Yazanlarda |
|
zulfikarxk Groupie
Katılma Tarihi: 11 agustos 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 63
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam arkadaşlar benim sizle paylaşmak istediğim şey bu aralar gündemde olan bir konu türkiye genelindeki tüm imamlar en 800 900 ytl maaş alıyorlarmış günlük 18 saat görev yapıyorlarmış yatsı ve sabah namazı için devletten tazminat istiyorlar şu namazı beş vakit diye farz olarak topluma dayatanların devletin başına açtığı belaya bakın ya olmayan vakti farz ederek adamlara bir hak veriyor keşke devlet devlet olsada yaratan tanrının insanlara göndediği mesajı inceleyebilip bu konuya tepkisini verecek araştırmayı yada kendi bünyesinde bunu millete öğretecek bir enstitüyü kursada bunun kendi böyle bir beladan kurtulsak
__________________ hay aklımı seveyim gerçekden aklımı kiraya vermediğim içinde ayrıca çok mutluyum ayrıca aklımı kullandım diye arşimendede nbenzemedim sadece guranı okudum duydum ve uyguluyorum
|
Yukarı dön |
|
|
blue Newbie
Katılma Tarihi: 26 temmuz 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 10
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
zulfikarxk Yazdı:
Selam arkadaşlar benim sizle paylaşmak istediğim şey bu aralar gündemde olan bir konu türkiye genelindeki tüm imamlar en 800 900 ytl maaş alıyorlarmış günlük 18 saat görev yapıyorlarmış yatsı ve sabah namazı için devletten tazminat istiyorlar şu namazı beş vakit diye farz olarak topluma dayatanların devletin başına açtığı belaya bakın ya olmayan vakti farz ederek adamlara bir hak veriyor keşke devlet devlet olsada yaratan tanrının insanlara göndediği mesajı inceleyebilip bu konuya tepkisini verecek araştırmayı yada kendi bünyesinde bunu millete öğretecek bir enstitüyü kursada bunun kendi böyle bir beladan kurtulsak |
|
|
Evet aslında ben de o haberi okuduğumda daha önce hiç düşünmediğim bir şey olduğunu farkettm. Adil olmak lazım bu adamların işi gerçekten de pek kolay değil, 5 vakit git camiyi organize et, temizliğini, güvenliğini sağla, görevli olduğundan yerinden kolay kolay ayrılamama vs..bu açıdan bakınca kendince haklılar fakat bu bir anlamda uydurdukları dinin yan etkileri, hayatla, metabolizmayla olan çelişmeleri...
Devletin dinin gerçek, orjinal haline dönüşe yönelik sistemli bir çalışma yapmasını beklemek bu şartlarda pek gerçekçi değil, bu bir süreç işi..Ama burda devletten bişeyler beklemek yerine herkes, farkındalığı oranında, geleceğe de doğru bilgiyi taşıma sorumluluğu içinde görmeli kendini ve bireysel anlamda altyapısını bu ciddiyetle güçlendirmeli..Allah sonuçta salih amelde bulunanları destekleyecektir.
|
Yukarı dön |
|
|
Tunboga Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 03 haziran 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 66
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hanif dostlara selam !
Kim ıspat göstererek anlatabilir ? Cami Hoca larının Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti nin Hedefi olan , Muasır Medeniyet seviyesine ulaşması yönünde hizmetleri olduğunu !
Fakat ciddi olarak , Türkiye nin Muasır Medeniyet Seviyesine ulaşımına hizmet eden Kurumlar ve Emekçi insanlar var.
Bunlardan biri olan kurum , Hastane ler ve bu hastaneler in sayısı 1.220 oysa ki Cami sayısı 77.500
Hastane lerde görev yapan Doktor sayısı 77.000 oysa ki Cami lerde Hoca sayısı 87.000 bu sayı kadrolu hoca sayısı dır , Her ilçede bulunana müftü ler ve Diyanet in Prof. ünvanlı ıspat sız , delil siz atıp tutan Dinadamları buna dahil değildir. Onlarıda katarsak Tam emin olmamam ile birlikte bu sayı 90.000 üzeridir
Ve yine Muasır Medeniyet amacına hizmet eden bir kurum olan okullarımız ın sayısı = 67.000 dir Sağlık ocağı = 6.300 dur.
Her ilçede Kuran Kursu adı altında 3.852 Sufi kursu var iken , Türkiye Genelinde kütüphane sayısı 1.435 dir.
Bu Ülke de her 350 TÜRK vatandaşına 1 cami düşerken
Aynı Ülke de her 60.000 TÜRK vatandaşına 1 hastane düşer
Cami hocalarına İmam demek büyük bir yanlışlıktır , gafletdir İmam kelimesi nin Türk çe karşılığı Önder dir. Bugün İslam Konf.Örgt. üyesi 56 Ülkede hangi Cami hocası kime önder olmuş. Lütfen Furkan Suresi 74. ayet e bakınız..
Ve kimseler dir Ey Rabb imiz diyen , bahşet bize ezvacina/ eşlerimizden ve zürriyyatina /cocuklarımızdan göz nuru olacaklar ve yap bizi Lilmüttegıyne İmaman / korkup sakınanlara Önder
__________________ Cinn 20= Deki Şüphesiz ben ancak Rabbime ibadet ederim ve O'na hiç kimseyi ortak koşmam
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
"Cami hocalarına İmam demek büyük bir yanlışlıktır , gafletdir İmam
kelimesi nin Türk çe karşılığı Önder dir. Bugün İslam Konf.Örgt. üyesi
56 Ülkede hangi Cami hocası kime önder olmuş."
Evet kardeş,isabetli bir bakış.Ancak bu kavram Kuranda olumsuz anlamda da kullanılır ve "küfrün imamları"tabiri de geçer.Buna göre eğer bir insan tek başına Kuranın hayata müdahale etmesini savunuyor ve bunun mücadelesini veriyorsa bu hakkın ve doğrunun imamı=önderi;eğer Kurandışı olan beşeri anlayışların hakim olmasını istiyorsa küfrün ve şirkin önderi olur. Bu açıdan bütün tanıdığımız hocaları yaptıklarıyla değerlendirecek olursak çoğunun hangi tarafın önderi olduğunu kolaylıkla farkedebiliriz. Lanet olsun küfrün ve şirkin önderlerine,imamlarına;selam olsun hakkın imamlarına..
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İslam Toplumunun Oluşumunda
“İmamların / Öncülerin” Rolleri
İsmail DUMAN
I. “İmam/Önder”
Kavramının Açıklaması
Günümüzde “cami imamlığı” kastı ile bir
meslek birimini ifade eden “imam” kavramı, içinde barındırdığı engin manalardan
yoksun bırakıldığı için, “imam” olan kişi de, toplum içerisinde olması gerektiği
gibi değil de kast olunan şekilde işlev görmektedir.
Halbuki, “imam”
kavramının sözlük manasına ve Kur’an’ı Kerim’de geçen manalarına göz
gezdirdiğimizde, kavramın toplum içerisinde öncü, etken olan bir bireyi ifade
ettiğini görebiliriz.
“İmam”ın kelime anlamı, önde olan, önder olan,
lider anlamındadır.
“İmam” kelimesi ‘el-ümm’ kelimesinden türemiştir.
Bu da anne demektir. Ümmet kavramı da aynı köke dayalı olarak; bir köke, bir
öze, bir anne gibi asıla bağlı olan manasına gelmektedir.
“İmam” bir
anlamda “ümmet”in önderidir. “İmam” kendisine uyulan önderdir. Bir kök
durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır.
Bu cemaat de bir
“imamın-önderin” peşinde olduğu için “ümmet adını almaktadır.”(1)
Kur’an’ı Kerim’de “imam” kavramının farklı anlamlarda kullanıldığını
görüyoruz. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:
a) Kur’an’ı Kerim için “İmamül Mübin” sıfatının
kullanılması
b) Yasin Suresi’nde “Levh-i Mahfuz”
anlamında kullanılması
c) Takva sahiplerine önder
olması anlamında kullanılması
İslam hukukunda ise, “imam” kavramı,
Müslümanların oyu veya biati ile ümmetin din ve dünya siyasetini idare etmek
üzere seçilmiş Müslüman önder manasına gelir.
Tüm bu anlamların yanı
sıra, bilindiği gibi “imam“ kavramı, namaz kıldıran kişi anlamında, insanların
kendilerine uyup, ilim ve ictihadlarından faydalandıkları büyük âlimler
anlamında ve hadis ilminde otorite olan âlimler anlamında da kullanılmıştır.
"İmam” kavramı, öz olarak topluluğa önder olan demektir.
II. Topluma Öncü/Önder olarak “İmam”
Daha önce
de bahsettiğimiz gibi, “imam” etrafında bir topluluk toplayan, onları peşinden
götüren, onlara yol gösteren insandır.
Toplumsal yapılanmalara göz
gezdirdiğimizde, insanların sadece “hakk” yolunda değil aynı zamanda batıl
yolunda da sistemli çalıştıklarını ve kendilerine önderlik edecek “imam”lar
tayin ettiklerini görüyoruz. Bu noktadan yola çıktığımızda, Kur’an’ı Kerim’in
“imam” kavramının çift kutuplu manasını farklı ayetlerde ele aldığına şahit
oluyoruz:
a) “Bunun üzerine onu(Firavunu) ve ordularını
yakalayıp denize attık. Zâlimlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bir bak! Biz
onları ateşe çağıran önderler kıldık. Kıyamet gününde ise onlara yardım olunmaz.
“ (Kasas–40/41)
İlk ayete baktığımızda, Hz. Musa ile Firavun arasında
yaşanan mücadele sonucunda Firavun’un ve ordularının nasıl helak olduklarının
anlatıldığını görüyoruz. Bu ayetin hemen ardından ise, 41. ayette “ateşe çağıran
önderler” terimi ile karşılaşıyoruz.
“Biz onları ateşe çağıran önderler
kıldık” derken, “Biz onları küfür üzere kendilerine uyulan liderler yaptık”
denilmektedir. Böylelikle onlar hem kendi veballerini yüklenecekler, hem de
kendilerine tabi olanların günahlarını yüklenecekler ki; cezaları daha büyük
olsun.
Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, küfrün de “imam”ları,
savunucuları, önderleri ve takipçileri vardır. Küfrün imamları da küfrün hakim gelmesi için
çaba sarfetmektedirler. Elbette ki küfür var olduğu sürece, küfre karşı
koyanlarda var olacaktır. Yani küfrün imamları olduğu gibi,
elbette “hakk”ın da imamları vardır:
b) “O gün her sınıf insanı imamları ile çağırırız.
Kimin kitabı sağ eline verilirse onlar kitaplarını okurlar ve onlara hurma
çekirdeği kadar zulmedilmez.” (İsra- 71)
Ayette geçen “O gün her sınıf
insanı imamları ile
çağırırız” buyruğu ile ilgili olarak Tirmizi, Ebu Hureyre’den rivayet ettiğine
göre, Peygamber(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Onlardan birisi çağırılır ve kitabı
sağ eline verilir. Boyu altmış zira uzatılır, yüzü ağartılır, başı üzerine parıl
parıl parlayan inci bir taç konulur. O da arkadaşlarının yanına geri döner. Onu
uzaktan görürler ve: Allah’ım bu kişi bizim yanımıza gelsin ve bu kişiyi bizim
için mübarek kıl, derler. Nihayet yanlarına varır ve şöyle der: Sizden her
birinize bunun gibi (bir mükâfat bulunduğu) müjdesini veriyorum. (Hz. Peygamber
devamla) buyurdu ki: Kafire gelince yüzü karartılır, boyu Adem suretinde altmış
zira uzatılır ve ona bir taç giydirilir. Arkadaşları da onu görürler ve: Bunun
şerrinden Allah’a sığınırız. Allah’ım bunu yanımıza getirme, derler. Ancak o
yanlarına varır ve: Allah’ım bunu bizden uzaklaştır, derler. O, Allah da sizi
uzaklaştırsın. Sizden her bir kimseye bunun gibi bir ceza vardır, der.” (2)
Ayette ifade edilen “imam” kavramı ile ilgili olarak farklı yorumlar
bulunmaktadır. Bazı İslam âlimleri, bu kavramdan maksat olarak “kitaplar”ın
kastedildiğini ifade ederken, bazı âlimler ise bu kavram ile kişilere öncülük
eden bireylerin kastedildiğini belirtmişlerdir.
Hz. Ali de, bu konu ile
ilgili olarak, çağlarının önderleri ile çağırılacaklardır, diye açıklamada
bulunmuştur. Peygamber(sav)’den de, yüce Allah’ın: “ O gün her sınıf insanı imamları ile çağırırız”
buyruğu hakkında şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Herkes kendi zamanlarının imamları ile Rabblerinin
kitabı, Peygamberlerinin de sünneti ile çağırılacaklardır.”(3)
Ayette
kullanıldığı şekliyle “imam” kavramını ele aldığımızda, kavramın “kitap” olarak
veya “önder kişi” olarak kullanılmasının çok farklı olmadığını görüyoruz. Çünkü
insanlar kendilerine önder seçtikleri ile kendilerine rehber kabul ettikleri
“kitap” arasında ciddi bir bağlantı kururlar. “Kitab”ı anlamayı, kendilerine
önder kıldıkları kişilere göre şekillendirdiklerini görürüz.
Her iki
ayet topluluğunu değerlendirdiğimizde, “imam” kavramının hem “hakk” mücadelesi
hem de “batıl” mücadelesi için kullanıldığını görüyoruz. Konuyu genelden biraz
daha özele indirdiğimizde İslam âlimlerinin/imamlarının/önderlerinin
fonksiyonlarının iyi belirlenmesi ve irdelenmesi gerektiğini düşünüyoruz.
III. Günümüz İslam Âlimlerinin/Önderlerinin Pozisyonları ve
Eksiklikleri
İslam tarihine baktığımız zaman,
Rasulullah(s.a.v)’ın vefatından sonra, birkaç yüzyıl boyunca İslam ulemasının
durağanlıktan kaçınan, dinamik bir yapı arz ettiğini görüyoruz. Bu süre zarfında
İslami ilimlerde yaşanan canlılığın topluma da yön verdine şahit olabiliyoruz.
Toplumda “özne” olan âlimlerin, yaşadıkları zaman dilimlerindeki “zorba
diktatörler” karşısındaki duruşlarını/kıyamlarını okuyoruz.
Bu zaman
diliminden günümüze doğru geldiğimizde, İslami ilimlerde yaşanan canlılığın ve
İslam âlimlerine olan ilginin giderek azaldığını görüyoruz. İçinde bulunduğumuz
yüzyılda ise, materyalist felsefenin insanlara sunduğu “maddeci anlayış”ın,
insanların yaşadıkları zaman dilimlerini “ilahlaştırarak” gerçek ilahlarından
uzaklaşmalarına neden olduğuna şahit oluyoruz.
Günümüzde bu anlayış,
maalesef Müslüman toplumlara da sirayet etmiş bulunuyor. Batılı kaynaklardan
beslenen Müslümanlar, ister istemez yaşamlarında “modernizm” faktörünü etken
kılıyorlar. Müslüman bireyler kendi yaşamlarından başlayarak aile yaşamlarına
kadar “madde”nin üstünlüğünü belirleyici faktör olarak görebiliyorlar. Bunun bir
sonucu olarak da, “yaşadığın zamanda”(!) iyi bir iş, iyi bir mevki insanların
ulaşmak istedikleri yegâne hedef haline geliyor.
Elbette ki,
bahsettiğimiz durum tüm Müslümanlar için geçerli değil. Lakin bizim için önemli
olan bir çoğunluğun, bu tuzağa düştüklerini görüyoruz. İşte, bu yüzden günümüzde
İslam âlimi olmaya aday olan gençlerimizin sayısı azaldı. Aslında bu durum bir
döngü halini yansıtıyor. Bizlerin âlimleri “özne” olmadığı için, günümüz
Müslümanları diğer “özne”(!)lerden etkileniyor. Aynı şekilde Müslümanlar bu
halde oldukları için “özne” olacak İslam âlimleri yetişmiyor.
Tüm
bunların yanı sıra, kemiyet olarak zaten az olan âlimlerimiz, bir de “keyfiyet”
anlamında yeterli seviyeye sahip olamıyorlar. Asıl olarak, niteliksel anlamdaki
bu eksiklikler âlimlerimizin/imamlarımızın “özne” olmasına engel teşkil ediyor.
Bu yüzden dolayı, âlimlerimizin “özne” olduğu ve İslam toplumlarının etkilenen
değil etkileyen rolü oynadığı bir zamana ulaşabilmek için bulunduğumuz durumun,
âlimlerimizin hangi konularda yanlışlıklar yaptıklarının bir tespitini yapmalı
ve çözümler üretmeliyiz. Bu amaca muatıf olarak, âlimlerimizin “özne” olmasını
engelleyen faktörlerden önemli gördüğümüz iki tanesini incelemeye çalışalım:
A) Söylem-Eylem Birlikteliği
İbn-i Mesud, ilmin
tarifini şöyle yapar: “İlim, çok şey aktarmak değil, sahibini Allah’ın huzurunda
esas duruşa getirmektir.”
Bu tarifte, aynı zamanda gerçek bir âlimin de
tanımlaması yapılıyor: “ Âlim, çok şey anlatan değil, anlattığı şeyler ile amel
ederek Allah’ın huzurunda esas duruşta olandır.”
Söylemleri pratiğe
geçirmek, günümüz âlimlerinin veya âlim adaylarının önemli sıkıntılarından bir
tanesini oluşturmaktadır. İnsanoğlu, “bilgi”ye ulaşmaya başlayınca, eğer o
bilginin “bilinci”ne ve “hikmeti”ne vakıf olamamışsa, sahip olduğu bilgi,
insanın kendisine anlamsız bir özgüven(!) duymasına neden olur. Bu tarz bilgi,
insanın nefsini ön plana çıkarmakla birlikte, bilginin aktarıldığı kişiye de
hiçbir faydası olmaz. Çünkü bizim aracı olduğumuz bilginin, aktardığımız kişi de
tesir bulması “kalpleri evirip çeviren” Rabbimizin izni iledir.
Bilindiği gibi, ashab-ı kiram, ayetleri ezberlerken, ezberledikleri
ayetin manasını hayatlarına geçirmeden diğer bir ayeti ezberlememişlerdir. Bu
durum da, bizlere, hayatımızda karşılık bulmamış bir ilah-i kelamın başkalarına
aktarılmasının pek bir anlam ifade etmediğini gösteriyor. Kur’an’ı Kerim’de
“söylenen sözün karşılığı” ile ilgili olarak bazı ayetler ile karşılaşıyoruz:
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?
Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah’ın katında büyük bir hışmı
gerektirir”(Saff/2–3)
Bu iki ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak El
Kelbi dedi ki: “Müminler: Ey Allah’ın Resulü dediler. Şayet bizler Allah’ın
hangi ameli daha çok sevdiğini bilseydik, biz de o işi yapmaya daha çok
koşardık. Bunu üzerine: “Sizi çok acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticaret size
göstereyim mi?”(es-Saf–10) buyruğu nazil oldu. Bir süre böylece beklediler ve bu
arada şöyle diyorlardı: Bu ticaretin ne olduğunu bilseydik, elbette onu
mallarımızı, canlarımızı, dostumuzu feda ederek satın alırdık. Yüce Allah bu
ticareti onlara: “Allah’a ve Resulüne iman ederseniz, mallarınızla, canlarınızla
Allah’ın yolunda cihad edersiniz.”(Saf–11) ayeti ile gösterdi. Uhud günü
sınandılar, fakat kaçtılar. İşte sözlerine bağlı kalmadıkları için onları
ayıplamak üzere bu süre nazil oldu.”
Bu ayetlerin nüzul sebepleri ile
ilgili başka rivayetlerde olmakla birlikte, ağırlıklı olarak, bu ayetin “cihad
için söz verip, cihada katılmaktan kaçanlar” için indirildiği ifade ediliyor.
Ayetin, nüzul sebebine göz attığımızda bile bu ayetteki hitabın bizleri
ne kadar ilgilendirdiğini görüyoruz. Eğer bu ayet-i kerime, genel olarak
hayatlarını Müslüman olarak yaşamış olan, fakat Uhud savaşından korkarak kaçan
Müslümanlara hitaben inmişse, en başta âlimlerimiz olmak üzere tüm
Müslümanların, söyledikleri sözlerle yaptıkları ameller arasındaki
paralellikleri çok iyi değerlendirmeleri gerekmektedir.
İmam
Kurtubi’nin, “El-Camiu li-Ahkamil-Kur’an” adlı tefsirinde bu ayet ile ilgili
olarak iki önemli pasaj geçmektedir.
Birinci pasajda şöyle denilmekte:
“En-Nehai dedi ki: Üç ayet-i kerime insanlara kıssa yoluyla öğütler
vermeme engel oldu: “İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutur
musunuz?”(El-Bakara,2/44); “Size yasakladığım şeylere kendim uymayarak size
(emrettiklerime) aykırı davranmak istemiyorum”(Hud, 11/88) buyrukları ile: “Ey
iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?” buyruğudur.”
İkinci pasajda ise şöyle deniliyor:
“Hafız Ebu Nuaym’in
rivayetine göre Malik b. Dinar, Sumame’den, o Enes b. Malik’ten şöyle dediğini
nakletmiştir: Rasulullah(sav) buyurdu ki: “İsra'ya götürüldüğüm gece dudakları
ateşten makaslarla kesilen ve her kesildikçe tekrar dudakları uzayan bir
topluluğun yanından geçtim. Bunlardır kimlerdir, ey Cebrail diye sordum, dedi
ki: Bunlar yapmadıkları şeyleri söyleyen, Allah’ın Kitabını okuyup da amel
etmeyen ümmetin hatipleridir.”(4)
Her iki pasajda da, ümmetin
imamlarına/âlimlerine/hatiplerine sesleniliyor; söylenen sözün yapılmamasının
nelere mal olduğu veya mal olabileceği aktarılıyor.
Bir yanda, bu
ayet-i kerime ve buna benzer ayetlerdeki hitaplardan korktuğu için kıssalar
yoluyla öğüt vermekten kaçınan âlimlerimiz varken, bir yanda da ameli olarak
tatbik edemediği söylemlerini insanlara aktaran âlimlerimiz mevcut bulunuyor.
Mehmet Göktaş, “Gençlerle Tevhid Dersleri” adlı kitabında, geçmiş
âlimleri “ders almak için” değerlendirirken nelere dikkat edilmesi gerektiğini
şöyle ifade ediyor:
“Geçmiş ulemayı değerlendirirken şu hususa çok az
insan dikkat etmektedir. Zamanındaki yönetimler nasıl birer yönetimdi ve bu
âlim’in o yönetimle alakası nasıldı, o yönetime karşı tavrı ne idi? Aslında bu
husus çok önemli bir ölçüdür. Elbette sadece bu hususu göz önüne alarak bir
âlimi tamamen reddetme veya tamamen kabullenme durumunda değiliz. Bunun dışında
bir takım menfi veya müsbet yönleri var ise elbette göz önüne alınmalıdır. Fakat
zamanındaki yönetimlere karşı tavırları, bizim için çok önemli bir ölçüdür.
Bir âlim düşününüz ki, akaid kitabı yazmış ve bugün Müslümanlara
okutuyoruz onun yazdığı kitabı. Hem de itikadının temellerini bu şekilde
öğrensin, bu şekilde Allah’u Teala'ya inansın dininin temellerini bu kitapta
yazıldığı esaslar üzerine kursun diye okutuyoruz. Müsaade ederseniz bu adamı iyi
tanıyalım kimse. Hangi devirde yaşamış, bulunduğu yerler kimin
hâkimiyetindeymiş, nasıl bir yönetimmiş, zalim miymiş, fasık mıymış, adil
miymiş, kafir miymiş? Eğer söz konusu yönetim zalimse, fasıksa veya kâfirse
kitabını okuduğumuz bu bizim âlim söz konusu yönetime karşı nasıl bir tavır
koydu, onları red mi etmiş, hapislerde, zindanlarda mı çürümüş? Yoksa bu
yöneticilerin saraylarından çıkmamış mı? İşi gücü onların hoşuna gidecek
fetvalar mı vermek olmuş? Veyahut da hiçbir kimseye karışmadan bir köşeye
çekilmiş, yönetimin ne lehinde ne de aleyhinde hiçbir tavır ortaya koymamış mı?
Bütün bu davranışlarına nasıl gerekçeler getirmiş? Müsaadenizle bunları öğrenmek
bugün her Müslüman'ın hakkıdır. Çünkü dinimizi aldığımız kişilerin kim
olduklarını ve özellikle bu yönlerine dikkat etmemiz, titizlik göstermemiz en
büyük hakkımızdır ve görevimizdir.
Bir âlim düşünün ki, ömrü zâlim ve
fasık sultanların saraylarında, sofralarında geçmiş olsun ve sonra onun “Zâlim
sultanlara karşı Müslümanların nasıl davranması gerektiği”ne dair fetvasını alıp
itikad haline getirelim, akaid kaidesi olarak görelim, hiç tartışmayalım. Hiç
olacak şey midir bunlar.
O halde bu ölçü hiçbir zaman unutulmamalıdır.
“
Bu yorumdan da anlıyoruz ki, kendilerinden istifade ettiğimiz
kişilerin söylemlerinin eylemleri ile bütünlüğü önem arz etmektedir. Söylem-
eylem birlikteliğini sağlamış âlimlerin hitab ettiği cemaat de o ölçüde hassas
davranır. Bu durumun örnekliğini Memluk Sultanı Baybars’ın zulümlerine karşı
“duruş sergileyerek“ karşı koyan İbn Ebil İzz adlı âlimimizde görebiliyoruz.
Anlattıklarının hayatına aksettirerek, yaşadığı çağda “özne” bir âlim
olan İbn Ebil İzz, zamanın sultanı Baybars’ın zulümlerine karşı muhalefet
başlatmıştı. Başlattığı muhalefet sonucunda sürgün edilmesi kararı verilen Ebil
İzz, “sultanın elini öpmesi” durumunda affedileceğine dair kendisine gelen
elçilere, gerçek bir “âlim”e yakışır tarzda bir cevap vermişti: “Değil
sultanınızın elini öpmek, ona kendi elimi dahi öptürmem.”. Böyle bir tavır
sahibi bir “imam”ın hitap ettiği topluluk da, kendi imamlarının göstermiş olduğu
cesareti göstererek “imam”larının sürgün edilmesi kararına karşı sokağa
dökülmüştü.
Bu durum, aslında “Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah
onları değiştirmez." (Rad/11) ayetinin tecellisidir. Bu ayeti
değerlendirdiğimizde, toplumun değişmesi için “âlim”lerin de değişmesi
gerektiğini görüyoruz. “Âlimleri/İmamları” düzgün olan
toplumların, halkları da düzgün olacaktır. Buradan yola çıkarak da, söyledikleri
ile yaşadıkları bir olan “öncüler”in yol gösterdikleri topluluklarında aynı
derecede “hakk” yol üzere olacaklarını ve zulme karşı toplum olarak tavırlarını
ortaya koyacaklarını söyleyebiliriz.
B) Toplumsal ve Siyasal
Olayları Değerlendirmede “Basiret” Faktörü
Hüseyin K. Ece,
“İslam’ın Temel Kavramları” adlı çalışmasında basiret kavramını açıklarken şu
ifadelere yer veriyor:
“Basiret, görme,görüş, gören göz gibi anlamlara
gelen ‘basar’ kökünden türemiştir.
Basiret’in sözlükte, idrak etme,
görme, doğru ve ölçülü bakış, uzağı görebilme, kavrayış, bir şeyin iç yüzünü
anlayabilme, feraset, kalp ile görme gibi manaları vardır.
Kur’an bu
kelimeyi normal ‘görme’ anlamında kullandığı gibi, gerçeği keşfetme, doğru yolu
tanıma, gerçeği yalandan, Hakk’ı batıldan ayırma yeteneği anlamında da
kullanmaktadır.
‘Basiret’, kalp gözüyle görebilme, işin iç yüzünü
anlayabilme, bir şeyin aslını ve gerçeğini idrak edebilmedir. Manevi körlükte ve
sapıklıkta olmak bunun karşıtıdır. Manevi körler, sadece kafa gözüyle görürler,
ötesini göremezler, gördükleri maddi cismin ötesindeki anlam üzerinde
düşünmezler.
Şu ayetin verdiği örnek oldukça ilginçtir:
‘Eğer
onları doğru yola çağırsan işitmezler. Görürsün, sana bakıyorlar(nazar
ediyorlar), oysa onlar görmüyorlar(basarları yok)’.(7/Araf, 198)”(5)
“Basiret”, en genel anlamıyla, gelişen olaylar ve oluşan durumları tüm
açıları ile ele alarak doğru bir değerlendirme yapabilmektir.
Yaşadığımız çağda, medya faktörünün işlevsel kılınarak yapılan zulüm ve
haksızlıkların örtbas edildiğine şahit oluyoruz. Her türlü “dezenformasyon”a
rağmen olayların arkasında gelişen şeytani planları açığa vurması gereken
Müslüman önderlerin, maalesef “basiret” tutukluğu”na yakalandıklarını
görüyoruz.
Bugün, bahsi geçen durumu, en kötü şekliyle Irak
coğrafyasında yaşıyoruz. Şeytanın en büyüğü olan Amerika’nın, Irak’ta yaptığı
katliamları, zulümleri örtbas etmek için birtakım entrikalara başvurduğunu ve bu
entrikaları medya organları aracılığıyla besleyerek Müslümanları birbirine
düşürdüklerine şahit oluyoruz.
Irak’ta parayla tutulmuş ajanlar
aracılığıyla, karşılıklı olarak Şii ve Sünni kardeşlerimize yapılan saldırılar,
bölgede bulunan “önder” şahsiyetlerin bir kısmının olayları “basiret” ışığı
altında değerlendirememelerinden dolayı, Müslümanlar arasındaki çatışmalara
dönüşmeye başladı. Bölgede gerçekleştirilen ilk saldırıların şokuyla,
suçlamaları birbirine yönelten bazı Sünni ve Şii âlimler, maalesef olayın daha
da değişik boyutlara ulaşmasına neden oldular. Bu durum, günümüzde de görüldü
gibi Irak’ın kardeşkanı dökülen “kaotik” bir ortama dönüşmesine neden oldu.
Buradan yola çıkarak, topluma önderlik eden
“âlimlerimizin/imamlarımızın” “basiret sahibi olmaları”nın ne derece önemli
olduğunu anlıyoruz. Çünkü bir “âlim”in yaptığı bir hatayı, halk arasında
herhangi bir kimse fark edemezse, belli bir zaman sonra o hatanın neden olduğu
“yara”yı vücuttan atmak çok zor bir hal alır. Burada ilim ehli için hayli ciddi
sorumluluklar ve ağır vazifeler bulunduğunu görüyoruz. Cahil bir insan bir
hataya düşerse, bir konuda yanlış bir değerlendirmede bulunursa sadece kendisine
yazık etmiş, kendisine zarar vermiş olur, ama bir âlim aynı hataya düşerse, bu
durum da o âlimin bulunduğu bölgedeki halkın büyük bir çoğunluğu da bu hataya
düşecektir. Bu durum, hem âlime ve hem de tüm İslam âlemine zarar verebilir.
Kısacası, “Basiret sahibi olmak”, bir alimde bulunması gereken
niteliksel bir faktördür. Günümüzde “Basiret sahibi olamayan önderler”in topluma
ne derece zarar verdiklerini görürken, “basiret sahibi imamların/önderlerin” de
toplumu fitnelere karşı ne derece sağlam bir yapıya büründürdüğüne şahit
oluyoruz:
“Geçtiğimiz yaz mevsiminde Hizbullah’ın İsrail işgal
topluluğuna karşı kazandığı mükemmel zafer sonrasında, bölgede kendi durumlarını
muhafaza etmek isteyen emperyalist devletlerin, Lübnan coğrafyasında fitne
tohumları atmak için uğraştıklarına şahit olduk. Hizbullah’ın, amerikan menşeli
“Sinyora Hükümeti”nden ayrıldığını ilan etmesinin ardından, fitne merkezleri
“Hizbullah’ın Şii bir yapılanmaya sahip olduğu için Sünni ağırlıklı olan Sinyora
Hükümeti’nden ayrıldığını” iddia ettiler. Lübnanlı Müslümanları bölmek için
tezgâhlanmış olan bu oyun, Hizbullah önderi Seyyid Hasan Nasrallah’ın “basiret”
merkezli verdiği bir karar ile bozuldu. Seyyid Nasrallah, Lübnan’daki bütün Şii
ve Sünni Müslümanları, Sünni bir lider olan Fethi Yeken’in arkasında Cuma namazı
kılmaya davet ederek, Müslümanların arasına ekilmek istenen fitne tohumlarına
engel oldu.”
Genel tabloya baktığımızda, genelde İslam coğrafyasındaki
tüm olayları, özelde ise bölgemizdeki olayları değerlendirirken “basiret”
faktörünün vazgeçilmez bir keyfiyet unsuru olduğunu görüyoruz. “Basiretsiz
imamlar”, ümmeti felakete taşıyabileceği gibi, “basiret sahibi gerçek imamlar”
da ümmeti vahdet bayrağında toplayarak zafere ulaştıracaktır.
IV. Sonuç
Küfrün “imam”ları,
yaşadığımız çağa ve coğrafyaya “hegomanya”larını kurmak için çabalıyorlar. Bu
amaçları doğrultusunda “sistemli” çalışmalar yapıyorlar. Elbette ki, sunnetullah
gereği “batıl”ın karşısında dimdik duracak olan “hak ehli” olacaktır. Lakin
önemli olan, bizim öncülerimizin ve dolayısıyla bizlerin, bu “mücadele yolu”nda
menzile varmak için neler yaptığımızdır. Eğer bizler bu mücadeleye sahip çıkmaz
isek, Rabbimiz bizim yerimize başka topluluklar getirip, onların eliyle küfrü
yere çalacaktır.
Rasulullah(s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle
buyuruyor: “ İki sınıf vardır, onlar bozulursa tüm ümmet bozulur.Onlar “ulema”
ve “umera” dır.”
Bugün bizlerin kendini Rabbinin rızasını kazanmak için
adamış genç ulemaya ihtiyacımız var; İslami mücadeleyi omuzlayacak, bu mücadele
uğrunda gerektiğinde canını verebilecek olan âlimlere… Ancak bu şekilde İslam’ın
bayrağını göklere çıkartabiliriz.
Elbette ki, âlim olmaya aday
olanlarında “ilim ehli”ne yakışır tavırlar sergilemeleri gerekmektedir. İlmi,
nefsini tatmin aracı olarak değil, Rabbe ulaşma aracı olarak görmesi
gerekmektedir. Bizler, zamanın modası olan “entelektüel jargon kullanarak ün
yapmak” yerine “münevver” bir şahsiyet olmaya aday olmalıyız. Münevver kişi,
yansıttığı ışığın kendisinden doğan bir ışık değil, Mutlak bilgi sahibinin
sonsuz ilminden aldığı nur olduğunu bilen ve bu bilinçle hareket edendir. Hz.
Ali’nin yaptığı tarifteki gibi, “Herkes ne der diye sorarken, Allah ne der diye
sorana âlim denir.”
Rabbimiz, bu ümmete yol gösterecek gerçek âlimlerin
sayısını arttırsın. Bizleri, dünyevileşme tuzağından kurtararak kendi yolu
üzerinde sabit kılsın. Âlimlerimizi topluma “özne”ler kılsın ki, bizlerde
yaşadığımız çağlarda “özne”ler olalım, yaşadığımız çağın yatağını bizler
oluşturalım.
Rabbimiz,
imamlarımıza/âlimlerimize/hatiplerine/önderlerimize söylediklerini yaşamayı,
bizlere yazdıklarımızı hayatımıza geçirmeyi, siz okuyucularımıza da
okuduklarınızı pratize etmeyi nasip eylesin ki, “Ey İman edenler! Yapmayacağınız
şeyi niçin söylersiniz” ve buna benzer ayetlerle hesap gününde muhatap
olmayalım. Âmin
Selam, dua ve muhabbet ile…
Dipnotlar:
1) İslam’ın
Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, sf: 292
2) Tirmizi,
Tefsir 17. Sure 6.
3) Suyuti, ed-Durru’l-Mensur, V,
317
4) Ebu Naym, Hilye,II,
386
5) İslam’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, sf:
59
Diriliş Saati Dergisi- Sayı:19 (Nisan-Mayıs 2007)
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kuranda imam kavramının ümmet kelimesi ile yakın ilişkisini görmekteyiz. Biri anlaşılmadan ve
gerçekleşmeden, diğerinin de anlaşılması ve gerçekleşebilmesi mümkün değildir.
Zira ümmetin oluşumunda onlara belli bir düşünme, davranış ve yapı kazandıran
imamdır/önderdir.
İşte bu sebeple, Allah her topluma, bir imam ve rehber olan
peygamber göndermiştir ki, toplumu karanlıklardan aydınlığa çıkarsın.[1]
Onlara, Kitapla yol göstersin, ışık tutsun, o toplum içerisinde kendisine iman
edenlerin karşılaştıkları problemleri çözümlesin. Tek kelimeyle hakka, hidâyete
yöneltsin; onların dünyalarını mâmur ettiği gibi, âhirette de kurtuluşlarına
sebebiyet verecek aydınlık ve nurlu yolu (sırât-ı müstakîmi) göstersin.
Allah,
bozulmaya yüz tutmuş, kokuşmuş câhilî toplumlara peygamberler gönderir.
Ellerinde kılavuz ve rehber (imam) olarak Kitab vardır. Rasüller, toplumlarını o
Kitaba iman etmeye ve onunla amel etmeye çağırırlar. İman edenlere, Kitabı ve
onun hikmetini öğretirler. Onları birtakım kötü davranış ve düşüncelerden,
nefsin kötü arzularından arındırarak onlara rehberlik ederler. Dâvet etmiş
oldukları doğrularla insanları fiilî olarak eğitirler; bu bilince dayalı sahih
davranışlarda bulunan sâlih bir toplumu, müslüman bir ümmeti oluştururlar.
Artık o toplumun önünde imam olan
peygamber ve ellerinde Allahtan gelen Furkan vardır. O Furkan olan Allahın
kitabıyla/hükmüyle hakkı bâtıldan ayırmaya çalışırlar. Zâlim, fâsık, müşrik ve
kâfirleri cehennemle korkutarak, geçmiş toplumların başına gelen belâ ve
musîbetlerin kendi başlarına da gelebileceğini hatırlatarak, kendilerine
yüklenilen dâvet görevini yerine getirmeye çalışırlar. İman edenleri,
ihsanda/güzel davranışlarda bulunmaya ve sorumluluk bilinciyle hareket etmeye
çağırır; hakka, hayra yönelen ve başkalarının da hakka yönelebilmesi için
Allaha dâvet eden, iyilikleri emredip kötülükleri yasaklayanları cennetle
müjdelerler.
Bu görevlerini yerine getirirken, dâveti reddeden bir toplum oluşur
ki; bunların da öncüleri, imamları/önderleri vardır.
Bu önderleri, halkı hakka ve hayra karşı örgütlerler. Bunların bir ideolojileri,
ellerinde ise arzularından kaynaklanan bir kitapları, prensipleri ve ilkeleri
vardır. Onunla düşünce ve davranışlarını ayarlamaya çalışır, örgütlü bir toplum
oluşturmaya çalışırlar. Bu toplumun adı ise câhiliyye veya küfür toplumudur.
Günümüzde Kuranı yaşam biçimi
olarak kabullenmeyip başka sistemleri (komünizm, faşizm, kapitalizm, demokrasi,
Kemalizm vs.) onun yerine ikameye çalışanlar ile bazı meselelerde Kurânı
kabullenip hatta bazı ibâdetleri de şeklen (namaz, oruç, hac gibi) yerine
getirmelerine rağmen, toplumsal yapıyı düzenlemede Kuran dışı sistemlerden
birini kabullenen toplumlar işte bu câhiliyye toplumu kategorisine girerler.
Örgütlü câhiliyye toplumu, İslâma ve müslümanlara, kademeli olarak savaş
başlatır ki; hem kendi sistemini ayakta tutabilsin, hem de kendisini yok etmeye
yönelik tüm düşünce, oluşum ve örgütlenmeleri yok edebilsin.
Ancak, bu mücâdelesinde hassas
davranması gerekir. Eğer o toplumda din, geleneksel anlamda kabul görüyor ve
kısmen yaşanıyorsa, orada ruhban, Belam ve Sâmirîleri kullanarak davranışlarını
dine dayandırıyor intibâı vererek topluma dindar gözükmesi gerekir ki,
otoritesini meşrûlaştırabilsin. Âyetleri ruhban, Belam ve Sâmirîlerine tevil
ve tahrif ettirerek, gerçekleri saptırarak, mücâdeleci müslümanları bozguncu ve
bölücü olarak, terörist olarak gösterebilsin. Bunu sağladıktan sonra, oradaki
müslümanlara uygulayacağı işkence, mahkûmiyet veya yargısız infazlarla
mücâdelenin önünü kesebilsin. Kendisinin müsaade ettiği din anlayışını ise
tevil ve tahrif mantığı ile bu psikolojik ve bedensel işkencenin de verdiği
korku ile toplumda kabul görüp taraftar bulmasını sağlayabilsin.
İşte böyle bir ortamda; âhiret
bilinci kalplerine yerleşmiş olan müslüman dâvâ erleri sabrı kuşanarak, küfür
toplumu içerisinde yeniden bir ümmet oluşturabilmek için sorumluluk bilinci ile
bir araya gelmek zorunluluğu hissederler. Ancak bu şekilde, Allah Teâlânın
rahmeti ortaya çıkmış olur.
�Sabrettikleri ve âyetlerimize
yakînî olarak (kesin bir şekilde) iman ettikleri zaman, onların içinden,
emrimizle doğru yola ileten imamlar/rehberler yaptık.� (Secde: 32/24)
Evet, bir yanda câhiliyye toplumu
içerisinde insanları hidâyete, doğru yola dâvet edip yönelten bir imam veya
peygamber; diğer yanda ise peygambere veya muttakî imamlarlarla beraber Kurana
tâbi olanları engellemeye çalışan ateş önderleri, ateşe dâvet eden imamlar.
�Onları (Firavun ve
askerlerini) (insanları) ateşe çağıran imamlar/öncüler kıldık. Kıyâmet günü
onlar yardım görmeyeceklerdir.� (Kasas: 28/41)
Onlar kıyâmet günü yardım
görmeyeceklerdir. Çünkü onlar insanların hidâyeti anlamalarına engel
olmuşlardır. Onlar kitabı tevil ve tahrife yönelerek, insanların vahyi
anlamalarını engellemiş ve sapmalarına sebebiyet vermişlerdir. Peki ya onları
destekleyerek yanlarında yer alanlar, onların zulüm ve işkencesinden korkarak
uymak mecburiyetinde oldukları anlayışıyla hareket edenler, kendilerini
sorumluluktan kurtarabilecek mi?
"Rabbim, bizi saptıranlar
bunlardı, bunlar bizim hakkı anlamamıza ve hakkı yaşamamıza engel olmuşlardı,
bizi bunlardan ayır, bunlardan ayrı değerlendir. Biz, güçsüzlüğümüz sebebiyle
onlarla birlikte olmuş, İslâma ve müslümanlara karşı yapılan savaşta bu sebeple
onların yanında yer almıştık" diyerek davranışlarının doğru olduğunu
savunabilecekler mi? Hayır! Bu bahanelerin hiçbir faydası olmayacak. Çünkü onlar
zâlimlerle birlik olup hakka birlikte karşı çıkmışlar, âhireti bir kenara
bırakarak dünya nimetlerini tercih etmişlerdir. Yardımcı oldukları, yolunda
yürüdükleri imamları/önderleri olan o
zâlim müstekbirlerle birlikte ateşe gireceklerdir. Âhirette insan toplulukları
imamları/önderleriyle
birlikte çağrılacaktır.
�Her insan topluluğunu, imamları/önderleri ile
birlikte çağıracağımız günde kimlerin amel defterleri sağından verilirse, onlar,
en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okurlar.� (İsrâ:
17/71)
Evet, o gün insanlar ellerine
tutuşturulan kitabı okuyacaklar. �Eyvah, bu kitaba ne olmuş, büyük küçük her
şeyi en ince ayrıntısına kadar saymış, dökmüş. Yazıklar olsun bize!�
diyecekler (Kehf: 18/49), ama artık faydası yok; orada haksızlığa uğratılmadan
bizzat kazandıkları şeyler sebebiyle ateşe atılacaklardır.
Kuranda imam kelimesi ile
kastedilen şeyin sadece peygamberlerin değil, rasûllerle birlikte kitabın da
imam olduğunu[2],
insanlara önder ve rehber olduğunu, onların yollarını aydınlatıp hayatlarını
belli bir plan çerçevesinde programladığını görürüz. Peygamberler görevlerini
yerine getirip ümmetini/toplumunu oluşturduktan sonra onlar toplum içerisinde
tâyin edilmiş bir vakte kadar kalırlar, sonra Allah onları toplumlarından çekip
alınca, artık orada önder ve rehber (imam) olarak kitap vardır. İnsanlar artık o
kitaba sarılırlar, onunla problem ve ihtilâflarını halleder, onunla toplumsal
yaşamlarını düzenlerler. Belli bir süre böyle devam eder, zamanla nefislerini ön
plana çıkaranlar olur, aralarında ihtilâflar baş gösterir. Kimileri bağy edip
Allahın hidâyetinden, aydınlık yolundan saparlar. İhtiraslar çoğalır, dünyaya
meyleder, âhireti unuturlar. Bu sebeple ayrılık ve fitne zuhur eder, dinden
sapmalar çoğalır. Onlar artık din, kitap tanımazlar. Onların ahit ve
antlaşmaları da olmaz. Orada can, mal, akıl, nesil ve din emniyetleri de kalmaz.
Orada her şey onların hevâlarına/arzularına göre ayarlanır.
Eğer güçlü iseler, birtakım
değerleri ayaklar altına alırlar, ezmeye, sömürmeye ve yok etmeye çalışırlar.
Artık öylesi ortamlarda; peygamberi kendisine örnek edinen, Kitabı rehber (imam)
edinen müminler için ağır sorumluluk başlar, o sorumluluklarını yerine
getirmeye çalışmaları gerekir:
�Eğer antlaşmalarından sonra
yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün
imamlarına/önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri)
yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.� (Tevbe:
9/12)
Peygamberin çizgisini tâkip eden
tevhidî topluluk, içinde yaşadıkları câhilî toplumun önderlerine karşı uyanık ve
dikkatli olmak zorundadır. Zira, onlar gücü ellerine geçirdikleri zaman, ekini
ve nesli ifsad ederler.[3] Bunu
gerçekleştirirken ne söz/ahit, ne de antlaşma tanırlar. Artık orada insanların
hürriyetleri ellerinden alınır ve insanlar tâğûtî otoritenin kulu haline
getirilirler. Orada zulüm ve haksızlık yaygınlaşır. Küfrün imamları/önderleri,
ototiretelerini süreklileştirebilmek için, insanların bilinçsizleştirilmeleri ve
sorumluluk duygularını kaybetmeleri gerekir. Bu tâğutlar, fikir ve düşünce
hürriyetini kendi ölçülerine göre belirler, birtakım tabular oluştururlar.
Bilinçsizleştirdikleri yığınların kaybolan değer yargılarının yerine, küfrün imamları/önderleri, kendi
değer yargılarını enjekte ederler ve bunları toplumun sahiplenmesini
isterler.
Böyle bir toplumda, bilinçli
kimselere haksızlık karşısında susmayan inançlı insanlara çok büyük görevler
düşer. Zira Allah, insanları bilinçlenmeye ve akletmeye çağırır. Allah,
kullarını, kullara kul olmaktan kurtarıp sadece kendisine kulluk yapmalarını
sağlayarak gerçek hürriyetlerine kavuşmalarını ister. İşte bu sebeple, küfrün önderleri olan
müstekbirler, fırsatını buldukları an müslüman dâvâ erlerini ve onların
imamlarını yok etmeye çalışırlar. Rabbimiz ise, müslümanların Kuranı
kendilerine imam (rehber) edinmelerini istemektedir.
Kuran bize rehberlik ederek küfrün önderlerine karşı
sürekli bir mücâdele içerisinde olmamızı öğütler; onlarla savaşmamızı emreder.[4] İşte
bu savaş, yani cihad, organize olmuş imamlı bir cemaatle olur. Toplum, müttakî
bir topluluktur. İmamları
ise takvâ sahiplerinin önderidir. Onlara takvâda öncülük eder. Bu toplumda bütün
hesaplar âhiret üzerine yapılır, âhireti kazanmanın mücâdelesi verilir.
�Ve onlar (iman edip tevbe
edenler), �Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve
bizi takvâ sahiplerine imam/önder kıl!� derler.� (Furkan:
25/74) & ;nbs p;
İmam, bir rehber ve önderdir;
insanlara öncülük eder. İmâmet ise bir makamdır, rehberlik ve önderlik makamı.
İmâmet, Âdemle başlamış ve Rasûlullaha kadar kesintisiz olarak vahiyle
birlikte devam etmiştir. Rasûlullahtan sonra ise bu makam, Onun getirdiği
Kitab (Kuran)a vâris olan, Kitabı yaşayıp toplumda yaşanılır kılabilmek için
mücâdele veren imamlar tarafından sürdürülecektir. İşte bu imamlar, Rasûlün
getirdiği şeriatı uygulamada ve dini insanlara tebliğ etmede Onun halefidirler.
Bu makama getirilen insanın Kuranı kendisine rehber, Rasûlullahı ise örnek
edinerek muttakî olması gerekir. Peygamberin soyundan da gelse zâlim olanlar bu
makama gelemezler.[5]
Firavunî sistemlerin temeli, zora
ve zulme dayanır. Orada insanlar gruplara, partilere ayrılarak
güçsüzleştirilerek birlikleri yok edilir. Bu sistemlerin zulüm ve sömürülerinden
kendilerini korumaya çalışanlar, Firavunların/küfür önderlerinin kendilerine
müsaade etmiş oldukları yasalar çerçevesinde hareket ederler. Bu sebeple orada
güç ve inisiyatif Firavunların elindedir, onu diledikleri gibi kullanırlar. Tüm
mücâdeleci hareketleri kontrolleri altında tutarlar.
Allah ise zayıf bırakılmış,
ezilen ve sömürülen müstazaf halka seslenerek onları birlik olmaya, yeniden
imâmeti diriltmeye ve müstekbirlere karşı mücâdeleye dâvet ediyor, kendilerine
lütufta bulunarak onları yeniden önderler yapacağını, ezilmiş ve
sömürülmüşlükten kurtaracağını ve ne yapmaları gerektiğini anlatarak uyarıyor.
�Biz istiyoruz ki, o
yeryüzünde müstaz�aflara (güçsüz düşürülenlere) lütufta bulunalım, onları
imamlar/önderler yapalım, onları vârisler kılalım (ötekilerin yerini
aldıralım).� (Kasas: 28/5)
�Ey iman edenler, size hayat
verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allaha ve Rasûlüne icâbet edin. Ve bilin
ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz Ona götürülüp
toplanacaksınız.� (Enfâl: 8/24)
İman edenler, imanlarının gereği
olarak Allahın ve Rasûlünün çağrısına dikkat etmeliler. Bu çağrının gösterdiği
hedefin gerçekleşebilmesi için gerekli güç ve çalışmayı ortaya koymalılar. Zira
bu çağrı iman edenlere hayat bahşedecek bir dâvettir. İmâmet kurumunun yeniden
gerçekleşebilmesi için imamlı cemaatlerini oluşturmaları gerekir. Zira Allahın
huzuruna götürüldükleri âhiret gününde bu ağır sorumluluk gerektiren görevlerini
yerine getirmemenin ne anlama geldiğini bilirler.
Her imam, kendi cemaatini
oluştururken, İslâmın karşısında insanlar da oluşacaktır. Bu insanlar da küfrün imamlarıdır.
İnsanları kendi küfür yollarına dâvet ederken, kendi küfrî toplumlarını
oluştururlar. Artık orada iki ayrı topluluk oluşmuştur. Bir yanda insanları
Allah ve Onun dinine çağıran imam ve beraberinde oluşan İslâm toplumu, diğer
yanda, insanları ateşe (cehenneme) çağıran küfür imamları ve beraberinde
oluşan câhiliyye toplumu.
Bu iki toplumun da inandıkları
bir rabbi, bir dini vardır. Bu topluluklar, âhirete imamlarıyla birlikte
giderler. Peygamberi, Onun getirdiği Kuranı ve Kitapla insanlar arasında
hükmeden Peygamberin halefi olan imamları kendisine rehber
edinenler âhirette Onunla beraber cennete girerler. Allah, Kuran ve
Peygamberi tanımayan veya bunları tanıdığını iddia etmesine rağmen, Kuranı
yaşam biçimi olarak kabullenmeyip kendi yanlarından sistem belirleyerek
insanları onunla idare edenleri önder ve rehber edinenler de âhirette o
imamlarıyla birlikte ateşe girecekler, cehenneme atılacaklardır.
Her ümmetin peygamberi Allah
huzurunda şâhidlik edecek[6] ve
�Ya Rabbi, Senin dinini, Senin mesajını insanlara ulaştırdım, onlara Kitapta
belirlediğin hayat şeklini ve bana öğrettiğin doğru düşünme ve uygulama biçimini
öğrettim� diyecektir. Rasûlullahın ümmeti, sadece kendi bulunduğu dönemde
yaşayıp da dâvetini kabullenerek onun gereklerini yerine getiren insanlarla
sınırlı değildir. Bu ümmet, Onun risâlet döneminde başlayıp kıyâmet gününe
kadar getirmiş olduğu dine girerek ona uygun amellerle imanını doğrulayarak onun
göstermiş olduğu yolda yürüyen ve o dinin sürekli yaşanılabilmesi için dâvet ve
cihad görevini yerine getiren insanların tamamından oluşmaktadır.
Biz de, bizim için çizilmiş olan
bu yolda imamlarımızı hangi ölçüye göre tesbit etmiş olduğumuza, kimleri imam
olarak tanıdığımıza dikkat edelim. Dikkat edelim ki, âhiretimizi kurtarmaya
çalışmış, görevimizi yapmış olabilelim; âhirete imamımızla birlikte gideceğimizi
unutmayalım. Onlar bizim hakkımızda orada şâhidlik edeceklerdir.
Kuranda belirlenen imamlı
cemaatimizi oluşturarak, âhirette kurtuluşumuzu sağlayacak davranış içerisinde
olalım. Bu ümmetin kıyâmete kadar devam edebilmesi için bizden sonra gelen
nesillere bu kurumu sapasağlam, tertemiz bir vaziyette bırakalım ki, kurtuluşa
erenlerden olabilelim.
�İçinizden hayra çağıran ve
marûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte
bunlardır.� (Âl-i İmrân: 3/104)
�Muhakkak ümmetiniz tek bir
ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim; o halde Bana ibâdet edin.� (Enbiyâ:
21/92)
İşte Allahın tarif ettiği ideal
toplum. İslâmı kendine din olarak seçmiş, Allaha iman ederek yalnız Onu Rab
edinmiş, kulluğunu sadece Ona yaparak başka hiçbir şeyi ortak tanımayan, sahte
rableri reddederek onların yaşam biçimlerini ve ideolojilerini kabul etmeden,
kıble edinilen çeşitli şeylere yönelmeyip sadece Rabbimizin belirlediği kıbleye
yönelen, Kuranda tarif edilen, özellikleri belirtilen şahsı kendisine imam
edinerek, başkalarını önder ve rehber edinmeyen muttakî toplum; işte kurtulacak
olan cemaat de budur.[7]
[7] Cafer Tayyar Soykök, Kur'an'da İmam ve İmamet, Haksöz,
sayı 62, 64. Ahmet Kalkan, Kur�an Kavram Tefsiri
http://www.darulkitap.com/muhtelif/kavramlarans/imam/15.htm
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
bembeyaz Uzman Uye
Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 736
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selamlar,
Arkadaşlarımızın cevaplarında geçen "müttakiler" kelimesinin anlamına dikkat çekmek istiyorum... Neden hala bu kelimeyi "Allah'tan korkup sakınanlar" diye tercüme ediyoruz?
Acaba bu tercüme yeterli mi? İnsanların zihninde güzel bir çağrışım yapıyor mu? Korktuğumuz birisine gerçek bir dost olabilir miyiz? Onu gerçekten sevebilir miyiz? Ona gönülden bağlanabilir miyiz? Ona gerektiği şekilde saygı duyabilir miyiz? Niçin sevgiye değil de korkuya vurgu yapıyoruz. Acaba meallerdeki bu tercüme tam ve doğru bir tercüme olabilir mi? Allah'ın muradını bize eksiksiz yansıtabilir mi? Bunlar üzerinde arkadaşlarımızı düşünmeye davet ediyorum...
Elbette bu konuyu takva bölümünde işlemek gerekebilirdi. Ama dikkatimi çektiği için hemen burada gündeme almak istedim... Bir teklifim olacak... Zira tenkitten sonra teklif gelmesi esastır...
Acaba "müttekiler"i;
"Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar",
"Allah'a saygısızlık yapmaktan korkanlar",
"Allah'ı incitmekten sakınanlar"
"Allah'ın sevgisini kaybetmekten kaçınanlar",
"Hayatlarının her anında Allah'tan yana bir bilinç ve duyarlılık içinde olanlar"
şeklinde tercüme etsek doğru yapmış olur muyuz? Yoksa eski tercümeyle yetinmeye devam mı edelim? Herkese saygılar...
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bembeyaz yazdı:
"Allah'ın sevgisini kaybetmekten kaçınanlar",
"Hayatlarının her anında Allah'tan yana bir bilinç ve duyarlılık içinde olanlar" Kardeş,ben bu ikisini beğendim,diğer arkadaşlar ne diyecekler bakalım.Aslında "bilinçli olanlar" kelimesi bile yeterli.
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
Muhsin Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 subat 2007 Gönderilenler: 401
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
slm, kadeslerim, rabbimizin ilminizi artirmasini niyaz ederim.
Imam maaslarina gelince, yazacak cok sey var ama, yanlis sey yazmakdan Rabbime siginirim.
|
Yukarı dön |
|
|
muvahhit Ayrıldı
Katılma Tarihi: 24 haziran 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 669
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
imamlardan da cehenneme gidecekler var...diyanet işleri başkanlığından da cehenneme gidecekler var..aralarında müftülerde var..hatta ön sıralarda baş müftülerde var..nerden mi biliyorum..gayretlerinden ...gayretlerinden..
anlayacağınız var oğlu var.
pretestö ediyan. iğer mağaşlarımız artmaz ise..zubah nemazlarıni mevcut cümaat gibi gılmeyecez artı gıldırmiyecezz..
emme hocam sen bu işi Allah ırızası için yapmeyyon mu?
--ivet emme işin içine pere girdimi işin rengide değişiii....
hocam senin rengünde değüşmesün öte terefte.
--Allahın iznüynen değüşmez. niden ki?
şundan ki...biiiz mağdem bu işi!
--işi mi..ne işi ki hocaa sen bunu iş olarak mı görüyonda sonra pere isteyyon
neye kardeşim...meğmura veriler..işçiye veriler...bene neye virmesinler..zırf nemaz gıldireyyoz diye...
vallahi sen de haklısan bie hoca.
__________________ Herkes kendi ameliyle Allah’ın huzuruna gider
|
Yukarı dön |
|
|
|
|