Kevser suresi Mekke`de 15. sırada inmiştir. Üç ayetten oluşmasına ve Kur`an`daki en kısa sure olmasına rağmen, içerik bakımından çok geniştir. Bu surenin iyi anlaşılabilmesi için, Duha ve İnşirah surelerinin de iyi anlaşılması gerekir. Çünkü, Duha, İnşirah ve Kevser sureleri, müşriklerin kötü davranışlarına maruz kalan peygamberimizi teskin ve teselli etmek, onu destekleyip güçlendirmek için indirilmiş surelerdir ve üçü bir bütünlük arz eder. Bu sureler İbare (sözcük) anlamlarıyla zata mahsus (kişiye özel) olup, İşaret anlamlarıyla da peygamber misyonu üstlenenlerin nimetlere kavuşturulacağını, düşmanların faaliyetlerinin neticesiz kalacağını ve sonlarının olmayacağını, tebliğcilerin olumsuzluklara önem vermeden, Allah için gayret etmeleri gerektiğini ilân eder.
İniş sebebi:
Bize göre bu surenin iniş sebebi; “Peygamberimizi desteklemek, ona metanet kazandırmak ve onu ilerideki görevlerine hazırlamaktır.
Fatiha suresi ile tebliğe başlayan peygamberimiz, dinî ve tarihî kaynaklarda belirtildiği gibi, ilk günden itibaren müşriklerin kendisini hafife ve alaya almalarıyla hatta kendisine hazırlanan hile ve tuzaklarla karşı karşıya kalmıştır. Peygamberimizin maruz kaldığı bu tip davranışlardan bir tanesi de; onun soyunu devam ettiremeyeceği yolundaki alaycı hafifseme olmuştur. Günümüzde bazı ilkel aileler tarafından hâlâ yaşatıldığı gibi, o zamanın Arap kültüründe de kız çocukları evlâttan sayılmaz, ailenin erkek çocuk tarafından devam ettirildiği kabul edilir ve erkek çocuğu olmayanlar da horlanırdı. Peygamberimizin Hadice`den doğma oğulları Kasım ile Abdullah ölünce, başta As bin Vâil es- Sehmî, Ebucehil, Ebuleheb, Ukbe bin Ebi Mu`ayt gibi Kureyş`in ileri gelen müşrikleri olmak üzere peygamberimizin hasımları, bu olayı malzeme yaparak onu horlamaya yeltenmişlerdi. Peygamberimiz tarafından ortaya atılan davanın, onun ölümü ile biteceğini ve oğulları öldüğüne göre davanın takipçisi kalmadığını düşünerek ve arzulayarak, peygamberimiz hakkında; “Bırakın onu, onun soyu kesik, zürriyetsiz, ölünce adı unutulur gider, biz de ondan kurtuluruz” diyorlardı. Peygamberimiz ise bu durum karşısında çok üzülüyordu.
İşte Yüce Allah bu sure ile, hem peygamberimizi “ كوثر kevser” ile müjdelemiş hem de köksüzlük ve soyu kesiklik kavramlarını, onun düşmanları için takdir ettiğini açıklamıştır.
Peygamberimizin erkek evlâtlarının çocuk yaşlarda ölmeleri konusunda, Allah`ın Cebrail`i yollayarak peygamberimizi “Levlâke… Levlâke…” diye teselli ettiğini ileri süren (meşhur hadis-i Kudsî) hadisler uydurulduğu gibi, bu ölümlere bir takım hikmetler yakıştıran yorumlar da yapılmıştır:
“Böylesine şanlı bir peygamberin evlâtları yaşasalardı, babalarının son peygamber olması sebebiyle kendilerine peygamberlik görevi verilmeyecek ve bu evlâtların şanlarında bir eksiklik oluşacaktı.”
“Peygamberin evlâtları yaşasalardı, onlar da peygamber yapılacaklar ve böylece Muhammed `peygamberlerin mührü (peygamberlerin sonuncusu)` olamayacaktı.”
“Peygamberin evlâtları yaşasalardı, en azından ashab tarafından `imam` yapılacaklar ve böylece `imamlık` ve `velilik` makamları, veraset yolu ile intikal eden bir makam hâline dönüşecekti.”
Bu yorumların hepsinde, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, peygamberimizin evlâtlarının ölmemesi hâlinde ortaya çıkacağı sanılan sakıncalar öne sürülmüş ve sonuçta yorumcuların hepsi ölümlerde bir “hikmet”in olduğu üzerinde birleşmişlerdir.
Ama, gerek Allah`ın Cebrail aracılığı ile peygamberimizi teselli ettiğini ileri süren hadis uydurucuları, gerekse ölümlerde “hikmet” gören yorumcular, her şeye gücü yeten Allah`ın ölümlerle ortaya koyduğu “hikmet”i, peygamberimize hiç evlât vermeyerek de ortaya koyabileceğini ve böylece onu teselliye de gerek kalmayacağını düşünememişlerdir.
15 / KEVSER (Bol nimet) SURESİ
Rahman ve Rahîm Allah adına.
Ayetlerin meali:
1- Şüphesiz Biz sana kevseri verdik.
2- Öyleyse Rabbin için haniflik et/ destekle (şirke ve tağuta karşı çaba göster, sosyal yardım yap) ve nahr yap!
3- Muhakkak seni horlayanın kendisidir ebter!
Ayetlerin tahlili:
1. Ayet:
Şüphesiz Biz sana kevseri verdik.
Bazı sapkın zihniyet sahipleri, Kur`an`daki “إنّا, نحن Biz” ifadelerinden yola çıkarak, Allah`ın bu ifadeyi kullanarak yaptığını söylediği işleri velîleri, dostları ile birlikte yaptığını ileri sürmüşler, böylece sadece Allah`a ait sıfat ve tasarrufların kendi uydurdukları “evliya” takımına da yakıştırılması için çaba göstermişlerdir.
Oysa, Kur`an`daki “إنّا ,نحن Biz” sözcüğü, bir azamet manası ifade etmektedir. Tarihte güçlü kralların, yöneticileri fermanlarında “ben” demeyip “biz” dedikleri gibi.
Kevser:
“كوثر Kevser” sözcüğü Arapça`da “فوعل fev`al” kalıbında bir kelime olup, “ كثرة kesret (çokluk)” kökünden türemiştir. Anlamı; “alabildiğine, aşırı derecede çok” demektir. Araplara göre; sayısı, değeri, önemi… çok olan her şey “kevser”dir. Meselâ, çıktığı geziden yakınlarına aldığı hediyelerle dönen bir kişinin getirdiği hediyelerin çokluğunu belirtmek için “kevser getirdi” tabiri kullanılır. “Kevser” sözcüğü Arapça`da somut şeylerin çokluğu için kullanıldığı gibi, soyut kavramların çokluğu için de kullanılır. Bunun örneğini de büyük edip, el Kumeyt`in bir şiirinde görebiliriz:
“وانت كثير يا ابن مروان طيّب ve ente kesirun ya ibne Mervane tayyibu” (Ey Mervan oğlu sen ne çok ve hoşsun)
“وكان ابوك ابن فضائل كوثرا ve kane ebuke ibnu Fedâili kevsera” (Baban İbnu Fedail ise daha çoktu.)
Peygamberimize “kevser”i veren Allah olduğuna göre, ayette geçen “kevser” sözcüğü ile, dünyada ve ahirette “çok, pek çok hayır ve güzel şeyler” kastedildiği söylenebilir. Ama bu “çok, pek çok hayır ve güzel şeyler”in neler olduğu ve olabileceği konusunda da pek çok görüş ileri sürülmüştür. Rivayet tefsirlerinde yer alan bu görüşlerden bazılarına göre “kevser”:
- İslâm dinidir.
- İlimdir.
- Güzel ahlâktır.
- Bu suredeki mucizevî özelliktir.
- Şefaat makamıdır.
- Cennette bir ırmağın adıdır.
- Cennette bir havuzdur.
- Peygamberliktir
- Peygamberlik şerefidir.
- Peygambere verilen bütün nimetlerdir.
- Peygamberin meziyetleridir.
- Peygamberin ünüdür.
- Peygamberin evlâtlarının çokluğudur.
- Peygamberin ümmetinin çokluğudur.
- Peygamberin ümmetinin âlimleridir.
“Kevser”in ne olduğu hakkında ileri sürülen görüşler bu kadarla bitmez. Ama bu konudaki ifrat; görüşlerin çokluğunda değil, her bir görüş için yapılmış olan yüzlerce açıklamadadır. Bu açıklamalar, peygamberimizi, bilinen bütün peygamberlerin özelliklerini kendisinde toplamış ve bütün peygamberlerin gösterdikleri mucizelerin tümünü gösterebilen bir konuma getirmekte, âdeta ilâhlaştırmaktadır.
Bize göre peygamberimize verilen “Kevser”, Duha ve İnşirah sureleri ile Hicr suresinin 87. ayetinde bahsedilen lütuflardır:
Duha; 6 - 8: O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı?
Seni şaşırmış olarak bulup hidayet etmedi mi?
Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi
mi?
İnşirah; 1 - 4: Biz, senin için, senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
Senden ağır yükünü indirmedik mi?
Ki o, senin belini çatırdatmıştı.
Senin şanını da senin için yüceltmedik mi?
Hicr; 87: İkililerden yediyi ve Büyük Kur`an`ı verdik.
Hicr suresinin 87. ayetindeki “سبعا من المثانى ikililerden yediyi” ifadesi için pek çok görüş ileri sürülmüştür. Bu ifade bize, peygamberimizin hayatındaki yedi köklü değişikliği hatırlatmaktadır. Bu değişiklikler, peygamberimizin iradesi ve gayreti dışında, görünür bir sebep olmadan, Allah tarafından yapılan değişikliklerdir. “İkililer” ifadesinin bize düşündürdüğü ise; bu değişikliklerin meydana geldiği konuların olumlu ve olumsuz hâllerinin birlikteliği, yani varlık alanındaki zıtlıklardan oluşan ikililerdir. Bu ikililerden oluşan değişiklikleri, peygamberimizin hayatındaki “eksiler” ve “artılar” olarak isimlendirip listelersek, karşımıza aşağıdaki tablo çıkmakta ve “ikililerden yedi” ifadesine biraz ışık tutmaktadır:
Eksiler :   ; Artılar :
Sıradan birisi idi Seçilip peygamber yapıldı
Yetim idi Barınağa kavuşturuldu
Şaşırmış idi Doğruya iletildi
Dar gelirli idi Zenginleştirildi
Sıkıntılıydı Göğsü açıldı, ferahlatıldı
Yükü ağırdı Ağır yükü hafifletildi
Adı unutulacaktı Adı, sanı ve şanı yüceltildi
İ`tâ (vermek):
Arapça`da vermek sözcüğü “اعطاء i`tâ” veya “ ايتاء îtâ” sözcükleriyle ifade edilir. “İ`tâ” sözcüğü bir lütuf olarak verme, emanet veya geçici olmadan, temlik (bir hak veya mülkün devredilmesi) olarak verme anlamındadır. “Îtâ” ise, “i`tâ”yı da kapsayacak şekilde, daha geniş anlamda kullanılır. Yani “îtâ”; hem temlik olarak ve lütuf olarak vermeyi, hem de bir görev olarak, süreli, emanet vermeyi ifade etmektedir. Kevser suresinde “i`tâ” ifadesi kullanıldığı için bu verilenlerin bir lütf-u ilahî olduğu, verilenlerin bir şeye karşılık olmadığı, emanet olmadığı anlaşılmaktadır. Keza, Sad suresinin 39. ayetinde, Süleyman peygambere verilenlerin de aynı olduğunu, bu sözcüğün bir başka kullanım şekli olan “عطاء Atâ” ile ifade edilmesinden anlamaktayız. Hicr suresinin 87. ayetinde ise peygamberimize verilenler, hem lütuf hem de görev icabı olduğundan, “îtâ” kelimesi ile ifade edilmiştir.
2. Ayet:
Öyleyse Rabbin için haniflik et/ destekle (şirke ve tağuta karşı çaba
göster/ sosyal yardım yap) ve nahr yap!
Arap edebiyatının önemli sanatlarından biri olan ve daha önce Fatiha suresinde gördüğümüz “İltifat”, bu ayette de hemen dikkati çekmektedir. Birinci ayette “إنّا Biz” zamiri kullanılmış ve ikinci ayette bu akışa uygun olarak “لنا Bizim için” denmesi gerekiyorken, “لربّك Rabbin için” denilmiş ve birinci çoğul kişiden üçüncü tekil kişiye dönüş yapılmıştır.
“Biz” zamirinden “Rabb” ismine dönülmek suretiyle yapılan “İltifat” sayesinde, hem ikinci ayet hükmünün etkinliği arttırılmış, hem de Alak suresinden bu yana hep ön plânda tutulmuş olan Allah`ın “Rabb” olma özelliği, bu surede de ön plâna çıkarılmıştır. Çünkü Dünya`daki ve ahiretteki yaşamımızın her anı, Allah`ın “Rabb”lığı, programcılığı ile tasarladığı üzere gerçekleşmekte ve insanların da bunu akıllarından hiçbir zaman çıkarmamaları gerekmektedir.
haniflik et/ destekle (şirke ve tağuta karşı çaba göster/ sosyal yardım
yap)
Ayette geçen “صلّ salli” sözcüğünün dil bilgisi kurallarına göre “صلى saly” kökünden de, “صلو salv” kökünden de türemiş olması kabildir. Hem “صلى saly” hem de “صلو salv” sözcükleri nakıs sözcüklerdir. Nakıs sözcüklerin sonundaki harf-i illet, sözcüklerin değişik kalıplardaki çekimlerinin bir çoğunda ya ى ya harfine dönüşüme uğrayarak “ ى ya” ile gösterilir, ya da cezm hallerinde düşer. Bu durumda anlamları birbirinden farklı olan bu köklerden türemiş olan sözcüklerin gerçekte hangi kökten türediğini anlamak zorlaşır ve sözcüklerin ne manalara geldiği hakkında bazı karışıklıklar ortaya çıkar. Bu sebeple sözcüklerin hangi kökten türediği konusunda dikkatli bir tahlil yapmak, Kur`an`ın mesajını doğru anlamak bakımından çok önemlidir.
Ayetteki “صلّ salli” sözcüğünün hangi kökten geldiği araştırılırken ilk bakılacak şey, köklerin anlamlarıdır. Bu köklerden “صلى saly” sözcüğü; “ateşe atmak, ateşe girmek” demektir. Bu anlama göre “صلّ salli” sözcüğünün “saly” kökünden türemiş olması, konumuz olan ayetin peygamberimize “ateşe gir, kendini ateşe at” emrini vermesi anlamına gelir ki, bu mantıksızdır, dolayısıyla yanlıştır. Şu hâlde ayette geçen “صلّ salli” sözcüğünün “صلى saly” kökünden türemediği kesindir. Türkçe`deki “sallamak” ve “yaslamak” sözcüklerinin de kendisinden türediği ve “ateşe atmak, ateşe girmek” anlamına gelen “صلى saly” sözcüğü, bu anlamıyla Kur`an`da kullanılmıştır:
Hakka; 31: Sonra cahime (cehenneme) sallayın (صلّوه sallûhu) onu.
Ayrıca, bu kökten türemiş ve bu anlamda olan “صلّوه islâvha, يصلى yeslâ, وسيصلون veseyeslâvne, ساصليه seüslîhi, lâyeslâha” gibi sözcükler Kur`an`da bir çok yerde geçmektedir.
Bu ayette geçen “صلّ salli” sözcüğünün “صلى saly” kökünden türemediği kesin olduğuna göre, sözcük “صلو salv” kökünden türemiş olmalıdır.
“صلو Salv” sözcüğü, isim olarak “uyluk”, fiil olarak da “uylukları hareket ettirmek” demektir. Bir kimsenin herhangi bir yüke destek vermek istediği zaman, uyluğunu (bacağın diz ile kalça arasındaki bölümünü) yatay hâle getirip yükün altına sokarak destek sağlaması da bu sözcük ile ifade edilir. Emir kipi olarak “صلو salv” kökünden türediği kabul edildiğinde “صلّ salli” sözcüğü, “uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, çok çalış, çok gayret et, destek ol, sosyal yardım yap” anlamındadır. “صلّ Salli” sözcüğünün “tef`il” babından olması, bazen fiile, bazen özneye, bazen de tümlece “çokluk” anlamı kazandırmaktadır.
“صلو Salv” sözcüğünün mastarı aslında “صلوة salvet” olup, sözcük nakıs (sonu harf-i illetli) olduğundan genel dil bilgisi kuralları gereği “ صلوة salât” şekline dönüşmüştür. Ama “lâm elif” ile yazılmayıp “lâm” ve “vav” harfleriyle “صلوة salât” (و vav harfinin gösterimi ile) şekliyle yazılır. Zaten “صاوة salât” sözcüğünün çoğulu olan “صلوات salâvat” sözcüğünde de “صلو salv” kökünün “و vav” harfi açıkça ortaya çıkmakta ve okunmaktadır. Bu durumun başka kelimelerde de bir çok örneği vardır.
Meselâ “ غزى gazâ” sözcüğünün mastarının “ غزوة gazve”, “غزوة gazve”nin çoğulunun da “ غزوات gazevat” olmasına rağmen fiil çekimlerinde “ وvav” harfi ya “ ىya”ya dönüşür, ya da düşer yok olur.
Bütün bunlar bize göstermektedir ki, bu ayette geçen “صلّ salli” sözcüğü kesinlikle “صلو salv” kökünden türemiştir. Dil bilgisi kurallarına göre; aslı “صلوة salvet” olan “salât” mastarının, geçmiş zaman belirten bir fiil olan “salla” sözcüğünün, emir kipi olan “صلّ salli” ve çoğulu “ صلّوsallu” sözcüklerinin, hepsinin birden “ صلو salv” kökünden türediği açıkça belli olsa da, konunun önemi ve bugüne kadarki yanlış anlamlandırmalar dolayısıyla her insanın zihninde bir “acaba” sorusu kalabilmektedir. Ama Kur`an, bu soruya da cevap vermiş ve Kıyamet suresinin 31 ve 32. ayetlerinde “صلّى salla” sözcüğünü karşıt anlamı ile birlikte kullanmak suretiyle bu konuyu açıklığa kavuşturmuştur:
Kıyamet; 31, 32: Felâ saddaqa velâ صلّى Sallâ velâkin kezzebe ve
تولّى tevellâ.
O, ne tasdik etti ne de çaba harcadı/ destekledi.
Ama yalanladı ve geri durdu.
Ayette geçen dört eylemin ikisi, diğer ikisinin karşıtı (zıt anlamlısı) olarak gösterilmiştir. Yani “كذّب yalanlama”nın karşıtı “صدّق tasdik etme” olarak belirtilirken, “sürekli geri durmak, sürekli yüz dönmek, lâkayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik ve yapılmakta olan girişimleri kösteklemek” anlamlarına gelen “تولّى tevellâ” sözcüğünün karşıtı (zıt anlamlısı) olarak “ صلّى salla” sözcüğü kullanılmıştır. Bu durumda “صلّى salla” sözcüğü; “sürekli ileri atılmak, ilgisiz kalmamak, pasif olmamak, hep aktif olmak” anlamlarına gelmektedir. Asr suresinde geçen ve anlamı, “yanlışları, bozuklukları, çirkinlikleri ortadan kaldırmak için çalışmak” olan “ عملوا الصّالحا 78; salihat işlemek” fiili de, “salla” fiilinin farklı bir ifadesidir.
Namaz anlamına gelen lâm-ı tarifli “الصّلوة salat”, yani “es-salât”ın yapılması, icrası, namaz kıl/ kılınız emirleri, namaz kılmakla ilgili cümleleri, Kur`an`da “ صلّ salli” şeklinde değil de, “اقم الصّلوة ekım-ıs salâte, اقيموا الصّلوة ekımu-s salâte” gibi “اقامة ikame” fiili ile birlikte kullanılmış hâlde toplam 67 yerde geçmektedir.
Sözcüklerin asıl anlamlarından yan anlamlarına kayması doğaldır. Ama bu kaymada, “نحر nahr” ve “ابتر ebter” sözcüklerinin tahlilinde de göreceğimiz gibi ana eksen kaybolmaz. “ صلوة Salât” sözcüğündeki anlam kaymasının sebebini biz, “İsrailiyat” olarak görmekteyiz. Çünkü İbranice`de de “salât” sözcüğü vardır. İbranice`deki “salât” sözcüğü “selâmlama, selâm durma” anlamına gelen “Saluta” fiilinden gelmektedir. Bu sözcük, İbranilerden Araplara, onlardan da Endülüs yoluyla batı dillerine (örneğin Fransızca, İtalyanca ve İngilizce) geçerek “salutation” şeklini almıştır. Ama görünen o ki, sözcüğün İbranice anlamı, Arapça anlamını bastırmış ve Müslümanlar ile Kur`an arasına yüce dağlar gibi girip oturmuştur. Yüce dağlar gibi girip oturmuştur çünkü, “saluta” sözcüğünün türevlerinden olan “صلوات salavât” sözcüğü, Hacc suresinin 40. ayetinde İbranice anlamıyla yani “manastırlar” anlamıyla yer almasına rağmen bu husus, Müslümanlarca dikkate alınmamış ve hâlâ da alınmamaktadır.
“الصّلوة Salât” sözcüğünün anlamı konusunu, ünlü bilgin Ragıb el İsfehânî de Müfredat adlı eserinin “salat” maddesinde; “lügat ehlinin çoğu `الصّلوة salat`, dua, tebrik ve temcidtir demiştir” diyerek âdeta geçiştirivermiştir.
Bu konunun saptırılması ya da cehalet yüzünden yanlış anlamlandırılmasının sonucu bir de; “salâvat getirme/ salâvat-ı şerife okuma” ortaya çıkmıştır. Bugün için piyasadaki bütün ilm-i hal kitaplarına göre; “Allahümme salli… ya da bunun değişik versiyonlarını söylemek” demek olan “salâvat”, Kur`an`da bambaşka bir anlamda kullanılmıştır. Ne gariptir ki, Kur`an`ı değil de rivayetleri ön plâna çıkaran bu kitaplar da kendi uydurdukları “salâvat” kavramını Kur`an`a, Ahzab suresinin 56. ayetine dayandırdıklarını iddia etmektedirler. Ama onların Türkçe diye sundukları da Arapça olduğundan kimse sözcüklerin gerçek anlamlarını öğrenememekte ve gerçekler, yalan ya da cehalet örtüsü altında kalmaktadır. Yukarıda yaptığımız tahliller ışığı altında konunun anahtarı olan ayet şudur:
Ahzab; 56: Şüphesiz Allah ve melekleri peygamberi destekliyorlar/
ona yardım ediyorlar/ onun için gerekeni yapıyorlar.
Ey müminler! Siz de ona destek olun/ ona yardım edin/
onun için gerekeni yapın ve
onun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın!
Yalancılar ya da cahiller ise, bu ayete dayanarak şunu söylemektedirler:
“Allahümme salli alâ Muhammed ve sellim…” yani, “Ey Allahım! Muhammed`e sen yardım et, gerekli desteği sen yap ve onun güvenliğini sen sağla…”
Bu durum, gerçekten de çok büyük bir tezat (çelişki) ve iğrenç bir küstahlıktır! Tıpkı Maide suresinde anlatılan, Musa peygamber ile Beniisrail arasındaki ilişkiyi andırmaktadır:
Maide; 24: Dediler ki: “Ey Musa! Onlar orada oldukça biz oraya asla
girmeyeceğiz. Hadi sen git, Rabbinle birlikte savaşın.
Biz şuracıkta oturacağız.”
Bu ayetin indiği zamanda “Sahabe-i kiram”ın bir köşeye çekilip “Allahümme salli ve sellim..” demediği, ama varıyla yoğuyla, canıyla harekete geçip Allah yolunda peygamberimize destek olup, güvenliğini sağladığı tartışmasız olarak bellidir. Böyle olmasına rağmen Allah`ın dinine bu tip uydurmaları sokmaya çalışanlar ya kasıtlı ihanet içindedirler ya da özendirme amaçlı cehaleti temsil etmektedirler!
ve nahr yap.
“نحر Nahr” sözcüğünün bir-iki kelime ile Türkçe`ye çevrilmesi mümkün olmadığı için, surenin çevirisinde aynen bırakılmış, açıklaması burada yapılmıştır.
Bu sözcük klâsik eserlerde iyice irdelenmeden, en uzak anlamı olan “kurban kes” şeklinde Türkçe`ye çevrilmiştir. Bu durum ise tam anlamıyla “ğalat-ı meşhurun fasih lisana yeğlenmesi (ünlenmiş, hatalı sözcüğün, orijinaline tercih edilmesi)” demektir. Yapılan hatanın sürdürülmesi edebiyat konusunda belki bir sakınca doğurmaz ama dinî umdelerin (dinin temel ilkelerinin) yozlaşması, yozlaştırılması bakımından büyük sakıncalar doğurmaktadır.
İsim olarak kullanıldığında; “göğüs, gerdan” anlamına gelen “nahr” sözcüğü, mastar olarak kullanıldığında; “eli göğse değdirmek, göğüslemek, ve devenin göğsüne bıçak saplayıp kesmek” anlamlarına gelir. Türkçe`deki “intihar” sözcüğünün aslı da buradan gelmektedir. Ayette “وانحر ve-nhar” emir kipiyle yer aldığına göre bizim konumuz, sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki üç değişik anlamıdır.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki birinci anlamı; “elini göğsüne değdir” emridir. İmam-ı Şafii bu “ve-nhar” emrini, “kurban kes” ya da “deve kes” olarak değil, “ellerini göğsüne değdir” olarak anlamış ve namaz kılarken alınan ara tekbirlerde ellerin göğse değdirilmesine içtihat etmiştir. Bu nedenle Şafii mezhebine mensup Müslümanlar(!), namaz kılarken bu içtihada uyarlar.
Şii müfessir ve fakihler de, Ali ve ehlibeyt kaynaklı rivayetleri dikkate alarak bu emri, namazda kıyamda iken ellerin göğse kaldırılması ve namazda tekbir getirirken ellerin boğaz çukurluğunun hizasına kadar kaldırılması olarak anlamış ve uygulamışlardır.
Kimileri de bu emirden, namazda göğsün kıbleye döndürülmesi, kesinlikle başka yönlere yalpalanılmaması gerektiğini anlamışlardır.
İmam-ı Azam Ebu Hanife`nin ise bu ayeti nasıl anladığı, eserlerinin zülfüyâre dokunması sebebiyle olsa gerek, zamanın idarecileri tarafından yok edilmesi sonucu bilinememektedir.
Ancak, dikkat edilirse bütün bu anlayışlar, namaz esnasındaki hareketlere yöneliktir. Oysa ayette bu hareketin namazda olacağına dair hiçbir işaret, delâlet, karine (ipucu) yoktur.
Bize göre, namazda iftitah tekbirinde (namazın başlangıcındaki ilk tekbir) ya da ara tekbirlerde ellerin göğse kaldırılması, dilimizin Allah-ü Ekber (Allah her şeydan daha büyüktür) dediği sırada bu inancımızı, bu anlayışımızı lisan-ı hâl (beden dili) ile de pekiştirmemiz anlamına gelir. Yani bu hareket, Allah`tan başka her şeyi arkaya attığımızı ifade eder. Sure peygamberimize hitap ettiğine göre de bu emirle istenen; peygamberimizin, hakkında çıkarılan kin dolu söylentileri, kendisine yapılan kötü davranışları, düşmanlıkları, hileleri, tuzakları arkaya atması, dikkate almaması, boş vermesi, elini sallayıp geçivermesidir.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki ikinci anlamı; “göğüslemek, göğüs göğse gelmek” demektir. En fazla kullanılanlardan birisi olan bu anlam, Arap şairleri tarafından boğaz boğaza gelmeyi, göğüs göğse dövüşmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Ayrıca bu sözcük Arapça`da “evleri göğüs göğse (karşı karşıya)” deyiminde de bu anlamda kullanılmıştır.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki üçüncü anlamı; “deveyi göğsünden hançerle kes” demektir. Dikkat edilirse bu anlam içinde “kurban” sözcüğü yer almamaktadır. Yani bu anlam esas alındığında, ayetten, “kurban kes” veya “deveyi kurban kes” gibi anlamlar çıkmaz, sadece “deve kes” anlamı çıkar. Bu takdirde ayetin anlamı; “Seni üzüyorlar, sana düşmanlık ediyorlar, sen de uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, çok çalış, çok gayret et, destek ol, sosyal yardım yap ve deve kes” olur.
O günkü şartlar altında peygamberimize kasaplık yapmasının emredilmiş olması, anlamsızdır. Çünkü bu sure indiğinde peygamberimiz hâlâ insanlara tebliğde zorlanmaktadır, yeterince taraftar edinememiştir. İşler henüz teori/ iman boyutundadır. Tebliğin dışında herhangi bir eylem söz konusu değildir. Bu aşamada Rabbimiz ona sadece secde ile yakınlaşmasını (Alak; 19) emretmiştir. Yani bu surenin indiği zamanki kurban (Allah`a yakınlaştıracak eylem) sadece secdedir. Kevser suresinin iniş sırasına göre 15. sırada indiğini bilenler ve sure ile ayeti o ortama göre ele alanlar, “ve-nhar” emrinden kesinlikle “kurban kes” anlamını çıkarmazlar.
Kurban ile ilgili olarak Kütüb-ü Sitte`de 26 rivayet mevcuttur. Ama bunların çoğu aynı rivayetin farklı kişiler tarafından nakledilmiş şeklidir. Bu rivayetlerin hepsinde konu edilen kurban ve kurban ile ilgili bilgiler, haccda hacıların mükellef tutulduğu “هدى Hedy`e (hacıların hediyesi)” yöneliktir, yoksa bayram havası ile sağda solda hayvan kesmeye yönelik değildir. Rivayetlerin ve tarihî belgelerin hiçbirinde, Mekke`de bu sure indiği dönemlerde ve Medine dönemindeki hacca kadar bir kurban olayı anlatımı söz konusu değildir. Yani ne peygamberimiz, ne o günkü Müslümanlar, bu ayetler indiği zaman Mekke`de kurban kesme şeklinde bir ibadet yapmamışlardır.
Ragıb el İsfehânî de, Müfredat adlı eserinde “nahr” sözcüğünü açıklarken; “haccda, Mina`da kesilmesi gereken hediye” olarak açıklar. Ancak, Hedy`den bahseden Bakara suresinin 196. ayeti, Maide suresinin 2, 95 ve 97. ayetleri ve Feth suresinin 25. ayeti henüz inmemiştir, çünkü bu ayetler Medenî`dir. Dolayısıyla Kevser suresi indiği sırada Hacc ile ilgili bir hüküm henüz ortada yoktur. Böyle olmasına rağmen Ragıb`a göre de “nahr”, hacda kesilen hediyenin dışında bir şey değildir, kurban adı altında günümüzde yapılan kesimle ilgisi yoktur.
Bazıları kurban konusunu İbrahim peygambere bağlarlar ve onun oğlunu kurban edişini konu alan bir çok Kur`an dışı kültürü kendilerine kaynak kabul ederek detaylara girerler. Ama Kur`an`a, Saffat suresinin 83-113. ayetlerine baktığımızda ise, bu olayların kurban ile uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığı görülmektedir. Yine bazıları da Maide suresinin 27-31. ayetlerindeki “iki âdemoğlu” kıssasından kurbana kaynak aramaya çalışsalar da ilgili pasajda hayvan kurban etme anlamı bulunmamaktadır.
Müslümanların nerede ve ne amaçla hayvan keseceği, Hacc suresinin 34-38. ayetlerinde açıklanmıştır.
Yukarıdaki açıklamalar ışığı altında Kevser suresinin 2. ayeti; “Madem Rabbin sana kevseri (bu kadar bol nimeti) verdi, öyleyse sen de Rabbin için çok çalış, çok gayret et, uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, destek ol, sosyal yardım yap, gerisini boş ver, düşünme, önüne gelecek her zorluğu göğüsle, sabret!” anlamındadır.
3. Ayet:
Kesinlikle ebter olan sana kin duyanın kendisidir.
“ابتر Ebter” sözcüğü “بتر beter” sözcüğünden türemiştir. İlk vaz`ı (ilk anlamı, birinci anlamı); “kuyruğu köküne kadar kesmek” demektir. Kuyruğu olmayan eşeğe “حمار ابتر hımarun ebterü” denilirdi. Daha sonraları hayır hasenat yapmayan kimselere, sonu zürriyeti olmayan (özellikle de erkek çocuğu olmayanlara, zira kız çocuğu şark kültüründe evlâttan sayılmazdı) kimselere “ebter” denilir oldu. Bu sözcük Türkçe`ye de geçmiştir. Birisine beddua ederken “beter ol!” denir. Bunun anlamı “senin sonun olmasın, perişan ol!” demektir.
İlk andan itibaren her kâfir ve yakın çevresi, peygamberimizi değişik sıfat ve yakıştırmalarla kötülemeye çalışmış, hâlâ da çalışmaktadır. Peygamberimize ve dolayısıyla İslâm`a o günlerde sataşanların eli boş kalmıştır. Hem emekleri boşa çıkmış hem de nesepleri, soyları sopları sahneden silinmiş gitmiştir. Bu ayetlerden anlıyoruz ki bu gün de yarın da yine aynı şekilde olacaktır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah`tır
Kaynak: İşte Kur'an. (HAKKI YILMAZ)
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.