yıl Ramazan ayında, o ana kadar kendisine inen Kur’an âyetlerini okuyarak Cebrail’e dinletmesi ve kontrol ettirmesi, bu tesbitimizle çelişmez. Zira, arza meselesi, bir tür ezber sağlamaktır. Diğer taraftan, arza sırasında Hz. Peygamber’in, okuduğu Kur’an âyetlerinin manâlarını dikkate almadığını veya onları anlamadan okuduğunu söylemek de mümkün ve doğru değildir.
Esasen bizim burada ifade etmek istediğimiz husus, Kur’anın baştan sona kadar okunması demek olan hatm’i reddetmek ve günümüzde –asırlardır devam ettiği üzere- geniş halk kitleleri tarafından, Kur’an-ı Kerim’in, sevab kazanmak maksadıyla ve bir meal yardımıyla da olsa âyetlerinin manâları üzerinde düşünülmeden okunmasının doğru olmadığını söylemek değildir. Amacımız, Kur’an-ı Kerim’in indiriliş amacının, anlaşılmak ve gereğince amel edilmek olduğunu vurgulamaktır.[4]
Hz.Peygamber S. döneminden itibaren Kur’anın ancak anlaşılmak ve gereğini yerine getirmek amacıyla okunduğunu gösteren birçok mevsuk rivayetler ve tarihi olaylar vardır.
Mesela sahabeden Abdullah b. Amr’ın:
-“Kur’an-ı Kerim baştan sona nekadar zamanda okunmalıdır?” sorusuna Hz. Peygamber:
-“Bir ayda ” cevabını verince Abdullah:
-“Bu süre çok uzundur ey Allahın Rasulü; ben daha kısa zamanda okuyabilirim; benim için bunu kısaltmaz mısınız?” demesi üzerine Hz. Peygamber süreyi kısaltmış, Abdullah b. Amr daha da kısaltılmasını istemiş, Peygamber S. süreyi on güne düşürdüğü halde Abdullah, yine ısrar edince, Peygamber S. buna razı olmadığı gibi, şu önemli hatırlatmayı yapmıştır:
-Olmaz; çünkü bundan daha az zamanda Kur’anı hatmeden kimse, onu anlamadan okumuş olur.”[5]
Bir sahabi ile karşılıklı diyalog şeklinde cereyan eden bu konuşmasında Peygamber S. in söyledikleri, Kur’an okumaktan amacın kesinlikle onu anlamaya yönelik olduğunu ve salt hatim düşüncesiyle o dönemde Kur’an okumak diye bir uygulamanın bilinmediğini gösterir.
Ancak, bu olayın ve o esnada Hz. Peygamber tarafından söylenen sözlerin ve konulan sınırlamaların, öz itibariyle değil, fakat şekil ve teferruat bakımından, adı geçen sahabiye ve o günün şartlarına has olduğu da unutulmamalıdır. Çünkü, evvela, Hz. Peygamber’in Kur’anı baştan sona okuyabilmesi için adıgeçen sahabiye başlangıçta tanıdığı bir aylık sürenin ve nihayetinde bu iş için asgari süre olarak tanıdığı üçtebirlik (on günlük) zaman diliminin, Abdullah b. Amr’ın zekası ve benzeri özel durumlarıyla büyük ilgisi vardır. Çünkü Abdullah b. Amr R. fevkalade zeki ve Kur’an okumaya düşkünlüğü herkesçe bilinen alim ve zühdü dillere destan olan bir sahabi idi. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in başlangıçta O’na tanıdığı bir aylık süre ve sonuçta O’nun için belirlediği on günlük zaman, o sahabiye hastır ve bunlar aynıyla bizim için geçerli olan hususlar değildir. Burada bizim için önemli olan, Kur’anın ancak anlaşılarak okunabileceği ve bunun için de yeterli bir zamana ihtiyaç olduğudur ki, bu da kişiden kişiye değişen, ortam ve şartlara göre farklılık arzeden bir durumdur. Diğer taraftan, Kur’anın tamamının o gün henüz nazil olmaması da, adı geçen sahabiye baştan sona Kur’anı okuması için belirlenen sürenin kısa olmasında etkili olmuştur. Dolayısıyla, bizim bu olaydan çıkaracağımız ana espiri, Kur’anın ancak, manâlarının anlaşılacak bir tarzda ve bunu mümkün kılacak bir süre içerisinde okunması gerektiğidir.
Hem dinî hem de siyasî ve idarî kişiliğiyle, İslam tarihinde büyük ve önemli olaylara imzasını atan Halife Ömer, bir defasında minberde irad ettiği bir hutbesinde, evlendirilecek olan bayanların mehirlerini tahdid etmek isteyince, mescidte hazır bulunan bir hanım sahabinin, âyet okuyarak yaptığı bir itirazıyla karşılaşmış ve bunun üzerine görüşünden dönmüştür.[6] Bu olay, o gün İslam toplumunda çok meşhur olmayan, aksine sıradan ve sade bir müslüman kadının bile, Kur’anı anlayarak okuduğunu ve kendi meselesini, bugün dahi pek çok okumuş/kültürlü bayanın bilmediği kadın haklarına ilişkin Kur’an ayetlerine dayandırabildiğini gösterir.
Yine tarihi rivayetler göstermektedir ki, Halife Ömer, sadece Bakara sûresi üzerinde uzun yıllar durmuştur. Bu, haşa Ömer’in zekâ seviyesinin düşüklüğünden kaynaklanan bir olay değildi; bilakis o günün insanının nazarında Kur’an okumanın anlamı buydu.[7]
Bu konuyla ilgili olarak kaynaklarımızda daha birçok belge ve bilgiler bulunmakla birlikte biz, bunlardan bir tanesine daha yer vermekle yetineceğiz; o da, Hz. Peygamber’in sevgili torunu Hz. Hasan’ın şu sözüdür:
-“Sizden öncekiler, Kur’an ayetlerini, Rablerinden gelen mektuplar olarak görürler ve onları geceleyin düşünüp, gündüzün uygularlardı.”[8]
Hülasa olarak durum bundan ibaret olunca, tercüme ve mealler, Kur’anın anlaşılmasına insanları yönelten, ve bu işi kolaylaştıran ve hızlandıran çok önemli unsurlar olarak görülmelidir.
B. TERCEMEDE ANLAŞILIRLIK VE KUR’AN MEALLERİNDE BULUNMASI GEREKEN BAZI ÖZELLİKLER
Her dilin kendine mahsus bir ifade biçimi ve rengi, kendine özgü deyimleri ve kendine has bir atmosferi vardır. Terceme yaparken bunları iyi hesaplamak ve her dilin kendi deyimlerini kullanabilmek, yapılan bir çevirinin doğru, edebi ve bilimsel olmasına önemli ve büyük katkılar sağlar. Tercemelerde en büyük başarı, metindeki çeviri kokusunu hissettirmemektir. Bunu sağlayabilmenin en önemli şartlarından biri de, tercemesi yapılan metnin dilinde kullanılan deyimleri, sırf çeviri tarzıyla tercüme etmeyip, karşı dildeki o deyimlere tekabül eden tabirleri bulup kullanmaktır.
Örneğin, arapçadaki: “el-musîbetu iza ammet tâbet” deyimi, düz bir şekilde ve salt terceme mantığıyla çevrildiğinde, şöyle bir ifade ortaya çıkar: “Musibet umumileştiğinde güzel olur.” Böyle bir tercüme yanlış olmamakla birlikte, arapça aslında kastedilen manayı yansıtmaktan uzaktır ve Türkçe açısından da gariptir. Oysa ki Türkçede, hem metinde murad edilen manayı tam olarak karşılayabilecek, hem de çok edebi ve beliğ düşecek deyimler vardır. Mesela : “Elle gelen, düğün bayram olur.”[9] sözü, bu deyimlerden biridir.
Genel olarak sözlü ve yazılı metinleri, özellikle de Kur’an ayetlerini terceme ederken dikkat edilmesi, dolayısıyla, bir Kur’an mealinde bulunması gereken ve günümüzde daha bir önemli hale gelen bazı özellikleri, yukarıda işaret ettiğimiz hususlara ilave olarak şöyle sıralayabiliriz:
1. Terceme edilen bir ayet ne kadar kısa olursa olsun ve içinde yer aldığı komşu ayetlerle ne denli cümle ve anlam bağlantısı içerisinde bulunursa bulunsun, hem yalnız başına kendi müstakil anlamını ifade etmeli, hem de birlikte bulunduğu ayetlerle beraber seslendirdiği ortak/kolektif manayı verebilmelidir.
2. Ayete verilen anlam/meal, Kur’anın herhangi başka bir ayetinin anlamına ters düşmemelidir.
3. Yapılan meal, karşısında mutlaka bir muhatap bulmalı ve muhatabın zihninde, ele aldığı konuyla ilgili –dini, ahlaki, ictimai, hukuki, idari vb.- net bir anlam oluşturmalıdır. Bunun için mütercim ayetlerdeki belâğat, gramer vb. inceliklere ve aynı zamanda ayetlerin ilgili bulunduğu tarihi ve diğer gerçeklere vakıf olmalıdır.
4. Şayet varsa, ayetlerdeki anlam sınırlamalarına (takyid’e) riayet edilmeli, ve böylesi durumlarda, ayetlerle ilgili mutlak ifadelerden kaçınıp, mukayyed ve has ifadelerle çeviriler yapılmalıdır.
5. Ayetlerin, güncel konularla kendiliğinden ve tabii olarak anlam ilişkilerinin doğması ve o şekilde ifade edilmesi durumlarında dahi onların özgün, mutlak, bağımsız (tek başlarına) ve orijinal manaları korunmaya çalışılmalıdır.
6. Ayetlerde lafzi ve zahiri olarak bulunmasalar bile, Arap dilinin gramer ve belağat özelliklerinin gereği olarak gerçekleşen anlamları, tercemede lafzi olarak tebarüz ettirmeli ve onları, cümlenin üvey ve zait unsurlarıymış gibi parantez içlerine kesinlikle hapsetmemeli, bilakis, cümlenin öz ve asli unsurları olarak parantez dışında normal olarak ifade etmelidir.
7. Luğavi değil de ıstılahi/teknik anlamlarda kullanılan lafızların, dini ve kültürel derinlik ve zenginlikleri korunmalı ve bunlara halel gelmemelidir.
Bir mealde bulunması gereken özellikler elbette ki bunlardan ibaret değildir. Bunlar ancak bu konuda çok cüz’i birkaç husustur. Şimdi, yukarıda işaret ettiğimiz bu özelliklerden bazılarını, yapacağımız bir Fatiha Suresi ve Bakaranın başlangıç ayetleri’nin tercemesinde uygulamalı olarak görebiliriz.
FÂTİHA SURESİ:
1. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla :
2. Her türlü övgü, Alemlerin Rabbi olan O Allah’a ki,
3. Rahmeti bol, ihsanı tükenmez (ve de),
4. Hüküm gününün tek sahibi.
5. (Ey Rabbimiz), yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz!
6. Bizi doğru yola eriştir;
7. Hidayetle nimetlendirdiğin kimselerin yoluna! Bilerek hakkı terk edip gazaba uğrayanlarla, şaşırıp sapıtanların yoluna değil!
BAKARA SURESİ (1-3)
1. Elif,Lam, Mim (den ibaret, alın size kendi dilinizden bir Kitap)!
2. Öyle bir Kitap ki, Onda hiç kuşku yok! Allaha karşı gelmekten sakınanlar için bir yol gösterici.
3. O sakınanlar ki, gayba (görmedikleri gerçeklere) iman ederler; namazı hakkıyla kılar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, başkaları için harcarlar.
Dikkat edilirse, bu ayetlerin tercemelerinde, yukarıda belirttiğimiz, iyi ve anlaşılır bir terceme/meal için gerekli özelliklerden birçoğu bulunmaktadır. Mesela:
a. Ayetlerin, ne kadar kısa olurlarsa olsunlar ve diğer ayetlerle ne denli anlam ilişkisine sahip bulunurlarsa bulunsunlar, kendi bağımsız manalarının korunmasına özen gösterilmiş, bununla birlikte, gramer ve siyak-sibak ilişkileri bulunan komşu ayetlerle olan bağlantıları da korunmuştur. Bunun için, hem noktalama işaretlerinden, hem de parantez içi ve dışı bağlaç ve edatlardan yararlanılmıştır. Bu nedenle ayet mealleri, hem tek başlarına, hem de diğer ayetlerle birlikte okunduklarında, murad olunan manaları ifade etme niteliğini taşımaktadırlar.
b.“Maliki yevmi’d-din: Din gününün tek sahibi” terkibindeki DİN kavramının cümle içindeki özel (mukayyed ve mahsus) anlamı olan hüküm, hesap ve kıyamet manası gözetilmiş, ayrıca bu dünyadakinin aksine kıyamet günü yalnızca Allahın egemenliğinin geçerli ve söz konusu olduğu gerçeğinden hareketle, ayet: “Hüküm gününün tek sahibi” şeklinde terceme edilmiştir; bunun için de herhangi bir paranteze gerek görülmemiş ve cümledeki vurgunun zayıflamasına sebebiyet verilmemiştir.
c. Aynı şekilde, “En’amte aleyhim” deki ni’metlendirme’nin hidayet ni’meti olduğu belirtilmiş, siyak ve sibaktan hareketle, burada kastedilen nimetin hidayet nimeti olduğu vurgulanmış ve paranteze de lüzum görülmemiştir.
d. “el-hamdü lillah” kelimesi, bilindiği üzere başındaki (-el ) takısı’ndan dolayı, “her türlü övgü” şeklinde terceme edilerek, manadaki kapsamlılık (cinsin istiğrakı) belirtilmiş ve asli olan bu mana, parantez içine de alınmamıştır. Çünkü bu, kelimeye tefsir amacıyla yüklenen zaid değil, asli bir anlamdır.
e. “ed-Dallin ve el-Mağdubu aleyhim” kelimeleri de yine, zannedildiğinin aksine, herhangi bir harici ve tefsiri ek/zaid ifadelerle değil, tamamen bu iki kelimenin ıstılahi ve orijinal manaları gözönüne alınarak terceme edilmişlerdir.
C. AYETLERİ DOĞRU ANLAMAK VE TEFSİR ETMEK İÇİN GEREKLİ ŞARTLARIN BİR ÖRNEK ÜZERİNDE UYGULANIŞI ( BAŞ ÖRTÜSÜ MÜ GÖĞÜS ÖRTÜSÜ MÜ?)
“Ve’l-yadribne bi humurihinne ala cuyubihinne: Başörtüleriyle boyun ve gerdanlarını sıkıca kapatsınlar.”[10]
Günümüzde, bu ayet-i kerime ile, kadınların başlarını değil, göğüs ve boyunlarını örtmelerinin emredildiği, dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’de başörtüsünün değil göğüs örtüsünün bulunduğu ileri sürülmektedir ki, özellikle görüntülü medyada bazı kesimlerce ileri sürülen bu iddiaya dayanak olarak, başlıca şu hususlar ileri sürülmektedir:
“Bu ayet-i kerimede, ne, baş anlamına gelebilecek müfred (yalın-tek başına) bir lafız, ne de baş örtüsü anlamına gelebilecek mürekkep (tamlama) bir kelime mevcut olmayıp, sadece “örtüler” manasına gelen humur kelimesi bulunmaktadır. Ayrıca bir de, başların değil, tam tersine göğüs ve boynun örtülmesini ifade eden, ala cüyubihinne (göğüs ve boyunlarının üzerini) lafzı bulunmaktadır.”
Ayet-i Kerime’nin bu şekilde anlaşılmasının temelinde, onun ihtiva ettiği lugavi, nahvi ve tarihi gerçeklerin görülmeden, yüzeysel olarak ele alınması yatmaktadır. Şöyle ki:
1. Ayette geçen humur kelimesinin tekili olan hımar lafzı, arap dilinde, iddia edildiği gibi mutlak anlamda herhangi bir örtü değil, başörtüsü anlamındadır. Yani bu kelime, Kur’anın indiği dönemde çeşitli maksatlar için kullanılabilen ve vasfı belli olmayan lâlettayin bir kumaş parçası veya herhangi bir örtü olmayıp, kadınların başlarını örtmekte kullandıkları örtünün adıdır. Esasen, Kur’an lafızlarının manaları, ictihad’la değil, Kur’anın indiği dönemde kullanıldıkları manaların tesbitiyle semai olarak bilinir.
Burada, İmam Şatıbi ve benzeri muhakkik alimlerin önemle vurguladıkları, şeriatin ümmiliği (ümmiyyetü’ş-şeria) meselesinin nekadar büyük önem arzettiği, Kur’an ve Hadis metinlerini sıhhatli anlamada o dönem arapçasını, herhangi bir katkıda bulunmadan olduğu gibi anlamanın ne denli gerekli olduğu, bir defa daha anlaşılmaktadır. Hımar kelimesini, baş örtüsü değil de herhangi bir örtü olarak anlamaya çalışanlar bilmelidirler ki, bu kelimenin etimolojisinde salt örtü değil, aksine baş örtüsü anlamı hakimdir. Bunun çok açık bir delili, aynı kökten gelen ve içki anlamına gelen hamr kelimesidir ki, malum olduğu üzere, içki’ye bu adın verilmesinin sebebi, onun insanın başını yani aklını örtmesindendir.
Asr-ı Saadet’te erkeklerin başlarına imâme, kadınların ise himar taktıkları, rivayetlerde açıkça görülür. Kur’an-ı Kerim’de geçen humur kelimesinin baş örtüsü anlamında olduğu o kadar açıktır ki, o gün müslüman erkekler, abdest alırlarken imame’lerini çıkararak, kadınlar da himar’larını sıyırarak başlarına meshederler; imameleri yahut himarları üzerinden başlarını meshetmek suretiyle abdest alanların abdestlerinin geçersiz olacağı, ilgililer tarafından soranlara hatırlatılırdı.[11] Bir defasında Peygamber S., yabancı ülke devlet başkanlarından birinin kendisine hediye olarak gönderdiği ipekli bir elbise veya kumaşı, Hz. Ali’ye vererek bunu, evindeki bayanlar arasında himar olarak paylaştırmasını emretmiştir.[12] Ancak bir insana elbise olacak kadar büyüklükteki bir kumaştan, Hz. Ali’nin hane halkından olan üç kadına ancak birer tane başörtüsü çıkacağı, izahtan varestedir (aynı rivayette, Hz. Ali’nin bu kumaşı, ev halkından üç bayan arasında paylaştırdığı zikredilmiştir).
Malum olduğu üzere Peygamber S. ipekli elbise giymeyi müslüman erkeklere haram kıldığı için, Hz. Ali, kendisine Hz. Peygamber’in verdiği bu elbiseyi veya kumaşı giymemiş, daha doğrusu, bunu kendisine Hz. Peygamber emretmiştir. Diğer taraftan Hz.Peygamber de, Mekke’nin Fethi günü şehirde, başında siyah imamesi olduğu halde halka hitap etmiştir.[13]
2. Ayet-i kerimede humur (baş örtüleri) kelimesi, yalın olarak değil, kadınlara izafe edilerek: bi humurihinne (baş örtülerini) şeklinde kullanılmıştır ki, bunun anlamı şudur: Kadınların o gün başlarında baş örtüleri bulunmaktaydı. Çünkü, eğer o gün kadınlar başörtüsü kullanıyor olmasalardı, ayette kadınların baş örtülerinden söz edilmesinin herhangi bir anlamı olmazdı! Nasıl ki bir sınıfta öğretmen öğrencilerine “şapkalarınızı çıkarın.!” dediğinde, öğrencilerin başlarında şapkalarının bulunduğu anlaşılırsa, burada da durum aynıdır.
Kur’an-ı Kerim’in indiği dönemdeki Arap toplumunun her türlü ahlaki erdemlerden uzak, son derece vahşi ve aynı zamanda dinsiz/ateist insanlardan meydana geldiğini ve onların çıplak/üryan, gayr-i medeni kimseler olduklarını sanmak, Kur’an ve hadis metinlerini anlamada önemli hatalara da yol açan bir tarih yanılgısıdır ve tesettür meselesinin bu şekilde yanlış anlaşılmasının temelinde de bu hata yatmaktadır. Halbuki müşrik araplar, dinsiz ve ateist olmadıkları gibi, normal yaşantılarında üryan gezecek derecede vahşi, gayr-i medeni ve diğer ahlaki erdemlerden uzak kimseler de değillerdi.
Aksine onlar, haclarını yapan, misafir ağırlamaya son derece önem veren, kendilerine göre daha birtakım dini inanç ve ibadetleri olup bunları yerine getiren kimselerdi. Hatta onların, Ka’be’yi tavaf ederlerken okudukları ve bizim bugün okuduğumuz telbiye’ye çok benzeyen telbiyeleri bile vardı. Ancak, onların, lafız olarak çok küçük, fakat mana olarak tevhid inancını berhava edecek kadar çok büyük bir fark bulunan telbiyeleri aynen şöyle idi:
“Lebbeyk Allahumme lebbeyk, Lebbeyke la şerike lek, İlla şeriken huve lek, temlikuhu ve ma melek ...”[14]
Günümüzde Almanya ve benzeri bazı Avrupa ülkelerinde, özellikle dindar hıristiyan halkın yaşadığı köy ve kasabalarda kadınların başlarını örtüyor olmaları, Hz. İsa’nın vaktiyle getirmiş olduğu hak dinin izleri olmaktan başka ne ile izah edilebilir? Aynı şekilde Kur’anın indiği dönemde arap kadının da başını örtüyor olması, elbette ki Hz.İbrahim’in tebliğat ve talimatından kalan izlerdi.
3. Nasıl ki o günün insanları birtakım ahlaki erdemlere sahip bulunuyorlar ve hac, kurban gibi bazı dini vecibeleri yerine getiriyor idiyseler, toplumunun bir parçası olan kadınlar da başlarını örtüyorlardı; çünkü o dönem müşrik arap toplumu, her şeye rağmen Hz. İbrahim’in tebliğat ve talimatından birtakım dini ve ahlaki izler taşıyordu. Dolayısıyla bu ayet-i kerime, kadınlara başlarını örtmelerini emretmekten öte, başları zaten örtülü olan, ancak göğüs ve gerdanları açık bulunan kadınlara, başlarındaki örtüleriyle, açık olan göğüs ve gerdanlarını da kapatmalarını emretmiştir.
Nitekim, günümüzde Almanya ve benzeri bazı Avrupa ülkelerinde, özellikle dindar hıristiyan halkın yaşadığı köy ve kasabalarda kadınların başlarını örtüyor olmaları, Hz. İsa’nın vaktiyle getirmiş olduğu hak dinin izleri olmaktan başka ne ile izah edilebilir? Aynı şekilde Kur’anın indiği dönemde Arap kadının da başını örtüyor olması, elbette ki Hz.İbrahim’in tebliğat ve ta’limatından kalan izlerdi.
4. Ayet-i Kerime’de “ve’l-yesturne: örtsünler” gibi düz ve sıradan bir ifade yerine, vurgulu, sıra dışı ve mubalâğalı bir cümle yapısı tercih edilerek, “ve’l-yadribne: bastırarak ve sımsıkı örtsünler” denilmiştir ki, bilindiği üzere darb kelimesinin hakiki manaları içinde, örtmek diye bir kullanım ve anlam yoktur.[15] Dolayısıyla burada böyle mecazi bir ifadeye gidilmekle, o gün kadınların başlarını örtmede titiz ve ciddi olmadıkları ve bugün toplumumuzda kullanılan ve adına türban ve halaylık dediğimiz bir şifon bağladıkları, boyun ve gerdanları açık, zülüfleri gözükür bir vaziyette sokağa çıktıkları için, bundan böyle başörtülerini baş ve boyunlarında açık herhangi bir zinet yeri kalmayacak şekilde örtmeleri emredilmiştir
5. Eğer ayette salt boyun ve göğüslerin örtülmesi emredilseydi, normal olarak şöyle bir ifade kullanılması uygun düşerdi: “ve’l-yesturne cüyubehunne (yahut: alâ cüyubihinne): Göğüslerini/döşlerini örtsünler.” Halbuki, yukarıda da değindiğimiz gibi, kadınların başlarında örtüleri vardı; fakat boyun ve gerdanları açık bulunmaktaydı; bu yüzden başlarındaki eşarplarını, boyun ve göğüslerini de kapatacak şekilde sımsıkı bağlamaları için: “ve’l-yadribne bi humurihinne alâ cüyubihinne: baş örtüleri ile, boyunlarını ve göğüslerinin üzerini sımsıkı kapatsınlar.” buyuruldu.
Herhangi harici bir karine ve bilgiye ihtiyaç olmaksızın, tamamen Kur’anın kendi iç mantığı, gramer yapısı ve söz bağlamı (siyak-sibak) ile kendiliğinden ortaya çıkan bu manayı, tarihi bilgi ve belgeler de desteklemektedir. Nitekim yukarıda da bir nebze temas ettiğimiz gibi, kadınların başörtülerini arkadan halaylık yaparak bağladıkları için, boyun ve göğüsleri açık vaziyette sokağa çıktıklarını, bunun üzerine bu ayetin nazil olduğu, rivayetlerde ifade edilmektedir.[16]
Kur’an âyetlerini anlamanın kendine mahsus/orijinal bir mantık ve tekniği vardır; buna hikmet de diyebiliriz. Esasen, dünyada her şeyin kendine has bir tekniği ve hikmeti vardır ve onsuz, nesneler ve manâlar altüst olurlar ve yeryüzündeki fesadın ve düzensizliğin sebebi de budur. Bugün, müslümanların her alandaki hikmetsizlik ve tekniksizlikleri, sonuçta onları bilinçsizliğe sevketmiştir ve onlar bunun faturasını, her alanda çok ağır ödemektedirler. İslâm geleneğinde kökü çok eskilere dayanan ve bazı sahabilerden mevkufen, hatta isnadı zayıf olmakla birlikte Hz. Peygamber’den merfu olarak rivayet edilen :
“el-Hikmetu dalletü’l-mu’min, eynemâ vecedehâ ehazehâ: Hikmet mü’minin yitiğidir; nerede bulursa alır.”[17] sözü, bu konuda müslümanlar için önemli bir uyarı niteliğindedir ve söz söylemek de dahil, her işin kuralına uygun, isabetli ve doğru yapılmasını öğütleyen İslami bir kuraldır.
Kur’anın kendi sahih söyleminin ortaya çıkması için, O’nu anlama, terceme ve tefsir etmede gerekli kendine mahsus tekniklere başvurmak icap eder; aksi halde yapılanlar, Kur’ana kendisinin olmayan birtakım manâların söyletilmesi ve dayatılmasından ibaret kalır. Dolayısıyla da onun hür sesi kısılmış olur. Kur’anın lugati, grameri ve tarihi, Allahın Kitabını anlarken, riayet edilmesi gerekli temel kriter ve tekniklerden olup, bunları hiçe sayarak yapılan terceme ve tefsirler, O’nun kendi özgün sesini kısmak ve Ona yabancı söylemleri söyletmektir.
[1] Tercüme kelimesinin anlamlarıyla ilgili olarak bkz., Zehebi Huseyn, et-tefsir ve’l-Mufessirun, Mısır 1961, 1/24 vd. ; Demirci Muhsin, Kur’an Tarihi, İstanbul 1997, s. 204 vd.
[2] Meşhur Sahâbî İbn Mes’ud’un, kendisi gibi ünlü bir Kur’an yorumcusu olan çağdaşı ve talebesi İbn Abbas hakkında: “O, Kur’an’ın ne güzel bir tercümanı’dır.” sözü meşhurdur (Zehebî Muhammed Huseyn, et-Tefsîr vel-ufessirûn, Mısır 1961, 1/66).
Zeyd b. Sâbit, Peygamber S.in emri üzerine Yahûdî (lisanını ve) yazısını öğrenmiş, Hz. Peygamber’in Yahûdîlere gönderdiği mektuplarını yazmış ve onlardan gelen mektupları Peygamber S.e tercüme etmiştir. Ebû Cemre, İbn Abbas ve gelen heyetler arasındaki konuşmaları, sürekli olarak tercüme eden bir zattır. Bizans Kralı Herakliyüs’ün, Kureyş heyetiyle, kendi tercümanı aracı ile görüşmesi meşhurdur. Hâkim veya yöneticinin, yanında iki adet mütercim (mütercimeyn) bulundurmasının gerekli olduğu, bazı âlimler tarafındarn şart koşulmuştur (Buhari, ahkâm 40; Yine bkz., Buhari, menakıb 25, İlim 25, Bed’u’l-vahy 6; Müslim, iman 24, cihad 74). Bütün bu olaylarda, tercüme yapan kişinin, yazı ve konuşmaları, anlaşılır bir lisanla, karşı dile çevirdiği ve bunu yaparken de, tercümenin gerektirdiği ve dil vâkıasının zorunlu kıldığı bilimsel bazı tasarruflara gitmiş olduğu bir vakıadır. Bu, Kur’an tercemesinde de sözkonusudur ve gereklidir. Gerek bu olaylarda, gerekse Kur’an tercemelerinde, hiçbir zaman motamot ve harfî bir çeviriye gidilmemiş ve yapılan bu çalışmaların terceme olabilmesi için, harfi çeviriye gidilmesi gerektiğini de kimse iddia etmemiştir. Elbette ki Kur’an-ı Kerim gibi bir mu’cizu’l-beyan’ın, bir başka dile tercemesi sırasında, Murad-ı İlâhînin aynıyla yansıtılması imkânsızdır ve esasen burada beşer takatının ötesinde de bir çaba istenmemektedir. Hem sonra bu, hangi konuda olursa olsun, bütün tercemeler için belli ölçüde sözkonusudur.
[3] Kur’anın terceme edilmesine karşı çıkan alimlerin ileri sürdükleri fikirler, konunun özüne ilişkin olmaktan çok, devrin şartlarıyla alâkalı yani konjonktüreldir. Nitekim, cumhuriyetin ilk yıllarında, namazda Kur’anın Türkçesini okutma istek ve dayatmaları, bunun bir isbatıdır. Meselenin bilincinde olmaksızın konunun ehli olmayanlarca körü körüne ileri sürülen fikirleri ise dikkate almak elbette ki gerekmez.
[4] Okurlara bu konuda, Salâh el-hâlidî’nin: “Kur’anı Anlamaya ve Yaşamaya Doğru, terc., Yusuf Işıcık, İki Kaynak Yayıncılık, Ankara 1998” adlı kitabı tavsiye olunur.
[5] el-Bakıllani Ebubekr, Nüketu’l-İntisar li Nakli’l-Kur’an, İskenderiyye, tsz., s.68
[6] İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Beyrut, 1966 ,2/230
[7] Sahhabe’den Abdullah b. Ömer, babası Hz. Ömer’in oniki sene boyunca Bakara Sûresi üzerinde durduğunu ve bitirince bir deve kurban ettiğini söyler. İbn Ömer bizzat kendisi de, Bakara Suresini sekiz yılda bitirmiştir. Bkz., el-Kurtubi Ebu Abdillah, Fedailu’l-Kur’an, Kahira,1989, s.54
“Sahabenin en bilgini olan Halife Ömer, şayet sırf Bakara Suresi için bu kadar yıl harcadıysa, Kur’anın geri kalan kısmını ne zaman okuyup inceleyebilmiştir? Acaba bu ve benzeri rivayetler sahih midir?” gibi soruların cevabı şudur: Hz. Ömer ve genel olarak diğer sahabiler, Kur’anın manalarını anahatlarıyla biliyorlardı. Hz. Ömer’in bu çalışması, akademik düzeyde bir ihtisas çalışmasıydı ki, bazı sahabilerin, muhtelif Kur’an sureleri üzerinde böylesi ihtisas düzeyinde özel çalışma ve ilişkileri olmuştur.
[8] en-Nevevi,et-Tibyan fi Âdabi Hameleti’l-Kur’an, s.28 Bu söz, bazı kaynaklarda Hasen el-Basri’ye nisbet edilerek te rivayet edilir.
[9] Söz konusu Arapça bu deyimin bu şekildeki tercemesi, Diyanet işleri Başkanlarından rahmetli Şerefettin Yaltkaya’ya aittir ki, gerçekten bir terceme şaheseridir.
[10] 24 Nur 31
[11] Bkz., Malik, Muvatta, tahare 39-41
[12] Müslim, libas 18
[13] Müslim, hac 451-453
[14] Bkz., Kurtubî Ebu Abdillah, el-Câmi’ li Ahkâmİ’l-Kur’an, Beyrut, 1952, 2/366
[15] Bkz., el-Cevheri İsmail b. Hammad, es-Sıhah Tacu’l-Luğa ve Sıhahu’l-Arabiyye, Mısır, 1956, 1/168-170
[16] Bkz., İbn Kesir age., 5/452
[17] Bkz., el-Acluni İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafa, Beyrut, 1351, 1/363-364.
Değerli bir araştırmacı, bir konferansında, bu sözün, hadis değil, mantık bütünlüğünden yoksun uydurma bir söz olduğunu, çünkü mü’minin hiçbir zaman hikmeti yitirmediğini, zira Kur’an ve sünnetin bizatihi birer hikmet olmaları hasebiyle, bunların dışında bir başka yerde hikmet aramanın mü’min için mümkün olamayacağını söylemişti. Oysa ki bu hadiste, hikmetin yitirilmesinden değil, hikmet karşısında mü’minin takınacağı tavırdan ve muameleden bahsedilmektedir. Esasen hikmeti, Kur’an ve Sünnet naslarıyla sınırlamanın da, bizzat Kur’an ve Sünnete göre doğru olmadığını da unutmamak gerekir.
|