yusuf Uzman Uye
Katılma Tarihi: 09 mart 2005 Yer: United States Gönderilenler: 100
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Konu bayat gibi görünebilir ama, çok su kaldırmış, kaldıran ve kaldıracak bir pilav olduğundan, yazabiliriz... Üstelik 'zafer haftasını idrak' etmiyor muyuz, demek ki 9 Eylül gününe kadar lafın yolu var.
Kurtuluş savaşımızın yalnızca bir Türk-Yunan savaşı mı olduğu, yoksa gerçekten 'yedi düvele' karşı mı verildiği tartışılıyor.
Attila İlhan da, 'kurtuluş savaşı tarihi aslında bildiğimiz gibi değildir' demiş. Evet, değildir.
Rauf Bey'in de (Orbay), 'bu milletin övüneceği bir tek kurtuluş savaşı var, anılarımı yazıp onun da tadını kaçırmayayım' demiş olduğu rivayet edilir...
Kurtuluş savaşımızda, önce doğuda Ermeni güçleriyle savaşıp o işi çabucak bitirdik. Bunlar düzenli ordu falan değil, dandik çetelerdi. Sonra batıya, Yunan ordusuna döndük.
Başka bir ülkeyle de savaşmadık! Yoksa savaştık da ben mi hatırlamıyorum?
Haaa, İngiltere'yle 'çekiştik' tabii (Amerika, o zamanlar kolu buralara uzanmadığı için, karışmıyordu.)
Yedi düvelden ikincisi olan Fransa önce bize ters bakıyordu ama, güç dengesi bize döndüğü zaman, karşı çıkmak bir yana, bizi açıkça destekledi (1921 Ankara Antlaşması diye bir şey duymuş muydunuz?)... Bunda elbette 'emperyalistlerin kendi iç çelişkilerinin ve çıkar çatışmalarının' da payı oldu.
Asıl, çiçeği burnunda Sovyetler Birliği, başından beri yanımızda ve arkamızdaydı. Bize hem (altın) para verdi hem de silah.
Bu nedenle, Kızılordu'nun Kafkasya'yı adım adım yeniden ele geçirmesine de ses çıkarılmadı, göz yumuldu! Bir anlamda, soydaşlarımızı 'kaderlerine terk etmek' zorunda kaldık. 'Sattık' dememek için böyle dedim.
İşin matrağı, Fransa'dan da top ve silah satın aldık.
Bir de Yunanistan'daki gelişmelere bakalım.
Yunanistan'da, 14 Kasım 1920 Pazar günü büyük bir olay, müthiş bir değişim oldu, akıl almaz bir dönemeç dönüldü.
Anadolu'ya saldırmış olan Venizelos seçimleri kaybetti! İktidara, büyük savaşta 'Almanya'ya yatmış' olan Kral Konstantinos ve adamları geri döndüler, başbakan da, berikinin can düşmanı Dhimitrios Ghounaris oldu.
Bu adam, Anadolu 'serüvenine' başından beri karşıydı; iktidara 'küçük ama şerefli Yunanistan' sloganıyla gelmişti. Yunan halkı savaş da istemiyordu, Ege bölgemizi de istemiyordu! Burada yaşayan soydaşları da çok fazla umurlarında değildi.
Fakat, 'hazır ordu ilerlemişken niçin geri çekilelim, enayiliğin lüzumu yok' diye düşündü ve bu hatasını bozgundan sonra kurşuna dizilerek ödedi (hapishanede tifoya yakalanmış, ateşi varmış, ayakta duramıyormuş, dizüstü ıhtırıp çökertmişler de öyle vurmuşlar, Hemingway anlatır...)
Yunan ordusunda bütün 'Venizelosçu' subaylar hemen tasfiye edildiler ve yerlerine kralcı, fakat üçüncü sınıf, yeteneksiz adamlar atandılar. Zaten dikkat ederseniz, İnönü çarpışmalarında 'makus talihin' lehimize dönmesi de bu olaylardan hemen iki ay sonradır! Ellerinde, bizim komutanlarımızın çapında adam yoktu.
Yunan ordusu feci şekilde bölünmüştü, iliklerine kadar politikaya bulaşmıştı, disiplin misiplin de kalmamıştı; örneğin Venizelosçu assubaylar ve erbaşlar, kralcı subayların emirlerini dinlemiyorlardı!
Üstelik bolşevizm de Yunan ordusunda çok yayılmıştı, Yunan siperlerinde kızıl bayrak çekenler, 'Türk emekçi kardeşlerimizle savaşmak istemiyoruz' diye alenen slogan atanlar vardı!
İşte Yunan ordusunu pişmiş armut gibi kucağımıza düşüren etkenler azıcık da bunlardır.
Ve çok iyi tanıdığımız birisi de, 'Hacıanesti, şimdi ...... ananı!' diye bağırmıştır...
Çünkü, Trikoupis'ten önceki asıl Yunan cephe komutanı General Hadzianestis, 26 Ağustos 1922 sabahı bizim toplarımız konuşmaya başladıklarında, cephede değil, İzmir'de Kraemer Palace Hotel'in odalarından birinde (bugünkü Alsancak Meydanı'nın boşluğunda yer alan o zamanın en büyük İzmir oteli), herhalde kral dairesinde, ünlü kantocu Karantinalı Dhespina'nın koynundaydı!... Karıyı, İzmir merkez komutanı Albay Nikolaos Zafiriou'dan devralmıştı!
Elbette bütün bunlar, müthiş ve büyük başarımıza, yarattığımız mucizeye halel getirmezler. Bu cümleyi eklemek zorunda kalmam da ülkemizin 'demokratik sefaletini' yeterince kanıtlar.
General De Gaulle durup durup iki şeyi ısrarla ileri sürerdi. Bir, Fransa’nın kurtuluşunda Amerika’nın ve İngiltere’nin pek öyle dişe dokunur bir katkısı olmamış, Fransa kendi kendini kurtarmış...
İkincisi de, bütün Fransa “yekvücut”, savaş boyunca onun arkasındaymış!
Hem muhalifleri, hem Washington, hem de Londra buna hem kızarlar hem gülerlerdi...
Amerikan ordusu Paris’e gireceği zaman “ayıp olmasın” diye General Leclerc komutasında bir Fransız zırhlı tümenini “önden göndermişlerdi”... Ünlü fıkrada olduğu gibi, hamamın namusunu kurtarmak için.
Savaşta da bir avuç, ama gerçekten bir avuç direnişçi Alman ordusuna pusular falan kuruyordu ama işbirlikçi sayısı çok daha yüksekti. Fransız halkının asıl büyük çoğunluğu da sotaya yatmış, kim kazanırsa ona koşulmak üzere savaşın sonucunu bekliyordu...
Buna benzer bir durumu Türkiye’de de yaşadık.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Sahnenin Dışındakiler” romanını bilir misiniz? Kurtuluş savaşı olup biterken İstanbul’da “kendi işinde gücünde” yaşayıp giden insanları anlatır...
Fakat Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ünlü “Yaban” romanını mutlaka bileceksiniz, o da Anadolu köylüsünün savaşı yönetmeye koşan aydınları nasıl yadırgadığını, nasıl ittiğini, nasıl dışladığını, nasıl sevmediğini anlatır!
Yani bir “ordu-ulus bütünleşmesi” falan yoktu ortada!... Bu ve benzer efsaneler, savaşı kazandıktan sonra Ankara tarafından üretilmişlerdir. Bugün de bilir-bilmez yinelenirler.
Nitekim Yakup Kadri’nin söz konusu romanı yayınlandığında ufak çapta bir kıyamet de koptu Ankara’da... Üstad gerçekleri “açık etmişti”, buna ne gerek vardı?...
Ortada bir ulus yoktu ki... On yıldır savaşan yorgun, bezgin bir halk ve gene yorgun ama yılmamaya kararlı, kahraman bir subaylar kitlesi vardı. Ulus, savaştan sonra yaratılacaktı.
Halk kendini Türk olarak değil, Müslüman olarak tanımlıyordu ve kurtuluş savaşına da “gâvura karşı” katıldı.
İşte dinciler bunun için, savaşı birlikte yürüttükleri İttihatçılar’ın savaştan sonra ipleri ellerine geçirip kendilerine kazık attıklarını düşünürler!
Gönüllü falan da yazılmadı halk, Ankara “otoritesi” tarafından askere alındı. Vergi konusunda da böyle oldu, eskiden İstanbul’a giden vergi, yolunu Ankara’ya çevirdi.
Savaş da, evet, işgalci Yunan ordusuna karşı verildi ama önce ve büyük ölçüde “iç asilere” karşı da verildi. 1920 yılında isyanları büyük ölçüde bastırdıktan sonra ancak 1921 ve 1922 yıllarında dış düşmana karşı dönebildik!
Savaşı kazanan subaylar ve onların emrindeki sivil aydınlar, tıpkı General De Gaulle gibi, bir “yekvücut millet” efsanesi yaratmak gereğini duymuşlardır. “Tek particilik” yapabilmek için şarttı bu.
Sonra buna kendileri de inanmışlardır ve Cumhuriyet Halk Partisi 1946 yılından bu yana hiçbir serbest seçimi tek başına kazanamayınca pek şaşıyorlar!
Halkın cahil olduğu, kandırıldığı için gidip gidip “ötekilere” oy verdiğini sanıyorlar.
Ve bunun için aralarından zaman zaman “halkı halktan kurtarmaya” sopayla kalkışanlar da çıkıyor!
Evet, doğrudur, “ayın altında kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru” ama, Tekâlif-i Milliye Kanunu’nun “amir hükmü mucibince” gidiyordu... Çamaşır ve malzeme vermeyen, cepheye mermi taşımayan kendini İstiklal Mahkemesi’nde bulacaktı. Bu mahkemenin iki çeşit kararı vardı, beraat ya da idam. Kararlar da “gayrı kabil-i temyiz” idiler, itiraz edilecek bir üst mahkeme yoktu.
Elbette bütün bunlar, yarattığımız mucizeyi, gösterdiğimiz büyük özveri ve kahramanlığı zedelemez. Şu cümleyi eklemek zorunda kalmam da ülkemizin “demokratik sefaletini” özetler.
|