Yazanlarda |
|
bembeyaz Uzman Uye
Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 736
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hz. İsa'nın dünyaya tekrar gelişi bir kıyamet alameti midir?
Hz. Îsâ’nın ölümü ve kıyâmet kopmadan önce kıyâmetin bir alâmeti olarak tekrar dünyaya geleceği konusu, asırlardır İslâm âlimleri arasında tartışılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Îsâ’nın kıyâmetin kopmasından önce yeryüzüne ineceğine dâir açık bir beyan bulunmamaktadır. Yahûdîlik’te Mesîh’le ilgili rivâyetler son derece müphem olup yoruma müsaittir. Hıristiyanlık’ta ise, havârilerin gözleri önünde semaya urûc eden ve babasının sağ tarafına yerleşen, dünyanın sonuna doğru ikinci defa gelecek olan bir “Mesîh” inancı söz konusudur. İncillerde onun çeşitli alâmetleri ile geleceği anlatılmaktadır. Hz. Îsâ gelmeden önce, milletlerarası çeşitli çatışmaların yaşanacağı, kıtlık ve depremlerin olacağı, pek çok kimsenin “Mesîh” iddiasıyla ortaya çıkacağı, güneşin kararıp ayın ışık vermeyeceği ve yıldızların düşeceğinden bahsedilmektedir. Daha sonra Îsâ’nın gelip izzet tahtına oturacağı, “deccâl”in hâkimiyetine son vereceği, iyileri mükafatlandırıp kötüleri cezalandıracağı, anlatılmaktadır. Fakat bu gelişin vaktini sadece Tanrı bilmektedir. Kur’an-ı Kerim’deki bazı âyetleri yorumlayanlar Hz. Îsâ’nın öldürülmediği ve göğe yükseltildiği kanaatine ulaşırken, aynı âyetleri tefsir eden diğer İslâm âlimleri ise, böyle bir sonuca ulaşmanın mümkün olmadığını ifâde etmektedirler. İslâm bilginlerinin bu şekilde farklı yorumlarda bulunmalarına neden olan husus ise, rivâyetlere olan yaklaşımlarından kaynaklanmaktadır. Zîra, muhtelif rivâyetlerde, Hz. Îsâ’nın “kıyâmet alâmeti” olarak yeryüzüne ineceğine dâir bilgiler yer almaktadır. Bu rivâyetlere dayanılarak “nüzûl-i Îsâ” konusu erken dönemlerden itibâren bir tartışma konusu olmuş, günümüzde de henüz ortak bir kanaate ulaşılamamıştır. Nitekim, onun rûhu ve bedeni ile ilâhî huzura yükseltildiğini, kıyâmetin vukûundan önce tekrar dünyaya döneceğini, son peygamber’in getirdiği vahye tabi olacağını, “deccâl”i öldürüp, yeryüzünde adâleti sağlayacağını ve ruhunun ise bunları yaptıktan sonra kabzedileceğini savunanlar vardır. Aksi kanaatte olanlar ise, onun dünyada iken eceli ile öldüğüne, ruhen Allah’ın katına yükseltildiğine, kıyâmet öncesi gelmesinin söz konusu olmadığına, bu konuda Hz. Peygamber’e atfedilen rivâyetlerin mütevâtir derecesinde olmayıp âhad olduklarına ve âhad haberlerin âyetlere aykırı bilgi ihtivâ etmesi halinde hadis olma niteliklerini kaybedeceklerine, bu tür rivâyetlerin Ehl-i kitap kanalı ile İslâm’a intikal ettiğine, böyle bir inancın İslâm’ın genel ilkelerine ve Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarına aykırı olduğuna inanmaktadırlar. Bir diğer görüş ise, âyetlerin anlamlarının açık olmaması ve “nüzûl-i Îsâ” konusunda pek çok rivâyetin bulunması nedeniyle, bu konunun reddedilemeyeceğini, onun ruh ve bedenen ilâhî huzûra yükseltilmediğini, tabii ölümle ruhunun kabzedildiğini, ancak bu rivâyetlerin uygun şekilde te’vil edilmesi gerektiğini, ileriki asırlarda Hz. Îsâ’nın mânevî şahsiyetinin ortaya çıkacağını ve insanlığa getirdiği sevgi, barış ve şefkat gibi değerlerin onun mensupları tarafından uygulanacağını belirtmektedirler. Son iki görüşü temsil edenlerin Hz. Îsâ’nın normal bir ölümle öldüğü, “ruh maa’l-cesed” ilâhî huzura yükseltilmediği ve dolayısıyla da kıyâmetten önce dünyaya bir insan olarak inmesinin mümkün olmadığı hususlarında birleştikleri görülmektedir. Bu iki görüş arasındaki farklılık ise, Hz. Peygamber’e nispet edilen hadislerin değerlendirilmesi noktasında ortaya çıkmaktadır. Zaten son görüş taraftarlarının yorum denemeleri ise, sınırlı bir seviyede kalmakta ve rivâyetlerin tamamını kapsamamaktadır. Kanaatimizce, “nüzûl-i Îsâ” inancını bu konudaki rivâyetlere dayanarak savunmak mümkün görünmemektedir. Zîra, bu rivâyetlerin yer aldığı bir takım kaynaklar tamamen güvenilir olmadığı gibi, isnâdların tamamı da sağlam değildir. Metin tenkîdi yapıldığında ise, pek çok çelişkilerin olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, “nüzul-i Îsâ” konusunu bir inanç esası olarak kabul etmek ve öyle göstermeye çalışmak doğru değildir. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’deki açık bilgilerle de çelişen bu tür rivâyetlere dayanarak bir inanç oluşturmak zordur. Tedvin döneminde Hıristiyan kültürüyle karşılaşmanın bir sonucu olarak “nüzul-i Îsâ” inancının İslâm akâidine girmiş olmasının kuvvetle muhtemel olduğu ifâde edilmektedir. Zîra, Hz. Îsâ’nın insanların aslî günahlarını affettirmek için kendini fedâ ettiği ve Tanrının hükümranlığını kurmak üzere tekrar dünyaya döneceği inancının Hıristiyanlara ait bir akîde olduğu bilinmektedir. Hz. Îsâ’nın nüzûlünü savunanların dayanaklarından biri olan “bu konuda Sahâbe, tâbiin, fıkıh, hadis, tefsir ve kelam ulemâsının hem fikir oldukları ve bir icmâ bulunduğu” iddiası ise iknâ edici görünmemektedir. Zîra böyle bir mücerret icmâ iddiasıyla, problemler ve bunların yol açtığı şüpheler ortadan kaldırılamamaktadır. Bir inanç ve düşüncenin yüzyıllarca benimsenmiş olması, onun doğruluğunu göstermeye yetmemektedir. Dolayısıyla icmâın dayanağını oluşturan ümmetin hata üzere birleşmeyeceği düşüncesini yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Hz. Îsâ’yı Allah’ın –isterse- göğe çıkartıp tekrar indirebileceğini kabul etmekle iş bitmemektedir. Bunun vukû bulacağına dâir, elde kesin bir bilginin de bulunması gerekmektedir. Konu ile ilgili incelenen rivâyetlerin bu kesin bilgiyi vermesinin mümkün olmadığı ise görülmektedir. Kur’an-ı Kerim’de de bu konu hakkında kesin herhangi bir delil bulunmamaktadır. Bu konuda Hz. Peygamber’den gelen sahih haberler elbette kabul edilecektir. Ama gelmemişse hiçbir açıklamanın dikkate alınmaması gerekmektedir.[Geniş bilgi için bkz. Dr. Ahmet Emin Seyhan, Hadislerde Kıyamet Alametleri, s. 203-207, MORALİTE Yay. İstanbul, 2006]
__________________ Rabbim! ilmimi ve anlayisimi artir!
www.ahmeteminseyhan.blogcu.com/
selam ve dua ile...
|
Yukarı dön |
|
|
Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İlgili Başlık: İsa, Mehdi, Deccal Gelmeyecek (e-kitap)
__________________ Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
|
Yukarı dön |
|
|
yasar Newbie
Katılma Tarihi: 03 agustos 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 10
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
... bembeyaz böyle sapkın inanışları hangi delikten buluyon anlamıyom uzay da mı yaşıyosun bir kere hz isanın yeryüzüne geleceği bunun kıyamet alameti olduğu sahihi buhari olsun diğer hadis kitaplarında yazıyor ve hz isanın geleceği apaçık bir kere .... olduğun incilden örnek vermenle anlaşıyor kuranı kerimin ayetlerini de çarpıtıyon az tevsir olsun meal kitapları olsun onlara bir bak görürsün gerçek nee orta çağda bazı kişiler avrupadan gönderilip islama bidat karıştırmak hurafe eklemek müslümanlar arsında ikilik çıkarmak için hz isanın gelmiyeceği ve değişik değişik sapkın inanışlar katmak içöin sakallı sarıklı dolaşırlarmış ve fitne çıkarmaya çalıştıkları anlaşılınca osmanlı hükümdarları onlarla hakiki alimleri karşılaştırır sonunda kendisi itiraf eder fitne çıkarmak için gönderildiğini sonra da idam edilirdi tabi şimdi ortalığı boş buldular saçma sapan laflarla islamda tezatlık çıkarmaya çalışıyorlar sen de bunlardan birimisin ki!!!!!
Moderatör Notu: Lütfen forum ilkelerine uyalım.
|
Yukarı dön |
|
|
bembeyaz Uzman Uye
Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 736
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Sayın Yaşar,
Aşağıdaki ilgili konulardan özellikle 3. (e-kitap)'ı dikkatle okumanızı öneririm.
Ayrıca duygularınızla hareket etmeyin. Ön yargılarınızı bir kenara bırakın...
Sloganlarla bir yere varılamayacağını da bilin. Allah (c.c) insana aklı kullansın diye vermiştir. Derin düşündüğünüzde ve okuduğunuz konuya iyice yoğunlaştığınız zaman kalbinizin inşirah bulduğunu göreceksiniz.
Hakaretlerle problemlerin çözülebilmesi mümkün değildir. Siz benim bir din kardeşimsiniz ve ben sizi Allah için severim. Sizin de iyiliğinizi isterim... Allah'a emanet olunuz. Saygılarımla....
İlgili Konular: Dabbet-Ül Arz Kıyamet Alameti Değildir Kıyamet alameti uydurmaları: İsalar, mehdiler İsa, Mehdi, Deccal Gelmeyecek (e-kitap)
|
Yukarı dön |
|
|
bembeyaz Uzman Uye
Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 736
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Duhan küresel kıyametin bir alameti olamaz.
Arapça’da “tütmek, dumanı çıkmak” mânâsındaki (دخن) “da ha ne” kökünden isim olan (دخان) “duhân”; “duman” anlamına gelmektedir. “Duhân” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde geçmekte ve “duman” anlamında kullanılmaktadır. Kitab-ı Mukaddes’te ise, dünyanın sonunda vukû bulacak bir alâmet olarak zikredilmektedir. İslâmî literatüre, kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri olarak geçen “duhân”a, Kitab-ı Mukaddes’in benzer anlam ifâde eden pasajlarında rastlanılmış olması dikkatleri çekmektedir.
Kur’an’da kıyâmetin yaklaştığını haber veren âyetlerin olması, Müslümanlar arasında yakın bir gelecekte kıyâmetin kopacağı, öncesinde de kıyâmet alâmetlerinin zuhûr edeceği inancını doğurmuş, konuyla ilgili Hz. Peygamber’e nispet edilen rivâyetler de bu inancın pekişmesini sağlamıştır. Bunların gaybî rivâyetler olmaları nedeniyle de, bu konularda bağlayıcı yorum ve tahminlerde bulunulmaktan kaçınılmış, “duhân”ın zuhûruna inanılması gereken bir “kıyâmet alâmeti” olduğu belirtilmekle yetinilmiştir. Ancak bu konuda ortak bir kanaate de ulaşılamamıştır.
Nitekim, “duhân” ile ilgili başlıca iki yorum mevcut olup, birinci yoruma göre âyette bahsedilen “duhân”, Hz. Peygamber’in duası sonucu gerçekleşen ve inkarcıları sıkıntıya sokan kıtlık ve kuraklıktır. Mekkeli müşriklerin kıtlık yıllarında, açlık ve bitkinlikten dolayı ufka baktıklarında her yeri dumanlı görmeleri sebebiyle bu şekilde bir yorum yapılmıştır. Diğer yorum ise, “kıyâmet alâmetleri”nden biri olduğuna inanılan “duhân”dır. “Duhân”ın “kıyâmet alâmeti” olarak algılanmasına bazı rivâyetlerin büyük oranda etki ettiği düşünülmektedir. Örnek verecek olursak, kaynaklarda geçen şu rivâyet “duhân”ın nasıl “kıyâmet alâmeti” olarak görüldüğü hakkında bir fikir vermektedir. Huzeyfe b. el-Yemân’dan rivâyet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: “Kıyâmet alâmetlerinin ilki, “duhân”, Meryem oğlu Îsâ’nın inmesi ve (Yemen’in şehirlerinden) Aden taraflarından çıkacak bir ateştir ki, insanları mahşer yerine sevk edecektir.” Huzeyfe: “Ya Rasûlellah, bu ‘duhân’ nedir?” diye sormuş, Hz. Peygamber onun bu sorusuna karşılık olarak duhân sûresinin 10. âyetini okumuş ve: “(Bu duman) doğu ile batı arasını dolduracak; kırk gün kırk gece duracak; mü’min nezleye tutulmuş gibi olacak; kâfirler sarhoş gibi olacak; (bu duman) kâfirlerin burunları, kulakları ve arkalarından çıkacak” buyurmuşlardır. Günümüz tefsir araştırmacılarından Aydemir, senedinde problemler bulunan ve değişik tefsirlerde yer alan bu rivâyetin uydurulduğu ve Hz. Peygamber’e atfedildiğini ifâde etmektedir. Özetle, tefsirlerde ve diğer bazı kaynaklarda yer alan ve “kıyâmet alâmetleri”nden bahseden rivâyetlerin sened ve metin yönünden tenkîde tâbi tutulmaları gerektiği anlaşılmaktadır. Zîra bu rivâyetlerin, Kur’an-ı Kerim’deki bir takım âyetlerin farklı yorumlanmasına neden olduğu görülmektedir. Şöyle ki, bazı müfessirler âyetleri tefsir ederlerken bu rivâyetlerin etkisiyle “duhân”ı “kıyâmet alâmeti” olarak değerlendirebilmektedirler. Nitekim gerek meallerde ve gerekse tefsirlerde bu duruma rastlanılmaktadır. Oysa, “duhân”ın “kıyâmet alâmeti” olduğuna dair delil olarak ileri sürülen âyetlerde böyle bir husûsa işaret edilmediği anlaşılmaktadır. Duhân sûresinin ilgili âyetleri dikkatli bir şekilde incelendiğinde hatasını anlamamakta ısrar eden bütün günahkarların, mâruz kaldıkları bir felâketin sıkıntılarından Allah’ın kendilerini kurtarmasını istemeleri, bu azap kısa bir süreliğine kaldırılınca da eski hallerine dönmeleri anlatılmaktadır.
Dolayısıyla bu âyetlerde “kıyâmet alâmetleri”ne işaret eden açık ve sarih bir ifâde söz konusu değildir. Zîra, “duhân” “kıyâmet alâmeti” olacak olsaydı, zuhûr ettiğinde ne günahkarların “azabı kaldır” demelerine imkan kalırdı, ne de “kısa bir süre azabı kaldırırız” cevabı uygun düşerdi. Beydâvî, (685/1216) ortada böyle bir teklifin ve cevabın bulunması nedeniyle, bunun ne kıyâmetin bir alâmeti, ne de kişinin kendi kıyâmeti olduğunu, çünkü böyle bir durumda artık teklifin ortadan kalkacağını ve îmânın geçerli olamayacağını ifâde etmiştir. Dolayısıyla, burada bahsedilen “duhân” bir “kıyâmet alâmeti” değildir. Nitekim günümüz Kelam araştırmacılarından Çelebi de, âyette belirtilen “duhân”ın “kıyâmet alâmeti” olduğu neticesini doğuracak mesnedlerin bulunmadığı kanaatindedir. Süleyman Ateş ise: “Burada ne kıtlık yıllarına, ne de kıyâmet alâmetlerine işâret vardır. Bunlar sonradan âyetlere yakıştırılmıştır. Bu, Bedir savaşına işarettir” demiştir. O, “duhân”ı gelecekte vukû bulacak bazı ilmî keşifler sonucunda insanlığı yok edecek çeşitli nükleer silahların ve bunların olumsuz etkilerinin bir işâreti olarak değerlendirmiştir.
İbn Kuteybe “duhân”ın; insanı çok korkutan ve acizliğini hissettiren gökyüzünden gelecek çok büyük felâketler anlamına gelen mecâzî bir ifade olduğunu söylemekte ve bu görüşünü Arapların (الشر الغالب) “insanı çaresiz bırakan felaketler”i, “duhân” diye isimlendirmelerine dayandırmaktadır. Bununla birlikte âyette belirtilen “duhân”ı, insanın hayatını sürdürebileceği en uygun ortam olan dünyadaki dengelerin bozulmasının bir işâreti olarak değerlendirenler de bulunmaktadır. Nitekim, bazı insanlar dünyanın hassas dengeleriyle oynarlar, yeryüzünde ve atmosferde, çevre ve hava kirliliği, nükleer savaş ve nükleer santrallerin sebep olacağı radyoaktif kirlenmeler sonucu jeolojik ve ekolojik dengeyi altüst ederler, bütün insanlık âlemi de bu duruma çıkarları yahut korkuları nedeniyle ilgisiz ve seyirci kalırlarsa, büyük felaketlerin yaşanması, iklimlerin değişmesi, küresel ısınma ya da soğumaların olması, netice îtibârıyla da “kıyâmet-i vustâ”nın gerçekleşmesi yani; kitleler halinde insanların ölmesi söz konusu olabilir. Hayatta kalmayı başarabilenlerin acizliklerinin farkında olarak yapacakları dualarla her şeyin tekrar normale dönmesi uzun zaman almakla beraber mümkün olabilir. Zîra âyetler, Allah’ın buyruklarını umursamayan insanlığın kendi yapıp ettikleri negatif davranışlar sebebiyle, kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmalarının ve kendi kendilerine zulüm etmelerinin doğal bir sonucu olarak, böyle bir durumla karşı karşıya kalmalarının her zaman imkan dahilinde olduğuna işâret etmektedir. Aynı şekilde Yüce Allah insanları imtihan etmek maksadıyla bir takım gök cisimlerinin dünyaya çarpmalarına engel olmayabilir. Bu durumda gökyüzünden gelecek böyle büyük bir felaket sonucu çarpmanın şiddetiyle atmosferde yoğun bir duman tabakası meydana gelebilir ve doğal olarak pek çok insan hayatını kaybedebilir. Dolayısıyla âyette geçen “duhân”ı “küresel kıyâmet”in bir alâmeti değil, toplumsal yok oluşların yaşanacağının bir habercisi olarak değerlendirmek daha mantıklı ve isabetli olsa gerektir.
[Geniş bilgi için bkz. Dr. Ahmet Emin SEYHAN, Hadislerde Kıyamet Alametleri, s. 172-175, MORALİTE Yay., İst., 2006]
__________________ Rabbim! ilmimi ve anlayisimi artir!
www.ahmeteminseyhan.blogcu.com/
selam ve dua ile...
|
Yukarı dön |
|
|
bembeyaz Uzman Uye
Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 736
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Güneşi batıdan doğması küresel kıyametin alameti midir?
“Kıyâmet alâmetleri”nden biri olarak sayılan “güneşin batıdan doğması” konusunda Kur’an-ı Kerim’de herhangi bir âyet bulunmamaktadır. Güneşin ve ayın “belirlenmiş bir süre için” yaratıldıkları ve kendi yörüngelerinde dönmeye devam ettiklerini anlatan âyetler, her ne kadar dünyanın bir sonunun olduğuna işaret etse de, bunun kıyâmet öncesi güneşin batıdan doğacağı hususuyla bir ilgisi bulunmamaktadır.
Güneş, gökteki belirli düzenin bozulmasına kadar olan sürede, bütün seyir ve dönüşlerini hiç şaşmaz bir şekilde ve ince bir plan dahilinde sürdürmekte olup, Allah’ın varlığının bir delili ve insanlığın yararı için görev yapan bir varlıktır.
Güneşin kıyâmet kopmadan önce batıdan doğacağı hususuna ise, bazı rivâyetlerde rastlanılmaktadır. Bu rivâyetlere dayanılarak, güneşin batıdan doğmasının mümkün olduğu, kıyâmet kopmadan önce bu olayın gerçekleşeceği, bundan sonra ise îmânın fayda vermeyeceği belirtilmektedir. O dönemin insanlarına dünyanın bir sonunun olduğunun bu tarz sembolik bir ifâde ile anlatılmış olmalıdır. Zîra bu ifâdeyle tövbelerin kabul edileceği son sınıra işaret edilmektedir.
Bununla beraber, güneş batıdan doğduğu zaman dünyada hayatın sürdüğü, bundan sonra yapılacak îmânın geçersiz olduğu ifâde edildiği halde, hemen arkasından “dünyada hayatın daha ne kadar süreceğinin belli olmadığı”nın söylenmesi, bir çelişkinin olduğunu akıllara getirmektedir. Zîra, gayb perdesi kalktıktan sonra îmân etmek artık fayda vermeyeceğine göre, dünyada hayatın devamının bir anlamı kalmasa gerektir. Kaldı ki, güneşin aksi istikametten doğmasıyla kainatta kurulu düzen altüst olup bozulduktan sonra, hayatın devamından söz etmek mümkün görünmemektedir. Zîra, “güneşin batıdan doğması” ile kastedilen, “küresel kıyâmet”in başlamasıdır. Bu sürecin başlamasıyla her şey yörüngesinden çıkmakta, tüm evreni içine alan toplu ve köklü bir değişim ve dönüşüm başlamış olmaktadır.
Hadis-i Şerifler’de olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de de mecâzî anlatıma baş vurulduğu bilinmektedir. Mesela, Arapça’nın kadim kullanımında “korkunç olaylarla geçen bir gün” mecâzî olarak “çocukların saçlarının beyazlaştığı gün” şeklinde ifâde edilmektedir. Bununla o günün ne denli önemli bir gün olduğuna vurgu yapılmaktadır. Nitekim ızdırap ve keder tehlikeli bir hal aldığında kişinin vücud dengesi bozulmakta ve saçlarının bir anda beyazlaşması mümkün olabilmektedir. Bu nedenle söz konusu mecâzî ifâdeye dayanarak o gün çocukların saçlarının ağaracağını iddia etmek, verilmek istenen mesajın tam anlaşılamadığının bir göstergesidir. Zîra, çocukların mâsum oldukları bilinmektedir. Dolayısıyla âyette kıyâmet günü tasvir edilirken bu mecâzî ifâdenin kullanıldığı açıktır. Çünkü, İslâm’a göre çocuklar suçsuzdur ve yaptıklarından sorumlu tutulmaları söz konusu değildir. Bu nedenle onlar, hesap gününün dehşetinden ve azabından uzak kalacaklardır. Aynı şekilde Arapça’da “îmânî meselelere arka kapıdan yaklaşmak”, mecâzî olarak “evlere arkalarından girmek” şeklinde tanımlanmaktadır. Yani, “çeşitli dînî vecibelerin ifâsı için konulmuş olan şekle ve süreye uymak yeterli değildir” denilmektedir. Bu şekil ve süre sınırlamaları kendi başlarına ne kadar önemli olsalar da esas olan, her eyleme onun ruhsal “giriş kapısı”ndan, yani; Allah’a karşı derin bir sorumluluk bilinci duyarak yaklaşmaktır. Yoksa Allah’ın gösterdiği gerçek hedefe ulaşmak mümkün olmayacaktır. Zîra şekil ve süre gerekli, ama yeterli değildir. Ayrıca “kapı” kelimesi, mecâzî olarak “bir şeye nüfuz etmenin, yahut ona ulaşmanın yollarını gösterdiğinden “bir eve (ön) kapısından girme” mecâzı, “probleme doğru yaklaşımı, en doğru yol ve yönteme sarılmayı” anlatmak için kullanılmaktadır. Burada verilmek istenen; sorunlara doğru yöntemlerle yaklaşmayanların çözüm konusunda başarılı olamayacaklarıdır. Başarı için doğru bir plan, metod ve yaklaşımın gerekli olduğudur.
Yine, “kapıdan (tevâzu içinde) boyun eğerek girin” ifâdesi mecâzî olarak, “kapıdan secde ederek (eğilerek) girin” şeklinde tanımlanmaktadır. Yani, “bunu kendiniz için bir hak telakkî etmeyin, mütevâzi bir ruh ile konuya yaklaşın, kibirlenip böbürlenmeyin” anlamlarına gelmektedir. Nitekim âyetin devamında yer alan, “sizin (bu alçak gönüllüğünüz sebebiyle) günahlarınızı bağışlayayım” ifâdesi bu mânâyı desteklemektedir.
Aynı şekilde “görünür/dış biçimlere uyum sağlamanız” mecâzî olarak, “yüzünüzü doğuya veya batıya çevirmeniz” şeklinde ifâde edilmektedir. Yani, “ibâdetlerde yer alan çeşitli ritüelleri yerine getirmeyi yeterli zannetmeyin, ibâdetlerin gaye ve maksadını iyi anlayın” denilmektedir. Nitekim, ibâdetler kişiyi ahlâkî erdemlere ulaştıramıyor, bunlar davranışlara yansımıyor ve mü’min bu bilinçten yoksun kalıyorsa, beklenen neticenin elde edilemeyeceği açıktır. Bu nedenledir ki Kur’an, tam bir konsantrasyon ve şuur halinden uzak namaz kılanları eleştirmekte ve onların bu davranışlarının yanlışlığını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, kişinin hayatın her anında Allah ile beraber olduğunu bilmesi ve bunu hissedecek bilince ulaşması için, öncelikle kendisine gönderilen mesajda yer alan mecâzî ifâdeleri doğru anlaması gerekmektedir.
Netice îtibârıyla, Hz. Peygamber’in mecâzî olarak kullandığı “güneşin batıdan doğması” tâbiri ile, dünyanın sonunun mutlaka geleceğine, herkesin hazırlığını buna göre yapması ve bir an önce günahlarından tövbe etmesi gerektiğine işaret ettiği anlaşılmaktadır. Zîra herkesin güneşi bir gün batıdan doğacak, artık tövbesi kabul edilmeyecek, son pişmanlık fayda vermeyecek ve hayatı sona erecektir. Güneşin batıdan doğmasıyla ifâde edilenler de bunlar olmalıdır.
[Geniş bilgi için bkz. Dr. Ahmet Emin SEYHAN, Hadislerde Kıyamet Alametleri, s.196-198, MORALİTE Yay. İstanbul, 2006]
|
Yukarı dön |
|
|
bembeyaz Uzman Uye
Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 736
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Tövbe kapısının kapanması kıyametin bir alameti midir?
Kaynaklarda yer alan bir takım rivâyetlerde güneşin batıdan doğmasından sonra, uzunluğu yetmiş yıllık bir yol olan tevbe kapısının kapanacağından söz edilmekte, bunun ise “kıyâmetin alâmeti" olduğu belirtilmekte ve arkasından En’âm sûresinin 158. ayetine işaret edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de ise ne böyle bir tevbe kapısından, ne de onun “kıyâmet alâmeti” olduğundan bahsedilmektedir. Bu rivâyetler sahih kabul edilecek olursa, sembolik bir anlatımından söz edilebilir. Hz. Peygamber, ansızın kopacak kıyâmete insanları hazırlarken, güneşin batıdan doğmasıyla tövbe kapısının da kapanacağını bu şekilde ifâde etmiş olmalıdır. Zîra, böyle bir anda yapılacak tövbenin geçerli olmayacağı konusunu insanlara bu şekilde temsîlî bir unsur ile anlatması hem daha kolay, hem de anlaşılırdır. Bu mecazî anlatımı hakikat gibi algılayıp, bunun kıyâmetin bir alâmeti olduğunu düşünmek doğru değildir.
Nitekim Taberî Tarih’inde naklettiği uzunca bir rivâyette Ömer b. Hattab’ın: “tövbe kapısı nedir?” şeklindeki sorusuna Hz. Peygamber’in verdiği cevaptan bahsedilirken bu husus şu şekilde ortaya konulmaktadır: “…Ey Ömer! Allah Teâlâ mağribin arkasında iki kanadı olan bir tövbe kapısı yaratmıştır. Bu kapı altından olup inci ve diğer mücevherlerle bezenmiştir. Bu kapının bir kanadından diğer kanadına uzunluğu, süratli giden bir süvâri için kırk yıllık yoldur. Bu kapı Allah’ın mahlûkâtı yarattığı günden o gecenin sabahına kadar açık kalacaktır. Daha sonra güneş ve ay batıdan doğacak ve bundan sonra Hz. Âdem’den o gecenin sabahına kadar gelmiş geçmiş Allah’ın kullarından hiçbir kulun tevbe-i nasûhu asla kabul edilmeyecektir. Ancak eğer bu tövbe önceden bu kapıdan girmişse o mutlaka Allah’a (c.c.) ulaşacaktır.” Bunun üzerine Muaz b. Cebel Hz. Peygamber’e şöyle bir soru sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, anam babam sana fedâ olsun tevbe-i nasuh nedir?’ Hz. Peygamber şöyle dedi: “Günahkarın günahına pişman olması, Allah’tan özür dilemesi sonra da o günaha bir daha asla dönmemesidir. Tıpkı sağılan sütün memeye dönmediği gibi…” Taberî’nin naklettiği rivâyet bu şekilde devam etmekte olup, araştırmalarımıza rağmen temel hadis kaynaklarında tespit edilememiştir. Dolayısıyla bu rivâyetin uydurma olması kuvvetle muhtemeldir.
Diğer taraftan hadis kaynaklarında tövbe kapısıyla ilgili şöyle bir rivâyet bulunmaktadır. “Mağribte bulunan tövbe kapısı açıktır. (Bir kanadından diğer kanadına) uzunluğu yetmiş yıllık yoldur. Bu kapı tövbe için açık kalmaya devam etmektedir. Güneş batıdan doğuncaya kadar da bu kapı kapanmayacaktır.” Bu rivâyeti Safvân b. Assâl el-Mürâdî’den; Tirmîzî, İbn Mâce, Nesâî, İbn Hanbel, Tayâlisî, Abdurrezâk b. Hemmâm, Humeydî, Said b. Mansur, Osman b. Said, Nuaym b. Hammad, Taberânî, İbn Huzeyme, Dârekutnî ve Beyhakî tahric etmişlerdir. Tirmîzî rivâyete “hasen-sahih” hükmünü vermiştir. Bütün rivâyetlerde uzunluğun yetmiş yıllık yol olduğundan bahsedilirken, Tirmîzî, Nuaym b. Hammad ve Humeydî’nin tahriclerinde kırk veya yetmiş yıllık, Osman b. Said’in naklettiği rivâyette ise uzunluğun beş yüz yıllık yol olduğundan bahsedilmektedir. Safvân b. Assâl el-Mürâdî, Hz. Peygamber ile 12 gazveye iştirak eden ve daha sonra Kûfe’ye yerleşen bir sahâbîdir. Buhârî, bu rivâyetin senedinde yer alan râvîlerden Abdurrahman b. Merzuk’un, Zirr b. Hubeyş’ten duyup duymadığının bilinmediğini söylemiştir. Ayrıca senedde yer alan diğer râvî Âsım hakkında İbn Hanbel, Ebû Zür’a, Muhammed b. Sa’d, Ahmed b. Abdillah el-İclî ve başkaları “sika” hükmünü vermişlerdir. Bununla birlikte Kur’an ve Sünnet’e bağlı bir kimse olmasına rağmen hıfzının iyi olmadığı da ifade edilmiştir. Dârekutnî, bu kimsenin hıfzı hakkında konuşulduğunu belirtmiş, İbn Maîn “lâ be’se bih”, Ebû Hâtim “mahalluhu’s-sıdk”, Nesâî ise “leyse bihî be’s” demişlerdir.
Ebû Nuaym el-Isfahânî ise, “Mağribte tövbe kapısını Allah açmıştır. Uzunluğu yetmiş yıllık yoldur. Güneş batıdan doğuncaya kadar da bu kapı kapanmayacaktır” şeklindeki rivâyeti Safvân b. Assâl el-Mürâdî’den; İbn Hanbel, İshak b. Râhaveyh ve İbn Ebî Şeybe’nin tahric ettiğini, rivâyetin senedinde yer alan Abdurrahman b. Merzuk ed-Dimeşkî’nin rivâyetinde tek kaldığını ve ondan da Said b. Ebî Eyyüb’ün naklettiğini ifade etmiştir. Ele alınan rivâyetlerde belirtilen tövbe kapısının bir kanadından diğer kanadına olan uzunluk konusundaki farklılığın mânâ ile rivâyetten kaynaklanmış olma ihtimali vardır. Zîra insanlara tövbe kapısının açık olduğunu anlatmak maksadıyla bu tarz bir sembolik anlatımların yapılması normal olup, kesretten kinaye olan bu sayıların her zaman akılda kalması mümkün olmayabilir. Sonuç olarak, Safvân b. Assâl el-Mürâdî’den nakledilen her iki rivâyetin de senedinde zayıf râvîler olup, bunların tenkîde uğramaları söz konusu olmakla birlikte bu rivâyetlerin hasen olmaları mümkündür.
Tövbe kapısının kapanmasının kıyâmetin bir alâmeti olduğu konusunda müfessir ve şârihlerden bir kısmının ortak kanaatinin de olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte temel hadis kaynaklarında yer almayıp sadece zayıf ve uydurma haberleri içerdiği bilinen Deylemî’nin Firdevs’inde kendine yer bulabilen şu rivâyetlerle, Envâru’l-Âşikîn’de tövbe kapısıyla ilgili nakledilen rivâyet arasındaki benzerlikte dikkatleri çekmektedir. İbn Ömer’den nakledilen rivâyet şu şekildedir: “Mağribte bulunan tövbe kapısı açıktır. Uzunluğu kırk yıllık yoldur. Bu kapıda bir melek durmaktadır ve insanları tövbeye davet etmektedir. İblis, Kâbil ve nebî öldüren kimsenin dışında herkesin tövbesi makbûldür. Güneş, bu kapıdan siyah bir şekilde ve ışığı olmaksızın doğduğu, gökyüzünün ortasına geldiği ve tekrar geriye döndüğü zaman bu kapı kapanır ve bundan sonra artık tövbeler kabul edilmez.” Ali b. Ebî Talib’ten nakledilen diğer rivâyet ise şöyledir: “Fakirler Allah’ın arkadaşlarıdır. Hastalar Allah’ın dostlarıdır. Kim tövbe ederek ölürse ona cennet vardır. Öyleyse tövbe edin ve ümitsizliğe kapılmayın. Çünkü mağribteki tövbe kapısı açıktır ve güneş batıdan doğuncaya kadar kapanmayacaktır.” Bu rivâyetlerin ikisinin de uydurma olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Netice olarak, Ahmed Bîcan’ın naklettiği rivâyetin temel hadis kaynaklarından ziyâde zayıf ve uydurma rivâyetler içeren tefsir ve tarih kitaplarında yer alması, rivâyetin metninde artık tövbe kapısının kapandığına ve gayba îmânın olmadığına özellikle vurgu yapılmasına rağmen, Îsâ’nın Medîne’ye gittiği, evlendiği ve kızlarının olduğundan bahsedilmesi, sonra da onun kırk yıl daha yaşadığının ifade edilmesi bu rivâyetin çelişkilerle dolu olduğunu akıllara getirmektedir. Zîra tövbe kapısı kapandıktan, îman etmenin de bir anlamı kalmadıktan sonra dünyadaki hayatı kırk yıl daha devam ettirmenin hiçbir mânâsı yoktur. Diğer yandan Hz. Îsâ’nın Arap bir kadınla evleneceğinin belirtilmesi, bu rivâyetin oluşturulma sürecinde kimlerin ve nasıl bir anlayışın egemen olduğu konusunda yeterince fikir vermektedir.
Netice îtibârıyla kıssacıların üslûbunu yansıtan, bir takım tenâkuzlar barındıran ve bu şekliyle de temel hadis kaynaklarında zaten yer almayan Bîcan’ın naklettiği rivâyetin uydurma olduğunu ifade etmek yanlış olmasa gerektir. Özetle tövbe kapısının kapanmasıyla kastedilen, güneşin batıdan doğmasıyla yapılacak tövbelerin artık geçerli olmadığını anlatmaya yarayan temsîlî bir unsurdur. Hz. Peygamber, bir takım sahih hadislerinde Müslümanları bu şekilde uyarmakta ve tövbe konusunda erken davranmaya çağırmaktadır.
(Geniş bilgi için bkz. Dr. Ahmet Emin SEYHAN, Hadislerde Kıyamet Alametleri, s. 223-226, MORALİTE Yay. İstanbul, 2006]
|
Yukarı dön |
|
|
bembeyaz Uzman Uye
Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 736
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Yemen'den ateş çıkması kıyametin bir alameti midir?
Bir takım rivâyetlerde kıyâmetin kopmasından önce Yemen’den bir ateşin çıkacağı ve insanları mahşer meydanına sürükleyeceği haber verilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de ise, böyle bir alâmetten hiç bahsedilmemektedir. Bu konuda kaynaklarda yer alan rivâyetleri değerlendirenlerden bazıları ise, bunun mümkün olabileceğini ifâde etmektedirler. Nitekim, bu ateşin yedi asır önce Hicaz bölgesinde çıktığı ve Hz. Peygamber’in haber verdiği bir mûcizenin gerçekleştiğini söyleyenler olduğu gibi, bu rivâyetlerin yoruma müsait olmaları sebebiyle, her devirde farklı yorumların yapılmasının söz konusu olacağını, çıkacağı haber verilen ateşin gerçekten çıkıp çıkmadığının ise belli olmadığını belirtenler de bulunmaktadır.
Değişik zamanlarda Hicaz topraklarında da volkanik patlamaların olması muhtemeldir. Sûrun üfürülmesi ile başlayan süreçte ise bu tür hadiselerin dünyanın her tarafında olması imkan dahilindedir. Ancak bunu kıyâmetin bir alâmeti olarak görmenin isabetli olmadığını düşünüyoruz.
Kanaatimizce, böyle bir ateşin çıkacağından bahsedilmesi, kıyâmetin yakın olduğu ve “kıyâmet alâmetleri”nin çıkmaya başladığı konusunda insanları daha rahat iknâ etmek ve insanları bir an önce yaptıkları kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmak amacına mâtuf olmalıdır. Ancak, ansızın olacağı bildirilen kıyâmet öncesinde bu kadar açık bir alâmetin önceden görüleceğinin ifâde edilmesini de, İslâm’ın genel ilkeleriyle ve akılla bağdaştırmak zor görünmektedir.
Ayrıca bu şekilde bir ateşin çıkmasının kime ne yarar sağlayacağı da merak konusudur. Nitekim Hz. Allah, bu dünyayı oyun ve eğlence olsun diye değil, derûnî bir anlam ve amaç üzere yaratmıştır. Onun tarafından yaratılan şeyler, her yanıyla hikmet dolu küllî bir planla uyumlu olarak ve belli bir amacı gerçekleştirmek üzere yaratılmaktadır. Evrende var olan soyut ya da somut her şeyin bir anlamı olup, belli bir amaca dayanmaktadır. Hiçbir şeyin tesâdüfen yaratılması söz konusu değildir ve hiçbir şey ya da kimse başıboş bırakılmamaktadır. Dolayısıyla insanları sürükleyen böyle bir ateşin yaratılmasının ve “kıyâmet alâmeti” olarak vasıflandırılmasının hangi hikmete mebnî olduğunu anlamak güç görünmektedir. Kaldı ki, bu sürüklemenin dünyada mı yoksa âhiret günü mü olacağı konusu da ihtilaflıdır. Dünyada iken yaşanacak böyle bir sürüklemeyi âhiret ile ilişkilendirmek mümkün görünmemektedir. Âhiret günü ise, böyle bir ateşe ihtiyaç olmadığı bilinmektedir. Zîra, insanlar kabirlerinden kalkıp, seller misali mahşer meydanına doğru ilerleyecek ve Rab’lerinin huzuruna çıkarılacaklardır. Kendisinden kaçıp kurtulmaları kâbil olmayan bir davetçinin peşinden gidecekledir. O gün sesler, o sınırsız rahmet sahibinin huzurunda saygı ile kısılacak ve yalnızca cansız-baygın bir uğultu işitilecektir.
Görüldüğü üzere, Kur’an-ı Kerim bu durumu apaçık bir şekilde tasvir etmekteyken, böyle bir ateşin kıyâmet gününde insanları sürükleyip götürmesinin söz konusu olamayacağı anlaşılmaktadır. Dolayısyla bir takım zayıf ve uydurma rivayetlere dayanarak Yemen'den ateş çıkmasını "kıyametin bir alameti" olarak görmek ve bu iddiayı ciddi delillere dayandırmadan savunmaya kalkışmak kanaatimizce doğru değildir.
[Konu ile ilgili ayetler hakkında geniş bilgi için bkz. Dr. Ahmet Emin SEYHAN, Hadislerde Kıyamet Alametleri, s. 221-223, MORALİTE Yay. İstanbul, 2006]
__________________ Rabbim! ilmimi ve anlayisimi artir!
www.ahmeteminseyhan.blogcu.com/
selam ve dua ile...
|
Yukarı dön |
|
|
bembeyaz Uzman Uye
Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 736
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Üç yerin batması kıyametin bir alameti midir?
Bir takım rivâyetlerde kıyâmet kopmadan önce dünyanın üç ayrı bölgesinde yere batma olaylarının yaşanacağı haber verilmektedir. Oysa Kur’an-ı Kerim’de, bu şekilde üç yerin batışıyla ilgili herhangi bir bilgi mevcut değildir. Rivâyetlere dayanılarak bunun imkan dahilinde olduğunu söyleyen ve bunları “kıyâmet alâmeti” olarak değerlendirenler bulunmaktadır ki, bunlara katılabilmemiz zor görünmektedir. Zira bu kimselerin delilleri yeteri derecede ikna edici değildir.
Kanaatimizce bu tür tabiat olaylarının “kıyâmet alâmetleri”yle ilişkilendirilmesinin sebebi, insanlarda uyandırdığı korku ve kaygı nedeniyle olmalıdır. Zîra insanlar, büyük hâdiselerin öncesinde olağandışı bazı şeylerin yaşanabileceği konusunda oldukça hassastırlar. Bu şekilde yere batma konusuyla insanların dikkatlerinin anlatılanlar üzerine çekilmesi ve daha kolay iknâ edilme şanslarının bulunduğunu düşümekteyiz. Nitekim, “kıyâmetin yaklaştığının büyük işaretlerinden biri de bu yere batma olaylarıdır” denilmek sûretiyle, verilmek istenen mesaj için insanların kafasında bir altyapı oluşturulması ve diğer alâmetleri rahatlıkla kabullenmelerinin sağlanılmaya çalışılması mümkündür. Dolayısıyla bunları birer “kıyâmet alâmeti” olarak görmek ve göstermek doğru olmasa gerektir.
[Geniş bilgi için bkz. Dr. Ahmet Emin Seyhan, Hadislerde Kıyamet Alametleri, s. 221, Moralite Yay. İst., 2006]
|
Yukarı dön |
|
|
bembeyaz Uzman Uye
Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 736
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kıyamet alametleri deyince ne anlıyoruz? Küresel kıyametin alameti olur mu?
(علامة) “alâmet” kelimesi sözlükte; nişâne, işâret ve iki yer arasındaki sınır anlamlarına gelmekte olup, çoğulu (علامات) “alâmât”tır.[1] (علامة القيامة) “alâmetü’l-kıyâme” ise; alâmet kelimesinin kıyâme ismine izâfe edilmesi sonucu oluşturulan bir terkiptir ve; “kıyâmetin yaklaştığına delâlet eden işâret ve alâmetler” mânâsına gelmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de kıyâmetin mutlaka vukû bulacağı[2] ve yakın olduğu,[3] o günün çok dehşetli ve acı bir gün olacağı[4] dile getirilmekte, kıyâmetin başlangıç safhası ve bu kopuş anındaki kozmolojik değişimler tasvir edilmekte,[5] ancak doğrudan “kıyâmet alâmetleri”nin neler olduğu konusuna ise temas edilmemektedir. Her ne kadar “duhân”, “dâbbe” ve “ye’cüc ve me’cüc” kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de geçse de bunlarla “kıyâmet alâmetleri”nin kastedildiğini ifade etmemiz güç görünmektedir. Hadislerde ise durum epeyce farklı olup, kıyâmet öncesi yaşanılacak olaylar ve bunların nasıl gerçekleşeceği bir takım sembollerle ve bazende detaylandırılarak anlatılmaktadır. Nitekim, bu tür rivâyetlere dayanılarak ilk dönemlerden[6] günümüze[7] gelinceye kadar “kıyâmet alâmetleri” konusunda müstakil eserlerin yazıldığı görülmektedir.[8].
Rivâyetlerde geniş bir yer bulan bu “kıyâmet alâmetleri”nin doğruluğunu kanıtlamak maksadıyla Kur’an-ı Kerim’deki bazı âyetlerin ilk dönemlerden günümüze gelinceye kadar yorumlanmaya çalışıldığı, herkesin kendi görüşünü destekleyecek tarzda âyetlerin tefsirine yöneldiği görülmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, Muhammed sûresinde[9] geçen “eşrat” kelimesinin “iz, alâmet, belirti ve işâret” gibi mânâlara geldiğini söyleyenler, bununla Hz. Peygamber’in haber verdiği “kıyâmet alâmetleri”nin kastedildiğini ifâde etmektedirler.[10] Oysa geçen yüzyılın büyük müfessirlerinden Elmalılı Hamdi Yazır, (1361/1942) âyette belirtilen alâmetlerin Hz. Peygamber’in o dönemde gösterdiği mûcizeler olduğunu, ancak buna rağmen müşriklerin îman etmediklerini, âyette zikredilen saati; “sâat-i kübrâ” olarak değerlendirmelerinin yanlış olduğunu, bunu kendi kıyâmetlerinin kopması şeklinde anlamalarının daha mâkul ve isâbetli olacağını ifâde etmektedir. Esasında “eşrat” ile kastedilenin; mü’minlerin ilerlemelerinin ve parlak istikballerinin belirtileri ve müşriklerin şaşkınlıklarını anlatan alâmetler olduğunu söylemektedir. Ancak onların bu açık işâretleri gördükleri halde bilfiil kendi başlarına kıyâmet kopmadan da buna inanmayacakları belirtmektedir.[11] Günümüz müfessirlerinden bazıları da “eşrat” ile ileride vukû bulacak “kıyâmet alâmetleri”nin kastedilmediğini, Hz. Peygamber zamanında vâki olan şeylerin anlatıldığını ve bunun da inkarcıların başına inecek belâ ve azap olduğunu belirtmektedir.[12] Bazıları ise “eşrat”ı, “son saatin kaçınılmazlığı ile ilgili bir çok Kur’ânî haberin şimdiden gelmesi” ve “her ön yargısız zihnin, bütün mahlûkatın maddî anlamdaki gelip-geçiciliğini görmesini sağlayan açık işâretler” şeklinde anlamaktadır.[13] Dolayısıyla, “eşrat”ı, son peygamberin gelmesi, onun getirdiği kitap ve bu kitapta kıyâmetin kopacağı ile ilgili açık âyetler şeklinde anlamak da mümkündür. Bu işâretler, kıyâmetin kopma şartlarının tamamlandığını ve artık her an bunun gerçekleşme ihtimalinin bulunduğunu haber vermektedir. Netice îtibârıyla, mutlak sûrette kopacak olan “küresel kıyâmet”in beklenilen alâmetleri son peygamber’in gelişi ile on dört asır önce tamamlanmış olup bu bağlamda başka alâmetler beklemeye gerek olmadığı ifâde edilebilir.
En’âm sûresinde[14] geçen “âyât”ı ise, “işâretler” mânâsına anlayan müfessirler bununla da hadiste haber verilen “kıyâmet alâmetleri”nin kastedildiğini ifâde etmektedirler.[15] Oysa bu “âyât”la kastedilenin hesap gününü bildiren ve kıyâmetin kopmaya başlamasıyla ortaya çıkacak fizîkî değişimlere işâret olduğu,[16] kıyâmetin koptuğu andaki bu işâretlerin görülmesiyle birlikte gayb perdesinin kalkacağı, dolayısıyla îmânın bir fayda vermeyeceği ifâde edilmektedir.[17] Yazır, bu işâretlerin görülmesiyle birlikte yapılan îmânla ilgili olarak “Olacak olmağa başladıktan sonra inanmakta fâide yoktur. Olacağa olmadan evvel inanmalı ki zararından kurtulmak için işe yarayacak tedârükatta bulunulabilsin” demektedir.[18] Netice îtibârıyla buradaki “âyât”ı, kişinin ecelinin gelmesi, ölüm meleğini görmesi,[19] kesin olarak öleceğini anlaması ve helâkının işâretlerini yakînen müşahede etmesi şeklinde anlamak da mümkündür. Zîra, bu işâretlerin görülmesiyle ye’s hali başlamakta, “kıyâmet-i suğrâ” gerçekleşmekte ve böyle bir anda yapılan îmân kişiye hiçbir fayda sağlamamaktadır. Nitekim, Firavun’un böyle bir anda iken yaptığı îmânın onun kurtuluşu için yeterli olmadığı bilinmektedir.[20] Dolayısıyla bu âyette “kıyâmet alâmetleri”nden bahsedilmemektedir. Şâyet böyle olsaydı âyetin devamında buna bir işâret söz konusu olabilirdi. Oysa Yüce Allah, Hz. Peygamber’e herhangi bir vakit ya da alâmet bildirmemekte, aksine şöyle demesini istemektedir: “De ki: ‘Bekleyin! Şüphesiz biz de beklemekteyiz.’” Bu itibarla, âyeti delil göstererek bununla “kıyâmet alâmetleri”nin kastedildiğini söylemek mümkün görünmemektedir.
Kamer[21] ve Enbiyâ sûrelerinde[22] geçen “iktirâb” kelimesinin de kıyâmetin yaklaştığını haber verdiği, dolayısıyla bu yakınlığı ifâde eden emârelerin söz konusu olduğu, bunların da hadislerde belirtilen “kıyâmet alâmetleri” olduğu şeklinde yorumlar yapılmaktadır.[23] Oysa, âyetlerde geçen bu kelimeden hareketle, hadislerde belirtilen “kıyâmet alâmetleri”ne işâret edildiği sonucuna varmanın âyetlerin zâhiri anlamlarını zorlamaya çalışmak olduğu ifâde edilebilir. Zîra, burada açıkça “kıyâmet alâmetleri” mânâsına gelecek bir ibâre söz konusu değildir. Aksine kıyâmetin yaklaşmasıyla vukû bulacak kozmolojik olaylardan[24] birisi olan ayın yarılmasına işâret vardır. Nitekim ayın geçmişte Hz. Peygamber’in gösterdiği mûcize ile yarılmış olduğunu[25] dile getiren anlayışlar ve yorumlar bulunduğu gibi, bu âyette belirtildiği üzere kıyâmetin yaklaşmasıyla tekrar yarılıp parçalanacağını söyleyenler de vardır.[26] Nitekim bu yarılmanın “Son Saat” yaklaştığında ve bu süreç başladığında meydana geleceği ifâde edilmektedir.[27] “Son Saat”in yaklaşmasına ya da yakınlığına ilişkin Kur’ânî atıfların hiç biri beşerî zaman kavramıyla bağdaşmadığına göre, “Son Saat”in vukûu, insan için belirsiz -beşerî deyimlerle ifâdeye çalışıldığında belki çok uzun- bir süreyi kapsamaktadır.”[28]
Sonuç olarak söz konusu âyetlerden de hadiste belirtilen “kıyâmet alâmetleri”nin kastedildiği sonucunu çıkarmak mümkün olmamaktadır.
(Geniş bilgi için bkz. Dr. Ahmet Emin SEYHAN, Hadislerde Kıyamet Alametleri, Moralite yay. İstanbul, 2006, s. 165-168)
[1] İBN MANZÛR, XII, 416-420; RÂGIB el-ISFAHÂNÎ, s. 514.
[2] Hicr, 15/85; Kehf, 18/21; Tâhâ, 20/15; Hac, 22/7; Gâfir, 40/59; Zâriyât, 51/6; Mürselât, 77/7. Ayrıca bkz. Enbiyâ, 21/97; Tûr, 52/7; Meâric, 70/1-2.
[3] Enbiyâ, 21/1, 97; Kamer, 54/1.
[5] İbrâhim, 14/48; Tâhâ, 20/105-107; Enbiyâ, 21/104; Hac, 22/1-2; Zümer, 39/68; Tûr, 52/9-11; Kamer, 54/1; Rahmân, 55/35, 37; Vâkıa, 56/1-6; Hâkka, 69/1-3, 13-16; Meâric, 70/8-9; Müzzemmil, 73/14,17-18; Mürselât, 77/8-11; Nebe, 78/18-20; Abese, 80/33; Tekvîr, 81/1-7, 11-13; İnfitâr, 82/1-5; İnşikâk, 84/1-5; Zilzal, 99/1-6; Kâria, 101/1-5.
[6] Nuaym b. Hammad, (228/843) Şeyh Sadûk, (381/991) Abdülganî b. Abdulvahid el-Makdîsî, (600/1203) Kurtûbî, (671/1273) Yûsuf b. Yahya es-Sülemî (685/1286) ve Muhammed Rasûl el-Berzencî (1103/1691) gibi bir çok müellif müstakil eserler yazmışlardır.
[7] Günümüzde de “kıyâmet alâmetleri” konusunda müstakil eserler yazanlara örnek olarak şunlar verilebilir. Hasan Halid, “el-İslâm ve Ru’ye fîmâ Ba’de’l-Hayat”, Beyrut, 1986; Muhammed Ahmet Abdulkadir, “Akîdetü’l-Ba’s ve’l-Âhira fi’l-Fikri’l-İslâmî”, İskenderiye, 1986; Ebû Ubeyde Mâhir b. Sâlih Âl-i Mübarek, “er-Risâle fi’l-Fiten ve’l-Melâhim ve Eşrâti’s-Sâa‘”, Basım yeri yok, 1989; Ahmed Muhammed Abdullah el-Âlî, “Meşâhidü’l-Kıyame fi’l-Hadîsi’n-Nebevî”, Mansûre, 1991; Hammad b. Abdullah et-Tüveycirî, “İthâfu’l-Cemâa bima câe fi’l-Fiten ve’l-Melâhim ve Eşrâtü’s-Sâa” Riyad, 1993; Muhammed b. Selâme Cebr, “Eşrâtü’s-Sâa ve Esrâruhâ” Kâhire, 1993; Yûsuf b. Abdullah b. Yûsuf el-Vâbil, “Eşrâtü’s-Sâa”, Riyad, 1995. Bu eserlerde genellikle, konu ile ilgili hadislerin eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirilmesi yerine, daha çok rivâyete yer verilmeye çalışıldığı görülmektedir. Konunun inanç mevzûu olup olmadığı ve bugüne kadar hangilerinin gerçekleştiği hususlarına temas edilmektedir. Bununla birlikte bu rivâyetlerin dînîn genel çerçevesiyle uyumlu olup olmadığı hususları ise yeteri kadar ele alınmamaktadır.
[8] Bkz. Mütekaddim kelamcılardan Eş’ârî, (324/936) Mâturîdî, (333/944) Ebû’l-Muîn en-Nesefî (508/115) ve Nureddin es-Sâbûnî, (580/1115) müteahhir kelamcılardan ise Fahreddin er-Râzî, (606/1210) Âmîdî (631/1233) ve Adûduddin el-Îcî (756/1355) gibi âlimler, eserlerinde “kıyâmet alâmetleri” konusuna yer vermemişlerdir. Bu ilk dönem kelamcılarının tam aksine, son dönem müellifleri ise “kıyâmet alâmetleri” mevzûunu geniş bir şekilde işlemişlerdir. Suyûtî, (911/1505) Muhammed b. Ahmed es-Seffarînî, (1188/1774) Muhammed Sıddîk Hasan Han el-Kannûcî, (1307/1890) Abdullatif Harputî (1332/1914) ve Ömer Nasûhî Bilmen (1391/1971) bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bkz. BİLMEN, Ömer Nasûhî, Muvazzah İlm-î Kelam, Bilmen Yayınevi, İst., ts., s. 325-330; ÇELEBİ, İ.,Uzak ve Yakın Gelecek, s. 80-83.
[9] Muhammed, 47/18; “Öyleyse onlar (kalpleri mühürlenmiş olanlar) son saati mi bekliyorlar, onun ansızın gelmesini mi? Şüphesiz o(nun geleceği) şimdiden haber verilmiştir. O bir kez başlarına geldikten sonra, (geçmiş günahlarını) hatırlamalarının onlara ne faydası olacak?”.
[10] TABERÎ, Ebû Ca’fer, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Ayi’l-Kur’an, (I-XXX), thr. Sıdkî Cemil el-Attar, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1995, XVI, 69; İBN KESİR, Ebu’l-Fidâ, Muhtasaru Tefsîr-i İbn Kesir, (I-III), thk. Muhammed Ali es-Sâbûnî, Dâru’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut, 1981, III, 334.
[11] YAZIR, Elmalı’lı Hamdi, Hak Dîni, VI, 4388.
[12] ATEŞ, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsîri, (I-VIII), Yeni Ufuklar Neşriyat, İst. 1988, VIII, 428-429; ATEŞ, S., Kur’an Ansiklopedisi, XXX, 227.
[13] ESED, Muhammed, s. 1038, Muhammed, 47/18, 22 no’lu dipnot.
[14] En’âm, 6/158; “Yoksa onlar, meleklerin kendilerine görünmesini mi bekliyorlar yahut (bizzat) Rabbinin veya O’ndan bazı (kesin) işâretlerin? (Ama) Rabbinin (kesin) işâretlerinin ortaya çıkacağı gün îmân etmenin, daha önce inanmamış yahut inandığı halde bir hayır yapmamış olan kimseye hiçbir yararı olmaz. De ki; ‘Bekleyin (öyleyse Âhiret Gününü ey inançsızlar) bakın, biz (mü’min)ler de bekliyoruz!”
[15] TABERÎ, Câmiu’l-Beyân, Beyrut, 1995, VIII, 126-137; İBN KESÎR, Muhtasar Tefsîr-i İbn Kesîr, I, 636-637; YILDIRIM, Suat, Kur’an-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli, Zaman, İst., 1998, s. 149.
[16] ESED, Muhammed, s. 265.
[17] YAZIR, E. M., III, 2104.
[18] YAZIR, E. M., III, 2105.
[19] ATEŞ, S., Çağdaş Tefsir, III, 267. Ateş, buradaki “âyât”ı müşriklerin kendi sonları ile ilgili işaretler olup, meleklerin canlarını alması ve ölüm halinin belirtileri şeklinde açıklamaktadır.
[20] Nisâ, 4/18; Yûnus, 10/90.
[21] Kamer, 54/1-3; “Son saat yaklaşacak ve ay yarılacak! Ama eğer onlar, (son saat düşüncesini tamamen reddedenler, onun yaklaştığının) işâretini görselerdi, sırtlarını dönerler ve “(Bu,) hep olagelen bir göz yanılmasıdır!” derlerdi. Çünkü onlar kendi arzu ve heveslerine uyarak bunu yalanlamaya şartlanmışlardır. Ama her şeyin doğruluğu sonunda ortaya çıkacaktır.”
[22] Enbiyâ, 21/1; “İnsanlar için hesap görme vakti yaklaşıyor; ama onlar (bu yaklaşan şeye karşı) hâlâ inatla umursamazlık gösteriyorlar.” Enbiyâ, 21/97; “(Ki o zaman) başa gelmesi kaçınılmaz olan (kıyâmet) söz(ün)ün gerçekleşmesi de yaklaşmış olacaktır. O zaman ki, hakkı inkara şartlanmış olan kimselerin gözleri yerinden oynayacak ve (birbirlerine:) “Vah bize!” (diye yakınacaklar). “Bu (kıyâmet sözüne) karşı hep umursamazlık gösterdik! Çünkü zulüm ve kötülük yap(maya eğilimli ol)an kimselerdik.”
[23] İBN KESİR, II, 501, 521-522; III, 407-408.
[24] Kıyâme, 75/7-10; “Ama (O gün,) gözler korku ile açıldığında, ve ay karanlığa gömüldüğünde ve güneş ile ay bir araya getirildiğinde, o gün insan haykıracak: “(Eyvah!) Nereye kaçayım?”...”
[25] BUHÂRÎ, 61/Menâkıb, 27 (IV, 186), 65/Tefsîru sûre, 54 (V, 52); MÜSLİM, 50/Münâfikûn, 8 (III, 2158-2159); TİRMÎZÎ, 54/Tefsîrû sûre, 54 (V, 397-398); İBN HANBEL, I, 377, 413, 447, 456; III, 275, 278; IV, 82; YAZIR, VII, 4621-4622; SOFUOĞLU, M., VII, 330.
[26] RÂGIB el-ISFAHÂNÎ, s. 387; YAZIR, VII, 4627.
[27] ESED, Muhammed, s. 1087, Kamer, 54/1, 1 no’lu dipnot. (Kur’an, çoğunlukla geçmiş zaman kipini geleceği göstermek için kullanır. Son Saat’in ve Kıyâmet Günü’nün geleceğinden bahseden pasajlarda da böyledir. Geçmiş zaman kipinin bu şekilde kullanılması, fiilin ilişkin olduğu olayın kesinliğini vurgulamak içindir). Ayrıca bkz. ATEŞ, S., Kur’an Ansiklopedisi, III, 268.
[28] ESED, Muhammed, s. 606, Kehf, 18/98, 100 no’lu dipnot.
__________________ Rabbim! ilmimi ve anlayisimi artir!
www.ahmeteminseyhan.blogcu.com/
selam ve dua ile...
|
Yukarı dön |
|
|
|
|