asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
KUR'AN'IN PROJESİ AHMET BAYDAR
Önceden
planlanmış, maliyeti hesaplanmış, bir vadeye bağlanarak
gerçekleştirilmesi kabul edilmiş ve onaylanmış tasarıya proje diyoruz.
Eski dildeki karşılığı ile mütehayyel. Kur'ân'ın projesi, mütehayyeli,
yani hayat tasarısı nedir? Kur'ân, muhatabını nereye ve neye
sevkediyor? Dün için ne demişti, bugün için ne diyor, yarına sözü nedir?
Aslında,
genel anlamda vahyin projesinin kulluk rehberi olduğunda kuşku yoktur.
Kur'ân da, önceki mukaddes kitaplar gibi Allah'a karşı iyi kulluğun
yollarını öğretmek için indirilmiştir. Kur'ân'ın projesi dediğimiz şey
de temelde budur. Ancak, yukarıdaki sorularla, genel olarak vahyin
değil de, önceki kitaplara artı olarak Kur'ân'ın insanlığa ne getirdiği
hedeflenmektedir. Acaba son kitap, dünyaya ne getirmiştir? Bu
konunun vuzuha kavuşması için, önce Kur'ân'ın kullandığı iki
sözcüğütanımamız gerekiyor. Anlamları birbirine yakın iki sözcük
bunlar; birisi "ikmal", diğeri de "itmam". İkmal, birşeyin
sıfatlarını birleştirmektir. Kusurlu birşeyi düzeltmek, ona kemal verip
mükemmelleştirmek, onu ikmal etmek demektir. Yani, daha önceden var
olan, ama doğru çalışmayan birşeyi tamir ederseniz, onu ikmal etmiş
olursunuz. İtmam
ise bundan biraz farklıdır. Birşeyin parçalarını birleştirmek,
birbirine eklemektir. Önceden başlanıp da bitirilmemiş bir şeyin
parçalarını yerine koyup işi bitirmektir. İnşasına önceden başlanmış
bir binanın yapımını sona erdirmek bir itmamdır. Göreceli
konulardaki sayılamayan iyileştirmelerin her safhası birer ikmal olduğu
hâlde, sayılabilir konulardaki iyileştirmelerin sonu da itmam olur. Bu
durumda, toplama, büyütme ve güzelleştirme anlamları, ikmalden hiç
ayrılmaz. İtmamın ayırıcı niteliği ise sona erdirmek ve tamamlamaktır.
O hâlde, her icmal bir ikmaldir. Birbirine eklenen sözcüklerle ikmal
edilen şeye cümle denmesi de bundandır. Cümlenin sonuna nokta konur
hâle gelmesi ise tamamlandığını, yani itmamını gösterir. Tevrat,
Zebur, İncil ve Kur'ân'ın ard arda sıralanışı, dini hayatın, beşeri
gelişime göre ikmali içindir. Hz. İsa'nın, yanlış giden dini hayata
yaptığı, ıslaha yönelik uyarılar bir ikmal sayılır. Hz. Peygamberin
uyarıları da elbette böyledir. Ancak Kur'ân söz konusu olduğunda buna
artı bir durum vardır. Kur'an, hem insanlığın gelişim seyrine ikmalde
bulunmuş, hem de işe nokta koyucu, itmam edici, tamamlayıcı olmuştur.
Çünkü bu, son kitaptır. Son indirilen bu kitabın, son indirilen
ayetinde; "Bugün, dininizi ikmal ettim ve nimetimi size itmam ettim" denir.
[1] الْيَوْم 14; أَكْمَلْ 78;ُ لَكُمْ دِينَكُم 18; وَأَتْمَ 05;ْتُ عَلَيْكُ 05;ْ نِعْمَتِ 10; Bu
ayette, ikmal edildiği bildirilen, beşeri gelişime uygun olarak tanzim
edilen dini hayattır. Nitekim, dini hayat, özü itibariyle insanlık
tarihinde zaten hep vardır. Ancak dini öğreti, peygamberler
aracılığıyla, beşerin gelişmişlik seviyesine göre tedrici (müteşabih)
olarak verilmiştir. Ayrıca
bu öğretinin bir çoğu üzerindeki anlayışlar zamanla bozulmuştur. İşte,
gelişleri birbirlerini izlemiş olan peygamberlerin ıslahları, bu
tedrici konulara ve bozulmalara yöneliktir. Kur'ân, son olarak bunlara
ikmal yapmıştır. Ayette,
itmam edildiği bildirilen ise, her safhada muhkemleri hedeflemiş olan
vahyin kendisidir. Başka bir deyişle; birbirine benzeşen (müteşabih
olan), tek tek sayılamayan konular, ikmale yöneliktir. Ama tek tek
sayılabilen muhkem konular ise itmama yöneliktir. Bu
durumda ilahi kitaplar bir birine nazaran müteşabihtir. Tevrat
Zebur'la, Zebur İncil'le, İncil de Kur'ân'la benzeşir. Yani önceki
kitap, sonraki kitabın söyleyeceği söze zemin hazırlamıştır. Müteşabih
oluşun anlamı budur. O
zaman kısaca şunu tespit edebiliriz. Kur'ân, insanlığın sosyal
prolemlerini cevaplandırırken ikmalde bulunmuş, ama insan aklına
sesleen son kitap olması hasebiyle de itmamda bulunmuş olur: الْيَوْم 14; أَكْمَلْ 78;ُ لَكُمْ دِينَكُم 18; Ayetinde
"din" sözcüğü, insanlara nispet edilmiş, "Dininiz" şeklinde çoğul
zamirle zikredilmiştir. Çünkü, toplumların kavrayışları geliştikçe, din
de onların gelişimine parelel olarak kemale ermiştir. Kemal ve cemal
bulmuştur. Dini meselelerde öncekilere müteşabih olan şeyler
vazedilmiştir. Oysa,
nimet sözcüğü, yani özünde değişmeyen vahyin kendisi, Allah'ın zatına
nispet edilmiş ve tekil zamirle, "nimetim" şeklinde zikredilmiştir. وَأَتْمَ 05;ْتُ عَلَيْكُ 05;ْ نِعْمَتِ 10; Çünkü,
buradaki nimet, her devirde doğruyu hedeflemiş bulunan, mahiyetinde
asla değişim-gelişim düşünülemez olan vahyin kendisidir. İlk
peygamberle başlayıp son peygamberle sona eren bu vahiy, muhkemlerin
sayısal cihetini tamamlamıştır. Muhkemler bitmiş, bina tamamlanmıştır. Böylece Kur'ân, kendi projesini son ayetinde, iki sözcükle özetlemiştir; ikmal ve itmam. Şimdi
yukarıdaki soruları, yeniden bu iki sözcükle soralım. Acaba Kur'ân,
(önceki toplumların dinine) hangi noktalarda ikmallerde bulunmuştur?
Ayrıca Kur'ân'ın itmamı ne anlama gelir? Kur'ân'ın
en önemli ikmali, iman ve inkarı açığa çıkaran noktada olmuştur. Önceki
peygamberlerin, bunun için işaret ettikleri bazı ayetler vardır.
Mesela, Salih peygamberin gösterdiği deve böyledir. İman ve küfrü açığa
çıkaracak bir ayettir bu. Hz. Musa da dokuz ayet göstermiştir. Bunlar,
o toplumlar için birer mucizedir aynı zamanda. Hz. İsa'nın da
seslendiği toplum için, iyileştirme ayetleri yani mucizeleri vardır? Acaba
Hz. Salih'in işaret ettiği deve, diğer develerden hiç bir farkı
bulunmayan, merada sahipsiz otlayan bir deve miydi? Hz. Musa'nın asası;
ilahi emirden kazandığı maharetle sahir şairlerin yaptıklarını yutan
maişet aklı mıydı? Hz. İsa'nın dağıttığı şifa, bir tür enerjiyle
dissosiyatif hastlalıkları iyileştirmesi miydi? Önceki peygamberlerin
işaret ettikleri ayetlere, bu tür bazı izahlar yapılabilir. Başka bir
ifadeyle, önceki toplumların mucize gördükleri şeyler, sonraki
toplumlar tarafından öyle düşünülmeyebilir. Bu nedenle, bir toplum için
ayet bilinen bir şey, başka bir toplum için ayet sayılmayabilir. Ancak,
mahiyetleri her ne olursa olsun, sonradan getirilen bu izahlar, o
ayetleri, en azından kendi dönemleri için mucize olmaktan çıkaramaz.
Zaten onlar, sonrakiler için değil, tanık olan toplumlar için mucize
olmuştur. Peki
bu durum, akli düzeyi son derecede gelişen sonraki toplumlar için artık
ayet gereksizdir anlamına mı gelir? Elbette hayır. Aksine, çok şeyin
izahını yapabilen bir akıl için, daha farklı ve daha çok mucize gerekli
olur. İşte
bu nedenle, Kur'ân, düşünme ve inanmayı teklif ederken, hiçbir
fevkaladeliğe işaret etmez. Önceki peygamberlerin ayetlerini sadece
nakleder. Fakat "Bir benzerini de Hz. Muhammed'den görün, onun ayeti de
işte şudur" demez. Eskilere verilen türden bir ayet istemeyi
olumsuzlar. [2] Muhataplarının
aklen gelişmişliğini, bilgi düzeylerinin artmasını, ayet algılama
düzeylerinin yükselmesini göz önüne alır. Onlara çok farklı bir üslupla
seslenir. Var olan ve var olmakta bulunan şeylerin birer ayet olduğunu,
onların üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini teklif eder. Yani
Kur'ân'a göre ayetler, sayılabilir türden birkaç tane değildir. Aksine,
düşünmeye konu olabilecek şeyler kadar çoktur. Sınırsız ayet gösterir
Kur'ân. Gökler, yıldızlar, Güneş, ay, yer, gece, gündüz, mevsimler,
hareketler, ihtilaflar, diller, renkler... Bunların hepsinin birer ayet
olarak mütalaa edilmesini ister. Doğumlar, ölümler, bitkiler, meyveler,
hayvanlar ve tarihi hadiselerin de her biri, birer ayettir. Ayetlere
bakanların kimileri onları beyyine, kimileri burhân, kimileri huccet,
kimileri besâir, kimileri de sultân olarak görür. İşte
bu görüşlerden, "mümin", "mukin", "evvelun" ve "sabikun" gibi farklı
zümreler oluşur. Bazı insanlar da ayetlerin dilinden anlamaya hiç
yaklaşmazlar. Onların delaletini inkar ederek salt bir eşya olarak
görürler. Bu nedenle; "zâlim", "kafir" ve "münafık" gibi farklı
derecelerde kimlikler oluşur. Artık sonraki hayatta; herkesin durumuna
göre uygun karşılıkları verilecektir. O
zaman, Kur'ân açısından, üzerinde düşünülen herşey bir ayet demektir.
Bunun anlamı da; birşeyi ayet olmaya dönüştürecek olanın, eşyanın
tabiatı değil, fakat insanın kendisi olduğudur. Ayetler, simgesel bir
dille insanın hislerine ve kalbine seslenirken onda akletme melekesi
oluşturur. Kur'ân, kişinin imanını ve inkarını, taklitlere, ön
kabullere ve fevkaladeliklere değil, işte böyle bir zemine oturtmasını
ister. Bu, insan oğlunun iman ve inkar temeline, Kur'ân'ın yaptığı bir
ikmaldir. Kur'ân'ın
bir ikmali de İlah öğretisindedir. Yahudilikte; insan kendisine bakınca
Tanrıyı görmelidir. Çünkü Tanrı, asil bir genç suretindedir. Hz. Musa
tarafından seçilmiş yetmiş kişiye görülebilen, onlarla birlikte yiyip
içen, bahçelerde gezen, ağacın arkasında kalanı göremeyen, güreş tutan
tam bir insandır Tanrı. [3] Hristiyanlıkta
ise; insandan doğmuş, insanlarla birlikte ağlamış gülmüş, yorulmuş
dinlenmiş, çarmıha gerilmiş, ardından da göklere yükselmiş bir insan
oğlu Tanrıdır. Yani Yahudiler, Tanrıyı yere indirerek beşerileştirmiş,
Hıristiyanlar ise buna mukabil, bir beşeri göklere çıkararak
Tanrılaştırmışlardı. Bütün bunlar, önceki devirlerdeki İlah
öğretisinde, tenzih ve teşbih dengesinin, Yüce Allah inancının bozulmuş
olduğu anlamına gelmektedir. Sonra
Kur'ân gelmiş, tenzih ve teşbihi dengelemiştir. Tanrıyı, bilen, gören,
haberdar olan, güçlü ve benzeri temsillerle tanıttığı hâlde, aynı
zamanda, O'nun hiç bir şeye benzemediğini dile getiren, arındıran bir
üslupla anlatmıştır. [4] Kur'ân'ın
bir ikmalini de kural ve ahlak ilişkisinde görürüz. Hz. İsâ'dan önce
din, kimi toplumlarda ruhsuz bazı kurallar yığını hâline gelmiş, kimi
toplumlarda da kuralsız bir öğretiye dönüşmüştü. Onun, yoğun
uyarılarına rağmen tam olarak rayına oturmamıştı. Ondan sonra da, din
genelde ruhbanlaştırıldı ve dini hayat mabetlere hasredildi. Bu da,
sosyal hayata yansımayan bir din anlayışını ve alışkanlıkları önceleyen
bir terbiye ahlakını kamçıladı. Kur'ân
geldi ve terbiye ahlakı yerine, tezkiye ahlakını öğretti. Buna göre;
esas olan, edinilmiş alışkanlıklarla ayakta duran değil, fıtrata uygun
bir bilinç oluşumuyla sosyal hayata yansıyan ahlaktır. Kur'ân'ın
öğretisinde, ibadetler sahibine alışkanlık değil, bilinç telkin
etmelidir. Bu nedenle Kur'ân, çoğaltılan yasakları azaltmış, artırılan
ibadetleri de hafifletmiştir. Nefsin tezkiyesine yönelik ibadetleri,
zorlaşan şartlarda alabildiğine kolaylaştırmış; zorlanandan orucu
kaldırmış, hastaya ve yolcuya orucunu tehir etme izni vermiş, namazı da
hastalık, korku, ve şiddet şartlarına göre hafifletmiştir. Oruçta
zorlanan kimsenin, ihramlıyken hata yapanın ve yemininde kusurlu
olanın, sadaka vermesini istemiştir. Yani, İlah'ın hukukuna karşı
işelenmiş bir hatayı, ibadetteki bir kusur ve eksikliği, insanlara
hizmet etmeye ve onlara yardım etmeye dönüştürmüştür. İşte bu da
Kur'ân'ın ikmal noktalarından birisidir. Kur'ân'ın
bir ikmalini de teori ve pratik ilişkisinde görüyoruz. Uygulamaların
sosyal şartlara bağlı olarak değişken olması, her inancın ilkeleri
açısından problem getirebilir. Ahlaki bir temeli olmayan dini
muamelatın ve inanç temeli bulunmayan menasikin, elbette ilahi bir
değeri de kalmaz. Bu, bütün inançlar ve toplumlar açısından korunması
zor bir dengedir. Hz.
İsa'dan önce; değişmezler üzerine oturan Yahudilik, sırf uygulamalardan
ibaret bir fıkıh mezhebi gibi kalmıştı. Gerekirse, değişmesi gerekenler
uygulamalar değil, imkanlardı. Bu da, dinin içini boşaltmış, ona
inançsız ve ahlaksız bir şeriat görünümü vermişti. Bu anlayışa göre,
küçük çocuklar sünnet (hitan) edilir, fakat bunun yanında peygamberin
sünnetine uyulmazdı. Nikahsız cinsel ilişki, Tevrat buyruğunca
yasaklanmışken, bu yasak sadece fakirlere uygulanır; zenginler ve
Ferisi bilginler kendilerini bu konuda serbest sayarlardı. Hz. İsa
geldi ve ilkelerin uygulamalardan daha önemli olduğunu söyledi. Bu
konuda kesif uyarılarda bulundu: “Kutsal Yasa'yı yerine getirirsen,
sünnetin elbette yararı vardır, ama yasaya karşı gelirsen, sünnetli
olmanın hiçbir anlamı kalmaz”[5] dedi. Bir
gün din bilginleri ve Farisiler, Hz. İsa'ya bir "kötü" kadın
getirmişlerdi. Kadını orta yere çıkararak İsa'ya, "Bu kadın tam zina
ederken yakalandı. Musa, yasada bize böyle kadınların taşlanmasını
buyurdu, sen ne dersin?" demişlerdi. Amaçları onu sınamaktır. Hz. İsa
eğilip parmağıyla toprağa yazı yazar. Fakat onlar durmadan aynı soruyu
sorarlar. İsa doğrulur ve, "Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı
atsın!" der. Sonra yine eğilip, toprağa yazmaya koyulur. Başta yaşlılar
olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa'yı yalnız bırakırlar. Kadın
ise orta yerde durmaktadır. İsa, doğrulup ona, "Hiçbiri seni
yargılamadı mı?" diye sorar. Kadın, "Hiçbiri, efendim" der. İsa, "Ben
de seni yargılamıyorum. Git, artık bundan sonra günah işleme!" der [6] İşte
Hz. İsa'nın uyarıları, böyle ilkelere yönelikti. O, ilkesiz uygulamanın
boş olduğunu söylüyordu. Ama ne var ki ondan sonra, bu sefer de,
uygulamasız ilkeler bayraklaştırıldı. Hıristiyanlık, onun uyarılarını
ifrata vardırarak, tam aksi bir yol izledi. Ondan sonra, çocukların
sünnet edilmesi terk edildi. Sonunda da pratiğin hiçbir dini bir değeri
olmadığı sonucuna varıldı. İşte
Kur'ân, bu hususta da ikmal yaptı. Ahkamın iç dinamizmini ayarladı.
Dini değerlerin, derece düzenini öğretti. Dinin teori ve pratiğini,
ilke ve uygulamasını dengeleyerek iman ve amel bütünlüğünü sağladı.
Şeriâtın; ahlak ve inançla ilşkisini ihya etti. Bir zengin, sadaka
vererek bir fakire yardım yapar. Bu, dinin görünür bir uygulamasıdır.
Ancak, bu zengin, yardımının ardından dinin ilkesini çiğneyen bir iş
yapmamalıdır. Mesela, fakire zulüm yaparsa bu sadakanın bir değeri
kalmamış olur. Bu nedenle, Kur’an, yaratılış orijinliği anlamındaki
fıtratı (ahlak) Allah’a kulluğun (hamd) temeline koydu. İman, ahlak,
menasik ve muamelat sırasını sürekli vurguladı. Kur'ân'ın
bir ikmali de günahkarın kurtuluş formülünde görülmektedir. Yahudilik,
inançsız insanı kurallarla ayakta tutmaya çalışırken İncil geldi. Daha
çok ilkeleri ön plana çıkararak pratik bir dini hayat önerdi. [7] Ama
Hırsitiyanlık, kuralsız insanı iman sınavıyla başıboş bıraktı. Önce
teori pratiğe galip ilan edildi, zamanla da pratik tamamen imha edildi.
Bir Hıristiyan, salih ameli olmasa da toplumunda iyi bir mümin
sayılabilir oldu. Bu nedenle, Hristiyanlık, pratik dini hayatı
bulunmayan mensubuna bazı çareler düşünmüş, onun günahları için,
kurtuluş formülleri icad etmiştir. Kur'ân
ise, iman ailesini hep salih amele davet etmiştir. Hucurat Suresinde,
İslam ailesine iman temelinden girileceğini öğretmiştir. Ancak
Kur'ân'ın istediği bu islamlık da hiyerarşik değildir. Din adamına, bir
müesseseye, hatta bir peygambere değil, doğrudan Allah'a islamlıktır.
Müslümanın, kehanetlere değil, kerametlere değil, mucizelere değil, din
adamlarına değil, müesseselere değil, hatta peygamberlere bile bile
değil, doğrudan Allah'a bağlı olmasını ister. Peygamberin elçiliği bu
yolda sadece bir vasıtadır. Kısaca,
Kur'ân, vesayet yerine asalet öğretmiştir. Din adamı elinde vaftizle,
yahut onun önünde günah itiraf ederek aklanma yerine, bireyin kendi
kendine arınma (tezkiye) ve günahlarından dönme (tövbe) esasını
getirmiştir. Kur'ân, önceki kitaplarda zaten var olan bireysel
sorumluluğu, [8] farklı ve daha sıkı bir üslupla telkin etmiş, şöyle demiştir: "Günahkar,
diğerinin günahını çekmez. Günah yükü ağır olan kimse, onun taşınmasını
istese, yakını olsa bile, yükünden birşey taşınmaz. Sen ancak,
görmediği halde Rablerinden sakınanları, namazı kılanları uyarırsın.
Kim arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur; dönüş ancak Allah'adır."[9]
Kur'ân,
kul için, beşeri kayıtların tamamını kırarak, kula kulluğu iptal etmiş,
hükümdarlığı sadece Allah'a tahsis ederek insanı özgürleştirmiştir.
Fidye ve şefaat gibi uhrevi kurtuluş formüllerinin de hepsini
olumsuzlayarak, yargıyı sadece Allah'a tahsis etmiştir. İşte sözün
başında, bir bölümünün mealini verdiğimiz ayet, bu yolun adını "Allah'a
teslim olmak" anlamında "islam" olarak belirtmiştir: الْيَوْم 14; أَكْمَلْ 78;ُ لَكُمْ دِينَكُم 18; وَأَتْمَ 05;ْتُ عَلَيْكُ 05;ْ نِعْمَتِ 10; وَرَضِيت 15; لَكُمُ الْإِسْل 14;امَ دِينًا "Bugün, dininizi ikmal ettim, nimetimi size itmam ettim, din olarak da sizin için islâma razı oldum."
[1]Mâide 5/3. [2]İsrâ 17/59. [3]Çıkış 24/9-11. [5]Yeni Ahit, Romalılara, 2/25-29. [6]Yuhanna İncili, 8/3-12. [7]Beni
nasıl "Efendim, Efendim!" diye çağırıyorsunuz da sözümün gereğini
yapmıyorsunuz? Bana gelip sözümü dinleyen ve onu uygulayan kişi, derin
bir yer kazdıktan sonra köklü bir temel atarak bir ev yapan adam
gibidir. Irmak taşıp da eve çarpsa bile, onu sarsamaz. Çünkü sağlam bir
kayaya bina edilmiştir. Sözlerimi duyup da onu uygulamayan kişi ise,
evini temelsiz atmadan toprağın üzerine kuran adam gibidir. Irmak ona
yükselince ev çabucak çöker, onun çöküşü de müthiş olur." Lıka 6/46-49. [9]Fâtır 35/18. SONSÖZ SİTESİNDEN ALINTIDIR..
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|